Sabahın ilk gri ışıkları, Rand hâlâ ormanda bata çıka ilerlerken belirdi. Başta görmedi. Sonunda fark ettiğinde, solan karanlığa şaşkınlık içinde baktı. Gözleri ona ne derse desin, tüm geceyi çiftlikten Emond Meydanı’na gitmeye çalışarak geçirdiğine inanmakta güçlük çekiyordu. Elbette, gündüz Taşocağı Yolu, taşlı da olsa, gece ormanından çok farklıydı. Diğer yandan, kara atlıyı yolda görmesinin üzerinden günler, Tam ile birlikte akşam yemeği için içeri girmesinin üzerinden haftalar geçmiş gibi geliyordu. Artık omzunu kesen şeridi hissetmiyordu, ama zaten omuzlarında hissizlik dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Ve ayaklarında. Arada kalan yerler başka konuydu. Nefesi, uzun zaman önce boğazını ve ciğerlerini yakmaya başlamış, ağzından yorgun solumalar halinde çıkıyordu ve açlık midesini burkuyor, bulandırıyordu.
Tam bir süre önce susmuştu. Rand, mırıltılar kesileli ne kadar olduğundan emin değildi, ama Tam’i kontrol etmek için durmaya cesaret edemiyordu. Bir kez durursa, bir daha asla harekete geçemeyebilirdi. Zaten Tam’in durumu ne olursa olsun, şu anda yaptığının ötesinde bir şey yapamazdı. Tek umudu köydeydi. Bitkinlik içinde hızını artırmaya çalıştı, ama tahtaya dönmüş bacakları yavaş adımlarına devam etti. Soğuğun ve rüzgarın neredeyse hiç farkında değildi.
Belirsiz bir odun dumanı kokusu aldı. Köy bacalarının kokusunu aldığına göre yaklaşmış olmalıydı. Yüzünde belirmeye başlayan yorgun gülümseme, yerini çatık kaşlara bıraktı. Havadaki duman kokusu ağırdı –çok ağır. Hava bu kadar soğukken, köydeki her ocakta gür bir ateş yanıyor olabilirdi, ama duman kokusu yine de çok ağırdı. Zihninde yine yoldaki Trollocları gördü. Trolloclar doğudan gelmiş, Emond Meydanı’na doğru gitmişlerdi. İlk evleri görmeye çalışarak ileriye baktı. İlk insanı görür görmez yardım için seslenmeye hazırdı, bu Cenn Buie ya da Coplinlerden biri bile olsa. Kafasının arkasındaki küçük bir ses oradan birinin hâlâ yardım eli uzatabilecek durumda olmasını umut etmesini söylüyordu.
Aniden son çıplak dallı ağaçların arasından bir ev görüldü. Elinden, ayaklarını hareket ettirmeye devam etmekten fazlası gelmiyordu. Sendeleyerek köye girerken, umut, keskin bir ümitsizliğe dönüştü.
Emond Meydanı’nın evlerinden yarısının yerinde kömürleşmiş yıkıntılar duruyordu. İs kaplı bacalar kararmış odunların arasından kirli parmaklar gibi çıkmıştı. Yıkıntılardan hâlâ ince dumanlar yükseliyordu. Bazıları hâlâ geceliklerinin içinde, sert yüzlü köylüler külleri karıştırıyor, orada bir tencere çıkarıyor, burada bir sopayla üzgün üzgün yığınları dürtüklüyordu. Alevlerden kurtarılan birkaç eşya sokaklara saçılmıştı; yüksek aynalar, cilalı büfeler, yüksek dolaplar, tozların içinde, yatak takımlarının altına gömülmüş masa ve sandalyelerin, mutfak araçlarının, birkaç giysinin, kişisel eşyaların yanında duruyordu.
Yanan evler köyün içine gelişigüzel saçılmış gibiydi. Bir sırada beş eve dokunulmamıştı, bir başka yerde, yıkımın içinde tek bir ev sağlam duruyordu.
Badeçay Suyu’nun öte tarafında, bir grup erkeğin beslediği üç dev Bel Tine ateşi kükrüyordu. Siyah dumandan kalın sütunlar rüzgarla kuzeye bükülüyor, dikkatsiz kıvılcımlar çıkarıyordu. Al’Vere Efendi’nin Dhurran aygırlarından biri Rand’ın seçemediğı bir şeyi Araba Köprüsü’ne ve alevlere doğru sürüklüyordu.
Rand ağaçların arasından çıkmadan yüzü islenmiş Haral Luhhan, kalın parmaklı ellerinden birinde bir oduncu baltası tutarak ona doğru seyirtti. Kaslı demircinin kül lekeli geceliği çizmelerine kadar geliyordu. Göğsündeki öfkeli ve kırmızı bir yanık izi, geceliğindeki yırtıktan görünüyordu. Sedyenin yanında bir dizinin üzerine çöktü. Tam’in gözleri kapalıydı, nefesi sığ ve zorlu çıkıyordu.
“Trolloclar mı, evlat?” diye sordu Luhhan Usta, dumanın boğuklaştırdığı bir sesle. “Burada da. Burada da. Eh, çoğu insanın hakkı olduğundan daha şanslıydık. Tam’in Hikmet’e ihtiyacı var. Işık adına, nerede olabilir? Egwene!”
Kollan, yırtılarak sargıya dönüştürülmüş çarşaflarla dolu bir halde koşmakta olan Egwene yavaşlamadan başını çevirerek baktı. Gözleri çok uzaktaki bir şeye dikilmişti; çevrelerindeki siyah halkalar, gözlerinin olduğundan da iri görünmesine sebep oluyordu. Sonra Rand’ı gördü ve durdu, titrek bir nefes aldı. “Ah, hayır, Rand, baban değil, değil mi? O mu…? Gel, seni Nynaeve’e götüreyim.”
Rand konuşamayacak kadar bitkin ve sersemlemişti. Gece boyunca Emond Meydanı’nı, onun ve Tam’in güvende olacağı bir sığınak olarak görmüştü. Şimdi tek yapabildiği perişan halde kızın duman lekeli elbisesine bakmaktı. Çok önemliymiş gibi tuhaf detaylar fark etti. Elbisesinin sırtındaki düğmeler yanlış iliklenmişti. Ve elleri temizdi. Yanakları is lekeleri ile kaplıyken, ellerinin neden temiz olduğunu merak etti Rand.
Luhhan Efendi ona ne olduğunu anlamış gibiydi. Baltasını millerin üzerine koyan demirci, sedyenin arka tarafını tuttu ve hafifçe iterek Rand’ı Egwene’in arkasından yürümeye zorladı. Rand uykusunda yürür gibi kızın arkasından sendeledi. Kısa bir süre Luhhan Usta’nın, yaratıkların Trolloc olduğunu nasıl anladığını merak etti, ama bu gelip geçen bir düşünceydi. Tam onları tanıyabilmişse, Haral Luhhan’ın tanımaması için sebep yoktu.
“Tüm hikayeler gerçek,” diye mırıldandı.
“Öyle görünüyor, evlat,” dedi demirci. “Öyle görünüyor.”
Rand yarım kulakla dinledi. Egwene’in ince bedenini takip etmeye yoğunlaşmıştı. Kızın acele etmesini dileyecek kadar kendini toplamıştı, ama aslında kız iki adamın yükleri ile gidebildikleri hıza ayak uyduruyordu. Otlak’ın yarısını geçip, Calder evine yöneldi. Evin saz damının kenarlan kararmış, badanalı duvarları isle lekelenmişti. İki yanındaki evlerden yalnızca temeller kalmıştı. İki yanık odun ve kül yığını. Biri değirmencinin kardeşlerinden birinin, Berin Thane’in eviydi. Diğeri Abell Cauthon’undu. Mat’in babası. Bacalar bile devrilmişti.
“Burada bekleyin,” dedi Egwene ve yanıt beklercesine ikisine baktı. Orada öylece durup beklediler. Kız alçak sesle birşeyler mırıldandı, sonra içeriye koştu.
“Mat,” dedi Rand. “Yoksa…”
“Hayatta,” dedi demirci. Sedyenin kendi tarafındaki ucunu bıraktı ve yavaşça doğruldu. “Onu kısa süre önce gördüm. Aramızdan herhangi birinin hayatta kalması bile mucize. Evime, demirhaneme nasıl girdiklerini görsen, içeride altın ve mücevher olduğunu sanırsın. Alsbet kızartma tavası ile içlerinden birinin kafasını kırdı. Bu sabah evimizin küllerine bir baktı, sonra demirhanenin kalıntılarından bulduğu en büyük çekici kaptığı gibi köye avlanmaya gitti. Belki aralarından biri kaçmak yerine saklanmış olabilir diye. Yakalarsa acırım zavallıya.” Calder evine doğru başını salladı. “Calder Hanım ve birkaç başka kişi yaralananlardan evleri yıkılanları aldı. Hikmet Tam’i gördükten sonra ona bir yatak buluruz. Belki handa. Belediye Başkanı çoktan önerdi, ama Nynaeve, yaralıların bir arada olmadıkları zaman daha çabuk iyileşeceklerini söyledi.”
Rand dizlerinin üzerine çöktü. Battaniyeden koşumunu silkeledi ve bitkinlik içinde Tam’in örtülerini kontrol etti. Tam, Rand’ın elleri onu sarstığı zaman bile ne kıpırdadı, ne de ses çıkardı. Ama en azından hâlâ nefes alıyordu. Babam. Diğeri yalnızca ateşten kaynaklanan sayıklamalardı. “Ya geri dönerlerse?” dedi donuk donuk.
“Çark dilediği gibi dokur,” dedi Luhhan Usta huzursuzca. “Geri dönerlerse… Pekala, şimdi yoklar. Bu yüzden parçaları toplayıp yıkılanları yeniden inşa edeceğiz.” İçini çekti, yumruğunu sırtına bastırırken yüzü gevşedi. Rand ilk defa, iriyarı adamın, daha fazla olmasa bile en az kendisi kadar yorgun olduğunu fark etti. Demirci, başını sallayarak köye baktı. “Bugün fazla bir Bel Tine olacağını sanmıyorum. Ama atlatacağız. Hep öyle oldu.” Aniden baltasını aldı, yüzü kararlılık kazandı. “Beni bekleyen işler var. Sen endişelenme, evlat. Hikmet ona iyi bakar. Işık hepimize göz kulak olacak. Ve Işık olmazsa, biz de kendi kendimize göz kulak oluruz. Unutma, biz İki Nehirliyiz.”
Hâlâ dizlerinin üzerinde duran Rand, demirci uzaklaşırken köye ilk kez gerçekten baktı. Luhhan Usta haklı, diye düşündü ve gördüğü şeyler karşısında dinginliğini korumasına şaştı. İnsanlar hâlâ evlerinin yıkıntılarını karıştırıyordu, ama orada bulunduğu kısa zaman içinde bile daha amaçlı hareket etmeye başlamışlardı. Gittikçe büyüyen kararlılığı hissediyor gibiydi. Ama merak ediyordu. Trollocları görmüşlerdi; peki siyah pelerinli atlıyı görmüşler miydi? Nefretini hissetmişler miydi?
Nynaeve ve Egwene Calder evinden çıktı. Rand ayağa fırladı. Aslında, ayağa fırlamaya çalıştı demek daha doğru olurdu, çünkü yerinden fırlar fırlamaz yüz üstü yere düştü.
Hikmet ona tek bir bakış fırlatmadan sedyenin yanında diz çöktü. Yüzü ve elbiseleri Egwene’inkilerden daha kirliydi ve aynı siyah halkalar gözlerini çevrelemişti, ama onun elleri de temizdi. Tam’in yüzüne dokundu, gözkapaklarını açtı. Kaşlarını çatarak örtüleri itti ve sargıyı çekip yaraya baktı. Rand sargının altında ne olduğunu göremeden kumaşı yerine kaydırdı. İçini çekerek, nazik bir dokunuş ile battaniyeyi ve pelerini düzeltti, yatmaya hazırlanan bir çocukmuş gibi Tam’in boynuna kadar çekti.
“Yapabileceğim hiçbir şey yok,” dedi. Doğrulmak için ellerini dizlerine dayamak zorunda kaldı. “Üzgünüm, Rand.”
O eve yönelirken, Rand bir an anlamadan durdu, sonra arkasından koştu, Nynaeve’i çevirdi. “Ölüyor,” diye haykırdı.
“Biliyorum,” dedi Hikmet kısaca. Rand sesindeki kayıtsızlık ile çöktü.
“Birşeyler yapmak zorundasın. Zorunlusun. Sen Hikmet’sin.”
Nynaeve’in yüzü acıyla gerildi, fakat bu yalnızca bir a n sürdü, sonra yine boş gözlü bir kararlılığa büründü. Sesi duygusuz ve katıydı. “Evet, öyleyim. İlaçlarım ile neler yapabildiğimi biliyorum ve ne zaman çok geç olduğunu da bilirim. Elimden gelse birşeyler yapmaz mıydım, sanıyorsun? Ama yapamam. Yapamam, Rand. Ve bana ihtiyacı olan başkaları var. Yardım edebileceğim insanlar.”
“Onu sana elimden geldiğince çabuk getirdim,” diye mırıldandı. Köyü yıkıntılar içinde gördükten sonra bile Hikmet’in umut vereceğini düşünmüştü. O umut da gidince, Rand bomboş kalmıştı.
“Getirdiğini biliyorum,” dedi genç kadın nazikçe. Rand’ın yanağına dokundu. “Bu senin hatan değil. Sen elinden geleni yaptın. Üzgünüm Rand, ama ilgilenmem gereken başkaları var. Korkarım sorunlarımız daha yeni başlıyor.”
Rand evin kapısı kapanana kadar boş boş Hikmet’in arkasından baktı. Aklına genç kadının yardım etmediğinden başka hiçbir şey gelmiyordu.
Egwene ona doğru fırlayıp, kollarını boynuna dolayınca aniden bir adım geriledi. Kızın kucaklaması başka zaman olsa homurdanmasına sebep olacak kadar sıkıydı; fakat o anda tek yaptığı, umutlarının arkasında yok olduğu kapıya sessizce bakmaktı.
“Üzgünüm, Rand,” dedi kız göğsüne doğru. “Işık, keşke yapabileceğim bir şey olsaydı.”
Rand sersem sersem kollarını ona doladı. “Biliyorum. Ben… ben birşeyler yapmalıyım, Egwene. Bilmiyorum, ama onu böyle bırakamam…” Sesi boğuklaştı, kız ona daha sıkı sarıldı.
“Egwene!” Nynaeve’in evin içinden bağırması ile Egwene yerinde sıçradı. “Egwene, sana ihtiyacım var! Ve ellerini yine yıka!”
Kız Rand’ın kollarından sıyrıldı. “Yardımıma ihtiyacı var, Rand.”
“Egwene!”
Kız sırtını dönerken Rand bir hıçkırık duyduğunu sandı. Sonra kız kapıda kayboldu ve Rand sedyenin yanında yalnız kaldı. Bir an, boş bir çaresizlik dışında hiçbir şey hissetmeden Tam’e baktı. Aniden yüzü sertleşti. “Belediye Başkanı ne yapılması gerektiğini bilir,” dedi, bir kez daha milleri alarak. “Belediye Başkanı bilir.” Bran al’Vere ne yapılacağını daima bilirdi. Bitkin bir inatla Badeçay Hanı’na doğru yola koyuldu.
Yanından bir Dhurran aygırı daha geçti. Koşum kayışları, kirli bir battaniyeye sarılmış iri bir şeklin ayak bileklerine bağlanmıştı. Kaba tüylerle kaplı kollar battaniyenin arkasında sürükleniyordu. Battaniyenin bir köşesi sıyrılmış, bir keçi boynuzunu açığa çıkarmıştı. İki Nehir, hikayelerin korkunç bir gerçekliğe döneceği yerlerden değildi. Eğer Trolloclar bir yerlere aitse, bu ancak dışarıdaki dünya olabilirdi, Aes Sedailerin, sahte Ejderlerin ve Işık bilir başka nelerin âşık hikayelerinden hayata döndüğü yerlere. Ama İki Nehir’e değil. Emond Meydanı’na değil.
Rand Otlak’ta ilerlerken, bazıları evlerinin yıkıntıları içinde olan insanlar ona seslenerek, yardım edip edemeyeceklerini sordu. Konuşurken yanında yürüseler bile, onları yalnızca arka plandaki mırıltılar olarak duydu. Hiç düşünmeden yardıma ihtiyacı olmadığını, her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Endişeli bakışlarla yanından ayrıldıklarında ve bazen Nynaeve’i ona göndermek konusunda yorumlar yaptıklarında, buna da pek az dikkat etti. Yalnızca kafasındaki hedefi düşünebiliyordu. Bran al’Vere, Tam’e yardımcı olacak birşeyler yapabilirdi. Bunun ne olabileceğini düşünemiyordu. Ama Belediye Başkanı birşeyler yapabilir, birşeyler düşünürdü.
Han, köyün yarısını ele geçiren yıkımdan neredeyse tamamen kurtulmuştu. Duvarlarında birkaç yanık izi vardı, ama kırmızı kiremitler gün ışığı altında her zamanki kadar parlak duruyordu. Ama Çerçi’nin arabasından kalan tek şey, şimdi yerde duran kömürleşmiş kasaya dayalı demir tekerlek çeperleri idi. Arabanın kanvas örtüsünü yerinde tutan büyük, yuvarlak halkalar çılgın açılarla, her biri bir başka tarafa yatmıştı.
Thom Merrilin bağdaş kurmuş, eski taş temelin üzerinde oturuyor, küçük bir makas ile yamalı pelerininin yanık uçlarını dikkatle kesiyordu. Rand yaklaşırken pelerinini ve makası indirdi. Rand’a, yardım isteyip istemediğini, ihtiyacı olup olmadığını sormadan aşağıya hopladı ve sedyenin arkasını yakaladı.
“İçeri mi? Elbette, elbette. Sen endişelenme, evlat. Sizin Hikmet onunla ilgilenir. Dün geceden beri nasıl çalıştığını izliyorum. Becerikli elleri ve çok yeteneği var. Çok daha kötü olabilirdi. Dün gece ölenler oldu. Çok değil belki, ama benim için bir tane bile çok fazla. İhtiyar Fain öylece ortadan kayboldu ve en kötüsü bu. Trolloclar her şeyi yiyebilir. Baban hâlâ burada ve hayatta olduğu için Işık’a şükretmelisin. Hikmet onu iyileştirebilir.”
Rand zihnindeki sözcükleri sildi –O benim babam!– ve bu sesi, bir sineğin vızıltısından daha fazla dikkat etmediği anlamsız seslere indirgedi. Daha fazla sempatiye ve moralinin düzeltilmeye çalışılmasına dayanamazdı. Şimdi değil. Bran al’Vere, Tam’e nasıl yardım edeceğini söyleyene kadar değil.
Aniden kendini han kapısına çizilmiş bir şeyle karşı karşıya buldu. Kömürleşmiş bir sopayla çizilmiş eğik bir çizgi. Sivri ucu üzerinde duran kömürden bir gözyaşı. O kadar çok şey olmuştu ki, Badeçay Hanı’nın kapısında Ejder Dişi bulmak onu hiç de şaşırtmıyordu. Neden biri hancıyı ve ailesini kötülükle suçlamak istesin, neden hana kötü şans getirmek istesin, anlayamıyordu, ama o gece, onu her şeyin olabileceğine ikna etmişti. Her şey mümkündü. Her şey.
Aşığın itmesiyle kilidi kaldırdı ve içeriye girdi.
Ortak oda, Bran al’Vere dışında boş ve soğuktu, çünkü kimse ateş yakacak zaman bulamamıştı. Belediye Başkanı masaların birinde oturmuş, yüzünde dalgın bir ifade ile kalemini mürekkep şişesine batırıyordu. Gri saçlı kafası bir parşömen kağıdına eğilmişti. Geceliğinin etekleri telaşla pantolonuna tıkılmış, geniş belinin çevresinden sarkıyordu. Çıplak ayaklarından birinin parmaklan ile dalgın dalgın diğer ayağını kaşıyordu. Ayakları, soğuğa rağmen çizme giymeye zahmet etmeden dışarıya çıkmış gibi kirliydi. “Sorun ne?” diye sordu başını kaldırmadan. “Çabuk söyle. Şu an yapıyor olmam gereken iki düzine şey daha var ve bir saat önce bir o kadarını daha bitirmiş olmam gerekiyordu. Bu yüzden pek az zamanım ve sabrım var. Ee? Söyle artık!” “Al’Vere Efendi?” dedi Rand. “Babam.”
Belediye Başkanı hızla başını kaldırdı. “Rand? Tam!” Kalemi attı ve ayağa fırlarken sandalyeyi devirdi. “Belki Işık bizi tamamen terk etmemiştir. İkinizin de öldüğünüzden korkuyordum. Trolloclar gittikten bir saat sonra Bela köye geldi. Ta çiftlikten buraya koşmuş gibi nefes nefeseydi ve sırtı köpüklenmişti. Ben de düşündüm ki… Ama bunun için zaman yok. Onu yukarı götürelim.” Âşığı omuzlayarak sedyenin arkasını tuttu. “Sen git Hikmet’i getir, Merrilin Efendi. Ona acele etmesini söylediğimi ilet, yoksa gelmemesinin nedenini anlayacağımı da söyle. Rahat ol, Tam. Birazdan seni güzel, yumuşak bir yatağa yatıracağız. Yürü, Âşık, yürü!”
Thom Merrilin, Rand konuşamadan kapıda kayboldu. “Nynaeve bir şey yapmadı. Ona yardım edemeyeceğini söyledi. Senin bir şey yapabileceğini biliyordum… umuyordum.”
Al’Vere Efendi Tam’e keskin bir bakış fırlattı, sonra başını iki yana salladı. “Göreceğiz, evlat. Göreceğiz.” Ama sesi eskisi kadar güvenli çıkmıyordu. “Onu yatağa yatıralım. En azından rahat eder.”
Rand ortak odanın arkasından merdivenlere itilmesine izin verdi. Tam’in bir şekilde iyileşeceğinden emin olmak için çaba gösterdi, ama umudu başta bile azdı. Belediye Başkanı’nın yüzündeki ani kuşku onu sarsmıştı.
Hanın ikinci katında, ön tarafta yarım düzine rahat, güzel, Otlak’a bakan, pencereli oda vardı. Çoğu çerçi, Seyrantepe’den ya da Deven Yolu’ndan gelen insanlarca kullanılırlardı, ama senede bir gelen tüccarlar bu kadar rahat odalar bulduklarında şaşırırlardı. Belediye Başkanı, Rand’ı kullanılmayan odalardan birine soktu.
Kuştüyü yorgan ve battaniyeler çabucak geniş yataktan çekildi ve Tam, kalın, kuştüyü şilteye yerleştirildi, başının altına kaz tüyü yastıklar konuldu. Hareket ettirilirken boğuk nefesler dışında ses çıkarmamıştı, tek bir inleme bile, ama Belediye Başkanı Rand’ın endişelerini bir kenara iterek odanın soğuğunu alacak bir ateş yakmasını söyledi. Rand şöminenin yanındaki kutudan odun ve çıra çıkarırken, Bran pencerenin perdelerini açtı, sabah ışığının içeri girmesini sağladı, sonra nazikçe Tam’in yüzünü temizlemeye başladı. Âşık dönene kadar ocaktaki ateş odayı ısıtmaya başlamıştı bile.
“Gelmiyor,” diye bildirdi Thom Merrilin, uzun adımlarla odaya girerken. Beyaz, çalı gibi kaşlarını çatarak Rand’a dik dik baktı. “Babanı çoktan gördüğünü bana söylemedin. Kız neredeyse kafamı koparacaktı.”
“Sanmıştım ki… Bilmiyorum… belki Belediye Başkanı bir şey yapabilir, Hikmet’in anlamasını sağlayabilir…” Rand yumruklarını sıkarak şömineden Bran’e döndü. “Al’Vere Efendi, ne yapabilirim?” Şişman adam çaresizce başını salladı. Tam’in alnına yeni ıslattığı bir bez koydu ve Rand’ın gözlerine bakmaktan kaçındı. “Ölmesini seyredemem, al’Vere Efendi. Birşeyler yapmak zorundayım.” Aşık konuşacakmış gibi kıpırdandı. Rand hevesle ona döndü. “Bir fikrin mi var? Her şeyi denerim.”
“Yalnızca merak ediyordum,” dedi Thom, uzun saplı piposunu başparmağıyla sıkıştırarak. “Belki Belediye Başkanı kapısına Ejder Dişi çizenin kim olduğunu biliyordur.” Piposuna, sonra Tam’e baktı ve içini çekerek yanmayan pipoyu dişlerinin arasına sıkıştırdı. “Birisi artık ondan hoşlanmıyor gibi. Ya da belki hoşlanmadıkları konuklarıdır.”
Rand ona tiksinti dolu bir bakış fırlattı, sonra dönüp gözlerini ateşe dikti. Düşünceleri alevler gibi dans ediyordu ve yine alevler gibi, yalnızca tek bir şeye odaklanmıştı. Pes etmeyecekti. Orada durup Tam’in ölmesini izleyemezdi. Babam, diye düşündü öfkeyle. Babam. Ateşi düşünce bu konu da açıklığa kavuşturulabilirdi. Ama önce ateş. Ama nasıl?
Bran al’Vere’in ağzı, Rand’ın sırtına bakarken gerildi. Âşığa diktiği dik bakışları bir ayıyı bile tereddüte düşürebilirdi, ama Thom hiçbir şey fark etmemiş gibi beklenti içinde bakmaya devam etti.
“Muhtemelen Congarların ya da bir Coplin’in işidir,” dedi Belediye Başkanı sonunda, “ama hangisi olduğunu yalnızca Işık bilir. Büyük bir aile ve biri hakkında söylenecek kötü bir şey olmasa bile onlar söyler. Cenn Buie yanlarında tatlı dilli kalır.”
“Şafaktan hemen önce gelen arabaya doluşmuş olanlar mı?” diye sordu Âşık. “Trollocların kokusunu bile almamışlardı ve tek bilmek istedikleri, Festival’in ne zaman başlayacağı idi. Sanki köyün yarısının kül olduğunu görmemişler gibi.”
Al’Vere Efendi sert sert başını salladı. “Ailenin bir dalı. Ama hiçbiri çok farklı değildir. O aptal Darl Coplin, gecenin yarısını Moiraine Hanım ile Lan Efendi’yi handan, köyden çıkarmamı talep ederek geçirdi. Sanki onlar olmadan geriye köy kalırmış gibi.”
Rand konuşmayı yarım kulakla dinliyordu, ama hu son kısım onu konuşmaya zorladı. “Ne yaptılar?”
“Kadın berrak gece göğünden bir şimşek topu çağırdı,” diye yanıt verdi al’Vere Efendi. “Doğrudan Trollocların üzerine yolladı. Yanlarında parçalanan ağaçları gördün. Trollocların durumu daha iyi değildi.”
“Moiraine mi?” dedi Rand inanmazlıkla ve Belediye Başkanı başını salladı.
“Moiraine Hanım. Ve Lan Efendi elinde kılıcı ile fırtına gibiydi. Kılıcıyla mı? Adamın kendisi bir silahtı ve aynı anda on yerde birden varmış gibiydi. Beni yaksalar bile, ama dışarı çıkıp kendim görmeseydim inanmazdım…” Elini kel kafasından geçirdi. “Kış Gecesi ziyaretleri yeni başlamıştı. Ellerimiz armağanlarla ve ballı keklerle, kafamız şarapla doluydu. Sonra köpekler hırladı ve aniden ikisi handan fırladı, Trolloclar hakkında bağırarak köyün içinde koşmaya başladı. Fazla şarap içtiklerini düşündüm. Hem… Trolloclar mı? Sonra, kimse ne olduğunu anlamadan o… o şeyler sokaklara doluştu, kılıçları ile insanları biçmeye, evleri ateşe vermeye başladı. Ulumaları insanın kanını donduruyordu.” Boğazından tiksinti dolu bir ses çıkardı. “Lan Efendi cesaretimizi yerine getirene kadar kümese girmiş tilkiden kaçan tavuklar gibi kaçıştık.”
“Kendine karşı bu kadar sert olmana gerek yok,” dedi Thom. “Sende elinden geleni yaptın. Orada yatan Trollocların hepsi ikisine kurban gitmedi.”
“Hımm… evet.” Al’Vere Efendi silkelendi. “Yine de inanılmayacak kadar fazla. Emond Meydanı’nda bir Aes Sedai. Ve Lan Efendi bir Muhafız.”
“Aes Sedai mi?” diye fısıldadı Rand. “Olamaz. Onunla konuştum. O… o…”
“Tabela taktıklarını mı sanıyordun?” dedi Belediye Başkanı çarpık bir gülümseme ile. “Sırtlarına yazılmış bir ‘Aes Sedai’ tabelası. Ya da belki, ‘Tehlike, uzak durun’?” Aniden elini alnına vurdu. “Aes Sedai. Ben ihtiyar aptalın tekiyim ve aklımı yitiriyorum. Risk almaya hazırsan bir şans var, Rand. Sana bunu yapmanı söyleyemem ve ben senin yerinde olsam cesaretim olur muydu, onu da bilemiyorum.”
“Bir şans mı?” dedi Rand. “Yardımı olacaksa her riski göze alırım.”
“Aes Sedailer iyileştirebilir, Rand. Yak beni, evlat, hikayeleri duydun. İlaçların işe yaramadığı yerde onlar iyileştirebilir. Âşık, sen bunu benden iyi hatırlıyor olmalıydın. Âşıkların hikayeleri Aes Sedailerle doludur. Neden çırpınıp durmamı izleyeceğine konuşmadın?”
“Ben buranın yabancısıyım,” dedi Thom, özlemle sönük piposuna bakarak. “Ve iyi adam Coplin, Aes Sedailerle ilgili hiçbir şey istemeyen tek kişi değil. Fikrin senden gelmesi daha iyiydi.”
“Bir Aes Sedai,” diye mırıldandı Rand, ona gülümseyen kadını hikayelerde dinlediklerine uydurmaya çalışarak. Hikayelere göre bir Aes Sedai’nin yardımı bazen hiç yardım olmamasından daha kötüydü, bir pastadaki zehir gibi. Armağanlarında hep olta gibi bir çengel olurdu. Aniden cebindeki para, Moiraine’in verdiği para, alev alev yanan bir kömür parçası gibi geldi. Onu cebinden çıkarıp pencereden dışarı atmamak için kendini zor tuttu.
“Kimse Aes Sedailerle ilişkisi olsun istemez, evlat,” dedi Belediye Başkanı yavaşça. “Görebildiğim tek şans bu, ama yine de kolay bir karar sayılmaz. Ben senin yerine karar veremem, ama Moiraine Hanım’dan yalnızca iyilik gördüm… Moiraine Sedai’den, demeliyim sanırım. Bazen” –Tam’e anlamlı anlamlı baktı– “şansın az olsa bile risk almalısın.”
“Hikayelerin bazıları bir açıdan abartılmıştır,” diye ekledi Thom, sözcükler ağzından zorla çıkıyormuş gibi. “Bazıları. Dahası, evlat, başka ne seçeneğin var ki?”
“Yok.” Rand içini çekti. Tam hâlâ tek bir kasını oynatmamıştı; gözleri, bir haftadır hasta yatıyormuş gibi çökmüştü. “Ben… ben gidip onu bulacağım.”
“Köprülerin karşı tarafında,” dedi Âşık, “ölü Trolloclardan kurtuldukları yerde. Ama dikkatli ol, evlat. Aes Sedailer yaptıklarını kendilerine has sebeplerden yaparlar ve bu her zaman başkalarının düşündüğü sebep olmayabilir.”
Sonuncusu, kapıdan koşarak çıkan Rand’ı takip eden bir bağırıştı. Kın koşarken bacaklarına takılmasın diye kılıcın kabzasını tutmak zorunda kalıyordu, ama kemeri çıkaracak kadar zaman harcayamazdı. Merdivenlerden indi ve handan dışarı fırladı. Yorgunluğunu unutmuştu. Tam için bir şans, ne kadar ufak olsa da, uykusuz geçen bir geceyi altetmeye yeterdi, en azından şimdilik. O şansın bir Aes Sedai’den gelmesini ya da bedelinin ne olacağını düşünmek istemiyordu. Ve bir Aes Sedai ile yüz yüze olmak… Derin bir nefes aldı ve daha hızlı koşmaya çalıştı.
Ateşler kuzeydeki son evlerin epey ötesinde, Seyrantepe yolunun Batıormanı tarafındaydı. Rüzgar hâlâ köyden uzağa, yağlı, siyah duman sütunları sürüklüyordu, ama yine de, ateşte fazla bırakılmış rosto gibi mide bulandırıcı, tatlımsı bir koku havayı dolduruyordu. Rand kokuyu duyunca öğürdü, sonra kaynağını fark edince yutkundu. Bel Tine ateşleri ile yapılacak güzel bir şey. Ateşleri besleyen adamların ağızlarına ve burunlarına kumaş parçaları sarılmıştı, ama yüzlerini buruşturmalarından, sirkeyle ıslattıkları kumaşların yeterli olmadığı açıkça belli oluyordu. Sirke kokuyu yok ediyor olsa da, kokunun hâlâ orada olduğunu ve ne yaptıklarını biliyorlardı.
İki adam iri Dhurranlardan birinin koşum kayışını bir Trolloc’un ayak bileğinden çözüyordu. Cesedin yanına çökmüş olan Lan, battaniyeyi Trolloc’un keçi burunlu başını ve omuzlarını ortaya çıkaracak kadar kenara çekmişti. Rand yaklaşırken Muhafız, Trolloc’un siyah zırhının çivili omuzlarından birinden, kan kırmızı mineli metal bir rozet çıkardı.
“Ko’bal,” dedi. Rozeti avucunda hoplattı ve homurdanarak havada kaptı. “Şimdiye dek yedi çete ediyor.”
Biraz ötede bağdaş kurmuş, yere oturan Moiraine yorgun yorgun başını salladı. Baştan başa sarmaşık ve çiçek motifleriyle oyulmuş bir yürüyüş asası dizlerinin üzerinde yatıyordu ve elbisesi çok giyilmiş gibi kırışık görünüyordu. “Yedi çete! Yedi! Trolloc Savaşları’ndan bu yana o kadar fazla çete bir arada eyleme geçmedi. Kötü haber kötü haber üzerine. Korkuyorum, Lan. Öne geçtiğimizi düşünüyordum, ama her zamankinden daha geride kalmış olabiliriz.”
Rand konuşamadan ona baktı. Bir Aes Sedai. Kime… neye bakıyor olacağını öğrendikten sonra farklı görünmeyeceğini kendine defalarca tekrarlamıştı, ama yine de farklı görünmediğini görünce şaşırdı. Artık eskisi kadar mükemmel gelmiyordu, saçları her yöne dikilmişken, burnunda hafif bir is lekesi varken değil, ama yine de çok farklı görünmüyordu. Kuşkusuz bir Aes Sedai’de, ne olduğunu gösteren bir işaret olmalıydı. Diğer yandan, dış görünüş içte var olanı yansıtıyorsa ve hikayeler doğruysa, o zaman toprağa oturmakla vakarı bozulmayan güzel bir kadından çok bir Trolloc’a benziyor olmalıydı. Ve Tam’e yardım edebilirdi. Bedeli ne olursa olsun, her şeyden önce bu vardı.
Derin bir soluk aldı. “Moiraine Hanım… yani, Moiraine Sedai.” İkisi de dönüp ona baktı, ve Rand, kadının bakışı karşısında dondu. Otlak’ta hazırladığı dingin ve gülümseyen bakıştan eser yoktu. Yüzü yorgundu, fakat koyu gözleri bir şahinin gözleriydi. Aes Sedai. Dünyanın Kırıcıları. Kuklaların iplerini çekip, yalnızca Tar Valon’daki kadınları bildiği desenlerde tahtlar ve uluslar yapan kişiler.
“Karanlıkta biraz daha ışık,” diye mırıldandı Aes Sedai. Sesini yükseltti. “Rüyaların ne durumda, Rand al’Thor?”
Delikanlı ona bakakaldı. “Rüyalarım mı?”
“Böyle bir gece kötü rüyalar getirebilir, Rand. Kabus görüyorsan, bana bunlardan bahsetmelisin. Bazen kabuslara yardımcı olabilirim.” “Rüyalarımda sorun yok… Babam. Yaralandı. Bir çizikten fazlası değil, ama ateş onu tüketiyor. Hikmet yardım etmiyor. Edemediğini söylüyor. Ama hikayeler…” Kadın bir kaşını kaldırdı ve Rand susup yutkundu. Işık, bir Aes Sedai’nin hainin teki olmadığı bir hikaye rar mı? Muhafız’a baktı, ama Lan, Rand’ın söylediklerinden çok ölü Trolloc ile ilgileniyor gibiydi. Kadının gözleri altında sözcük aranarak de– vam ettti. “Ben… ah… Aes Sedailerin iyileştirme gücü olduğu söylenir. Ona yardım edebilirseniz… herhangi bir şey yapabilirseniz… bedeli ne olursa olsun… yani…” Derin bir nefes aldı ve hızla bitirdi. “Ona yardımcı olmak için ödeyebileceğim her bedeli öderim. Her şeyi.”
“Her tür bedel,” diye düşündü Moiraine, kendi kendine konuşurmuş gibi. “Bedellerden daha sonra bahsederiz, Rand, eğer bahsedersek. Söz veremem. Hikmet’iniz ne yaptığını biliyor. Elimden geleni yaparım, ama Çark’ın dönüşünü durdurmak güçlerimin ötesindedir.”
“Ölüm, eninde sonunda herkese gelir,” dedi Muhafız sertçe, “Karanlık Varlık’a hizmet etmiyorlarsa elbette. Ve yalnızca aptallar bu bedeli ödemeye hazır olur.”
Moiraine, cıklamaya benzer bir ses çıkardı. “O kadar kötümser olma, Lan. Sevinmek için sebebimiz var. Küçük bir sebep, ama yine de bir sebep.” Asaya dayanarak ayağa kalktı. “Beni babana götür, Rand. Ona elimden geldiğince yardım edeceğim. Burada çok fazla kişi yardımımı reddetti. Onlar da hikayeler duymuşlar,” diye ekledi duygusuzca.
“Handa,” dedi Rand. “Bu taraftan. Ve teşekkür ederim. Teşekkür ederim!”
Onu takip ettiler, ama Rand hızla onları geride bıraktı. Yetişmeleri için sabırsızlanarak yavaşladı, sonra yine fırladı ve beklemek zorunda kaldı.
“Lütfen acele edin,” dedi. Tam’e yardım götürmeye öyle can atıyordu ki, bir Aes Sedai’yi zorlamada gösterdiği cüreti hiç düşünmedi. “Ateş onu tüketiyor.”
Lan dik dik baktı. “Yorgun olduğunu görmüyor musun? Bir angreal’le olsa bile, dün gece yaptıkları, sırtında bir çuval taş ile köyün içinde koşturmaktan farklı değil. O ne derse desin, sen buna değer inisin, bilmiyorum koyun çobanı.”
Rand gözlerini kırptı ve dilini tuttu.
“Nazik ol, dostum,” dedi Moiraine. Yavaşlamadan uzanıp Muhafız’ın omzunu okşadı. Adam korumak istercesine, yakınlığı ona güç verebilirmişcesine kadının tepesine dikildi. “Yalnızca benimle ilgilenmeyi düşünüyorsun. Neden o da babası için aynısını düşünmesin?” Lan kaşlarını çattı, ama sustu. “Elimden geldiğince hızlı geliyorum, Rand, yemin ederim.”
Kadının gözlerindeki şiddet ya da sesindeki –tam olarak nazik değil; daha çok duruma hakim gibi– sakinlik; Rand hangisine inanacağını bilemiyordu. Ya da belki ikisi beraber geliyordu. Aes Sedai. Artık ona verilmiş bir sözü vardı. Adımlarını onlarınkine uydurdu ve daha sonra konuşacakları bedelin ne olduğunu düşünmemeye çalıştı.