Lan merdivenden indi ve gruptakilere atlarından inmelerini, atlarını sisin içinde arkalarından yürütmelerini söyledi. Yine, Muhafız’ın nereye gittiklerini bildiğine güvenmek zorundaydılar. Sis Rand’ın dizlerinin çevresinde dönüyor, ayaklarını gizliyor, bir adımdan uzaktaki her şeyi belirsizleştiriyordu. Sis kasabanın dışında olduğu kadar yoğun değildi, ama arkadaşlarını zar zor görebiliyordu.
Gecenin içinde hâlâ onlardan başka insan yoktu. Birkaç pencerede daha ışık yanmıştı, ama yoğun sis çoğunu belirsiz lekelere çeviriyordu ve genellikle griliğin içinde asılı puslu bir parıltıdan başka bir şey görülmüyordu. Pek az görülebilen diğer evler, buluttan bir denizin içinde yüzüyor ya da komşuları saklanırken aniden sisin içinden fırlıyor gibi görünüyordu, öyle ki, kilometrelerce öteye kadar onlardan başka kimse olmayabilirdi.
Rand uzun süre ata binmenin neden olduğu ağrılarla kaskatı duruyor, Tar Valon’a kalan yolu yürümesine izin verip vermeyeceklerini merak ediyordu. Yürümek, o anda at binmekten daha iyi geldiği için değil elbette, ama bedeninde ağrımayan tek yer ayaklarıydı. Yürümek en azından alışık olduğu bir şeydi.
Yalnızca bir sefer biri Rand’ın duymasına yetecek kadar yüksek sesle konuştu. “Sen halletmelisin,” dedi Moiraine, Lan’in söylediği, duyulmayan bir şeye yanıt olarak. “Çok şey hatırlayacak ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Düşüncelerinde ben öne çıkarsam…”
Rand sersem sersem ıslak pelerinini omuzlarında kaydırdı ve diğerlerine yakın kalmaya çalıştı. Mat ve Perrin kendi kendilerine homurdanıyor, alçak sesle mırıldanıyor, biri, görmediği bir şeye ayağını çarptığında küçük bir nida bastırıyordu. Thom Merrilin de homurdanıyordu, Rand “sıcak yemek”, “ateş” ve “baharatlı şarap” sözleri duyuyordu, ama ne Muhafız, ne de Aes Sedai onlara dikkat ediyordu. Egwene tek söz söylemeden yanlarında yürüyordu. Sırtı düz, başı dikti. Kuşkusuz biraz tereddütlü bir yürüyüştü, çünkü diğerleri gibi o da at binmeye alışık değildi.
İstediği macerayı yaşıyor, diye düşündü Rand asık suratla ve macera devam ettiği sürece onun sis, ıslaklık, soğuk gibi küçük şeyleri fark edeceğini sanmıyordu. Macerayı aradığınıza ya da buna zorlandığınıza bağlı olarak, olayları nasıl gördüğünüz konusunda fark olmalıydı. Kuşkusuz hikayeler soğuk sisin içinde, peşinizden bir Draghkar ve Işık bilir başka ne kovalarken at sürmeyi heyecan verici gösterebilirdi. Egwene o heyecanı yaşıyor olabilirdi; ama Rand yalnızca soğuğu ve ıslaklığı hissediyor; çevresinde, Taren Salı bile olsa, bir köy olmasından memnunluk duyuyordu.
Aniden karanlığın içinde iri ve sıcak bir şeye çarptı: Lan’in aygırı. Muhafız ve Moiraine durmuşlardı. Grubun kalanı da aynı şeyi yaptı, atlarını okşayarak hayvanlardan çok kendilerini rahatlattılar. Sis burada biraz daha seyrekti, birbirlerini uzun zaman görmedikleri kadar açık görebilmelerine yetecek miktarda, ama daha fazlasını ayırt etmelerine yetmiyordu. Ayakları hâlâ gri sel sularına benzeyen sisin içinde gizliydi. Evler tamamen yutulmuş gibiydi.
Rand, Bulut’u dikkatle biraz ileriye götürdü ve çizmeleri tahtalara sürtününce şaşırdı. Sal iskelesi. Dikkatle geriledi, atını da beraber çekti. Taren İskelesi’nin boşlukta biten bir köprü gibi olduğunu duymuştu, saldan başka hiçbir yere gitmeyen bir köprü gibi. Taren geniş ve derindi, en güçlü yüzücüyü bile altına alabilecek tehlikeli akıntıları vardı. Badeçay Suyu’ndan daha geniş olduğunu tahmin ediyordu. Sis de eklenince… Ayaklarının altında toprağı hissetmek rahatlatıcıydı.
Lan’den, sis kadar keskin, sert bir “Pısst!” geldi. Muhafız Perrin’in yanına fırladı, iriyarı delikanlının pelerinini arkaya attı, büyük baltasını açığa çıkardı ve diğerlerine de aynısını yapmalarını işaret etti. Rand anlamasa da uysallıkla, kendi pelerinini omzunun üzerinden arkaya atarak kılıcını ortaya çıkardı. Lan hızla atına dönerken, sisin içinde hoplayan ışıklar belirdi ve boğuk ayak sesleri yaklaştı.
Kaba giysiler içinde altı vurdumduymaz görünüşlü adam Yüksekkule Efendi’yi takip ediyordu. Taşıdıkları meşaleler çevrelerindeki sisi yok ediyordu. Durdukları zaman, Emond Meydanı’ndan gelen grup açıkça görülebiliyordu. Meşale, ışıklarını yansıtırken daha yoğun görünen gri bir duvarla çevrelenmişlerdi. Salcı ince yüzünü eğerek, burnu tuzak kokusu almak için rüzgarı koklayan bir gelincik gibi seyirerek onları inceledi.
Lan kayıtsızca eyerine yaslandı, ama bir eli kılıcının uzun kabzasındaydı. Adamda, sıkıştırılmış ve bekleyen bir yay havası vardı.
Rand telaşla Muhafız’ın duruşunu taklit etti –en azından elini kılıcına götürdü. O ölümcül görünüşlü oturuşu taklit edebileceğini sanmıyordu. Denesem muhtemelen bana gülerler.
Perrin, deri halkasında baltasını gevşetti ve ayaklarını kararlılıkla yere bastı. Mat bir elini sadağının üzerine koydu, ama Rand bu kadar ıslandıktan sonra yayının iyi durumda olduğundan emin değildi. Thom Merrilin azametle öne çıktı, bir elini kaldırıp yavaşça çevirdi. Aniden, gösterişli bir hareketle salladı ve bir hançer parmaklarının arasında döndü. Kabzası avucuna çarptı ve aniden kayıtsız bir hava takınan Âşık, tırnaklarına biçim vermeye başladı.
Moiraine’den alçak, sevinçli bir kahkaha duyuldu. Egwene, Festival’de bir gösteri izlermişcesine el çırptı, sonra utanarak durdu, ama ağzı yine de bir gülümseme ile seyiriyordu.
Yüksekkule hiç de eğlenmişe benzemiyordu. Thom’a baktı, sonra yüksek sesle boğazını temizledi. “Geçişte daha fazla altından bahsedilmişti.” Sert, kurnaz bakışlarını grubun üzerinde gezdirdi. “Daha önce verdikleriniz şimdi güvenli bir yerde, duydunuz mu? Artık ulaşamayacağınız bir yerde.”
“Kalan altınlar,” dedi Lan ona, “diğer kıyıya ulaştığımızda eline geçecek.” Belinde asılı deri keseyi hafifçe sallayınca şıngırtılar duyuldu.
Salcının gözleri bir an o tarafa kaydı, ama sonunda başını salladı. “O zaman işe koyulalım,” diye mırıldandı ve uzun adımlarla, altı yardımcısı eşliğinde iskeleye yürüdü. Onlar ilerlerken çevrelerindeki sis yok oldu; gri uzantılar arkalarından kapanarak, hızla, bir an önce oldukları yeri doldurdu. Rand yetişmek için acele etti.
Sal yüksek kenarlı, bir ucunu kapatmak için kaldırılabilen bir rampa ile binilen tahta bir mavnaydı. Bir adamın bileği kadar kalın halatlar iki yanında uzanıyordu. Bu halatlar iskelenin ucundaki dev direklere bağlanmıştı ve gecenin içinde, ırmağın üzerinde gözden kayboluyorlardı. Salcının yardımcıları, meşalelerini salın yanlarındaki demir tutacaklara geçirdiler, yolcular atlarını sala çıkarırken beklediler, sonra rampayı çektiler. İskele, toynakların ve ayakların altında gıcırdadı ve sal ağırlık bindikçe sarsıldı.
Yüksekkule alçak sesle mırıldanarak atlarını kıpırdatmalarını, ortada, çekicilerin uzağında tutmalarını söyledi. Yardımcılarına bağırdı, adamlar salı geçişe hazırlarken onları azarladı, ama o ne derse desin adamlar aynı gönülsüz hızla hareket ediyorlardı. Salcının bağırışları da gönülsüzdü, sık sık bağırmasının ortasında susuyor, meşalesini kaldırıp sisin içine bakıyordu. Sonunda tamamen sustu ve pruvaya gidip ırmağı kaplayan sisi izlemeye başladı. Çekicilerden biri koluna dokunana kadar kıpırdamadı; sonra yerinde sıçradı ve adama dik dik baktı.
“Ne? Ah. Sen misin? Hazır mısınız? Nihayet. Eh, adam, ne bekliyorsun?” Meşaleye aldırmadan kollarını salladı. Atlar kişnedi, gerilemeye çalıştı. “Çekil! Yol ver! Yürü!” Adam itaatkarca uzaklaştı ve Yüksekkule, serbest elini huzursuzca ceketinin önüne silerek bir kez daha ilerideki sislere baktı.
Palamarlar çözülürken sal sarsıldı ve güçlü bir akıntıya kapıldı. Sonra kılavuz halatlar gerilince yine sarsıldı. Her iki yanda üçer çekici salın ön tarafında halatları kavradı ve zahmetle arkaya yürümeye başladılar. Grilere bürünmüş ırmağa yaklaşırken, huzursuzca mırıldanıyorlardı.
İskele kayboldu, sis salı sardı, ince sis flamaları titreşen meşalelerin arasında süzüldü. Mavna akıntı ile hafifçe sallandı. Salcıların yürüyüşleri dışında hiçbir şey hareket ettiklerine dair bir işaret vermiyordu. Adamlar öne gidip halatları yakalıyor, sonra çekerek arkaya yürüyorlardı. Kimse konuşmuyordu. Köylüler salın ortasına olabildiğince yakın duruyorlardı. Taren’ın, onların alışık olduğu çaylardan çok daha geniş olduğunu duymuşlardı; sis onu akıllarında sonsuz kılıyordu.
Rand bir süre sonra Lan’e yaklaştı. İnsanın yüzemediği, hattâ karşı kıyıyı göremediği ırmaklar, Suormanı’ndaki birikintilerden daha geniş ya da derin hiçbir şey görmemiş kişileri sinirlendiriyordu. “Gerçekten bizi soymaya çalışırlar mıydı?” diye sordu sessizce. “Daha çok, bizim onu soymamızdan korkuyor gibi davranıyordu.”
Muhafız alçak sesle yanıt vermeden önce salcı ile adamlarına baktı –hiçbiri dinliyor gibi görünmüyordu. “Onları gizleyecek sis varken… eh, yaptıkları gizli kaldığı zaman bazı insanlar yabancılara, başkalarının gözü önünde davranmayacakları şekilde davranırlar. Ve bir yabancıya en kolay zarar verenler, yabancının onlara zarar vereceğini en kolay düşünenlerdir. Bu adam… bence iyi bir fiyat verilirse annesini Trolloclara yahni eti diye satabilir. Sormana biraz şaşırdım. Emond Meydanı halkının Taren Salı halkı hakkında nasıl konuştuklarını duydum.” “Evet, ama… şey, herkes onların… Ama ben aslında onların…” Rand köyünün ötesinde yaşayan halkların nasıl olduğu konusunda herhangi bir şey bildiğini düşünmeyi bırakmasının daha iyi olacağına karar verdi. “Soluk’a salını kullanarak karşıya geçtiğimizi söyleyebilir,” dedi sonunda. “Belki arkamızdan Trollocları da geçirir.”
Lan yüzünü ekşiterek güldü. “Bir yabancıyı soymak başka, bir Yarı-insan ile uğraşmak ise bambaşka bir şey. Onu karşı tarafa Trolloc taşırken hayal edebiliyor musun? Özellikle de bu siste. Ne kadar altın önerilirse önerilsin. Ya da başka seçeneği varsa, bir Myrddraal ile konuşurken. Bunun sırf düşüncesi bile, adamı bir ay boyunca durmadan koşmaya zorlar. Taren Salı’nda Karanlıkdostlar hakkında endişelenmemiz gerektiğini sanmıyorum. Burada değil. Güvendeyiz… En azından bir süreliğine. Hiç olmazsa bu halka karşı. Kendine dikkat et.”
Yüksekkule, ilerideki sisleri izlemekten dönmüştü. Sivri yüzünü öne çıkararak meşalesini kaldırdı, Lan ve Rand’a, ilk kez açıkça görebiliyormuş gibi baktı. Güverte tahtaları çekicilerin ayaklarının ve zaman zaman yere vurulan bir toynağın altında gıcırdıyordu. Salcı aniden, o onları izlerken onların da onu izlediğini fark ederek irkildi. Sıçrayarak uzak kıyıya ya da sisin içinde aradığı her ne ise, ona döndü.
“Artık konuşma,” dedi Lan. Sesi o kadar alçak çıkmıştı ki, Rand neredeyse anlamayacaktı. “İşitecek yabancı kulaklar varken Trolloclardan, Karanlıkdostlarından ya da Yalanların Babası’ndan bahsetmemek gereken kötü günler bunlar. Bu tür konuşmalar, kapına çizilen Ejder Dişi’nden daha kötü şeyler getirebilir.”
Rand sorularına devam etmek için hiçbir istek hissetmedi. Üzerine öncekinden de ağır bir kasvet çöktü. Karanlıkdostları! Sanki Soluklar, Trolloclar ve Draghkarlar yeterince endişe yaratmıyormuş gibi! En azından bir Trolloc’u görünüşünden ayırt edebilirdiniz.
Aniden önlerindeki gölgeli sislerin içinde yükseltiler belirdi. Sal uzak kıyıya çarptı. Çekiciler telaşla salı bağladılar ve öte uçtaki rampayı bıraktılar. Mat ve Perrin yüksek sesle, Taren’ın işittiklerinin yarısı kadar geniş olmadığını bildirdiler. Lan, aygırını rampadan aşağı yürüttü. Moiraine ve diğerleri de onu takip etti. En arkadan gelen Rand, Bulutu Bela’nın arkasından yürütürken, Yüksekkule Efendi öfkeyle bağırdı.
“Hey, bana bak! Hey! Altınlarım nerede?”
“Ödenecek.” Moiraine’in sesi sislerin içinde bir yerden geliyordu. Rand’ın çizmeleri rampadan tahta iskeleye adım attı. “Ve adamlarının her biri için gümüş birer lira,” diye ekledi Aes Sedai. “Hızlı geçişimiz için.”
Salcı tereddüt etti, tehlike kokusu alır gibi yüzünü uzattı, ama çekiciler gümüş lafını duyunca ayağa kalktılar. Bazıları meşale almak için durdu, ama hepsi Yüksekkule ağzını açamadan ayaklarını vurarak rampadan aşağı indi. Salcı sert bir ifadeyle yüzünü buruşturarak mürettebatını takip etti.
Rand dikkatle iskelede ilerlerken Bulut’un toynakları sisin içinde boş takırtılar çıkarıyordu. Gri sis burada da yoğundu. İskelenin ucunda, Muhafız Yüksekkule ve adamlarının meşaleleri ile sarılmış, para dağıtıyordu. Moiraine dışında herkes hevesli topluluğun biraz ötesinde bekliyordu. Aes Sedai ırmağı izliyordu, ama Rand ne gördüğünü anlamıyordu. Rand ürpererek ıslak pelerinini toparladı. Artık gerçekten İki Nehir’in dışındaydı ve uzaklık, ırmağın genişliğinden daha fazla geliyordu.
“İşte,” dedi Lan, son parayı Yüksekkule’ye uzatarak. “Anlaştığımız gibi.” Kesesini kaldırmadı ve gelincik suratlı adam açgözlülükle ona baktı.
İskele yüksek bir gıcırtı ile sarsıldı. Yüksekkule dikildi, başı sislerin içindeki sala döndü. Güvertede kalan meşaleler bir çift solgun, belirsiz ışık noktasıydı. İskele inledi ve iki ışık, gökgürültüsü gibi tahta çatırtıları eşliğinde sarsıldı, sonra dönmeye başladı. Egwene çığlık attı, Thom küfretti.
“Serbest kaldı!” diye bağırdı Yüksekkule. Çekicilerini yakalayıp iskelenin ucuna doğal itti. “Sal serbest kaldı, sizi aptallar! Yakalayın onu! Yakalayın!”
Çekiciler Yüksekkule’nin itmesi ile birkaç adım sendeledi, sonra durdu. Salın üzerindeki solgun ışıklar gittikçe daha hızlı dönüyordu. Üstündeki sis döndü, bir sarmala dönüştü. İskele titredi. Sal parçalanırken havayı çatırtılar ve tahtaların parçalanma sesleri doldurdu.
“Girdap,” dedi çekicilerden biri, şaşkınlık dolu bir sesle.
“Taren’de girdap yoktur.” Yüksekkule’nin sesi duygusuzdu. “Hiç olmadı…”
“Ne talihsiz bir tesadüf!” Moiraine’in sesi, ırmağa sırtını dönerken bir gölgeye benzemesine sebep olan sis yüzünden uzak geliyordu.
“Talihsiz,” diye onayladı Lan düz bir sesle. “Bir süre karşı kıyıya kimseyi taşıyamayacakmışsın gibi görünüyor. Bize hizmet ederken salını kaybetmen kötü bir şey.” Elini, hazır bekleyen keseye daldırdı. “Bu zararını öder.”
Yüksekkule bir an meşale ışığı altında, Lan’in elinde parlayan altınlara baktı, sonra omuzları çöktü ve gözleri taşıdığı diğer yolculara kaydı. Sisin belirsizleştirdiği Emond Meydanı köylülen, ses çıkarmadan duruyordu. Salcı korku dolu, sözsüz bir haykırış ile Lan’in elindeki paraları kaptı, döndü ve sislerin içine koştu. Çekicileri yalnızca yarım adım arkasındaydılar. Irmağın yukarı tarafında kaybolurlarken, sis, meşalelerini hızla yuttu.
“Bizi burada tutacak başka bir şey yok,” dedi Aes Sedai, sanki sıradışı hiçbir şey olmamış gibi. Beyaz kısrağının yularını tutarak iskeleden kıyıya yürümeye başladı.
Rand görünmeyen ırmağa bakarak durdu. Tesadüf olabilirdi. Girdap yok. dedi, ama… Aniden diğer herkesin gitmiş olduğunu fark etti. Telaşla hafifçe yükselen kıyıyı tırmanmaya başladı.
Üç adımda yoğun sis dağılıp yok oldu. Rand yerinde kalakaldı ve arkasına baktı. Kıyı boyunca uzanan çizginin bir yanında, yoğun, gri sis asılıydı. Diğer yanı, ayın keskinliği şafağın uzak olmadığını gösterdiği halde hâlâ karanlık, açık bir geceydi.
Muhafız ve Aes Sedai, sisin sınırından biraz uzakta, atlarının yanında durmuş, konuşuyorlardı. Diğerleri onlardan az ötede, birbirlerine sokulmuşlardı; ay ışığı ile aydınlanan karanlıkta bile sinirli halleri hissedilebiliyordu. Tüm gözler Lan ile Moiraine üzerindeydi ve Egwene dışındaki herkes, çifti gözden kaybetmek ile onlara fazla yaklaşmak arasında kararsızmış gibi uzak duruyorlardı. Rand Bulut’u alıp, birkaç adım atarak Egwene’in yanına gitti. Egwene ona sırıttı. Rand, kızın gözlerindeki parıltının tek kaynağının ay ışığı olduğunu sanmıyordu.
“Kalemle çizilmişcesine ırmağı takip ediyor,” diyordu Moiraine halinden memnun bir ses tonuyla. “Tar Valon’da, bunu yardım almadan yapabilecek on kadın yoktur. Dörtnala giden bir atın sırtında yaptıklarımdan bahsetmiyorum bile.”
“Şikayet etmek istemem, Moiraine Sedai,” dedi Thom, kendine hiç yakışmayan bir çekingenlikle. “Ama bizi bir süre daha sislere sarmak iyi olmaz mıydı? Diyelim ki, Baerlon’a kadar. Draghkar ırmağın bu yanına bakarsa, şimdiye kadar kazandığımız üstünlüğü kaybederiz.”
“Draghkarlar çok zeki değildir, Merrilin Efendi,” dedi Aes Sedai kuru kuru. “Korkunç ve ölümcül derecede tehlikelidirler. Keskin gözleri, ama pek kıt zekaları vardır. Bizi takip eden Draghkar Myrddraal’e ırmağın bu tarafının açık olduğunu, ama ırmağın kendisinin iki yönde kilometrelerce sis kaplı olduğunu söyleyecektir. Myrddraal bunu başarmanın bana nelere malolduğunu anlayacaktır. Irmak boyunca kaçtığımızı düşünecektir ve bu onu yavaşlatacak. Güçlerini bölmek zorunda kalacak. Sis daha uzunca bir süre kalkmayacak. Böylece yolun en azından bir kısmını tekne ile aşıp aşmadığımızdan emin olamayacak. Sisi Baerlon’a doğru biraz daha uzatabilirdim, ama o zaman Draghkar birkaç saat içinde ırmağı araştırabilirdi ve Myrddraal nereye yöneldiğimizi anlardı.”
Thom pofladı ve başını salladı. “Özür dilerim, Aes Sedai. Umarım gücenmemişsinizdir.”
“Ah, Moi… ah, Aes Sedai.” Mat susup, duyulur bir sesle yutkundu. “Sal… ah… siz… yani… neden, anlamıyorum…” Sesi zayıfça solup gitti ve geride kalan sessizlik öyle derindi ki, Rand kendi nefesini duyabiliyordu.
Moiraine sonunda konuştu. Sesi, boş sessizliği keskinlikle doldurdu. “Hepiniz açıklamalar istiyorsunuz, ama her eylemimi size açıklayacak olsaydım, başka hiçbir şey için zaman bulamazdım.” Ay ışığı altında, Aes Sedai bir şekilde daha uzun görünüyordu, neredeyse tepelerine dikilmişti. “Şunu bilin. Sizi güvenle Tar Valon’a ulaştırmaya kararlıyım. Bilmeniz gereken tek şey bu.”
“Eğer burada durmaya devam edersek,” diye araya girdi Lan, “Draghkar, ırmağı aramak zorunda kalmayacak. Doğru hatırlıyorsam…” Atını ırmak kıyısından yukarı çevirdi.
Muhafız’ın hareketi göğsündeki bir şeyi serbest bırakmış gibi, Rand derin bir nefes aldı. Diğerlerinin, hattâ Thom’un da aynısını yaptığını işitti ve eski bir deyişi hatırladı. Bir Aes Sedai’yi sinirlendirmektense, bir kurdun gözüne tükürmek yeğdir. Ama gerilim azalmıştı. Moiraine artık kimsenin tepesinde dikilmiyordu; Rand’ın ancak göğsüne geliyordu.
“Herhalde biraz dinlenemeyiz, değil mi?” dedi Perrin umutla, esnedikten sonra. Egwene, Bela’ya yaslandı, yorgun yorgun içini çekti.
Bu, Rand’ın ondan işittiği, bir şikayete en yakın sesti. Belki artık bunun hiç de harika bir macera olmadığını fark etmiştir. Sonra suçluluk içinde kızın, kendisinin aksine günü uyuyarak geçirmediğini hatırladı. “Dinlenmeye gerçekten ihtiyacımız var, Moiraine Sedai,” dedi. “Hem, tüm gece at bindik.”
“O zaman Lan’in bizim için ne planladığını görmenizi öneririm,” dedi Moiraine. “Gelin.”
Onları kıyıdan yukarı, ırmağın ötesindeki ağaçlıklara götürdü. Çıplak dallar gölgeleri derinleştiriyordu. Taren’den yüz metre sonra bir açıklığın yanındaki karanlık tümseğe geldiler. Burada, uzun zaman önce olmuş bir sel koca bir meşinyaprak topluluğunu devirmiş, onları iri, ağaç gövdeleri, dallar ve köklerden oluşan dolaşık bir tümsek haline getirmişti.
Lan, önünde bir meşale tutarak tümseğin altından dışarı süründü ve doğruldu. “İstenmeyen misafir yok,” dedi Moiraine’e. “Ve bıraktığım odunlar hâlâ kuru, yani küçük bir ateş yakabileceğiz. Sıcak bir mola olacak.”
“Burada duracağımızı biliyor muydun?” diye sordu Egwene şaşkınlık içinde.
“Olası bir yer gibi görünüyordu,” diye yanıt verdi Lan. “Ne olur ne olmaz diye hazırlık yapmaktan hoşlanırım.”
Moiraine meşaleyi ondan aldı. “Sen atlara bakar mısın? İşin bittiği zaman herkesin yorgunluğu hakkında elimden geleni yapacağım. Şu anda Egwene ile konuşmak istiyorum. Egwene?”
Rand iki kadının eğilerek büyük ağaç yığını altında kaybolmasını izledi. İnsanın emekleyerek içeri girebileceği alçak bir açıklık vardı. Meşalenin ışığı kayboldu.
Lan yanına yem torbaları ve biraz yulaf almıştı, ama diğerlerinin atlarının eyerlerini çıkarmalarını engelledi. Bunun yerine köstekleri çıkardı. “Eyer olmadan daha rahat dinlenirler, ama yola acele çıkmamız gerekecek, atları yeniden eyerlemek için zamanımız olmayacak.”
“Bana dinlenmeye ihtiyaçları varmış gibi görünmüyor,” dedi Perrin, atının burnunu bir yem torbasına sokmaya çalışırken. At, yem torbasının kayışlarını geçirmesine izin vermeden önce başını salladı. Rand da Bulut ile güçlük yaşıyordu, kanvas torbayı gri atın burnuna geçirmeden önce üç kez denemek zorunda kaldı.
“Var,” dedi Lan. Aygırını kösteklemeyi bırakıp doğruldu. “Ah, hâlâ koşabilirler. Onlara izin verirsek becerebildiklerince hızlı koşarlar, ta ki yorgunluktan düşüp ölene kadar. Üstelik yorgunluklarını hiç hissetmezler. Moiraine Sedai’nin yaptığı şeye ihtiyaç duymamamızı tercih ederim, ama gerekli.” Aygırının boynunu okşadı. At, Muhafız’ın dokunuşuna karşılık verir gibi başını salladı. “Sonraki birkaç gün, kendilerine gelene kadar daha yavaş gitmeliyiz. Benim istediğimden daha yavaş. Ama şansımız varsa bu yeterli olacak.”
“Bu…” Mat duyulur bir sesle yutkundu. “Moiraine Sedai’nin kastettiği bu muydu? Bizim yorgunluğumuz hakkında?”
Rand Bulut’un boynunu okşadı ve boşluğa baktı. Tam için yaptıklarına rağmen, Aes Sedai’nin, Güç’ü onun üzerinde kullanmasını istemiyordu. Işık, sah batırdığını kabul etmiş kadar oldu.
“Öyle bir şey.” Lan güldü. “Ama sizin ölene kadar koşmak konusunda endişelenmenize gerek yok. Olaylar şimdikinden daha kötü olmadığı sürece değil. Bunu yalnızca, fazladan bir gece uyumak gibi düşünün.”
Draghkar’ın tiz çığlığı aniden sis kaplı ırmakta yankılandı. Atlar bile dondu. Çığlık yine, bu sefer daha yakından duyuldu; sonra bir kez daha. Rand’ın kafatasını iğne gibi deldi. Sonra çığlıklar uzaklaşmaya başladı ve sonunda tamamen kayboldu.
“Şans,” dedi Lan, soluğunu verirken. “Irmakta bizi arıyor.” Omuzlarını silkti ve aniden sesi kavıtsız çıkmaya başladı. “İçeri girelim. Biraz sıcak çay ve midemi dolduracak birşeyler istiyorum.”
Elleri ve dizleri üzerinde ağaç yığınındaki açıklıktan içeri, kısa bir tünel boyunca ilk emekleyen Rand oldu. Tünelin sonunda durdu. İleride düzensiz şekilli bir boşluk vardı, hepsini birden ancak içine alabilecek ağaçtan bir mağara. Ağaç gövdelerinden ve dallardan oluşan tavan, kadınlardan başka hiç kimsenin ayağa kalkmasına izin vermeyecek kadar alçaktı. Irmak taşlarından bir yatağın üzerinde, yakılmış ateşin dumanı yükseliyor, dalların arasında kayboluyordu; esinti, açıklığı dumansız tutmaya yeterliydi, ama dolaşık dallar, alevlerin tek bir ışıltısının bile dışarıdan görülmemesine yetecek kadar yoğundu. Moiraine ve Egwene pelerinlerini yana bırakmış, bağdaş kurup ateşin yanında karşı karşıya oturmuşlardı.
“Tek Güç,” diyordu Moiraine, “Gerçek Kaynak’tan, Yaratım’ı güden güçten, Yaratıcı’nın Zaman Çarkı’nın dönmesini sağlamak için kullandığı güçten gelir.” Ellerini önünde birleştirdi ve birbirlerine bastırdı. “Saidin, Gerçek Kaynak’ın eril yarısı ve saidar, dişil yarısı, birbirlerine karşıt ve aynı zamanda birlikte çalışarak o gücü sağlarlar. Saidin” –bir elini kaldırdı, sonra indirdi– “Karanlık Varlık’ın dokunuşu ile kirlenmiştir, tıpkı suyun üzerinde yüzen ince bir tabaka yağ gibi. Suyun kendisi hâlâ saftır, ama pisliğe dokunmadan ona dokunamazsın. Yalnızca saidarın kullanılması hâlâ güvenlidir.” Egwene’in sırtı Randa dönüktü. Yüzünü göremiyordu, ama kız hevesle öne eğiliyordu.
Mat, arkadan Rand’ı dürtükledi, birşeyler mırıldandı ve ağaç mağaranın içlerine doğru ilerledi. Moiraine ve Egwene onun girişini görmezden geldiler. Diğer adamlar da arkasından içeri toplandılar, ıslak pelerinlerini çıkardılar, ateşin çevresine yerleştiler ve ellerini ısıtmak için uzattılar. En son giren Lan, duvardaki kuytu bir yerden su tulumları ve deri çantalar çıkardı, bir çaydanlık aldı ve çay hazırlamaya başladı. Kadınların söylediklerine hiç dikkat etmiyordu, ama Rand’ın arkadaşları ellerini ısıtmayı bırakmış, açık açık izliyorlardı. Thom, tüm ilgisini oymalı piposunu doldurmaya vermiş gibi yapıyordu, ama kadınlara doğru eğilmesi onu ele veriyordu. Moiraine ve Egwene yalnızlarmış gibi davranıyorlardı.
“Hayır,” dedi Moiraine, Rand’ın kaçırdığı bir soruya karşılık. “Gerçek Kaynak tükenmez. Tıpkı bir değirmenin dönmesi ile tükenmeyen ırmak suları gibi. Kaynak ırmaktır; Aes Sedai ise su çarkı.”
“Gerçekten öğrenebileceğimi düşünüyor musunuz?” diye sordu Egwene. Yüzü hevesle parlıyordu. Rand onun bu kadar güzel göründüğünü hiç görmemişti, ya da kendisinden bu kadar uzak. “Ben de bir Aes Sedai olabilir miyim?”
Rand yerinde sıçradı, başını alçak, kütük tavana çarptı. Thom Merrilin kolunu yakalayarak aşağı çekti.
“Aptallaşma,” diye mırıldandı Âşık. Kadınları süzdü –ikisi de fark etmemiş görünüyordu. Rand’a fırlattığı bakış sevecendi. “Artık bu seni aşar.”
“Çocuğum,” dedi Moiraine nazikçe, “pek az kişi Gerçek Kaynak’a dokunmayı ve Tek Güç’ü kullanmayı öğrenebilir. Bazıları daha çok öğrenir, bazıları daha az. Sen, öğrenmeye ihtiyaç duymayan bir avuç kadından birisin. En azından, sen istesen de, istemesen de, Gerçek Kaynak’a dokunmak zaman içinde sana gelecektir. Ama Tar Valon’da alacağın eğitim olmadan onu tam anlamıyla yönlendirmeyi asla öğrenemezsin ve bunun sonucunda hayatta kalamayabilirsin. Saidine dokunma yeteneği ile doğan erkekler, Kızıl Ajah onları bulup ehlileştirmezse, mutlaka ölürler…”
Thom gırtlağının derinliklerinden hırladı ve Rand huzursuzca kıpırdandı. Aes Sedai’nin bahsettiği türden erkekler azdı –tüm hayatı boyunca yalnızca üç kişi duymuştu ve Işık’a şükür, hiçbiri İki Nehirli değildi– ama Aes Sedai onları bulmadan yarattıkları zarar savaş veya şehirleri yıkan deprem haberleri gibi kötü haberler olarak yayılırdı. Ajahların ne yaptığını gerçekte hiç anlayamamıştı. Hikayelere göre bunlar, başka her şeyden çok kendi aralarında entrikalar çeviren, didişen topluluklardı, fakat anlatılanlardan kesin olan bir yan vardı. Kızıl Ajahların birincil görevleri, yeni bir Dünyanın Kırılışı’nı önlemekti ve bunu Tek Güç’ü kullanmayı yalnızca rüyalarında gören erkekleri bile avlayarak yapıyorlardı. Mat ve Perrin aniden evde, yataklarında olmayı dilemeye başlamışlar gibi görünüyorlardı.
“…ama kadınların bazıları da ölür. Kılavuz olmadan öğrenmek güçtür. Bulamadığımız ve hayatta kalan kadınlar… eh, dünyanın bu kısmında köylerinde Hikmet olabilirler.” Aes Sedai düşüncelere dalarak sustu. “Eski kan Emond Meydanı’nda güçlüdür ve eski kan, şarkı söyler. Seni gördüğüm an ne olduğunu anladım. Yönlendirebilen ya da değişimi yaklaşan bir kadının yanında durup, bunu hissetmeyen Aes Sedai olmaz.” Kemerindeki keseyi araştırdı ve daha önce saçına taktığı, altın bir zincire asılı mavi mücevheri çıkardı. “Senin değişimin, ilk dokunuşun yakın. Sana kılavuzluk etmem daha iyi olacak. Böylece… kendi başlarına yol bulmak zorunda kalanların yaşadığı hoş olmayan etkilerden kaçınabilirsin.”
Egwene’in gözleri taşa bakarken irileşti ve dudaklarını tekrar tekrar ıslattı. “Bu… Güç’ü bu mu taşıyor?”
“Elbette hayır,” diye terslendi Moiraine. “Nesneler Güç sahibi değildir, çocuğum. Bir angreal bile yalnızca bir araçtır. Bu yalnızca güzel bir taş. Ama ışık verebilir. Al.”
Moiraine, taşı kızın parmak uçlarına bırakırken Egwene’in elleri titriyordu. Geri çekilecek oldu, ama Aes Sedai bir eliyle onun iki elini tuttu ve diğer elini nazikçe Egwene’in başının yanına dokundurdu.
“Taşa bak,” dedi Aes Sedai yumuşak bir sesle. “Yalnız başına, el yordamıyla aramaktansa, böylesi daha iyi. Zihnini taş hariç her şeyden temizle. Zihnini temizle ve kendini süzülmeye bırak. Yalnızca taş ve boşluk var. Ben başlatacağım. Süzül ve bırak, sana kılavuzluk edeyim. Düşünce yok. Süzül.”
Rand, parmaklarını dizlerine geçirdi; dişlerini acıyana kadar sıktı. Başarısız olmalı. Olmalı.
Taşta ışık çiçek açtı, yalnızca mavi bir kıvılcım, sonra gitti. Bir ateş böceğinden daha parlak değildi, ama Rand kör edici bir ışık parlamışcasına irkildi. Egwene ve Moiraine boş yüzlerle taşa baktılar. Bir başka kıvılcım çıktı, sonra bir tane daha, ta ki gökmavisi ışık bir yüreğin çarpması gibi atmaya başlayana kadar. Aes Sedai yapıyor, diye düşündü Rand çaresizce. Moiraine yapıyor. Egwene değil.
Son bir zayıf ışıltıdan sonra taş yine bir süs eşyasına dönüştü. Rand nefesini tuttu.
Egwene bir an küçük taşa bakmaya devam etti, sonra başını kaldırıp Moiraine’e baktı. “Ben… Ben bir şey hissettim… sanırım, ama… Belki benim hakkımda yanılmışsınızdır. Zamanınızı harcadığım için üzgünüm.”
“Hiçbir şey harcamadım, çocuğum.” Moiraine’in dudaklarından küçük, tatminkar bir gülümseme geçti. “Son ışık yalnızca sana aitti.” “Gerçekten mi?” diye bağırdı Egwene, sonra hemen suratını astı. “Ama yok gibiydi.”
“İşte şimdi aptal bir köylü kızı gibi davranıyorsun. Tar Valon’a gelen çoğu kadın, senin biraz önce yaptığını yapabilmek için aylarca çalışır. Sen yükseklere çıkabilirsin. Hattâ, belki bir gün Amyrlin Makamı’na kadar. Eğer çok çalışırsan.”
“Yani…” Egwene bir sevinç haykırışı ile kollarını Aes Sedai’ye doladı. “Ah, teşekkür ederim. Rand, duydun mu? Bir Aes Sedai olacağım!”