13 SEÇENEKLER

Herkes uyumadan önce Moiraine sırayla her birinin yanında diz çöktü ve ellerini başlarına koydu. Lan homurdanarak, buna ihtiyaç duymadığını ve kadının gücünü harcamaması gerektiğini söyledi, ama onu durdurmaya çalışmadı. Egwene bu deneyimi yaşamaya hevesliydi. Mat ve Perrin korkuyorlardı, ama hayır demeye de korkuyorlardı. Thom, Aes Sedai’nin ellerinden uzaklaşmak istedi, ama kadın, gri başı, saçmalığa izin vermeyeceğini ifade eden bir bakış ile yakaladı. Âşık, Aes Sedai’nin işi bitene kadar kaşlarını çattı. Kadın ellerini çektikten sonra alaycı bir biçimde gülümsedi. Adamın kaşları daha fena çatıldı, ama tazelenmiş görünüyordu. Hepsi öyleydi.

Rand, düzensiz duvarda, dikkat çekmeyeceğini umduğu bir oyuğa çekilmişti. Ağaç yığınına yaslandığında gözleri kapanmak istedi, ama o kendini izlemeye zorladı. Esnemesini bastırmak için yumruğunu ağzına kapattı. Bir iki saatlik uyku ona yeterdi. Ama Moiraine onu unutmadı.

Delikanlı, kadının parmakları yüzüne dokununca irkildi ve “Ben istemiyorum…” dedi. Sonra gözleri iri iri açıldı. Bitkinlik, yokuş aşağı akan su gibi tükendi; ağrılar ve acılar uzak anılara dönüştü, sonra yok oldu. Kadına ağzı açık, bakakaldı. Kadın yalnızca gülümsedi ve ellerini çekti.

“Tamam,” dedi. Yorgun bir iç çekiş ile doğrulurken, Rand onun aynısını kendisine yapamadığını hatırladı. Aes Sedai biraz çay içti, Lan’in yemesi için ısrar ettiği ekmek ve peyniri reddetti ve ateşin önünde kıvrılıp yattı. Pelerinine sarılır sarılmaz uykuya daldı.

Lan dışında diğerleri uzanacak yer bulup uykuya daldılar, ama Rand neden olduğunu anlamıyordu. O iyi bir yatakta bir gece geçirmiş gibi hissediyordu. Ama kütük duvara sırtını verdiği anda uyku onu ele geçirdi. Lan bir saat sonra dürtüklediğinde, üç gündür dinleniyormuş gibi hissetti.

Muhafız, Moiraine dışında herkesi uyandırdı ve sertçe, Aes Sedai’yi rahatsız edebilecek her sesi susturdu. Yine de rahat ağaç mağarasında pek az kalmalarına izin verdi. Güneş ufukta, kendi çapının iki katı kadar yükseldiğinde, orada durduklarına ilişkin tüm izleri temizlemiş, atlarına binmiş, atları yormamak için yavaş ilerleyerek kuzeye, Baerlon’a doğru yola koyulmuşlardı. Aes Sedai’nin gözleri gölgeliydi, ama eyerinde dik oturuyordu.

Sis hâlâ, arkalarında bıraktıkları ırmağın üzerinde asılı duruyor, onu buharlaştırmaya çalışan zayıf güneşin çabalarına direniyor, İki Nehir’i gözlerden gizliyordu. Rand at sürerken, Taren Salı’nı son bir kez görmek için omzunun üzerinden baktı. Ta ki, sis duvarı gözden kaybolana kadar.

“Evden bu kadar uzaklaşacağımı hiç düşünmezdim,” dedi, ağaçlar sonunda sisi ve ırmağı gizlediği zaman. “Seyrantepe’nin çok uzak geldiği günleri hatırlıyor musunuz?” Yalnızca iki gün önceydi. Sonsuzluk gibi geliyor.

“Bir iki ay sonra döneriz,” dedi Perrin gergin bir sesle. “Neler anlatabileceğimizi bir düşün.”

“Trolloclar bile bizi sonsuza dek kovalayamaz,” dedi Mat. “Yak beni, yapamazlar.” Derin derin iç çekerek önüne döndü, söylediği tek bir sözcüğe inanmıyormuş gibi sırtını kamburlaştırdı.

“Erkekler!” diye hıhladı Egwene. “Hep geveleyip durduğunuz macerayı yaşıyorsunuz ve şimdiden evden bahsetmeye başladınız.” Başını dik tutuyordu, ama Rand, İki Nehir gözden kaybolduğundan beri, sesinde bir titreme olduğunu fark etti.

Ne Moiraine, ne de Lan onları teselli etmeye çalışmadı, elbette geri döneceklerine dair tek söz söylemedi. Rand bunun ne anlama gelebileceği konusunda düşünmemeye çalıştı. Dinlenmişken bile, daha fazlasını aramadan da kuşkularla doluydu. Eyerinde büzülerek, bir bahar sabahında, derin, gür otlarla dolu bir merada, tarlakuşları öterken, Tam ile birlikte koyun otlattığını hayal etmeye başladı. Ve Emond Meydanı’na bir yolculuk, olması gerektiği gibi bir Bel Tine, ayaklarının takılmasından daha büyük derdi yokken Çayır’da şarkı söylemek. Bir süre, düşünün içinde kendini kaybetmeyi başardı.

Baerlon yolculuğu neredeyse bir hafta sürdü. Lan, yolculuklarının ağırlığı konusunda mırıldanıp duruyordu, ama hızı belirleyen ve diğerlerini buna uymaya zorlayan kendisiydi. Kendisi ve aygırı Mandarb –Eski Dil’de “Kılıç” anlamına geldiğini söylemişti– söz konusu olduğunda o kadar sakıngan değildi. Muhafız onların aştığı mesafenin iki katını aşıyor, renk değiştiren pelerini rüzgarda dalgalanarak atını dörtnala ileriye sürüyor, önlerinde ne bulunduğunu kontrol ediyor, ya da arkada kalıp geçtikleri yolu inceliyordu. Ama yürüyüş hızında daha tempolu ilerlemeye kalkan olursa, hayvanlarına iyi bakmaları konusunda keskin sözler kazanıyor, Trolloclar gelirse kendi ayakları üzerinde ne kadar da hızlı gidebilecekleri üzerine acı laflar dinliyorlardı. Moiraine bile, kısrağını hızlandırmaya kalkarsa Muhafız’ın dilinden kurtulamıyordu. Kısrağın adı Aldieb idi; Eski Dil’de, “Batırüzgarı”, bahar yağmurlarını getiren rüzgar anlamına geliyordu.

Muhafız’ın izciliği, takip edildiklerine ya da tuzak kurulduğuna dair bir işaret vermiyordu. Adam, gördükleri hakkında yalnızca Moiraine ile konuşuyor, işitilmemek için bunu alçak sesle yapıyordu. Aes Sedai, bilmeleri gerektiğini düşündüğü şeyler olursa diğerlerine aktarıyordu. Başta Rand ileriye baktığı kadar omzunun üzerinden geriye de bakıyordu. Ve bunu yapan tek kişi değildi. Perrin sık sık baltasını yokluyordu ve Mat önce yayına bir ok takmadan atını sürmüyordu. Ama Trolloclar ve siyah pelerinli şekiller görünmedi, gökyüzünde Draghkar belirmedi. Rand yavaş yavaş, belki kaçmayı başardıklarını düşünmeye başladı.

Ormanın en yoğun yerlerinde bile çok iyi korunmuyorlardı. Kış, İki Nehir’de olduğu gibi Taren’in kuzeyinde de yapışıp kalmıştı. Çam, köknar ya da meşinyaprak ağaçları, orada burada birkaç baharat-ağacı ya da defne, ve bunun dışında, çıplak gri dallar ormana saçılmıştı. Mürver ağaçlarında bile yaprak yoktu. Kış karlarının düzleştirdiği, kahverengi otların üzerinde yalnızca yeni filizlerin yeşillikleri görülebiliyordu. Burada da tek büyüyenler ısırganotları, kaba devedikenleri ve kokuşmu– şotları idi. Orman zemininin çıplak toprağı üzerinde, gölgeli yerlerde ve her daim yeşil ağaçların alçak dallarının altındaki yerlerde, kışın son karları hâlâ duruyordu. Pelerinlerine sıkı sıkı sarınıyorlardı, çünkü zayıf güneş ışığı sıcaklık vermiyordu ve gece soğuğu keskindi. Burada da, İki Nehir’de olduğu gibi uçan kuş yoktu, hattâ kuzgun bile.

Hareketlerinin yavaşlığında tembellik yoktu. Kuzey Yolu –Rand bu şekilde düşünmeye devam ediyordu, ama burada, Taren’ın kuzeyinde yolun farklı bir ismi olması gerektiğini tahmin ediyordu– hâlâ hemen hemen kuzeye uzanıyordu, ama Lan’in ısrarı üzerine yolun sert zemininde düz ilerledikleri kadar, ormanda sağa sola kıvrılarak da gidiyorlardı. Bir köy, bir çiftlik, insanlar ya da medeniyete ilişkin her tür işaret, onlardan kaçınmak için kilometrelerce dolaşmalarına sebep oluyordu, ama onlara pek az rastlıyorlardı. Rand ilk günün tamamı boyunca, yol dışında o ormanlarda insan olduğuna ilişkin hiçbir kanıt görmemişti. Aklına, Puslu Dağlar’ın eteklerine gittiği zaman bile insanlardan şimdi olduğu kadar uzaklaşmadığı geldi.

Gördüğü ilk çiftlik –geniş yapılı bir ev, sivri tepeli, saz damlı, yüksek bir ahır, taş bacadan yükselen bir duman bulutu– şok geçirmesine sebep oldu.

“Evdekilerden farklı değil,” dedi Perrin, ağaçların arasından zar zor görülebilen uzak binalara kaşlarını çatarak. Çiftliğin avlusunda, yolcuların farkında olmayan insanlar dolanıyordu.

“Elbette farklı,” dedi Mat. “Yalnızca ayırt edecek kadar yakında değiliz.”

“Sana farklı olmadığını söylüyorum,” diye ısrar etti Perrin.

“Farklı olmalı. Taren’ın kuzeyinde değil miyiz?”

“Siz ikiniz, susun,” diye gürledi Lan. “Görülmek istemiyoruz, unuttunuz mu? Bu taraftan.” Ağaçların içinde, çiftliğin çevresinde dolaşmak için batıya döndü.

Arkasına bakan Rand Perrin’in haklı olduğunu düşündü. Çiftlik Emond Meydanı’nın çevresindeki çiftliklere benziyordu. Kuyudan su çeken küçük bir oğlan vardı. Daha büyük oğlanlar koyunları bir çitin arkasına sürüyorlardı. Hattâ tütün için dumanlama kulübesi bile vardı. Ama Mat de haklıydı. Taren’ın kuzeyindeyiz. Farklı olmalı.

Her seferinde, henüz gökyüzünde ışık varken durdular, su birikmemesini sağlayacak kadar eğimli, asla tamamen durmayan, yalnızca yön değiştiren rüzgara karşı korunaklı bir nokta seçtiler. Ateşleri hep küçüktü ve birkaç adım öteden görülmeyecek kadar iyi gizlenmişti. Çay demlenir demlenmez söndürülüyor, kömürler gömülüyordu.

İlk duraklarında, güneş batmadan önce Lan, delikanlılara, taşıdıkları silahları nasıl kullanacaklarını öğretti. Yayla başladı. Mat’in, yüz adım ötedeki ölü bir meşinyaprak ağacının çatlak gövdesi üzerindeki, bir insan başı büyüklüğünde bir budağa üç ok göndermesini izledikten sonra, diğerlerinin de denemesini istedi. Perrin, Mat’in başarısını tekrarladı. Rand, alev ve boşluğu, yayı onun ve onu yayın bir parçası kılan boş dinginliği çağırarak üç okunu, uçları neredeyse birbirine dokunacak şekilde hedefe yolladı. Mat omzuna bir şaplak atarak tebrik etti.

“Hepinizin yayı olsaydı,” dedi Muhafız kuru kum, sırıtmaya başladıklarında, “ve Trolloclar onları kullanamayacağınız kadar yakına gelmemeyi kabul etseydi…” Sırıtmalar aniden soldu. “Yaklaşırlarsa ne yapacağınız konusunda neler öğretebilirim bir bakalım.”

Perrin’e o büyük uçlu baltayı nasıl kullanacağına dair birşeyler gösterdi; baltayı silahlı birine ya da bir şeye karşı kaldırmak odun kesmeye ya da savaşçılık oynarken savurup durmaya benzemiyordu. İriyarı çırağa bir dizi bloke etme, savuşturma va saldırma alıştırması gösterdikten sonra, aynısını Rand, ve kılıcı için yaptı. Rand kılıç kullanmak üzerine hayal kurarken giriştiği vahşi sıçramalar ve savurmalar değil, birbirine akan, adeta bir dans gibi olan yumuşak hareketlerdi.

“Kılıcı hareket ettirmek yeterli değil,” dedi Lan, “ama bazıları öyle sanır. Zihnin bunun, çoğunun bir parçasıdır. Zihnini boşalt, koyun çobanı. Nefretten, korkudan, her şeyden arındır. Onları yak, tüket. Siz, diğerleri, dinleyin. Bu yöntemi balta, yay, mızrak, değnek, hattâ çıplak elleriniz için de kullanabilirsiniz.”

Rand gözlerini ona dikti. “Alev ve boşluk,” dedi şaşkınlık içinde. “Kastettiğin bu, değil mi? Babam bana bunu öğretmişti.”

Muhafız ona okuması güç bir bakışla baktı. “Kılıcını sana gösterdiğim gibi tut, koyun çobanı. Ayakları çamurlu bir köylüyü bir saatte kılıç ustasına çeviremem, ama belki kendi ayağını doğramanı engelleyebilirim.”

Rand içini çekti ve kılıcı iki eliyle, önünde dik tuttu. Moiraine, ifadesiz bir yüzle izliyordu, ama bir sonraki akşam Lan’e, derslere devam etmesini söyledi.

Akşam yemeği, öğle yemeği ve kahvaltı ile aynıydı. Ekmek, peynir ve kurutulmuş et, ama akşamları su değil, sıcak çay eşlik ediyordu. Thom, akşamları onları eğlendiriyordu. Lan, âşığın arpını ya da flütünü çalmasına izin vermiyordu –kırı uyandırmanın gereği yok, diyordu Muhafız– ama Thom top çeviriyor, hikayeler anlatıyordu. Mara ve Üç Aptal Kral, ya da Bilge Danışman Anla hakkındaki yüzlerce öyküden biri ya da Büyük Boru Avı, zafer ve macera ile dolu bir şey, ama hepsi mutlu son ya da coşkulu bir eve dönüş ile bitiyordu.

Çevrelerindeki toprak dingin olsa da, ağaçların arasında Trolloc, gökyüzünde Draghkar görülmese de, Rand’a kendi aralarında gerginlik yaratmayı başarabiliyorlarmış gibi geliyordu.

Bir sabah Egwene uyanmış ve örgülerini çözmeye başlamıştı. Rand battaniyesini rulo yaparken gözucuyla onu izledi. Her gece, ateş söndürüldükten sonra, Egwene ve Aes Sedai hariç herkes battaniyelerine gömülüyordu. İki kadın diğerlerinden uzağa gidiyor, bir iki saat konuşuyor, diğerleri uykuya daldıktan sonra dönüyorlardı. Egwene saçlarını taradı –yüz kere; Rand Bulutu eyerlerken, eyerin arkasına heybeleri ve battaniyeyi bağlarken saymıştı. Sonra Egwene tarağı kaldırdı, saçlarını omzunun üzerinden arkaya attı ve pelerininin başlığını çekti.

Rand irkildi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Kız yanıt vermeden yan yan baktı. Rand, Taren kıyısındaki ağaç sığınaktaki geceden beri iki gündür ilk kez onunla konuştuğunu fark etti, ama bunun kendisini engellemesine izin vermedi. “Tüm hayatın boyunca saçlarını örmek için bekledin ve şimdi bundan vazgeçiyorsun. Neden? Aes Sedai saçlarını örmediği için mi?”

“Aes Sedailer saçlarını örmezler,” dedi kız kısaca. “En azından istemedikleri sürece.”

“Sen bir Aes Sedai değilsin. Sen Emond Meydanı’ndan Egwene al’Vere’sin ve Kadın Kurulu seni böyle görse kriz geçirir.”

“Kadın Kurulu seni ilgilendirmez, Rand al’Thor. Ve ben bir Aes Sedai olacağım. Tar Valon’a ulaşır ulaşmaz.”

Rand hıhladı. “Tar Valon’a ulaşır ulaşmaz. Neden? Işık, bana bunu söyle. Sen Karanlıkdostu değilsin.”

“Moiraine Sedai’nin Karanlıkdostu olduğunu mu düşünüyorsun? Öyle mi?” Kız yumruklarını sıkarak dönüp Rand’la yüzleşti. Rand, kızın kendisine vuracağını düşündü. “Köyü kurtardıktan sonra. Babanı kurtardıktan sonra. Öyle mi?”

“Ne olduğunu bilmiyorum, ama her ne ise, geri kalanlarının ne olduğu hakkında hiçbir şey ifade etmiyor. Hikayeler…”

“Büyü artık, Rand! Hikayeleri unut ve gözlerini kullan.”

“Gözlerim onun salı batırdığını gördü! Bunu inkar edebilir misin? Kafana bir fikir girince, biri sana suyun üzerinde yürümeye çalıştığını söylese bile asla vazgeçmiyorsun. Böylesine Işık-körü bir aptal olmasaydın görürdün!”

“Aptalım, öyle mi? Sana bir iki şey söyleyeyim, Rand al’Thor! Sen hayatımda gördüğüm en katır inatlı, en yün kafalı…”

“İkiniz, on beş kilometre içinde herkesi uyandırmaya mı çalışıyorsunuz?” diye sordu Muhafız.

Rand ağzı açık durup, söyleyecek söz bulmaya çalışırken, bağırmakta olduğunu fark etti. İkisi de bağırıyordu.

Egwene’in yüzü kaşlarına kadar kızardı. Sırtını dönerken, “Erkekler!” diye mırıldandı ve yorumu Rand kadar Muhafız’ı da içeriyordu.

Rand ihtiyatla çevresine bakındı. Yalnızca Muhafız değil, herkes ona bakıyordu. Mat ve Perrin’in yüzleri beyazlamıştı. Thom, kaçacak ya da savaşacakmış gibi gerilmişti. Aes Sedai’nin yüzü ifadesizdi, ama gözleri Rand’ın kafasını deliyor gibiydi. Rand çaresizce Aes Sedailer hakkında, Karanlıkdostları hakkında tam olarak neler söylediğini hatırlamaya çalıştı.

“Yola çıkma zamanı,” dedi Moiraine. Aldieb’e döndü ve Rand, tuzaktan salıverilmiş gibi ürperdi. Gerçekten bir tuzakta olup olmadığını merak etti.

İki gece sonra, ateş tükenirken, Mat parmaklarındaki son peynir kırıntılarını yaladı ve “Biliyor musunuz, sanırım izimizi tamamen kaybettiler,” dedi. Lan gecenin içinde kaybolmuş, son bir kez çevreye bakınıyordu. Moiraine ile Egwene sohbetlerinden birini etmek için bir kenara çekilmişlerdi. Thom, piposu ağzında, yarı uyuyordu ve delikanlılar ateş’in yanında baş başa kalmışlardı.

Perrin, tembel tembel bir sopayla közleri dürtükleyerek yanıt verdi. “İzimizi kaybettilerse, neden Lan keşfe devam ediyor?” Rand uykuya dalmak üzere, sırtını ateşe vererek yuvarlandı.

“İzimizi Taren Salı’nda kaybettirdik.” Mat, parmaklarını başının arkasında kenetleyip yıldız dolu gökyüzüne bakarak uzandı. “Eğer gerçekten bizim peşimizdelerse.”

“Sence Draghkar, bizi bundan hoşlandığı için mi kovalıyordu?” diye sordu Perrin.

“Ben olsam, Trolloclar ve benzerleri hakkında endişelenmeyi bırakırdım,” diye devam etti Mat, Perrin hiç konuşmamış gibi. “Bunun yerine dünyayı görmeyi düşünmeye başlardım. Hikayelerin kaynağı olan yerlerdeyiz. Gerçek bir şehir neye benzer sizce?”

“Baerlon’a gidiyoruz,” dedi Rand uykulu uykulu, ama Mat hıhladı.

“Baerlon iyi, güzel, ama al’Vere Efendi’nin eski haritasına baktım. Bir kez güneye dönersek Caemlyn’e ulaşırız, yol ta Illian’a, hattâ daha ötelere kadar gidiyor.”

“Illian’da bu kadar özel olan ne?” diye sordu Perrin esneyerek.

“Bir kere,” diye yanıt verdi Mat, “Illian, Aes Sedailer ile dolu değil…”

Bir sessizlik çöktü ve Rand aniden uyandı. Moiraine erken dönmüştü. Egwene yanındaydı, ama dikkatlerini çeken, ateş ışığının kenarında, ayakta duran Aes Sedai olmuştu. Mat ağzı hâlâ açık, ona bakarak sırt üstü yattı. Moiraine’in gözleri ışığı karanlık, cilalı taşlar gibi yansıtıyordu. Rand aniden, onun ne zamandan beri orada beklediğini merak etti.

“Çocuklar yalnızca…” diye başladı Thom, ama Moiraine onu duymazdan gelerek konuştu.

“Birkaç gün soluk aldık ve siz pes ettiniz bile.” Sakin, ifadesiz sesi gözleri ile keskin bir karşıtlık oluşturuyordu. “Bir iki günlük sessizlik ve siz Kış Gecesi’ni unuttunuz bile.”

“Unutmadık,” dedi Perrin. “Yalnızca…” Aes Sedai sesini yükselterek, o konuşurken devam etti.

“Böyle mi hissediyorsunuz? Hepiniz Illian a koşmaya ve Trollocları, Yarı-insanları, Draghkarları unutmaya hazırsınız, öyle mi?” Gözlerini üstlerinde gezdirdi –o taşsı parıltı ile her zaman kullandığı ses arasındaki karşıtlık Rand’ı huzursuz ediyordu– ama kadın kimseye konuşma fırsatı vermedi. “Karanlık Varlık, siz üçünüzün peşinde. Ve eğer istediğiniz yere gitmenize izin verirsem, sizi ele geçirir. Karanlık Varlık ne isterse, ben karşı çıkarım, bu yüzden bunu işitin ve doğru olduğunu bilin. Karanlık Varlık’ın ele geçirmesine izin vermektense, sizi kendi ellerimle yok ederim daha iyi.”

Rand’ı ikna eden, sesin kayıtsızlığı oldu. Aes Sedai gerekli olduğunu düşünürse, söylediği gibi yapardı. O gece uyumakta güçlük çekti ve bu sorunu yaşayan tek kişi kendisi değildi. Âşık bile son kömürler söndükten sonra, uzun süre horlamaya başlamadı. Moiraine ilk kez yardım önermedi.

Egwene ile Aes Sedai arasındaki gece konuşmaları, Rand’ın canını sıkıyordu. Yalnız kalmak için diğerlerinden uzaklaştıkları, karanlığın içinde kayboldukları her seferinde ne söylediklerini, ne yaptıklarını merak ediyordu. Aes Sedai Egwene’e ne söylüyordu?

Bir gece, tüm diğerleri yerleştikten, Thom meşe ağacı kesen bir testere gibi horlamaya başladıktan sonra bekledi. Sonra battaniyesine sarınarak uzaklaştı. Tavşan kovalamakta kullandığı becerisinin her zerresinden faydalanarak, ayın düşürdüğü gölgelerin arasında ilerledi ve yüksek, sağlam ve geniş yapraklı bir meşinyaprak ağacının dibine, Moiraine ile Egwene’i işitebileceği bir yere çöktü. Yanlarında küçük bir lamba, yerdeki bir kütüğün üzerinde oturuyorlardı.

“Sor,” diyordu Moiraine, “ve sana şimdi anlatabileceksem, anlatırım. Anlamalısın, henüz hazır olmadığın şeyler var, başka şeyleri öğrenmeni gerektiren şeyler ve onları öğrenmek için de yine başkalarını öğrenmen gerek. Ama dilediğini sor.”

“Beş Güç,” dedi Egwene yumuşak sesle. “Toprak, Rüzgar, Ateş, Su ve Ruh. Erkeklerin en büyük Güçler olan Toprak ve Ateş’i kullanmaları adil görünmüyor. Neden en büyük Güçler onların olsun?”

Moiraine güldü. “Böyle mi düşünüyorsun, çocuğum? Rüzgarın ve suyun aşındıramayacağı taş var mı? Suyun ya da rüzgarın söndüremeyeceği bir ateş var mı?”

Egwene, ayak ucuyla orman zeminini dürtükleyerek bir süre sessiz kaldı. “Onlar… Karanlık Varlık’ı ve Terkedilmişleri serbest bırakmaya çalışan onlardı, değil mi? Erkek Aes Sedailer?” Derin bir nefes aldı ve hızlandı. “Kadınlar buna katılmadı. Deliren ve dünyayı kıran erkeklerdi.”

“Korkuyorsun,” dedi Moiraine sertçe. “Emond Meydanı’nda kalsaydın zaman içinde Hikmet olurdun. Nynaeve’in planı buydu, değil mi? Ya da Kadın Kurulu’na katılır, Köy Kurulu bunu kendisinin yaptığını sanırken Emond Meydanı’nın işlerini yönetirdin. Ama sen düşünülemez olanı yaptın. Macera aramak için Emond Meydanı’nı, İki Nehir’i terk ettin. Bunu yapmak istedin, ama aynı zamanda bundan korkuyorsun. Ve inatla korkuna yenilmeyi reddediyorsun. Aksi halde bir kadının nasıl Aes Sedai olduğunu bana sormazdın. Gelenek ve alışkanlıkları duvarın ötesine atmazdın.”

“Hayır,” diye itiraz etti Egwene. “Korkmuyorum. Aes Sedai olmak istiyorum.”

“Korkman daha iyi, ama bu kararına sadık kalacağını umarım. Bugünlerde pek az kadın çırak olacak yeteneği gösteriyor. Daha da azı bunu diliyor.” Moiraine’in sesi, kendi kendine düşünmeye başlamış gibi çıkıyordu. “Daha önce bir köyden iki kişi çıkmamıştı. Eski kan, İki Nehir’de gerçekten de güçlü.”

Rand gölgelerin içinde kıpırdandı. Ayağının altında bir dal kırıldı. Anında dondu, terleyerek nefesini tuttu, ama iki kadın da ona bakmadı.

“İki mi?” diye bağırdı Egwene. “Başka kim var? Kari mi? Kari Thane mi? Lara Ayellan mı?”

Moiraine çileden çıkmışcasına cıkladı, sonra sertçe konuştu. “Söylediklerimi unutmalısın. Diğerinin yolu başka yönde uzanıyor, korkarım. Sen kendi durumunla ilgilen. Seçtiğin kolay bir yol değil.”

“Geri dönmeyeceğim,” dedi Egwene.

“Öyle olsun. Ama yine de güvence istiyorsun ve ben bunu sana veremem. Dilediğin şekilde değil.”

“Anlamıyorum.”

“Aes Sedailerin iyi ve saf olduklarını duymak istiyorsun, Dünyanın Kırılışı’na kadınların değil, efsanelerdeki kötü adamların sebep olduğunu duymak istiyorsun. Evet, erkekler yaptı, ama onlar başka erkeklerden daha kötü değildi. Deliydiler, kötü değil. Tar Valon’da bulacağın Aes Sedailer de insandır ve bizi ayıran yetenekler dışında diğer kadınlardan farklı değildirler. Cesur ve korkak, güçlü ve zayıf, iyi ve zalim, sıcak ve soğukturlar. Aes Sedai olmak seni olduğun şeyden farklı kılmayacak.”

Egwene derin bir nefes aldı. “Sanırım bundan korkuyordum; Güç’ün beni değiştireceğinden. O ve Trolloclar. Ve Soluk. Ve… Moiraine Sedai, Işık adına, Trolloclar neden Emond Meydanı’na geldiler?”

Aes Sedai’nin başı döndü ve doğrudan Rand’ın saklandığı yere baktı. Rand’ın nefesi kesildi; kadının gözleri onları tehdit ettiği zamanki kadar sertti ve Rand meşinyaprak ağacının kalın dallarını delebileceğim hissetti. Işık, beni dinlerken bulursa ne yapar?

Eriyip, gölgelerin derinliklerinden yok olmayı arzuladı. Gözleri hâlâ kadınların üzerindeyken bir kök ayağına takıldı ve havaifişekler gibi çıtırdayarak kırılan dallarla onu ele verecek ölü bir çalının üzerine düşmekten zor kurtuldu. Nefes nefese, dört ayak üzerinde emekledi, kendi becerisinden çok, şans eseri ses çıkarmamayı başardı. Yüreği öyle hızlı çarpıyordu ki, iki kadının duyabileceğini sandı. Aptal! Bir Aes Sedai’yi gizli gizli dinlemek, ha!

Kamp yerinde diğerleri uyuyordu ve sessizce aralarına kaymayı başardı. O yere uzanıp battaniyesini çekerken Lan kıpırdandı, ama Muhafız içini çekerek kıpırtısızlaştı. Yalnızca uykusunda dönmüştü. Rand uzun, sessiz bir nefes verdi.

Bir an sonra Moiraine gecenin içinde belirdi, uyuyan şekilleri inceleyerek durdu. Ay ışığı çevresinde bir hale oluşturmuştu. Rand gözlerini kapattı ve düzenli nefes alarak yaklaşan ayak sesi var mı diye dinledi. Yoktu. Gözlerini açtığında, kadın gitmişti.

Sonunda uyku geldi, ama huzursuzdu ve Emond Meydanı’ndaki tüm erkekleri Yenidendoğan Ejder olduklarını, tüm kadınların saçlarına Moiraine gibi mavi taşlar taktıkları terli rüyalarla doluydu. Moiraine ile Egwene’i bir daha dinlemeye kalkışmadı.

Yavaş yolculukları altıncı gününe girdi. Sıcaklık vermeyen güneş, yavaş yavaş ağaç tepelerine doğru kaymış, bir avuç ince bulut kuzeyde, yükseklerde süzülüyordu. Rüzgar bir an yükseldi ve Rand kendi kendine mırıldanarak pelerinini omuzlarına çekti. Baerlon’a ulaşmayı başarıp başaramayacaklarını merak etti. Irmaktan bu yana aştıkları mesafe onu Taren Salı’ndan Beyaz Nehir’e götürmeye yeterdi, ama Lan kim sorarsa sorsun bunun kısa bir yolculuk olduğunu, buna yolculuk bile denmeyeceğini söylüyordu. Bu, Rand a kendini kaybolmuş hissettiriyordu.

Lan ileride, ağaçların arasında belirdi. Keşif gezilerinin birinden dönüyordu. Dizginleri çekti, Moiraine’e yaklaştı, başını onunkine doğru eğdi.

Rand yüzünü buruşturdu, ama soru sormadı. Lan ona yöneltilen soruları duymazdan geliyordu.

Diğerleri arasında yalnızca Egwene, Lan’in dönüşünü fark etmiş göründü. Buna çok alışmışlardı ve kız. Kız da geride kaldı. Aes Sedai. Emond Meydanı köylülerinden Egwene sorumluymuş gibi davranmaya başlamış olabilirdi, ama bu, Muhafız rapor verirken kısa söz hakkı sağlamıyordu. Perrin İki Nehir’den uzaklaştıkça onu daha fazla saran düşünceli bir sessizlik içinde, Mat’in yayını taşıyordu. Atların yavaş yürüyüşü Mat’in Thom Merrilin’in dikkatli bakışları altında üç küçük tasla hokkabazlık çalışmasına fırsat veriyordu. Âşık da Lan gibi her gece ders vermişti.

Lan, Moiraine’e anlattıklarını bitirdi. Kadın, eyerinde arkasına dönüp diğerlerine baktı. Rand, gözler onun üzerinden geçerken katılasmamaya çalıştı. Onun üzerinde diğerlerine göre bir an daha fazla mı oyalanmıştı? Midesi bulanarak kadının o gece karanlıkta kulak misafiri olanın Rand olduğunu bildiğini hissetti.

“Hey, Rand,” diye seslendi Mat. “Dört tanesini çevirebiliyorum!” Rand bakmadan, el sallayarak yanıt verdi. “Senden önce dört taneyi becerebileceğimi sana söylemiştim. Ben –Bak!”

Alçak bir tepeye tırmanmışlardı ve altlarında, bir kilometre kadar ötede, çıplak ağaçların ve akşamın uzayan gölgelerinin arkasında. Baerlon uzanıyordu. Rand inledi, aynı anda hem gülümsemeye, hem de ağzı açık bakmaya çalıştı.

Kasabayı, neredeyse altı metre yüksekliğinde kütük bir duvar çevirmişti. Duvar boyunca tahta gözetleme kuleleri vardı. İçeride, tas ve kiremit çatılar, batan güneşin altında parlıyordu ve bacalardan duman yükseliyordu. Yüzlerce baca. Tek bir saz dam bile görülmüyordu. Kasabadan doğuya ve batıya geniş yollar uzanıyor, en az on iki at arabası ve aynı sayıda öküz arabası üzerinde ilerliyordu. Kasabanın çevresinde çiftlikler vardı, kuzeyde yoğundular, ama güney tarafındaki ormanda pek azdılar. Rand’a kalsa olmasalar da olurdu. Emond Meydanı, Seyrantepe ve Deven Yolu bir araya gelse, burası yine daha büyük kalır! Hattâ belki Taren Salı eklense bile.

“Demek şehir bu,” diye soluk verdi Mat, atının boynunda eğilip bakarak.

Perrin başını salladı. “Bu kadar çok insan aynı yerde nasıl yaşayabilir?”

Egwene yalnızca izledi.

Thom Merrilin Mat’e bir bakış fırlattı, sonra gözlerini yuvarladı ve bıyıklarını üfledi. “Şehir mi!” diye hıhladı.

“Ya sen, Rand?” dedi Moiraine. “Baerlon’u ilk görüşün hakkında sen ne düşünüyorsun?”

“Bence evden çok uzak,” dedi Rand yavaşça. Mat bir kahkaha attı.

“Daha gidecek yolun var,” dedi Moiraine. “Çok daha fazla. Ama hayatınız boyunca kaçıp saklanmaya devam etmek dışında başka seçeneğiniz yok. Ve yine de ömrünüz kısa olurdu. Yolculuk güçleştiğinde bunu hatırlamalısınız. Başka seçeneğiniz yok.”

Rand, Mat ve Perrin ile bakıştı. Yüzlerine bakılırsa, onlar da Rand ile aynı şeyi düşünüyorlardı. Söylediklerinden sonra nasıl seçeneklerden bahsedebilirdi ki? Seçimi bizim yerimize Aes Sedai yaptı.

Moiraine, düşünceleri yeterince açık değilmiş gibi devam etti. “Burada tekrar tehlike başlıyor. O duvarların içinde söylediklerinize dikkat edin. Her şeyden öte, Trolloclar, Yarı-insanlar gibi şeylerden bahsetmeyin. Karanlık Varlık’ı aklınıza bile getirmemelisiniz. Baerlon’da bazıları Aes Sedaileri Emond Meydanı halkından da az sever. Orada Karanlıkdostları bile olabilir.” Egwene inledi, Perrin alçak sesle mırıldandı. Mat’in yüzü soldu, ama Moiraine sakin bir biçimde devam etti. “Olabildiğince az dikkat çekmeliyiz.” Lan, rengi giri ve yeşil arasında gidip gelen pelerinini, daha sıradan, ama yine iyi kesimli ve iyi dokunmuş bir başka bir pelerinle değiştiriyordu. Renk değiştiren pelerini, eyerlerden birinde iri bir şişkinlik oluşturdu. “Burada kendi isimlerimizle bilinmiyoruz,” diye devam etti Moiraine. “Burada ben Alys, Lan Andra olarak bilinir. Bunu unutmayın. Güzel. Gece çökmeden duvarların içinde olalım. Baerlon kapıları günbatımından gündoğumuna kadar kapatılır.”

Lan, tepeden aşağı yol gösterdi. Kütük duvara giden ağaçlığa doğru ilerlediler. Yolları üzerinde yarım düzine çiftlik vardı –hiçbiri yakında değildi. İşlerini bitirmeye çalışan insanlardan hiçbiri yolcuları fark etmiş görünmedi. Yolun sonunda geniş demir bantlarla bağlanmış, ağır, tahta kapılar vardı. Güneş batmamış olmasına rağmen sıkı sıkı kapanmışlardı.

Lan duvara yaklaştı ve kapının yanında asılı duran, lime lime bir ipi çekti. Duvarın diğer yanında bir çan çınladı. Aniden perişan, kumaş bir şapkanın altındaki yaşlı bir yüz şüpheyle duvarın tepesinden, iki kütüğün kesik uçlarının arasından dik dik aşağıya baktı. Başlarından neredeyse üç karış yüksekti.

“Bütün bunlar da ne, ha? Bu kapıyı açmak için çok geç. Çok geç, dedim. İstiyorsanız Beyazköprü Kapısı’na dolanın…” Moiraine’in kısrağı duvarın tepesindeki adamın görebileceği bir yere çıktı. Aniden kırışıkları eksik dişli bir gülümseme ile derinleşti ve adam konuşmak ile görevini yapmak arasında kararsız kalmış gibi göründü. “Siz olduğunuzu bilmiyordum, hanımefendi. Bekleyin. Hemen iniyorum. Bekleyin yeter. Geliyorum. Geliyorum.”

Baş gözden kayboldu, ama Rand oldukları yerde beklemelerini, geldiğini belirten boğuk bağırışları duymaya devam etti. Kullanılmamışlıktan kaynaklanan gıcırtılar eşliğinde, sağdaki kapı yavaşça dışa doğru açıldı. Atların teker teker geçmesine izin verecek kadar açılınca durdu. Kapıcı, başını aralıktan çıkardı, yarı dişsiz bir gülümseme çaktı, sonra yoldan çekildi. Moiraine, Lan’i takip ederek, peşinde Egwene ile içeri girdi.

Rand, Bulut’u Bela’nın arkasında yürüttü ve kendini yüksek tahta çitlerin, yüksek ve penceresiz, kapıları sıkı sıkı kapanmış depoların önünde buldu. Moiraine ve Lan çoktan atlarından inmiş, kırışık yüzlü kapıcıyla konuşuyorlardı, bu yüzden Rand da atından indi.

Sayısız onarım görmüş bir pelerin ve ceket giymiş, ufak tefek adam, kumaş şapkasını bir elinde buruşturmuş, başıyla selamlar vererek konuşuyordu. Lan ile Moiraine’in ardından atlarından inenlere baktı ve başını salladı. “Aşağıkırlardan gelenler.” Sırıttı. “Neden, Alys Hanım, saçları samanlı köylüleri mi toplamaya başladınız?” Sonra Thom Merrilin’i gördü. “Sen koyun çiftçisi değilsin. Birkaç gün önce seni dışarı bıraktığımı hatırlıyorum. Köylüler numaralarından hoşlanmadı galiba, hı, Âşık?”

“Umarım bizi dışarı bıraktığını unuttuğunu hatırlıyorsundur, Avin Efendi,” dedi Lan, adamın boş eline para sıkıştırarak. “Ve tabii içeri aldığını da.”

“Buna gerek yok, Andra Efendi. Buna gerek yok. Giderken yeterince vermiştiniz. Yeterince.” Avin yine de parayı bir âşık becerisi ile yok etti. “Kimseye söylemedim, söylemem de. Özellikle de o Beyazcübbelere,” diye bitirdi kaşlarını çatarak. Tükürmek için dudaklarını büzdü, sonra Moiraine’e bakıp yutkundu.

Rand gözlerini kırpıştırdı, ama ağzını açmadı. Diğerleri de aynısını yaptı, ama Mat için güç olmuş gibi görünüyordu. Işığın Evlatları, diye düşündü Rand hayretle. Çocuklar hakkında çerçilerin, tüccarların, tüccar koruyucularının anlattığı hikayeler hayranlıktan nefrete kadar değişiyordu, ama hepsi Çocukların Aes Sedailerden, Karanlıkdostları’ndan nefret ettikleri kadar nefret etliği konusunda hemfikirdi. Bunun daha fazla sorun yaratıp yaratmayacağını merak etti.

“Çocuklar Baerlon’da mı?” diye sordu Lan.

“Kesinlikle.” Kapıcı başını eğdi. “Hatırladığım kadarıyla sizin gittiğiniz gün geldiler. Burada onları seven kimse yok. Elbette çoğu belli etmiyor.”

“Neden geldiklerini söylediler mi?” diye sordu Moiraine dikkatle.

“Neden mi geldiler, hanımefendi?” Avin o kadar şaşırmıştı ki, başını eğmeyi unuttu. “Elbette neden geldiklerini –Ah, unutmuşum. Siz aşağıkırlardaydınız. Muhtemelen koyun melemeleri dışında hiçbir şey duymamışsınızdır. Ghealdan’da olan bitenler yüzünden burada olduklarını söylediler. Ejder, biliyorsunuz –eh, kendine Ejder diyen. Adamın kötücül birşeyler karıştırdığını söylüyorlar –bence gerçekten öyledir– ve onları bastırmak için buraya gelmişler, yalnız adam burada değil Ghealdan’da. Sırf başkalarının işlerine karışmak için bir bahane, bana sorarsanız. Bazı insanların kapısına Ejder Dişi çizildi bile.” Bu sefer tükürdü.

“Çok sorun yarattılar mı?” dedi Lan. Avin şiddetle başını salladı.

“Sanırım istediklerinden değil, ama Vali onlara benden fazla güvenmiyor. Her seferinde duvarlardan içeri on taneden fazlasını aldırmıyor ve onlar da buna deli oluyorlar. Kalanının kuzeyde kamp kurduğunu duydum. İddiaya girerim, çiftçilerin, omuzlarından arkaya bakmadan yürüyememelerine sebep oluyorlardır. İçeri girenler beyaz pelerinleri içinde sokaklarda yürüyorlar ve dürüst insanlara tepeden bakıyorlar. Işık’ta yürü, diyorlar ve bu bir emir. Birçok kez arabacılar, madenciler ve kalaycılarla yumruk yumruğa geldiler. Hattâ Nöbetçilerle bile, ama Vali her şeyin huzurlu olmasını istiyor ve şimdiye kadar da öyle oldu. Eğer kötülük avlıyorlarsa, neden Saldaea’ya gitmiyorlar ki? Orada bir tür sorun olduğunu duymuştum. Ya da Ghealdan’a? Orada büyük bir savaş çıktığını söylüyorlar. Gerçekten büyük.”

Moiraine yumuşak bir nefes aldı. “Aes Sedailerin Ghealdan’a gittiğini duydum.”

“Evet, gittiler, hanımefendi.” Avin’in başı yine eğilmeye başladı. “Ghealdan’a gitmesine gittiler ve savaşı da bu başlattı, ben öyle duydum. Bazı Aes Sedailerin öldüğünü söylüyorlar. Belki hepsi birden. Aes Sedaileri sevmeyenler var, ama başka kim sahte Ejder’i durduracak? Hı? Ve o erkek Aes Sedai falan olabileceklerini düşünen lanet aptalları? Ya onlar? Elbette, bazıları bu adamın gerçekten Yenidendoğan Ejder olduğunu söylüyor. Ben değil, ama Beyazcübbeler ve başkaları. Bazı şeyler yapabildiğini duydum. Tek Güç’ü kullanabiliyormuş. Onu takip eden binlerce kişi varmış.”

“Aptallaşma,” diye terslendi Lan ve Avin’in yüzü incinmiş bir bakış ile kırıştı.

“Yalnızca duyduklarımı anlatıyorum, değil mi? Yalnızca duyduklarımı, Andra Efendi. Bazıları onun ordusunu doğuya ve güneye, Tear’a doğru harekete geçirdiğini söylüyor.” Sesi ağırlaştı. “Onlara Ejderin Halkı ismini verdiğini söylüyorlar.”

“İsimlerin pek az anlamı vardır,” dedi Moiraine sakinlik içinde. Duydukları onu rahatsız etmişse bile, hiç belli etmiyordu. “Katırına istersen Ejderin Halkı adını verebilirsin.”

“Pek mümkün değil, hanımefendi.” Avin güldü. “En azından Beyazcübbeler buralardayken. Böyle bir isme başkalarının da hoşgörüyle bakacağını sanmıyorum. Ne demek istediğinizi anlıyorum, ama… ah, hayır, hanımefendi. Benim katırım olmaz.”

“Kuşkusuz akıllıca bir karar,” dedi Moiraine. “Artık gitmeliyiz.”

“Siz endişelenmeyin, hanımefendi,” dedi Avin, başını iyice eğerek. “Ben kimseyi görmedim.” Kapıya doğru fırladı ve çekiştirerek kapatmaya başladı. “Ben hiç kimseyi, hiçbir şeyi görmedim.” Kapı gümleyerek kapandı ve adam ipe bağlı sürgüyü indirdi. “Aslında, hanımefendi, bu kapı günlerdir açılmadı.”

“Işık seni aydınlatsın, Avin,” dedi Moiraine.

Sonra kapıdan uzaklaşmaya başladı. Rand bir kez arkasına baktı. Avin hâlâ kapının önünde duruyordu. Pelerinin kenarında bir madeni parayı parlatıyor ve gülüyor gibiydi.

İki araba genişliğindeki toprak yollardan geçtiler. Yolların iki yanında depolar, zaman zaman da yüksek, tahta çitler diziliydi ve kimse yoktu. Rand bir süre âşığın yanında yürüdü. “Thom, Tear ve Ejderin Halkı hakkında anlattıkları ne? Tear, Fırtınalar Denizi kıyısında bir şehir, değil mi?”

“Karaethon Devri,” dedi Thom kısaca.

Rand gözlerini kırpıştırdı. Ejder Kehanetleri. “Kimse o… o hikayeleri İki Nehir’de anlatmaz. En azından Emond Meydanı’nda. Anlatan olsa, Hikmet canlı canlı derisini yüzer.”

“Sanırım yüzmeli de,” dedi Thom kuru kuru. İleride, Lan’in yanındaki Moiraine’e baktı, işitemeyeceğini gördü ve devam etti. “Tear Fırtınalar Denizi üzerindeki en büyük limandır ve Tear Taşı onu koruyan kaledir. Taş’ın, Dünyanın Kırılışı’ndan sonra yapılan ilk kale olduğu söylenir ve bunca zamandır, birçok ordunun denemesine karşın düşmemiştir. Kehanetlerden biri, Tear Taşı’nın, Ejderin Halkı Taş’a gelene kadar düşmeyeceğini söyler. Bir başkası, Dokunulamayan Kılıç, Ejderin eline geçene kadar Taş’ın düşmeyeceğini söyler.” Thom yüzünü buruşturdu. “Taş’ın düşüşü Ejder’in yeniden doğduğu hakkında eh büyük kanıtlardan biri olacak. Umarım Taş, ben toza dönene kadar durur.”

“Dokunulamayan kılıç mı?”

“Öyle denir. Gerçekten de bir kılıç mı, bilmiyorum. Her neyse, Taş’ın Yüreği’nde, iç kalenin merkezinde duruyor. Oraya Tear’ın Büyük Lordları’ndan başka kimse giremiyor ve onlar da içeride ne oldu– ğundan hiç bahsetmiyorlar. En azından âşıklara.”

Rand kaşlarını çattı. “Taş, Ejder kılıcı alana kadar düşmeyecek, ama Taş düşmeden nasıl kılıcı alabilir ki? Ejder’in Tear’ın Büyük Lordları’ndan biri mi olması gerekiyor?”

“Bu pek olası değil,” dedi Âşık kuru kuru. “Tear, Güç ile ilgili herhangi bir şeyden Amador’dan bile çok nefret eder ve Amador, Işığın Evlatları’nın kalesidir.”

“O zaman Kehanet nasıl gerçekleşebilir?” diye sordu Rand. “Ejder hiç doğmasa daha çok hoşuma giderdi, ama gerçekleşemeyecek bir kehanet mantıklı gelmiyor. İnsanları Ejder’in bir daha hiç doğmayacağına inandırmak için uydurulmuş bir hikaye gibi geliyor. Öyle değil mi?”

“Çok soru soruyorsun, evlat,” dedi Thom. “Kolayca gerçekleşebilecek bir kehanet pek değerli olmazdı, değil mi?” Aniden sesi canlandı. “Eh, geldik. Burası her neresi ise.”

Lan, adam boyu, tahta bir çitin, diğer yanlarından hiçbir farkı olmayan bir kısmında durmuştu. Hançerinin ucunu iki tahta arasına sokmuş, uğraşıyordu. Aniden bir tatmin homurtusu çıkardı, çekli ve çitin bir bölümü kapı gibi dışa açıldı. Rand bunun gerçekten de bir kapı olduğunu gördü, ama içeriden açılmak üzere yapılmış bir kapı. Lan’in kaldırdığı metal çengel bunu gösteriyordu.

Moiraine, Aldieb’ı arkasından çekerek hemen içeri girdi. Lan diğerlerinin de takip etmesini işaret etti ve en arkadan gelerek kapıyı kapattı.

Çitin öbür yanında, Rand kendini bir hanın ahır avlusunda buldu. Binanın mutfağından yüksek tangırtılar ve koşturma sesleri geliyordu, ama onu asıl etkileyen büyüklüğü oldu: Badeçay Hanı’ndan iki kat fazla yer kaplıyordu ve dört katlıydı. Pencerelerin yarısından fazlası koyulaşan alacakaranlığın içinde parlıyordu. Rand bu kadar çok yabancı barındırabilen bu şehir karşısında şaşkınlık içine düştü.

Onlar avluya girer girmez geniş ahırın büyük, kubbeli kapılarında kirli, kanvas önlükler içinde üç adam belirdi. Aralarında, elinde gübre beli bulunmayan tek kişi olan zayıf bir adam kollarını sallayarak öne çıktı.

“Hey! Hey! O şekilde giremezsiniz! Öne dolaşmanız gerek!”

Lan’in eli yine kesesine gitti, ama o bunu yaparken al’Vere Efendi kadar şişman bir adam handan telaşla çıktı. Kulaklarının üzerinden saç tutamları fışkırmıştı ve parlak, beyaz önlüğü hancı olduğunu gösteriyordu.

“Sorun yok, Mutch,” dedi yeni gelen. “Sorun yok. Bunlar beklediğimiz konuklar. Atları ile ilgilen. İyi bak onlara.”

Mutch, asık suratla parmak boğumlarını alnına dokundurdu, sonra iki arkadaşına yardıma gelmelerini işaret etti. Hancı, Moiraine’e dönerken Rand ve diğerleri telaşla heybelerini ve battaniye rulolarını aldılar. Adam Aes Sedai’ye eğilerek selam verdi ve içten bir gülümseme ile konuştu.

“Hoşgeldiniz, Alys Hanım. Hoşgeldiniz. Sizi tekrar görmek ne güzel, sizi ve Andra Efendi’yi. Çok güzel. İnce sohbetlerinizi pek özlemiştik. Evet, öyle. Endişelendiğimi söylemek zorundayım, kırlara gitmeniz falan. Eh, demek istediğim, böyle bir zamanda, hava çılgın gibiyken, kurtlar geceleyin duvarların dibinde ulurken.” Aniden geniş göbeğine bir şaplak attı ve başını iki yana salladı. “Bak hele, sizi içeri almak yerine gevezelik edip duruyorum. Gelin. Gelin. Sıcak yemekler ve sıcak yataklar, istediğiniz bu olmalı. Ve Baerlon’daki en iyileri tam burada. En iyileri.”

“Ve sıcak banyo da, umarım, Fitch Efendi,” dedi Moiraine ve Egwene hararetle yankıladı, “Ah, evet.”

“Banyo mu?” dedi hancı. “Baerlon’daki en iyileri ve en sıcakları. Gelin. Geyik ve Aslan’a hoşgeldiniz. Baerlon’a hoşgeldiniz.”

Загрузка...