Zaman çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır. Ama bir başlangıçtı.
Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar, doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı’ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti. Aşağıya, İki Nehir’e doğru, Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı ve Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişcesine buz gibi bir soğuk taşıyordu.
Esintiler Rand al’Thor’un pelerinini sırtına yapıştırdı, toprak rengi yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı. Rand, ceketinin daha kalın olmasını ya da fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi. Pelerini, yerine çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu. Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu, diğer elinde oku takılmış, çekilmeye hazır bir yay vardı.
Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında, uzun tüylü, kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı. Tam’in hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu, ama bu o tür bir gündü. Rüzgar yükselirken uluyordu, ama bunun dışında toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı. Aksın yumuşak gıcırtısı yüksek geliyordu. Ormanda öten kuşlar, dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten, bu bahar bunları zaten beklemiyordu.
Yalnızca kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlarda biraz yeşillik vardı. Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları ağaçların altına saçılmış taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı; kalanı ya sivri dikenli bitkiler, ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi. Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde, beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu. Işığının ulaşmadığı yerlerde güneş ne aydınlık, ne ısı veriyordu. Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu, ama ışığı karanlıktı, sanki gölgeyle karışmış gibi. Hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı.
Rand düşünmeden okuna dokundu; Tam’in ona öğretmiş olduğu gibi, tek harekette yanağına kadar çekmeye hazırdı. Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu, ama İki Nehir’e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı. Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış, sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. Ayılar da koyunların peşindeydi, halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti. Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi. İnsanlar da, koyunlar kadar av konumundaydı ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu.
Tam, Bela’nın öbür yanında, mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak, kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden, telâşsızca yürüyordu. Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. Geniş göğsü ve yüzüyle, o sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi. Bir düşün ortasındaki kaya gibi. Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi, ama içinde, sanki sele kapılsa bile ayakları yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı. Şimdi yol boyunca sakin sakin yürüyordu. Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler hiç sorun değil, diyordu tavırları, ama Tam al’Thor’un Emond Meydanı’na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu.
Tam’in sakinliği Rand’a görevini hatırlattı ve suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı. Babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu ve görünüşünde Tam’dan çok az şey vardı, belki omuzlarının genişliği dışında hiçbir şey. Tam, gri gözleri ile saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu. Annesi bir yabancı idi ve Rand onun gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu, yine de her bahar Bel Tine’da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.
Tam’in elma brendisinden iki küçük fıçı ile, kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu. Tam her yıl, Bel Tine’da kullanılmak üzere Badeçay Hanı’na bunların aynısını teslim ederdi ve bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgardan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti. Hattâ, haftalardır köye bile gitmiyorlardı. Tam bile bugünlerde fazla yolculuk yapmıyordu. Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti, yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti. Tam için sözünü tutmak önemliydi. Rand ise çiftlikten uzaklaştığı için memnundu, neredeyse Bel Tine’ın gelmesinden olduğu kadar memnun.
Rand yolun kendi tarafını gözetlerken, içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu. Bir süre bunu üstünden atmaya çalıştı. Ağaçların arasında rüzgardan başka hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu. Ama duygu devam etti, güçlendi. Kollarındaki tüyler diken diken oldu, derisi, içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi.
Kollarını ovalamak için yayını kaydırdı ve kendi kendine hayallere kapılmamasını söyledi. Ağaçların arasında, yolun kendi tarafında hiç kimse yoktu ve diğer yanda birisi olsaydı Tam söylerdi. Omzunun üzerinden baktı… ve gözlerini kırpıştırdı. Yolun aşağısında, yirmi adım uzakta pelerinli bir adam at sırtında onları takip ediyordu-, hem at, hem de atlı siyah, mat ve parıltısızdı.
Bakarken yürümeye devam etmesini sağlayan yalnızca alışkanlık olmuştu.
Atlının pelerini botlarına kadar iniyordu, pelerinin başlığı iyice çekilmişti, öyle ki, adamın hiçbir yeri görünmüyordu. Rand dalgın dalgın, atlıda bir gariplik olduğunu düşündü, ama onu asıl etkileyen, başlığın gölgeli aralığı olmuştu. Yalnızca, bir yüze ait belli belirsiz çizgiler görüyordu, ama içinde, atlının doğrudan gözlerinin içine baktığı hissi vardı. Ve gözlerini alamıyordu. Midesinde bir bulantı hissetti. Başlıkta yalnızca gölge görülebiliyordu, ama öfkeli bir yüze bakarcasına, her şeye karşı hissettiği nefreti hissedebiliyordu, yaşayan her şeye karşı. Her şeyden fazla, kendisine karşı.
Aniden ayağına bir taş takıldı ve gözlerini karanlık atlıdan çevirerek sendeledi. Yayı yola düştü ve onu sırt üstü serilmekten kurtaran, Bela’nın yularına son anda tutunması oldu. Kısrak korkmuş bir kişnemeyle durdu ve başını çevirerek onu yakalayanın kim olduğuna baktı.
Tam, Bela’nın sırtının üzerinden ona baktı. “İyi misin, evlat?”
“Bir atlı,” dedi Rand nefes nefese, doğrulmaya çalışırken. “Yabancı biri bizi takip ediyordu.”
“Nerede?” Yaşlı adam geniş uçlu mızrağını kaldırdı ve dikkatle geriye baktı.
“Orada, yolun…” O tarafa dönerken Rand’ın sözcükleri soldu gitti. Arkada, yol boştu. İnanmayarak, yolun her iki yanındaki ağaçlıklara baktı. Çıplak dallı ağaçlar saklanacak bir yer vermiyordu, ama at ve atlıya ilişkin hiçbir iz yoktu. Babasının sorgulayan bakışları ile karşılaştı. “Oradaydı. Siyah pelerinli, siyah ata binen bir adam.”
“Sözüne inanmazlık etmem, evlat, ama nereye gitti?”
“Bilmiyorum. Ama oradaydı.” Düşmüş olan ok ve yayı kaptı, yayı tekrar hazırlarken okun tüyünü aceleyle kontrol etti ve yarıya kadar gerdi. Hedef oluşturacak hiçbir şey yoktu. “Oradaydı.”
Tam kırlaşmış başını salladı. “Öyle diyorsan öyledir, evlat. Gel, o zaman. Bu toprakta bile at nalı iz bırakır.” Pelerini rüzgarda dalgalanırken arabanın arkasına doğru yürümeye başladı. “İzleri bulursak, gerçekten orada olduğunu anlarız. Bulamazsak… eh, bugünler, insana hayal gördüğünü zannettirecek günler.”
O anda Rand, atlının orada olmasından daha garip olanın ne olduğunu f ark etti. Tam ile kendisini döven rüzgar, o siyah pelerinin tek bir kıvrımını bile kıpırdatmıyordu. Aniden ağzı kurudu. Hayal etmiş olmalıydı. Babası haklıydı; bu sabah, insanın hayal gücünü kamçılayan bir sabahtı. Ama buna inanmıyordu. Fakat babasına, görünüşte havaya karışmış olan adamın rüzgarın dokunmadığı bir pelerin giydiğini nasıl söyleyebilirdi?
Endişeli bir ifadeyle çevrelerindeki ağaçlığa göz gezdirdi; daha önce göründüğünden daha farklı geliyordu gözüne. Yürümeye başladığından beri ormanda serbestçe dolaşmıştı. Yüzmeyi Emond Çayırı’nın ötesinde, doğuda, Irmak Korusu’ndaki göller ve derelerde öğrenmişti. Kum Tepeleri’ni keşfetmişti –İki Nehir’dekilerin çoğu bunun kötü şans anlamına geldiğini söylerlerdi– hattâ bir keresinde en iyi arkadaşları Mat Cauthon ve Perrin Aybara ile Puslu Dağlar’ın eteklerine kadar gitmişti. Bu, Emond Çayırı’nda yaşayan insanların gittiği en uzak yerden daha uzaktı; onlara göre en yakındaki köye, Seyran Tepe’ye veya Deven Yolu’na gitmek bile büyük bir olaydı. Gittiği yerlerin hiçbirinde onu korkutacak bir şey bulamamıştı. Ama bugün, Batı Ormanı bile hatırladığı yerlerden değildi. Böylesine çabuk kaybolabilen bir adam, aynı hızla tekrar ortaya çıkabilirdi de. Belki de hemen yanlarında.
“Hayır baba, bakmaya gerek yok.” Tam şaşırarak durdu, Rand yüzünün kızarmasını, pelerininin başlığını çekiştirerek sakladı. “Büyük olasılıkla sen haklısın. Orada olmayan bir şeye bakmanın alemi yok, özellikle de zamanımızı köye ulaşıp, bu rüzgardan kurtulmak için kullanabileceğimiz durumda.”
“Bir pipo iyi giderdi,” dedi Tam yavaşça, “ve sıcak bir yerde bir kupa bira.” Birden yüzünde geniş bir sırıtma belirdi. “Herhalde sen de Egwene’i görmek için sabırsızlanıyorsundur.”
Rand zayıfça gülümsemeyi başardı. O anda düşünmeyi isteyebileceği şeyler arasında Belediye Başkanı’nın kızı pek az önem taşıyordu. Aklının daha fazla karışmasına ihtiyacı yoktu. Geçen yıl boyunca, bir araya geldikleri her seferinde kız onu daha da tedirgin etmişti. Daha da kötüsü, kız bunun farkında değilmiş gibi görünüyordu. Hayır, kesinlikle Egwene’i düşünmek istemiyordu.
Babasının korktuğunu anlamamış olmasını umuyordu ki, Tam seslendi, “Alev ile boşluğu hatırla, evlat.”
Bu, Tam’in ona öğrettiği garip bir şeydi. Tek bir aleve odaklan ve onu tüm tutkularınla –korku, nefret, öfkenle– besle, ta ki zihnin bomboş kalana kadar. Boşluk ile bir ol, derdi Tam, o zaman istediğin her şeyi yapabilirsin. Emond Çayırı’nda başka hiç kimse bu şekilde konuşmazdı. Ama Tam, Bel Tine’daki okçuluk yarışmasını her sene, alev ve boşluğu ile kazanırdı. Rand, boşluğa tutunabilirse bu seneki yarışmada kendisinin de şansı olabileceğini düşündü. Tam’in şu anda bundan bahsetmesi, korktuğunu fark ettiğini gösteriyordu, ama bu konuda daha fazla konuşmadı.
Tam Bela’yı harekete geçirdi ve tekrar yola koyuldular. Yaşlı adam, sanki uğursuz hiçbir şey olmamış ve olamazmış gibi aldırmadan yürüyordu. Rand onu taklit edebilmeyi diledi. Aklında boşluğu yaratmaya çalıştı, ama siyah pelerinli atlı devamlı dikkatini dağıtıyordu.
Tam’in haklı olduğuna, atlının yalnızca hayal ettiği bir şey olduğuna inanmaya çalıştı, ama nefret duygusunu çok iyi hatırlıyordu. Birisini görmüştü. Ve o birisi ona zarar vermeye kararlıydı. Emond Çayırı’nın yüksek tepeli, saz damlan etraflarını sarana kadar arkasına bakmaya devam etti.
Köy, Batı Ormanı’na yakındı. Orman yavaş yavaş seyreliyor, son ağaçlar, geniş yapılı evlerin arasında duruyordu. Toprak hafif bir eğimle doğuya uzanıyordu. Ağaç toplulukları hiç bitmese de, köyden Irmak Korusu’na ve onun dereleri ile göllerden oluşan labirentine kadar bütün yol boyunca arazi, çiftlikler, çitlerle çevrilmiş tarlalar ve otlaklarla örülmüştü. Batıya doğru uzanan topraklar da aynı derecede verimliydi ve o taraftaki otlaklar çoğu sene gür olurdu, ama Batı Ormanı’nda çok az çiftlik bulunurdu. Kum Tepeleri ve Batı Ormanı ağaçlarının tepelerinde yükselen, Emond Çayırı’na uzak, ama oradan açıkça görülebilen Puslu Dağlar’ın yakınlarında onlar da yoktu. Bazıları toprağın çok taşlı olduğunu söylerdi, kimileri de kötü talihin mekanı olduğunu. Birkaçı, dağlara gerektiğinden daha fazla yaklaşmanın bir alemi olmadığını mırıldanırdı. Nedenleri ne olursa olsun, yalnızca en gözüpek insanlar Batı Ormanı’nda çiftçilik yapardı.
Araba ilk evlerin önünden geçerken, küçük çocuklar ve köpekler bağırıp çağıran sürüler halinde çevresinde koşuşturmaya başladılar. Bela, burnunun altında koşmaca oynayan ve çember çeviren çocukları dikkate almayarak yürümeye devam etti. Son aylarda çocuklar pek az oynamış, gülmüştü; hava, çocukların dışarı çıkabileceği kadar ısındığında bile, kurt korkusu onları içeride tutmuştu. Yaklaşan Bel Tine onlara oynamayı tekrar öğretmişti sanki.
Festival yetişkinleri de etkilemişti. Geniş kepenkler açılmış, hemen her evde evin hanımı, önünde önlük, uzun, örgülü saçları bir örtüyle toplanmış olarak bir pencereye çıkmış, çarşaf silkeliyor veya şilteleri havalandırıyordu. Ağaçlarda yapraklar çıksa da çıkmasa da, hiçbir kadın bahar temizliğini yapmadan Bel Tine’ın gelmesine izin vermezdi. Her bahçede çamaşır tellerinden halılar sarkıyordu ve sokağa yeterince çabuk kaçamayan çocuklar, öfkelerini hasır dövenlerle halılardan çıkarıyorlardı. Her çatıda evin beyi oturuyor, sazları kontrol ederek kışın verdiği zararın, çatı onarıcısı yaşlı Cenn Buie’yi çağırmayı gerekli kılıp kılmayacağına karar vermeye çalışıyordu.
Tam defalarca durarak rastladığı insanlarla kısa konuşmalar yaptı. O ve Rand haftalardır çiftlikten çıkmadığından, herkes o taraflardaki son durumu öğrenmeye çalışıyordu. Batı Ormanı’ndan pek az insan gelmişti. Tam, her biri bir öncekinden daha kötü olan kış fırtınalarının verdiği zarardan, ölü doğan kuzulardan ve üzerinde artık ekin bitiyor olması gereken kahverengi tarlalardan, yeşillenen otlaklardan, önceki yıllar boyunca ötücü kuşların geldiği yerlere sürülerle gelen kuzgunlardan bahsediyordu. Çevrelerinde Bel Tine hazırlıkları sürerken bunlar iç karartıcı konuşmalardı. Köylüler başlarını sallayarak karşılık veriyordu. Durum her yerde aynıydı.
Adamların çoğu omuz silktiler ve “Eh, Işık izin verirse dayanacağız,” dediler. Bazıları sırıttı ve ekledi, “Işık izin vermezse, gene dayanacağız.”
İki Nehir’in insanları işte böyleydi. Dolunun tarlalarını mahvetmesini ve kurtların kuzularını kapmasını seyretmek zorunda kalan, seneler boyunca bunları görmüş olsa da, yine baştan başlayan insanlar o kadar kolay vazgeçmiyorlardı. Vazgeçenlerin çoğu çoktan ölmüştü.
Adam birden sokağa fırlamasaydı ve durmak ile Bela’nın adamı ezmesi arasında bir seçim yapmak zorunda kalmasaydı, Tam, Wit Congar için hayatta durmazdı. Congarlar– ve Coplinler; bu iki aile arasında o kadar çok evlilik olmuştu ki, hangi ailenin nerede bittiğini ve hangisinin nerede başladığını kimse bilmezdi –Seyrantepe’den Deven Yolu’na, hattâ Taren Salı’na kadar herkesçe devamlı şikayet eden, huzursuzluk çıkaran insanlar olarak bilinirlerdi.
“Bunu Bran al’Vere’e götürmem gerek, Wit,” dedi Tam, arabadaki fıçılara başıyla işaret ederek, ama sıska adam, yüzünde ekşi bir ifadeyle yerini korudu. Saz damı fena halde Buie Usta’nın ilgisine muhtaç görünse de, Wit damında değil, evinin merdivenlerinde oturuyordu. Hiçbir zaman herhangi bir şeye başlamaya veya önceden başladığını bitirmeye hazır görünmezdi. Coplin ve Congarların çoğu, daha da kötü olmayanlar böyleydi işte.
“Nynaeve hakkında ne yapacağız, al’Thor?” diye sordu Congar. “Emond Meydanı’nda böyle bir Hikmet’imiz olamaz.”
Tam derin bir iç çekti. “Bu bizim alanımız değil, Wit. Hikmet kadınların işidir.”
“Eh, birşeyler yapmak zorundayız, al’Thor. Nynaeve ılımlı bir kış geçireceğimizi söyledi. Ve iyi bir hasat yapacağımızı. Rüzgarda ne işitiyormuş, şimdi sor bakalım. Hemen suratını asıyor, sonra da yürüyüp gidiyor.”
“Her zamanki tavrınla sorduysan, Wit,” dedi sabırla Tam, “taşıdığı sopayla seni pataklamadığı için şanslısın. Şimdi, izin verirsen, bu brendiyi-”
“Nynaeve al’Meara Hikmet olmak için çok genç, al’Thor. Kadın Kurulu bir şey yapmayacaksa, o zaman Köy Kurulu yapmalı.”
“Hikmet’ten sana ne, Wit Congar?” diye gürledi bir kadın sesi. Karısı evden dışarı fırlarken Wit irkildi. Daise Congar Wit’den iki kat geniş, üzerinde bir gram yağ olmayan, sert yüzlü bir kadındı. Elleri kalçalarında kocasına dik dik baktı. “Kadın Kurulu’nun işlerine karış da, kendi pişirdiğin yemekten hoşlanacak mısın, gör. Tabii benim mutfağımı kullanmadan. Ve kendi çamaşırlarını yıkayıp, kendi yatağını yapmaktan. Tabii benim çatımın altında kalmadan.”
“Ama, Daise,” diye sızlandı Wit, “ben yalnızca…”
“Bana izin verirsen Daise,” dedi Tam. “Wit. Işık ikinizin de üzerinde parlasın.” Bela’yı, sıska adamın etrafından dolaştırarak tekrar harekete geçirdi. Daise şimdi kocasından başkasını görmüyordu, ama her an Wit’in kiminle konuştuğunu fark edebilirdi.
Bir lokma yemek ve sıcak bir şey içme tekliflerini hiç kabul etmemelerinin sebebi buydu. Tam’i gördüklerinde, Emond Meydanı’nın bütün kadınları, tavşan görmüş tazılar gibi kulaklarını dikerdi. Aralarında, Batı Ormanı’nda bile olsa, iyi bir çiftliği olan dul bir adam için en iyi eşin kim olması gerektiğini bilmeyen yoktu.
Rand da en az Tam kadar hızlı yürüyordu, hattâ belki daha da hızlı. Tam’in ortalarda olmadığı zamanlarda Rand da bazen köşeye sıkıştırılırdı ve kabalık yapmadan kaçabileceği hiçbir yer bulamazdı. Mutfakta, ocağın yanına oturtulur, pastalar, kekler, böreklerle beslenirdi. Ve evin hanımının gözleri, onu, en az bir tüccarın terazisi kadar dikkatle ölçer ve o anda yemekte olanların, dul kız kardeşinin veya en büyük kuzeninin bir küçüğünün pişirebildiklerinin yanında hiçbir şey olduğunu söylerdi. Tam de gittikçe gençleşmiyor zaten, derdi kadın. Karısını bu kadar sevmiş olması iyi bir şeydi –hayatındaki bir sonraki kadın için iyi bir işaretti– ama yas tuttuğu yeterdi. Basit bir gerçek bu, derdi, veya ona yakın bir şey, bir erkek, ona bakacak ve onu beladan uzak tutacak bir kadın olmadan yaşayamaz. En kötüleri, o noktada düşünceli düşünceli susan ve özenli bir doğallıkla, Rand’ın tam olarak kaç yaşında olduğunu soranlardı.
İki Nehir halkının çoğu gibi, Rand’ın da güçlü, inatçı bir kişiliği vardı. Yabancıların bazen dediği gibi, İki Nehir halkının en önemli özelliği, kayalara ders verebilmeleri ve katırları eğıtebilmeleridir. Kadınları çoğunlukla iyi, nazik insanlardı, ama Rand bir şeye zorlanmaktan nefret ederdi ve kadınlar onda, sanki sopayla dürtülüyormuş hissini uyandırıyordu. Bu yüzden hızla yürüdü ve Tam’in Bela’yı çabuk sürmesini diledi.
Az sonra yol köyün ortasında geniş bir alan olan Çayır’a açıldı. Genellikle gür bir çimen tabakasıyla kaplı olan Çayır, bu sene yalnızca ölü otların sarımsı kahverengiliği arasında ve çıplak toprağın üzerinde birkaç parça taze çimen taşıyordu. Ortalıkta birkaç kaz dolaşıyor, boncuk gözleriyle yerde gagalayacak birşeyler arıyor, ama bulamıyordu. Birisi ineğini, çıkan otları yesin diye oraya bağlamıştı.
Çayır’ın batı ucuna doğru, alçak bir kayalığın altından, hiç kurumayan akıntısıyla Badeçay’ın kendisi fışkırıyordu. Çay, bir adamı yere yıkacak kadar güçlü, ismini kat kat hak edecek kadar tatlıydı. Badeçay Suyu kaynağından hızla doğuya doğru akıyordu. Otlar Thane Efendi’nin değirmenine ve daha ötelere kadar kıyılarını süslüyordu, ta ki, Su Korusu’nun bataklıklı derinliklerinde düzinelerce dereye bölünene kadar. İki küçük, alçak, trabzanlı köprü ve diğerlerinden daha geniş ve arabalara dayanacak kadar sağlam bir başkası, Otlak’ta berrak çayı aşıyordu. Araba Köprüsü, Taren Salı ve Seyrantepe’den gelen Kuzey Yolu’nun, Deven Yolu’na giden Eski Yol haline geldiği yeri işaretliyordu. Yabancılar bazen bir yolun kuzeyde bir isimle, güneyde bir başka isimle anılmasını gülünç buluyordu, ama Emond Meydanı’nda yaşayanların bildiği kadarıyla bu hep böyle olmuştu. İki Nehir halkı için bu yeterli bir sebepti.
Köprülerin uzak ucunda, Bel Tine ateşleri için çoktan odun yığılmaya başlanmıştı ve ev kadar büyük üç kütük yığını oluşmuştu. Elbette çıplak toprak üzerindeydiler, otları ne kadar seyrek olursa olsun Çayır’da değil. Ateşlerin çevresinde yapılmayacak olan Festival şenlikleri Otlak’ta yer alacaktı.
Badeçay’ın yanında bir grup yaşlı kadın yumuşak seslerle şarkı söyleyerek Bahar Direği’ni dikiyorlardı. Dalları kesilmiş, düz. ince bir köknar kütüğü olan direk, onun için kazılmış çukura gömüldüğünde bile üç metre yüksekliğindeydi. Saçlarını örecek kadar büyümemiş bir grup kız, bacaklarını çaprazlayarak oturmuş, imrenerek izliyor, zaman zaman kadınların şarkısından bazı parçalar söylüyorlardı.
Tam, hızlanması için Bela’ya dilini şaklattı, ama kısrak onu duymazdan geldi. Rand gözlerini özenle kadınların yaptığı işten uzak tuttu. Sabahleyin erkekler Direk’i bulunca şaşırmış görünecekti. Sonra öğle vakti, bekar kadınlar Direk’in etrafında dans edecek, bekar erkekler şarkı söylerken uzun, renkli kurdeleleri ona saracaklardı. Bu geleneğin ne zaman ve neden başladığını kimse bilmiyordu –hep öyle olan bir başka şey de buydu– ama şarkı söylemek ve dans etmek için bir bahaneydi ve İki Nehir’de kimse bunun için daha büyük bir bahane beklemezdi.
Tüm Bel Tine günü şarkı, dans ve ziyafetle geçecekti; koşu ve başka alanlarda yarışlar düzenlenecekti. Okçuluk, sapan ve mızrak dallarında en iyilere ödüller verilecekti. Bilmece ve bulmaca çözme yarışları, halat yarışı, ağırlık kaldırma ve fırlatma, şarkı söyleme, dans etme, keman çalma, koyun kırkma, bowling, hattâ dart yarışları yapılacaktı.
Bel Tine’ın bahar tam olarak geldiğinde yapılması gerekiyordu, ilk kuzular doğduktan, ilk ekinler filizlendikten sonra. Ama soğuğun oyalanmasına rağmen, kimse Bel Tine’ı ertelemeyi düşünmemişti. Biraz şarkı söyleme ve dans etme herkesin işine yarayacaktı. Ve her şeyin üstüne, eğer söylentilere inanmak gerekirse, Otlak’ta büyük bir hava– ifişek gösterisi planlanmıştı –eğer yılın ilk çerçisi zamanında gelirse, elbette. Bu, dikkate değer konuşmalara sebep olmuştu; böyle bir gösteri en son on yıl önce yapılmıştı ve hâlâ konuşuluyordu.
Badeçay Hanı, Otlak’ın doğu uçundaydı, Araba Köprüsü’nün yakınında. Hanın ilk katı, ırmak taşındandı, ama temeli, bazılarının dağlardan geldiğini söylediği, daha eski taşlardandı. Badanalı ikinci kat –han sahibi ve son yirmi yıldır Emond Meydanı’nın Belediye Başkanı olan Brandelwyn al’Vere karısı ve kızları ile burada yaşıyordu– çepeçevre, birinci katın üzerinde çıkıntı yapıyordu. Kırmızı kiremitli çatı, köydeki bu tür tek çatı, zayıf gün ışığı altında parlıyordu. Hanın bir düzine yüksek bacasının üç tanesinden duman süzülüyordu.
Hanın güney ucunda, çaydan uzakta, daha büyük bir taş temelin kalıntıları uzanıyordu. Bir zamanlar hanın parçasıydı –ya da öyle olduğu söyleniyordu. Artık ortasında dev bir meşe ağacı büyüyordu, çevresi otuz adımdı ve adam kalınlığında dalları vardı. Yazın, Bran al’Vere o dalların altına, o sırada yaprakların gölgelendirdiği yere masalar atardı. İnsanlar sohbet ederken ya da belki taş oyunu için tahtalarını kurarken, bir kupanın ve serin esintinin tadını çıkarırlardı.
“İşte geldik, evlat.” Tam, Bela’nın yularına uzandı, ama eli deriye dokunmadan at hanın önünde durmuştu bile. “Yolu benden iyi biliyor,” diye güldü Tam.
Aksın son gıcırtısı da susarken, han kapısında Bran al’Vere belirdi. Köydeki diğer herkesin neredeyse iki katıydı, ama o cüssede bir adam için çok kolay hareket ediyor gibi görünüyordu. Tepesi seyrek, gri saçlarla süslenmiş yuvarlak yüzü, bir gülümseme ile bölünmüştü. Hancı soğuğa rağmen gömleğiyle çıkmıştı, beline lekesiz, beyaz bir önlük takmıştı. Terazi ağırlığı biçiminde yapılmış gümüş madalyonlardan bir takım göğsünde asılıydı.
Yün ve tütün için Baerlon’dan gelen tüccarların paralarını tartmak amacıyla kullanılan terazi kefeleri ile madalyon Belediye Başkanı’nın simgeleriydi. Bran onu yalnızca tüccarlarla iş yaparken, Festivallerde, ziyafetlerde ve düğünlerde takardı. Bu sefer bir gün önce takmıştı, ama o gece Kışgecesi’ydi, Bel Tine’dan önceki gece, herkesin bütün gece birbirini ziyaret ettiği, küçük hediyeler değiştokuş ettiği, her evde bir lokma yemek ve bir yudum içki içtiği geceydi. Bu kıştan sonra, diye düşündü Rand, muhtemelen Kışgecesi’ni yarına kadar beklememek için yeterli bahane görüyor.
“Tam,” diye bağırdı Belediye Başkanı, onlara doğru seyirtirken. “Işık üzerime parlasın, sonunda seni görmek ne güzel. Seni de, Rand. Nasılsın, oğlum?”
“İyi, Başkan al’Vere,” dedi Rand. “Siz nasılsınız, efendim?” Ama Brand’in dikkati çoktan Tam’e dönmüştü.
“Neredeyse bu sefer brendini getirmeyeceğini düşünmeye başlayacaktım. Daha önce hiç bu kadar gecikmemiştin.”
“Bugünlerde çiftliği bırakmaktan hoşlanmıyorum, Bran,” diye yanıt verdi Tam. “Kurtlar böyle davranırken değil. Ve hava.”
Bran homurdandı. “Keşke birileri hava durumu dışında birşeylerden bahsetse. Herkes havadan şikayet ediyor ve aklı daha iyisine ermesi gereken kişiler hava durumunu benim düzeltmemi bekliyor. Biraz önce Bayan al’Donel’a leylekler hakkında hiçbir şey yapamayacağımı açıklamak için yirmi dakika harcadım. Benim ne yapmamı beklediğini…” Başını iki yana salladı.
“Uğursuz bir alamet,” diye bildirdi cızırtılı bir ses. “Bel Tine’da çatılarda yuva kuran leylekler olmaması.” Eski bir kök gibi boğum boğum olmuş ve kararmış Cenn Buie, Tam ile Bran’in yanına yürüdü ve neredeyse kendi kadar uzun ve boğum boğum olan asasına dayandı. Boncuk gözleri ile, iki adamı aynı anda yerlerine mıhlamaya çalıştı. “Daha kötüsü de gelecek, sözlerime mim koyun.”
“Demek falcı oldun ve alametleri yorumluyorsun, öyle mi?” diye sordu Tam kuru kuru. “Ya da belki Hikmet gibi rüzgarı dinliyorsundur. Kesinlikle yeteri kadar alamet var. Ve bazıları pek de uzaklardan gelmiyor.”
“İstediğin kadar alay et,” diye mırıldandı Cenn, “ama hava, ekinlerin filizlenmesine yetecek kadar ısınmazsa, birden fazla kiler hasattan önce boşalmış olacak. Gelecek kışa kadar İki Nehir’de kurtlar ve kuzgunlardan başka canlı kalmayacak. Hattâ belki bu kış.”
“Şimdi bu ne demek oluyor?” dedi Bran keskin bir sesle.
Cenn ikisine ekşi ekşi baktı. “Nynaeve al’Meara hakkında söyleyecek fazla iyi şeyim yok. Bunu biliyorsunuz. Bir kere, çok genç bir… Fark etmez. Kadın Kurulu, Köy Kurulu’nun onların işlerini konuşmasına bile itiraz ediyor, ama onlar istedikleri zaman bizim işlerimize karışıyorlar, ki bu da hemen hemen her zaman oluyor, ya da öyle görünüyor…”
“Cenn,” diye araya girdi Tam, “anlatmak istediğin bir şey var mı?”
“Anlatmak istediğim şu, al’Thor. Hikmet’e kışın ne zaman biteceğini sor, yürüyüp gidiyor. Belki rüzgarda ne duyduğunu bize söylemek istemiyordur. Belki kışın bitmeyeceğini duyuyordur. Belki Çark dönene ve Çağ sona erene kadar kış olmaya devam edecektir. İşte anlatmak istediğim bu.”
“Belki koyunlar da uçar,” diye terslendi Tam ve Bran ellerini öfkeyle kaldırdı.
“Işık beni aptallardan korusun. Köy Kurulu’ndasın Cenn ve şimdi bu Coplin’lerin laflarını yayıyorsun. Eh, şimdi beni dinle. Sen olmadan da yeterince sorunumuz var…”
Rand’ın kol yeninin hızla çekilmesi ve alçak, yalnızca onun duyması amaçlanmış bir ses, dikkatini yetişkinlerin konuşmalarından uzaklaştırdı. “Haydi gel, Rand, onlar tartışmalarını bitirmeden. Seni işe koşmadan.”
Rand bakışlarını indirdi ve sırıttı. Mat Cauthon, Tam, Bran ve Cenn onu göremesin diye arabanın yanında çömelmişti. İki büklüm durmaya çalışırken ince bedeni leylek gibi çarpılmıştı.
Mat’in kahverengi gözleri, her zamanki gibi haylazlıkla parlıyordu. “Dav ve ben kocaman, ihtiyar bir porsuk yakaladık, ininden çıkmaya zorlandığı için çok sinirli. Çayır’da bırakıp kızların kaçışmasını seyredeceğiz.”
Rand’ın gülümsemesi genişledi, bir iki yıl önce görüneceği kadar büyük bir eğlence gibi gelmiyordu ona bu, ama Mat asla büyümüyor gibiydi. Babasına hızlı bir bakış fırlattı –başlarını birbirlerine uzatmışlar, hepsi birden konuşuyordu– sonra sesini alçalttı. “Elma şarabını indireceğime söz verdim. Ama daha sonra seni bulurum.”
Mat gözlerini gökyüzüne yuvarladı. “Fıçı taşımak mı! Yaksınlar beni, bebek kız kardeşimle taş oynarım, daha iyi. Eh, porsuktan daha iyi şeyler biliyorum. İki Nehir’de yabancılar var. Dün gece…”
Bir an Rand’ın nefesi kesildi. “Atlı bir adam mı?” diye sordu. “Siyah pelerinli, siyah atlı bir adam. Ve pelerini rüzgarda hareket etmiyor.”
Mat sırıtmasını yuttu, sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü. “Onu sen de mi gördün? Yalnız ben gördüm sanıyordum. Gülme Rand, ama beni korkuttu.”
“Gülmüyorum. Beni de korkuttu. Benden nefret ettiğine, beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim.” Rand ürperdi. O güne kadar birinin onu öldürmek isteyebileceğini, gerçekten öldürmek isteyebileceğini hiç düşünmemişti. Bu tür şeyler İki Nehir’de olmazdı. Belki bir yumruk dövüşü ya da bir güreş maçı, ama cinayet değil.
“Nefreti bilmem, Rand, ama yine de yeterince korkunçtu. Tek yaptığı, köyün hemen dışında, atının üzerinde oturup bana bakmaktı, ama hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. Eh, bir anlığına bakışlarımı kaçırdım –kolay değildi ama– sonra yine baktığımda yok olmuştu. Kan ve küller! Üç gün oldu ve hâlâ onu düşünmekten kendimi alamıyorum. Devamlı omzumun üzerinden arkama bakıyorum.” Mat kahkaha atmaya çalıştı, ama ancak bir gıklama çıkarabildi. “Korkunun seni nasıl etkilediği gülünç. Tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorsun. Hattâ –bir anlığına olsa da– onun Karanlık Varlık olabileceğini düşündüm.” Yine kahkaha atmaya çalıştı, ama bu sefer hiç ses çıkmadı.
Rand derin bir nefes aldı. Başka herhangi bir sebepten çok kendine hatırlatmak için, düşünmeden konuştu, “Karanlık Varlık ve Terkedilmişlerin tümü Shayol Ghul’de, Büyük Afet’in ötesinde tutsak, Yaratım sırasında Yaratıcı tarafından tutsak edildiler ve zamanın sonuna dek tutsak kalacaklar. Yaratıcı’nın eli dünyayı koruyor ve Işık hepimizin üzerine parlıyor.” Bir nefes daha aldı ve devam etti. “Dahası, eğer özgür olsaydı, Gecenin Çobanı neden İki Nehir’de çiftçi çocuklarını izleyecekti ki?”
“Bilmiyorum. Ama o binicinin… kötü olduğunu biliyorum. Gülme. Yemin edebilirim. Belki de Ejder’di.”
“Neşeli düşüncelerle dolusun, değil mi?” diye mırıldandı Rand. “Cenn’den daha kötü konuşuyorsun.”
“Annem hep, davranışlarımı düzeltmezsem Terkedilmişlerin gelip beni alacağını söyler. Eğer Ishamael ya da Aginor gibi duran birini gördüysem, bu oydu.”
“Bütün anneler çocuklarını Terkedilmişlerle korkutur,” dedi Rand kuru kuru, “ama çoğu büyüyünce geçer. Başlamışken neden Gölge– adamı denemiyorsun?”
Mat dik dik baktı ona. “Şeyden beri hiç bu kadar korkmamıştım… Hayır, hiç bu kadar korkmamıştım ve bunu itiraf etmekten utanmıyorum.”
“Ben de. Babam ağaçların gölgesinden ürktüğümü düşünüyor.”
Mat asık suratla başını salladı ve arabanın tekerine yaslandı. “Benim babam da. Dav ve Elam Dowtry’a söyledim. O zamandan beri şahin gibi gözlüyorlar, ama hiçbir şey görmediler. Elam artık onu kandırmaya çalıştığımı sanıyor. Dav, adamın Taren Salı’ndan geldiğini düşünüyor –koyun ya da tavuk hırsızı olduğunu. Tavuk hırsızı!” Alıngan bir sessizliğe gömüldü.
“Muhtemelen bunların hepsi bir saçmalık,” dedi Rand sonunda. “Belki yalnızca bir koyun hırsızıdır.” Hayal etmeye çalıştı, ama bu, bir kurdun fare deliğinin önünde kedinin yerini almasını hayal etmek gibiydi.
“Eh, bana bakma tarzından hoşlanmadım. Bu fikre nasıl atladığına bakılırsa, sen de hoşlanmamışsın. Birilerine söylemeliyiz.”
“Çoktan söyledik, Mat, ikimiz de söyledik ve bize inanmadılar.”
Rand ne söylemesi gerektiğini düşünerek kaf asının üstünü ovaladı. Mat köyün diline düşmüştü. Eşek şakalarından payını almayan pek az kişi vardı. Artık ne zaman bir çamaşır ipi çamaşırları çamura düşürse ya da gevşek bir eyer kolanı bir çiftçiyi yola bıraksa, onun adı telaffuz ediliyordu. Mat’in oralarda olması bile gerekmiyordu. Onun desteği hiç yoktan daha kötü olabilirdi.
Rand bir süre sonra konuştu, “Baban beni senin azmettirdiğini düşünebilir. Benimki de öyle…” Arabanın üzerinden Tam, Bran ve Cenn’in konuştuğu yere baktı ve kendini babasının gözlerine bakarken buldu. Belediye Başkanı hâlâ Cenn’e söylev çekiyordu ve Cenn söylevi, asık suratlı bir sessizlik içinde dinliyordu.
“Günaydın, Matrim,” dedi Tam neşeyle, brendi fıçılarından birini arabanın kenarına kaldırarak. “Bakıyorum, Rand’ın elma şarabını indirmesine yardım etmeye gelmişsin. İyi çocuk.”
Mat ilk sözcükte ayağa fırlamış, gerilemeye başlamıştı. “Size de günaydın, al’Thor Efendi. Size de al’Vere Efendi. Efendi Buie. Işık üzerinizde parlasın. Babam beni şeye göndermişti…”
“Kuşkusuz öyledir,” dedi Tam. “Ve kuşkusuz sen görevlerini hemen yapan bir çocuk olduğundan, babanın verdiği işi çoktan bitirmişsindir. Eh, siz çocuklar elma şarabını al’Vere Efendi’nin mahzenine ne kadar çabuk indirirseniz, âşığı da o kadar çabuk görürsünüz.”
“Âşık!” diye bağırdı Mat, yerinde kalakalarak. Aynı anda Rand sordu, “Ne zaman gelecek?”
Rand hayatı boyunca İki Nehir’e yalnızca iki âşığın geldiğini hatırlıyordu ve bunlardan birinde izlemek için Tam’in omuzlarına oturacak kadar küçüktü. Bel Tine boyunca böyle birinin olması, arpı, flütü, hikayeleri falan… Havaifişekler olmasa bile Emond Meydanı on yıl sonra hâlâ bu festivali konuşuyor olacaktı.
“Saçmalık,” diye homurdandı Cenn, ama Bran Belediye Başkanlığı görevinin olanca ağırlığı ile bakınca sustu.
Tam, arabaya yaslanıp brendi fıçısına kolunu dayadı. “Evet, bir âşık, ve çoktan geldi. Al’Vere Efendi’ye göre şu anda handa, bir odada.”
“Gecenin köründe geldi.” Hancı onaylamayarak başını salladı. “Herkesi uyandırana kadar ön kapıyı yumrukladı. Festival olmasa, âşık ya da değil, atını ahıra kendisinin götürmesini ve onunla beraber bölmesinde uyumasını söylerdim. Karanlıkta öyle gelmesini bir düşünsenize.”
Rand hayretle baktı. Kimse geceleyin köyden öteye gitmezdi, özellikle de bugünlerde, hele yalnız. Çatı onarıcısı yine kendi kendine homurdandı, ama bu sefer Rand bir iki sözcükten fazlasını anlamadı. “Deli” ya da “anormal” demişti.
“Siyah pelerin giymiyor, değil mi?” diye sordu Mat aniden.
Bran’in göbeği bir kahkaha ile sarsıldı. “Siyah mı! Pelerini, gördüğüm tüm diğer âşıkların pelerini gibi. Pelerinden çok yama var. Ve hayal edebileceğinizden daha çok renk.”
Rand yüksek sesle kahkaha atarak kendi kendini ürküttü, bir rahatlama kahkahasıydı bu. Tehditkar, siyah pelerinli binicinin bir âşık olması saçma bir fikirdi, ama… Utanç içinde elini ağzına kapattı.
“Görüyorsun, Tam,” dedi Bran. “Kış geleli beri bu köyde pek az kahkaha duyuluyor. Artık âşığın birinin pelerini bile kahkaha getiriyor. Bu bile onu Baerlon’dan buraya getirme masrafına değer.”
“Demek havaifişekler var,” dedi Mat, ama Cenn durmadan devam etti.
“Yılın ilk çerçisi ile, bir ay önce burada olmalıydılar, ama hiç çerçi gelmedi, değil mi? Yarına kadar gelmezse, havaifişekleri ne yapacağız? Sırf onları ateşlemek için bir Festival daha mı düzenleyeceğiz? O da, çerçi onları getirirse, elbette.”
“Cenn,” –Tam içini çekti– “ancak bir Taren Salı sakini kadar güven sahibisin.”
“Nerede o zaman? Bana bunu söyle, al’Thor.”
“Neden bize söylemediniz?” diye sordu Mat acılı bir sesle. “Tüm köy beklerken âşık gelmiş kadar eğlenirdi. Neredeyse. Sırf havaifişek söylentisi ile herkesin nasıl etkilendiğini görebiliyorsunuz.”
“Görebiliyorum,” diye yanıt verdi Bran, çatı tamircisine yan yan bakarak. “Ve söylentinin nasıl başladığını kesin olarak bilebilseydim… örneğin, sır olması gerekirken birinin insanların duyabileceği bir yerde bu tür şeylerin ne kadar masraflı olduğundan şikayet ettiğini düşünseydim…”
Cenn boğazını temizledi. “Kemiklerim bu rüzgar için fazla yaşlı. İzin verirseniz, titrememi alsın diye al’Vere Hanım benim için sıcak şarap hazırlar mı, bakayım. Başkan. Al’Thor.” Lafını bitirmeden hana yönelmişti bile, kapı arkasından kapanırken Bran içini çekti.
“Bazen Nynaeve’in haklı olduğunu düşünüyorum… Eh, artık önemli değil. Siz delikanlılar bir an düşünün. Herkes havaifişekler konusunda heyecanlı, doğru, hem de yalnızca bir söylenti üzerine. Onca beklentiden sonra Çerçi’nin gelmediğini görünce nasıl olacaklarını düşünün. Ve hava böyleyken, ne zaman geleceğini kim bilebilir? Âşık konusunda elli kat daha heyecanlı olurlardı.”
“Ve gelmeseydi elli kat daha kötü hissederlerdi,” dedi Rand yavaşça. “Ondan sonra Bel Tine bile insanların morallerini fazla düzeltemezdi.”
“Kullanmayı tercih ettiğin zaman omuzlarının üzerine bir baş taşıyorsun,” dedi Bran. “Bir gün seni takip ederek Köy Kurulu’na girecek, Tam. Sözümü unutma. Şu anda bile ismini verebileceğim birinden daha kötü olamaz.”
“Bunların hiçbiri arabanın boşaltılmasına yaramıyor,” dedi Tam kısaca, ilk brendi fıçısını Belediye Başkanı’na uzatarak. “Sıcak bir ateş, pipo ve güzel birandan bir kupa istiyorum.” İkinci brendi fıçısını kendi omuzladı. “Yardımın için Rand’ın sana teşekkür edeceğinden eminim, Matrim. Unutma, şarap mahzene ne kadar çabuk inerse…”
Tam ve Bran han kapısında kaybolurken Rand arkadaşına baktı. “Yardım etmek zorunda değilsin. Dav o porsuğu fazla tutmaz.”
“Ah, neden olmasın?” dedi Mat teslim olmuşçasına. “Babanın dediği gibi, mahzene ne kadar çabuk inerse…” İki eliyle şarap fıçılarından birini kaldırdı ve yarı koşturarak hana seyirtti. “Belki Egwene buralardadır. Ona balta yemiş öküz gibi bakakalmanı izlemek porsuk kadar iyi olacak.”
Rand yayını ve sadağını arabanın arkasına koyarken durdu. Gerçekten de Egwene’i aklından çıkarmayı başarmıştı. Bu sıradışı bir şeydi. Ama muhtemelen handa bir yerde olacaktı. Ondan kaçınma şansı yoktu pek. Elbette, onu göreli haftalar geçmişti.
“Ee?” diye seslendi Mat hanın önünden. “Hepsini benim taşıyacağımı söylemedim. Henüz Köy Kurulu’nda değilsin.”
Rand irkildi, bir fıçı aldı ve takip etti. Belki de kız buralarda değildi. Tuhaf bir şekilde, bu olasılık kendini daha iyi hissetmesini sağlamadı.