Şafak Yeşil Adam’ın bahçesindeki yıkımı aydınlattı. Zemin, yer yer diz boyu dökük, düşmüş yapraklarla kaplanmıştı. Açıklığın kenarına çaresizce tutunan birkaç tanesi dışında bütün çiçekler yok olmuştu. Meşenin altındaki toprakta pek az şey büyüyebiliyordu, ama Yeşil Adam’ın mezarının üzerindeki kalın ağaç gövdesini ince bir çiçek ve çimen halkası çevreliyordu. Meşenin kendisi yapraklarının yarısını korumuştu ve bu diğer ağaçlara göre çok fazlaydı. Sanki Yeşil Adam’ın anıları orada kalmak için mücadele veriyordu. Serin esintiler ölmüş, yerini gittikçe artan, hastalıklı bir sıcağa bırakmıştı. Kelebekler yok olmuş, kuşlar susmuştu. Oradan ayrılmaya hazırlanan grup sessizdi.
Rand, kızıl atının eyerine bir kayıp duygusuyla tırmandı. Bu şekilde olmamalıydı. Kan ve küller, biz kazandık!
“Keşke diğer yeri bulabilseydi,” dedi Egwene, Bela’ya binerken. Lan tarafından, Moiraine’i taşımak üzere hazırlanmış bir sedye uzun tüylü at ile Aldieb arasına asılmıştı. Nynaeve beyaz kısrağın dizginlerini tutarak yanında at sürecekti. Hikmet ne zaman Lan’in ona baktığını görse, bakışlarını indiriyor, onunla göz göze gelmekten kaçınıyordu. O ne zaman bakışlarını kaçırsa Muhafız ona bakıyordu, ama konuşmuyordu. Kimse Egwene’e kimi kastettiğini sormadı.
“Bu doğru değil,” dedi Loial meşeye bakarak. Henüz atına binmemiş bir o kalmıştı. “Ağaçkardeş’in Afet’te ölmesi doğru değil.” İri atının dizginlerini Rand’a uzattı. “Doğru değil.”
Ogier büyük meşeye yürürken Lan ağzını açtı. Sedyede yatan Moiraine elini zayıfça kaldırdı ve Muhafız hiçbir şey söylemedi.
Loial meşenin önünde diz çöktü, gözlerini kapattı ve kollarını uzattı. Yüzünü gökyüzüne kaldırırken kulaklarındaki tüyler dimdik oldu. Ve şarkı söyledi.
Rand, şarkının içinde sözcükler var mı, yoksa salt şarkı mı, ayırt edemiyordu. O gümbürtülü ses, yeryüzü şarkı söylüyormuş gibi çıkıyordu, ama Rand kuşların yine ötüşmeye başladığından, bahar rüzgarlarının yumuşak sesle iç çektiğinden, kelebeklerin kanat çırptığından emindi. Şarkıya daldı ve yalnızca birkaç dakika sürdüğünü sandı, ama Loial kollarını indirdiğinde ve gözlerini açtığında, güneşin ufukta epey yükseldiğini görünce şaşırdı. Ogier şarkısına başladığında meşeye dokunuyordu. Meşenin üzerindeki yapraklar daha yeşil görünüyor, oldukları yere daha sıkı tutunuyorlardı. Onu çevreleyen çiçekler, beyaz ve taze sabahyıldızları, parlak kırmızı âşıkdüğümleri başlarını dikmişlerdi.
Loial geniş yüzündeki teri silerek ayağa kalktı ve Rand’dan dizginleri aldı. Uzun kaşları, gösteriş yaptığını düşünmelerinden korkarak utanmış gibi sarkıyordu. “Şimdiye dek hiç bu kadar içten söylememiştim. Burada Ağaçkardeş’ten birşeyler kalmış olmasaydı yapamazdım. Benim Ağaçşarkılarım onun gücüne sahip değildir.” Eyerine yerleşirken meşeye ve çiçeklere tatmin içinde baktı. “En azından bu küçük mekan Afet’e gömülmeyecek. Afet Ağaçkardeş’i ele geçiremeyecek.”
“Sen iyi bir adamsın, Ogier,” dedi Lan.
Loial sırıttı. “Bunu bir kompliman olarak kabul ediyorum, ama İhtiyar Haman ne derdi, bilemiyorum.”
Tek sıra halinde yola çıktılar. Mat Muhafız’ın arkasında, gerekirse yayını kullanabileceği bir yerde at sürüyordu. Perrin baltasını eyerinin topuzuna dayamış, en arkadan geliyordu. Bir tepeyi aştılar ve göz açıp kapayana kadar, çürük, çarpık, canlı gökkuşağı renkleri ile Afet çevrelerini sardı. Rand omzunun üzerinden arkaya baktı, ama Yeşil Adam’ın bahçesi gözden kaybolmuştu. Önceki gibi, arkalarında yalnızca Afet uzanıyordu. Ama bir anlığına, Rand meşe ağacının yeşil ve gür tepesini gördüğünü sandı. Ağaç bir an parıldadı ve yok oldu. Sonra yalnızca Afet kaldı.
Rand buraya gelirken yaptıkları gibi, ayrılırken de savaşmaları gerekeceğini düşünmüştü, ama Afet ölüm kadar sessiz ve kıpırtısızdı. Onlara çarpmak için tek bir dal savrulmadı, ne yakında, ne uzakta, tek bir şey ulumadı ve çığlık atmadı. Afet, yerine çökmüş gibi görünüyordu, ama sıçramak için değil, büyük bir darbe almış, bir sonrakinin inmesini bekler gibi. Güneş bile daha az kırmızıydı.
Göller bölgesini geçerlerken güneş zirvesine yakın asılıydı. Lan onları göllerden uzak tuttu ve o tarafa bakmadı bile, ama Rand yedi kulenin daha önce gördüğü zamana göre daha yüksek durduğunu düşündü. Çentikli tepelerinin yerden daha uzak olduğundan emindi ve üstlerinde sanki, kusursuz kuleleri güneşte parıldıyor, Altın Turna sancakları rüzgarda dalgalanıyordu. Rand gözlerini kırpıştırdı ve dikkatle baktı, ama kuleler tamamen yok olmayı reddetti. Afet gölleri bir kez daha gizleyene kadar görüş alanının kenarında kaldılar.
Muhafız, günbatımından önce bir kamp yeri seçti, Nynaeve ve Egwene Moiraine’in koruyucu büyüler yapmasına yardım ettiler. Aes Sedai başlamadan önce diğer kadınların kulaklarına birşeyler fısıldadı. Nynaeve tereddüt etti, ama Moiraine gözlerini kapattığında, onlar da katıldılar.
Rand, Mat ve Perrin’in izlediğini gördü ve nasıl şaşırabildiklerini anlamadı. Her kadın Aes Sedaidir, diye düşündü, bu düşünceden hiç hoşlanmayarak. Işık bana yardım et, bende öyleyim. Kasvet dilini tutmasına sebep oldu.
“Neden bu kadar farklı?” diye sordu Perrin Egwene’e, Hikmet Moiraine’in sedyeye uzanmasına yardım ederken. “Sanki…” Geniş omuzlarını, uygun sözcüğü bulamamış gibi silkti.
“Karanlık Varlık’a muazzam bir darbe indirdik,” diye yanıt verdi Moiraine, içini çekerek yerine yerleşirken. “Gölge’nin kendine gelmesi uzun zaman alacaktır.”
“Nasıl?” diye sordu Mat. “Biz ne yaptık ki?”
“Uyuyun,” dedi Moiraine. “Henüz Afet’ten çıkmadık.”
Ama ertesi sabah, Rand’ın görebildiği kadarıyla hiçbir şey değişmemişti. Afet güneye doğru soluyordu, elbette. Çarpık ağaçlar düz olanlarla yer değiştirmişti. Boğucu sıcak azalmıştı. Çürümekte olan bitki örtüsü yerlerini yalnızca hastalıklı olanlara bıraktı. Ve sonra Rand, hastalıklı olanların da kaybolduğunu fark etti. Çevrelerindeki orman, dallardaki gür, taze filizlerle kırmızılaştı. Çalıların arasında tomurcuklar fışkırmış, sarmaşıklar kayaları yemyeşil kaplamıştı ve taze yabançiçekleri, Yeşil Adam’ın yürüdüğü yerde olduğu gibi, çimenleri süslemişti. Sanki kışın uzun süre uzak tuttuğu bahar şimdi kaybettiği zamanı telafi etmek için acele ediyordu.
Çevresine bakakalan yalnızca Rand değildi. “Muazzam bir darbe,” diye mırıldandı Moiraine ve başka bir şey demedi.
Tırmanan yabangülleri Sınır’ı işaretleyen taş sütuna dolanmıştı. İnsanlar gözlem kulelerinden çıkıp onları selamladılar. Kahkahalarında şaşkınlık vardı ve gözleri, çelik ayakkabılı ayaklarının altındaki çimenlere inanamıyormuş gibi hayretle parlıyordu.
“Işık, Gölge’yi yendi!”
“Tarwin Geçidi’nde büyük bir zafer kazandık! Haberini aldık! Zafer!”
“Işık yine hepimizi kutsuyor!”
“Kral Easar Işık altında güçlü,” diye yanıt verdi Lan tüm bağırışlara.
Nöbetçiler Moiraine ile ilgilenmek, ya da en azından eşlik etmek istedi, ama kadın hepsini reddetti. Sedyede sırt üstü yatarken bile Aes Sedai öyle bir varlık sergiliyordu ki, zırhlı adamlar geriledi, isteklerine teslim oldu. Rand ve diğerleri yollarına devam ederken kahkahaları peşlerinden geldi.
Fal Dara’ya akşamın geç saatlerinde ulaştılar ve sert görünüşlü şehri kutlama yaparken buldular. Şehir tam anlamıyla çınlıyordu. Rand şehirde, en küçük gümüş inek çanından kule tepelerindeki bronz çanlara kadar, çınlamayan tek bir tane bile olduğundan kuşkuluydu. Kapılar ardına dek açık duruyordu ve adamlar sokaklarda kahkahalar atarak, şarkılar söyleyerek koşuyorlardı. Tepelerindeki saç tutamlarına ve zırhlarındaki aralıklara çiçekler tutturmuşlardı. Kasabadaki sıradan insanlar henüz Fal Moran’dan dönmemişti, ama askerler Tarwin Geçidi’nden henüz gelmişti ve coşkuları sokakları doldurmaya yetiyordu.
“Geçit’te zafer! Biz kazandık!”
“Geçit’te mucize oldu! Efsaneler Çağı geri döndü!”
“Bahar!” diye kahkaha attı kır sakallı yaşlı bir asker, Rand’ın boynuna sabahyıldızlarından bir çelenk asarken. Kendi tepe saçı aynı çiçeklerle bembeyaz olmuştu. “Işık bizi bir kez daha baharla kutsuyor!”
Kaleye gitmek istediklerini öğrenen bir grup çeliklere bürünmüş, çiçeklerle donanmış adam onları çevreledi, kutlamaların içinde onlara yol açtı.
Rand’ın gördüğü ilk gülümsemeyen yüz Ingtar’ınkiydi. “Çok geç kaldım,” dedi Ingtar Lan’e, ekşi bir sertlik ile. “Görmek için bir saat geç. Barış!” Dişleri işitilir bir biçimde gıcırdadı, ama sonra yüz ifadesi yumuşadı. “Beni affet. Üzüntü görevlerimi unutmama sebep oluyor. Hoşgeldin, İnşa Eden. Hepiniz hoşgeldiniz. Afet’ten sağsalim çıktığınızı görmek güzel. Moiraine Sedai’nin odasına şifacıyı getirteceğim ve Lord Agelmar’a…”
“Beni Lord Agelmar’a götür,” diye emretti Moiraine. “Hepimizi birden.” Ingtar itiraz etmek için ağzını açtı, ama kadının gözlerindeki gücün altında eğildi.
Agelmar çalışma odasındaydı. Kılıçları ve zırhı raflardaki yerlerine geri dönmüştü ve ikinci gülümsemeyen yüz onunkiydi. Moiraine’in üniformalı uşaklar tarafından sedye üzerinde taşındığını görünce endişeli ifadesi derinleşti. Siyah ve altın renklere bürünmüş kadınlar, Aes Sedai dinlenme fırsatı bulamadan ya da şifacı tarafından görülmeden onun odasına götürüldüğü için dövünüp duruyordu. Altın sandığı Loial taşıyordu. Mühürün parçalan hâlâ Moiraine’in kesesindeydi; Lews Therin Kardeşkatili’nin sancağı battaniye rulosuna sarılmış, hâlâ Aldieb’in eyerinin arkasında duruyordu. Beyaz kısrağı götürmek için gelen uşağa, battaniye rulosunun dokunulmadan Aes Sedai’ye ayrılan odaya götürülmesi emredildi.
“Barış!” diye mırıldandı Fal Dara Lordu. “Yaralandın mı. Moiraine Sedai? Ingtar, neden Aes Sedai’nin yatağına götürülmesini ve yanına şifacı çağrılmasını sağlamadın?”
“Sakin ol, Lord Agelmar,” dedi Moiraine. “Ingtar ben ne emrettiysem onu yaptı. Herkesin düşündüğü kadar kırılgan değilim.” İki kadına sandalyeye oturmasına yardım etmelerini işaret etti. Kadınlar bir an ellerini kavuşturarak, kadının çok zayıf olduğunu, yatması, şifacının getirilmesi, sıcak bir banyo hazırlanması gerektiğini söylediler. Moiraine’in kaşları kalktı; kadınlar aniden çenelerini kapattılar ve sandalyeye oturmasına yardım etmek için seyirttiler. Moiraine yerine oturur oturmaz sinirli sinirli kovaladı onları. “Seninle konuşmak istiyorum, Lord Agelmar.”
Agelmar başını salladı ve Ingtar odadaki hizmetkarları gönderdi. Fal Dara Lordu odada kalanları beklenti içinde süzdü; özellikle de Loial ve altın sandığı, diye düşündü Rand.
“İşittiğime göre,” dedi Moiraine kapı Ingtar’ın ardından kapanır kapanmaz, “Tarwin Geçidi’nde büyük bir zafer kazanmışsınız.”
“Evet,” dedi Agelmar yavaşça, kaşlarını yine endişeyle çatarak. “Evet ve hayır, Aes Sedai. Yarı-insanlar ve Trolloclar sonunda yok edildiler, ama biz neredeyse hiç savaşmadık. Adamlarım buna mucize diyor. Toprak onları yuttu; dağlar gömdü. Yalnızca birkaç Draghkar kaldı, ama onlar da ellerinden geldiğince hızla kuzeye uçmaktan başka bir şey yapamadılar.”
“Gerçekten de mucize,” dedi Moiraine. “Ve bahar yine gelmiş.”
“Bir mucize,” dedi Agelmar başını iki yana sallayarak, “ama… Moiraine Sedai, adamlar Geçit’te olan bitenler hakkında çok şey söylüyor. Işık ete kemiğe bürünüp bizim için savaşmış. Yaratıcı Geçit’te görünmüş ve Gölge’ye darbe indirmiş. Ama ben bir adam gördüm, Moiraine Sedai. Ben bir adam gördüm ve onun yaptıkları olamaz, olmamalı.”
“Çark dilediği gibi dokur, Fal Dara Lordu.”
“Dediğin gibi olsun, Moiraine Sedai.”
“Ya Padan Fain? O emin ellerde mi? Dinlendikten sonra onunla konuşmalıyım.”
“Emrettiğin gibi tutuluyor, Aes Sedai. Zamanının yarısında nöbetçilere sızlanıyor, kalan yarısında ise emirler yağdırıyor, ama… Barış, Moiraine Sedai, ya sen Afet’te ne yaptın? Yeşil Adam’ı buldun mu? Büyüyen yeni şeylerde onun elini görüyorum.”
“Onu bulduk,” dedi kadın ifadesiz bir sesle. “Yeşil Adam öldü, Lord Agelmar ve Dünyanın Gözü yok oldu. Artık şan ve şeref isteyen genç adamların arayışları olmayacak.”
Fal Dara Lordu başını şaşkın şaşkın iki yana sallayarak kaşlarını çattı. “Öldü mü? Yeşil Adam mı? Ölmüş olamaz… Demek yenildiniz? Ama çiçekler, büyüyen şeyler?”
“Kazandık, Lord Agelmar. Kazandık ve yeryüzünün kıştan kurtulması yeterli kanıttır, ama korkarım son savaş henüz verilmedi.” Rand kıpırdandı, ama Aes Sedai ona keskin bir bakış fırlattı ve delikanlı yine kıpırtısız kaldı. “Afet hâlâ ayakta ve Thakan’dar’ın demirhaneleri, Shayol Ghul’ün altında hâlâ çalışıyor. Henüz pek çok Yarı-insan ve sayısız Trolloc var. Sınırboyları’nda dikkatli olma gerekliliğinin kaybolduğunu sakın düşünme.”
“Öyle olduğunu düşünmemiştim, Aes Sedai,” dedi adam sert bir sesle.
Moiraine Loial’a, altın sandığı ayaklarının dibine bırakması için işaret etti. Bu yapıldıktan sonra sandığı açtı ve boruyu teşhir etti. “Valere’in Borusu,” dedi ve Agelmar inledi. Rand adamın diz çökeceğini düşündü.
“Bu varken, Moiraine Sedai, kaç Yarı-insan, kaç Trolloc kaldığının hiç önemi yok. Eskinin kahramanları mezardan dönünce, Lanetli Topraklar’a yürürüz ve Shayol Ghul’ü dümdüz ederiz.”
“HAYIR!” Agelmar’ın ağzı şaşkınlık içinde açık kaldı, ama Moiraine sakin sakin devam etti. “Onu seni baştan çıkarmak için göstermedim, ne tür savaş gelirse gelsin, gücümüzün Gölge’ninki kadar büyük olacağını anlatabilmek için gösterdim. Onun yeri burası değil. Boru Illian’a taşınmalı. Yeni savaşlar çıkacak olursa, Işık güçlerini orada toplamalı. Senden, onu Illian’a ulaştırmak için en iyi adamlarını vermeni istiyorum. Karanlıkdostları, Yarı-insanlar ve Trolloclar hâlâ var ve boruya gelenler onu kim çalarsa, onu takip edeceklerdir. Boru Ilhan’a ulaşmalı.”
“Dediğin gibi olacak, Aes Sedai.” Ama sandığın kapağı kapandığı zaman, Fal Dara Lordu son kez Işık’a bakma isteği reddedilmiş bir adam gibi görünüyordu.
Yedi gün sonra, Fal Dara’da çanlar hâlâ çalıyordu. İnsanlar Fal Moran’dan dönmüş, askerlerin kutlamalarına katılmıştı. Rand’ın durduğu uzun balkonda, bağırışlar ve şarkılar çanların sesine kanşıyordu. Balkon Agelmar’ın yeşil ve çiçeklenen özel bahçesine bakıyordu, ama Rand onlara dikkat etmiyordu. Gökyüzünde yükselen güneşe rağmen Shienar Rand’ın alışık olmadığı kadar serindi, ama o balıkçıl işaretli kılıcını sallarken, onun çıplak göğsünde ve omuzlarında ter damlacıkları asılı duruyordu. Her hareketi özenli, ama boşluğun içinde yüzdüğü yerden uzaktı. Oradayken bile, Moiraine’in sakladığı sancak görülse kasabada ne kadar neşe olacağını merak ediyordu.
“Güzel, koyun çobanı.” Kollarını göğsünde kavuşturarak korkuluklara yaslanan Muhafız onu eleştiren bakışlarla izliyordu. “İyi gidiyorsun, ama kendini o kadar zorlama. Birkaç haftada kılıç ustası olamazsın.”
Boşluk iğne batırılmış sabun köpüğü gibi yok oldu. “Kılıç ustası olmak umrumda değil.”
“Bu bir kılıç ustasının kılıcı, koyun çobanı.”
“Ben yalnızca babamın benimle gurur duymasını istiyorum.” Eli kabzanın kaba derisini kavradı. Ben yalnızca Tam ’in babam olmasını istiyorum. “Zaten benim birkaç haftam yok.”
“Demek fikrini değiştirmedin.”
“Sen olsan değiştirir miydin?” Lan’in ifadesi değişmedi; yüzündeki sert çizgiler, asla değişemezmiş gibi görünüyordu. “Beni durdurmaya çalışmayacak mısın? Ya da Moiraine Sedai?”
“Dilediğin zaman gidebilirsin, koyun çobanı, ya da Desen’in senin için dokuduğu şekilde.” Muhafız doğruldu. “Seni yalnız bırakacağım.”
Rand, Lan’in gitmesini izlemek için döndü ve Egwene’i orada bekler buldu.
“Ne konuda fikrini değiştirmedin, Rand?”
Rand aniden üşüdüğünü hissederek gömleğini ve ceketini aldı. “Ben gidiyorum, Egwene.”
“Nereye?”
“Bir yere. Bilmiyorum.” Rand onunla göz göze gelmek istemiyordu, ama kendini ona bakmaktan alamıyordu. Kız, omuzlarına dökülen saçlarını kırmızı yabançiçekleriyle bezemişti. Koyu mavi, kenarlarına Shienaranlıların yaptığı gibi beyaz çiçeklerden ince bir kenar süsü işlenmiş pelerinine sıkı sıkı sarınmıştı ve çiçekler yüzüne kadar yükseliyordu. Yanakları da çiçekler kadar beyazdı; gözleri o kadar iri ve siyah görünüyordu ki! “Uzağa.”
“Moiraine Sedai’nin çekip gitmenden hoşlanacağını sanmıyorum. Yaptığın… yaptığın şeylerden sonra ödülü hak ediyorsun.”
“Moiraine hayatta olup olmadığıma bile aldırmıyor. Onun istediğini yaptım ve her şey bitti. Ona gittiğim zaman benimle konuşmuyor bile. Ona yakın durmaya çalıştığımdan değil, ama benden uzak duruyor. Gitmeme aldırmayacaktır ve onun aldırıp aldırmadığına da ben aldırmıyorum.”
“Moiraine hâlâ tam olarak iyileşmedi, Rand.” Kız tereddüt etti. “Ben eğitimim için Tar Valon’a gitmeliyim. Nynaeve de geliyor. Ve Mat’in onu hançere bağlayan şey yüzünden Şifa görmesi gerekiyor. Perrin ise önce Tar Valon’u görüp, sonra… her nereye gidecekse oraya gitmek istiyor. Sen de bizimle gelebilirsin.”
“Ve beni ehlileştirmek isteyecek, Moiraine’den başka bir Aes Sedai’nin beni bulmasını bekleyeyim, öyle mi?” Sesi kabaydı, neredeyse alaycıydı; bunu değiştiremiyordu. “İstediğin bu mu?”
“Hayır.”
Rand, yanıt vermeden önce tereddüt etmediği için ona ne kadar minnettar olduğunu asla söyleyemeyecekti.
“Rand, korkuyorsun…” Yalnızdılar, ama kız çevresine bakındı ve sesini alçalttı. “Moiraine Sedai Gerçek Kaynak’a dokunmak zorunda olmadığını söylüyor. Saidine dokunmazsan, Güç’ü kullanmaya çalışmazsan, güvende olursun.”
“Ah, bir daha asla dokunmam. Elimi kesseler olmaz.” Ya kendimi durduramazsam? Onu kullanmaya hiç çalışmadım, Göz’de bile. Ya duramazsam?
“Eve gidecek misin, Rand? Baban seni görmek için deli oluyordur. Mat’in babası bile artık onu görmek için deli oluyordur. Ben gelecek sene Emond Meydanı’na geleceğim. En azından kısa bir süre için.”
Rand, avucunu kılıcının kabzasına sürttü, bronz balıkçılı hissetti. Babam. Evim. Işık, onları görmeyi nasıl da istiyorum… “Eve gitmeyeceğim.” Kendimi engelleyemediğini anlarda, inciteceğim insanların olmadığı bir yere. Yalnız kalacağım bir yere. Aniden balkona kar yağmış gibi üşüdü. “Uzağa gidiyorum, ama eve değil.” Egwene, Egwene, neden onlardan biri olmak zorundaydın? Rand kollarını kıza doladı, saçlarına fısıldadı. “Eve asla dönmeyeceğim.”
Agelmar’ın özel bahçesinde, beyaz çiçeklerle bezenmiş gür bir çardağın altında, Moiraine yattığı yerde kıpırdandı. Mührün parçaları hâlâ kucağındaydı ve zaman zaman saçlarına taktığı küçük mücevher, parmaklarından sarkan altın zincirin ucunda dönüyordu. Taştaki solgun, mavi parıltı söndü ve kadının dudaklarına bir gülümseme dokundu. Taşın kendisinde güç yoktu, ama henüz küçük bir kızken, Cairhien’in Kraliyet Sarayı’nda Tek Güç’ü kullanmayı öğrenirken yaptığı ilk şey, işitilemeyecek kadar uzakta olduklarını düşünen insanlara kulak misafiri olmaktı.
“Kehanetler gerçekleşecek,” diye fısıldadı Aes Sedai. “Ejder yeniden doğdu.”