Hanın içi, dışarıya taşan seslerin gösterdiği kadar, hattâ bundan da fazla hareketliydi. Emond Meydanı’ndan gelen grup, Fitch Efendi’yi arka kapıdan içeri takip etti, kısa süre sonra devamlı çevrelerinde akan, uzun önlüklü, yemek tabaklarını ve içki tepsilerini yükseğe kaldıran adam ve kadınların arasından kendilerine yol açmaya başladılar. Taşıyıcılar birinin yoluna çıktıklarında özürler mırıldanıyor, ama asla adımlarını yavaşlatmıyorlardı. Adamlardan biri Fitch Efendi’den telaşlı emirler aldı ve koşarak uzaklaştı.
“Korkarım han neredeyse dolu,” dedi hancı Moiraine’e. “Neredeyse çatıya kadar. Kasabadaki bütün hanlar böyle. Böyle bir kıştan sonra… eh, yollar, dağlardan inmelerine yetecek kadar açılır açılmaz buraya aktılar –evet, sözcük bu– madenciler ve kalaycılar buraya aktılar. Hepsi korkunç hikayeler anlatıyordu. Kurtlar ve daha kötüleri. İnsanların bütün kış kapalı kaldığında anlattığı türden hikayeler. Orada kimsenin kaldığını sanmıyorum, burada o kadar çok insan var ki. Ama hiç korkmayın. Biraz kalabalık olabilir, ama siz ve Andra Efendi için elimden geleni yapacağım. Dostlarınız için de elbette.” Merakla bir iki kez Rand’a ve diğerlerine baktı; Thom dışında hepsinin kıyafeti köylü olduklarını gösteriyordu ve Thom’un âşık pelerini, onu “Alys Hanım” ve “Andra Efendi” için tuhaf bir yol arkadaşı kılıyordu. “Elimden geleni yapacağım, bundan emin olabilirsiniz.”
Rand, çevresindeki koşuşturmaya baktı ve ezilmemek için dikkat etmeye çalıştı, ama yardımcılardan hiçbiri böyle bir tehlike yaşamıyor gibiydi. Al’Vere Efendi ve karısının, zaman zaman kızlarından biraz yardım alarak Badeçay Hanı’nı nasıl idare ettiklerini düşündü.
Mat ve Perrin, boyunlarını ilgiyle salona doğru uzattılar. Koridorun uzak ucundaki geniş kapı her açıldığında o taraftan kahkaha dalgaları, şarkılar, neşeli bağırışlar geliyordu. Muhafız, haberleri dinlemekten bahsederek yaylı kapıda yok oldu ve eğlence seslerinin içine karıştı.
Rand onu takip etmek istedi, ama banyo yapmayı daha çok istiyordu. O sırada insanlar ve kahkahalar çok hoşuna giderdi, ama ortak oda varlığını temizlendikten sonra daha çok takdir edecekti. Mat ve Perrin’in de böyle hissettiği açıktı. Mat gizli gizli kaşınıyordu.
“Fitch Efendi,” dedi Moiraine. “Baerlon’da Işığın Evlatları olduğunu anlıyorum. Sorun çıkma olasılığı var mı?”
“Ah, onlar hakkında endişelenmeyin, Alys Hanım. Her zamanki numaralarını yapıyorlar. Kasabada bir Aes Sedai olduğunu iddia ediyorlar.” Moiraine bir kaşını kaldırdı ve hancı tombul ellerini açtı. “Endişelenmeyin. Daha önce de denediler. Baerlon’da Aes Sedai yok ve Vali bunu biliyor. Beyazcübbeler bir Aes Sedai ya da Aes Sedai olduğunu iddia ettikleri bir kadın gösterirlerse halk onları kendi duvarları içine alır sanıyorlar. Eh, sanırım bazıları almak isterdi. Bazıları. Ama çoğu insan Beyazcübbelerin neyin peşinde olduğunu biliyor ve Vali’yi destekliyor. Kimse zararsız, yaşlı bir kadının, sırf Çocuklar kargaşa yaratabilsin diye zarar görmesini istemez.”
“Bunu duyduğuma memnun oldum,” dedi Moiraine kuru kuru. Bir elini hancının koluna koydu. “Min hâlâ burada mı? Onunla konuşmak isterim.”
Fitch Efendi’nin yanıtı onları banyolara götürecek hizmetkarların gelmesi üzerine duyulmadı. Moiraine ve Egwene devamlı gülümseyen ve bir kucak dolusu havlu taşıyan tombul bir kadının arkasından kayboldu. Âşık, Rand ve arkadaşları kendilerini zayıf, siyah saçlı, Ara isimli bir adamı izler buldular.
Rand, Ara’ya Baerlon hakkında sorular sormaya çalıştı, ama adam Rand’ın komik bir aksam olduğu dışında iki çift laf bile etmedi. Sonra banyo odasını görünce Rand’ın kafasındaki tüm düşünceler dağıldı. Bir düzine yüksek, bakır küvet taş döşeli zeminde yuvarlak oluşturacak şekilde sıralanmıştı. Zemin; büyük, taş duvarlı odanın merkezine doğru hafifçe meyilleniyordu. Her küvetin yanındaki taburede katlanmış kalın bir havlu ve iri, sarı bir sabun kalıbı duruyordu. Büyük, siyah su kazanları bir duvarın dibinde, ateşin üzerinde dizilmişti. Karşı duvarda derin bir şöminede yanan kütükler genel sıcaklığa katkıda bulunuyordu.
“Neredeyse Badeçay Hanı kadar iyi,” dedi Perrin sadakatle, gerçeğe pek de bağlı kalmadan.
Thom havlar gibi kahkaha attı ve Mat kıkırdadı. “Yanımızda bilmeden bir Coplin getirmişiz, anlaşılan.”
Ara, bakır küvetlerin dört tanesini doldururken Rand pelerininden sıyrıldı ve giysilerini çıkardı. Diğerleri de küvet seçmek konusunda fazla oyalanmadılar. Giysileri taburelerin üzerine yığılınca, Ara her birine büyük bir kova dolusu sıcak su ve bir kepçe getirdi. Sonra kapının yanındaki tabureye oturdu, kollarını kavuşturup duvara yaslandı, kendi düşüncelerine dalıp gitti.
Sabunlanıp kepçe kepçe suyla bir haftanın kirinden arınırken sohbet etmeye pek az fırsat buldular. Sonra küvetlere uzandılar; Ara suyu öyle bir sıcaklığa getirmişti ki, yavaş yavaş, keyifli iç çekişlerle yerleştiler. Odadaki hava ılıktan sıcak ve buharlıya dönüştü. Uzun süredir gergin olan kasları gevşerken ve kemiklerine yerleştiğine inandıkları soğuk çekilirken, iç çekmeleri dışında ses duyulmadı.
“Başka bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sordu Ara aniden. İnsanların aksanları hakkında konuşmaya hakkı yokmuş gibi görünüyordu; o ve Fitch Efendi ağızları lapa doluymuş gibi konuşuyorlardı. “Daha çok havlu? Daha çok sıcak su?”
“Hiçbir şey,” dedi Thom yankılı bir sesle. Gözlerini kapattı, elini tembel tembel salladı. “Git ve akşamın tadını çıkar. Daha sonra verdiğin hizmetin karşılığını almanı sağlayacağım.” Küvetinde biraz daha kaykıldı, su, gözleri ve burnu dışında her yerini örtene kadar.
Ara’nın gözleri özlemle, giysilerini ve eşyalarını yığdıkları, küvetlerin yanındaki taburelere gitti. Yaya bir göz attı, ama Rand’ın kılıcını ve Perrin’in baltasını uzun uzun inceledi. “Köylerde de mi sorun var?” dedi aniden. “Irmaklarda, ya da siz ne diyorsanız?”
“İki Nehir,” dedi Mat, her sözcüğü ayrı ayrı telaffuz ederek. “İki Nehir deniyor. Soruna gelince, neden…”
“Hem, ne demek istiyorsun?” diye sordu Rand. “Burada sorun mu var?”
Perrin banyo keyfi ile mırıldandı, “Güzel! Güzel!” Thom biraz doğruldu, gözlerini açtı.
“Burada mı?” Ara hıhladı. “Sorun mu? Madencilerin sabahın köründe yumruk yumruğa kavga etmeleri sorun sayılmaz. Ya da…” Durdu ve bir an onları süzdü. “Ghealdan’da olan türden sorunları kastetmiştim,” dedi sonunda. “Hayır, sanmam. Aşağı köylerde koyundan başka bir şey yok, değil mi? Alınmayın. Yalnızca sessiz olduğunu kastetmiştim. Yine de, tuhaf bir kış oldu. Dağlarda tuhaf şeyler. Saldaea’da Trolloclar olduğunu duydum. Ama orası Sınırboyları’nda, değil mi?” Ağzı hâlâ açık, sözlerini bitirdi, sonra bu kadar çok şey söylemesine şaşmış gibi ağzını kapattı.
Rand Trolloc sözcüğünü duyunca gerildi ve banyo lifini başının üzerinde sıkarak bunu saklamaya çalıştı. Adam konuşmaya devam ederken gevşedi, ama herkes ağzını kapalı tutmayı başaramadı.
“Trolloclar mı?” dedi Mat. Rand ona su sıçrattı, ama Mat sırıtarak yüzünü sildi. “Sana Trollocları anlatayım.”
Thom, küvetine girdiğinden beri ilk kez konuştu. “Neden anlatmamayı denemiyorsun? Kendi hikayelerimi senden dinlemekten bıktım.”
“O bir âşık,” dedi Perrin ve Ara, Thom’a horgörürcesine baktı.
“Pelerini gördüm. Gösteri yapacak mısın?”
“Bir dakika,” diye itiraz etti Mat. “Benim Thom’un hikayelerini anlatmam da nereden çıktı? Hepiniz birden…”
“Sen Thom kadar iyi anlatamıyorsun,” diye sözünü kesti Rand telaşla ve Perrin araya girdi. “Daha iyi olsun diye birşeyler ekleyip duruyorsun, ama hiç olmuyor.”
“Ve birbirine karıştırıyorsun,” diye ekledi Rand. “Sen en iyisi bunu Thom’a bırak.”
Hepsi o kadar hızlı konuşuyordu ki, Ara ağzı açık, bakakaldı. Mat de herkes aniden delirmiş gibi bakıyordu. Rand, üzerine atlamadan Mat’in çenesini nasıl kapatacağını merak etti.
Kapı çarpılarak açıldı ve kahverengi pelerinini bir omzunun üzerine atmış olan Lan, bir anlığına buhar yoğunluğunu azaltan serin bir hava dalgası ile birlikte içeri girdi.
“İşte,” dedi Muhafız, ellerini ovuşturarak, “uzun zamandır bunu bekliyordum.” Ara bir kova aldı, ama Lan elini sallayarak engelledi. “Hayır, kendim hallederim.” Pelerinini taburelerden birine bıraktı ve adamın itirazlarına rağmen banyo hizmetkarını gönderip kapıyı arkasından sıkı sıkı kapattı. Başını eğip dinleyerek bir an bekledi. Diğerlerine döndüğü zaman sesi taş gibiydi ve gözleri Mat’i hançerliyordu. “Tam zamanında geri dönmem ne iyi bir şey, değil mi, çiftlik çocuğu? Sana söylenenleri dinlemez misin sen?”
“Ben bir şey yapmadım,” diye itiraz etti Mat. “Yalnızca ona Trollocları anlatacaktım, şeyi değil…” Durdu ve Muhafız’ın bakışları önünde geriledi, küvete yaslandı.
“Trolloclardan bahsetme,” dedi Lan sertçe. “Trollocları düşünme bile.” Öfkeli bir hıhlama ile banyo küvetini doldurmaya başladı. “Kan ve küller, unutmasanız iyi olur, Karanlık Varlık’ın en az beklediğiniz yerde gözleri ve kulakları vardır. Ve Işığın Evlatları, Trollocların peşinizde olduğunu duyarsa, sizi ele geçirmek için yanıp tutuşmaya başlar. Bu onlar için, Karanlıkdostu olduğunuzun kanıtı sayılır. Alışık olmayabilirsiniz, ama gittiğimiz yere varana kadar, Alys Hanım ya da ben aksini söylemedikçe kimseye güvenmeyin.” Moiraine’in kullandığı ismi vurguladığı zaman Mat irkildi.
“O adamın bize söylemediği bir şey vardı,” dedi Rand. “Sorun olduğuna dair bir şey, ama bize söylemedi.”
“Muhtemelen Çocuklardır,” dedi Lan, küvetine sıcak su dökerek. “Bazıları onları sorun sayar. Ama bazıları saymaz ve sizi riske girecek kadar tanımıyordu. Koşa koşa Beyazcübbelere gidebilirdiniz, asla bilemezdi.”
Rand başını iki yana salladı; burası daha şimdiden Taren Salı’ndan daha kötü gelmeye başlamıştı.
“Saldaea’da… orada Trolloclar olduğunu söyledi, değil mi?” dedi Perrin.
Lan, boş kovayı yere fırlattı. “Konuşmasanız olmaz, değil mi? Sınırboyları’nda Trolloclar hep vardı, demirci. Aklınıza sokun artık, tarladaki f arelerden daha fazla dikkat çekmek istemiyoruz. Buna yoğunlaşın. Moiraine hepinizi Tar Valon’a canlı ulaştırmak istiyor ve mümkünse yapacağım. Ama eğer onun zarar görmesine sebep olursanız…”
Banyonun kalanı ve giyinme, sessizlik içinde tamamlandı.
Banyo odasından çıktıkları zaman Moiraine koridorun ucunda, kendinden fazla uzun görünmeyen, ince bir kızla konuşuyordu. En azından Rand bunun bir kız olduğunu düşündü, siyah saçları kısa kesilmişti ve üzerinde erkek pantolonu ve gömleği vardı. Moiraine bir şey söyledi ve kız adamlara keskin bakışlarla baktı, sonra Moiraine’e başını sallayıp hızla uzaklaştı.
“Şimdi,” dedi Moiraine yaklaştıkları zaman, “eminim banyo iştahınızı açmıştır. Fitch Efendi bize özel bir yemek odası ayırdı.” Yol göstermek için dönerken oradan buradan, odalarından, kasabanın kalabalıklığından, hancının Thom’un salonu biraz müzik ve bir, iki hikaye ile şenlendirmesini umduğundan bahsetti. Kızdan, eğer o kız ise, hiç bahsetmedi.
Özel yemek odasının ortasında kalın bir halı ve çevresinde on iki sandalye dizili, cilalı meşeden bir masa vardı. İçeri girerlerken, parlak saçları omuzlarına taranmış Egwene, şöminenin başında ellerini ısıttığı yerden döndü. Banyo odasındaki uzun sessizlik sırasında Rand ilk kez bol bol düşünebilmişti. Lan’in devamlı kimseye güvenmemeleri gerektiğini hatırlatması, özellikle de Ara’nın onlardan korkması, aslında ne kadar yalnız olduklarını düşündürmüştü. Kendilerinden başka kimseye güvenemezlermiş gibi geliyordu ve Rand Moiraine’e ya da Lan’e ne kadar güvenebileceklerinden hâlâ emin değildi. Yalnızca kendilerine. Ve Egwene hâlâ Egwene di. Moiraine her durumda, bu Gerçek Kaynak’a dokunmanın başına geleceğini söylemişti. Kızın bunun üzerinde kontrolü yoktu ve bu da kendi hatası olmadığı anlamına geliyordu. Ve o hâlâ Egwene’di.
Rand özür dilemek için ağzını açtı, ama Egwene gerildi, o tek sözcük söyleyemeden sırtını döndü. Rand asık suratla onun sırtına bakarak söyleyeceklerini yuttu. Tamam o zaman. Eğer böyle olmasını istiyorsa, benim yapabileceğim hiçbir şey yok.
O sırada Fitch Efendi içeri daldı. Arkasında, kendisi gibi beyaz önlükler giymiş, üzerinde üç kızartılmış tavuk bulunan bir servis tepsisi, tabaklar ve üstü örtülmüş kaseler taşıyan dört kadın girdi. Hancı Moiraine’e eğilirken kadınlar hemen masayı kurmaya başladılar.
“Sizi bu şekilde beklettiğim için özür dilerim, Alys Hanım, ama handa o kadar çok kişi var ki, herkesin hizmet almasını sağlamak bile bir mucize. Korkarım yemek olması gerektiği gibi değil. Yalnızca tavuk, şalgam, bezelye, sonrası için de biraz peynir. Hayır, hiç de olması gerektiği gibi değil. Gerçekten de özür dilerim.”
“Bir ziyafet.” Moiraine gülümsedi. “Bu zor zamanlarda, gerçekten de bir ziyafet, Fitch Efendi.”
Hancı yine eğildi. Devamlı elleriyle sıvazlarmış gibi her yöne dikilen tel tel saçları selamını komik kılıyordu, ama sırıtması o kadar hoştu ki, kahkaha atan herkes ona değil, onunla kahkaha atıyor olurdu. “Teşekkür ederim, Alys Hanım. Teşekkür ederim.” Doğrulurken kaşlarını çattı ve önlüğünün köşesi ile masadaki hayali tozları sildi. “Bir sene önce önünüze çıkarabileceklerim gibi değil, elbette. Hiç değil. Kış yüzünden. Evet kış yüzünden. Kilerlerim boşalmaya başladı ve pazar neredeyse boş. Ama çiftçileri kim suçlayabilir? Kim? Bir ürün daha kaldırabilecekler mi, bilmek imkansız. Kesinlikle imkansız. İnsanların masasına konması gereken koyun ve sığır etini kurtlar yiyor, ve…”
Aniden bunların, konuklarını rahat bir yemeğe davet etmek için hiç de uygun konuşmalar olmadığını fark etmiş göründü. “Nasıl da gevezelik ediyorum. Eski rüzgarla doluyum ben. Eski rüzgar. Mari, Cinda, bırakın bu iyi insanlar yemeklerini huzur içinde yesinler.” Kadınları kovaladı ve onlar odadan çıkarken dönüp Moiraine’e yine eğildi. “Umarım yemeğinizden zevk alırsınız, Alys Hanım. İhtiyaç duyduğunuz başka şey varsa söyleyin yeter, ben getiririm, Söyleyin yeter. Size ve Andra Efendi’ye hizmet etmek bir zevk. Bir zevk.” Yerlere kadar eğildi ve kapıyı arkasından yavaşça kapatarak gitti.
Lan bu sırada, yarı uykudaymış gibi duvara yaslanmıştı. Sonra ayağa fırladı ve iki uzun adımda kapıya ulaştı. Kulağını kapıya dayadı, otuz saniye kadar dikkatle dinledi, sonra hızla kapıyı açtı ve başını koridora uzattı. “Gitmişler,” dedi sonunda, kapıyı kapatarak. “Güven içinde konuşabiliriz.”
“Kimseye güvenmememizi söylediğini biliyorum,” dedi Egwene, “ama hancıdan kuşkulanıyorsan, neden burada kalıyoruz?”
“Hancıya karşı, herkesten daha fazla şüphe beslemiyorum,” diye yanıt verdi Lan. “Ama zaten, Tar Valon’a ulaşana kadar herkesten şüpheleneceğim. Orada ise, insanların yalnızca yarısından şüpheleneceğim.”
Rand, Muhafız’ın şaka yaptığını düşünerek gülümseyecek oldu. Sonra Lan’in yüzünde şaka yapıyormuş gibi bir ifade olmadığını fark etti. Gerçekten de Tar Valon’da insanlardan şüphelenecekti. Güvenli bir yer var mıydı?
“Abartıyor,” dedi Moiraine yatıştırmak istercesine. “Fitch Efendi iyi bir adamdır, dürüst ve güvenilirdir. Ama konuşmayı çok sever ve dünyadaki en iyi niyetle, yanlış kulaklara yanlış şeyler söyleyebilir. Ve şimdiye kadar hizmetkarların yarısının kapı dinlemediği ve dedikodu yapmaya yatak yapmaktan daha fazla zaman harcamadığı hiçbir handa kalmadım. Gelin, yemeklerimiz soğumadan oturalım.”
Masanın çevresinde yerlerini aldılar. Moiraine masanın başına, Lan karşı ucuna oturmuşlardı ve bir süre herkes tabaklarını doldurmakla meşgul oldu. Bir ziyafet olmayabilirdi, ama yaklaşık bir hafta boyunca ekmek ve kurutulmuş etle beslendikten sonra, herkese ziyafet gibi geldi.
Moiraine bir süre sonra sordu. “Salonda ne öğrendin?” Bıçaklar ve çatallar havada asılı kaldı, tüm gözler Muhafız a döndü.
“Fazla değil,” diye yanıt verdi Lan. “Avin haklıymış, en azından öyle söyleniyor. Ghealdan’da savaş çıkmış ve Logain kazanmış. Bir düzine farklı hikaye dolaşıyor, ama bu konularda hepsi aynı.”
Logain mi? Bu sahte Ejder olmalıydı. Rand, adamın ismini ilk kez duymuştu. Lan onu tanıyormuş gibi konuşuyordu.
“Aes Sedailer?” diye sordu Moiraine alçak sesle ve Lan başını iki yana salladı.
“Bilmiyorum. Bazıları hepsinin öldürüldüğünü, bazıları hiçbirinin ölmediğini söylüyor.” Hıhladı. “Bazıları Logain’in tarafına geçtiklerini bile söylüyor. Hiçbiri güvenilir değil ve ben de aşırı ilgi göstermek istemedim.”
“Evet,” dedi Moiraine. “Fazla değilmiş.” Derin bir nefes aldı, dikkatini masaya çevirdi. “Peki bizim durumumuz hakkında?”
“Haberler bu konuda daha iyi. Tuhaf olaylar yok, Myrddraal olabilecek tuhaf yabancılar yok ve Trolloclar hiç yok. Beyazcübbeler Vali Adan’a sorun çıkarıyor, çünkü Vali onlarla işbirliği yapmıyor. Kendimizi reklam etmezsek bizi fark etmezler bile.”
“Güzel,” dedi Moiraine. “Bu, banyo hizmetçisinin anlattıklarına uyuyor. Dedikodunun faydaları da vardır. Şimdi,” dedi herkese, “önümüzde uzun bir yolculuk var, ama son hafta pek kolay geçmedi, bu yüzden bu gece ve yarın gece burada kalmayı, ertesi sabah erkenden yola çıkmayı öneriyorum.” Gençlerin hepsi sırıtmaya başladı; ilk kez bir şehir göreceklerdi. Moiraine gülümsedi, ama yine de, “Andra Efendi buna ne diyor?” dedi.
Lan, sırıtan yüzleri donuk bir ifade ile süzdü. “Yeterince iyi, eğer değişiklik olsun diye onlara söylediklerimi hatırlarlarsa.”
Thom, bıyıklarının içinden hıhladı. “Bu köylüler bir… bir şehirde başıboş kalacaklar, ha?” Yine hıhladı ve başını iki yana salladı.
Han o kadar kalabalıkken yalnızca üç oda bulabildiler. Biri Moiraine ve Egwene için, iki tanesi erkekler için. Rand, odasını Lan ve Thom ile paylaşacaktı. Dördüncü katta, arkadaydı, sarkık saçakların altında, ahıra bakan tek bir küçük penceresi vardı. Gece çökmüştü ve hanın ışığı dışarıda bir havuz oluşturuyordu. Küçük bir odaydı; yatakların hepsi dar olsa da, Thom için konulan fazla yatak, odayı daha da küçültüyordu. Rand kendini yatağına attığı zaman sert olduğunu gördü. Kesinlikle en iyi oda değildi.
Thom, flütünü ve arpını kutularından çıkaracak kadar odada kaldı, sonra azametli tavırlarla alıştırma yaparak çıktı. Lan de onunla gitti.
Tuhaf, diye düşündü Rand, rahatsız rahatsız yatağında kıpırdanarak. Bir hafta önce olsa, bir âşığın gösterisini izlemek için, hattâ sırf bir âşık dedikodusu üzerine, taş gibi aşağı düşerdi. Ama bir haftadır Thom’un hikayelerini dinliyordu ve Thom yarın gece de orada olacaktı. Sıcak banyo, kaslarındaki, artık hep orada olacağını düşündüğü tutulmaları yok etmişti ve bir haftadır yediği ilk sıcak yemek üzerine uyku bastırmıştı. Uykulu uykulu, Lan’in sahte Ejder’i, Logain’i gerçekten tanıyıp tanımadığını merak etti. Aşağı kattan boğuk bağırışlar geldi, salon, Thom’un gelişini kutluyordu, ama Rand uykuya dalmıştı bile.
Taş koridor loş ve gölgeliydi, ve Rand dışında hiç kimse yoktu. Hafif aydınlık veren ışığın nereden geldiğini bilmiyordu; gri duvarlarda mum ya da lamba yoktu, her yerden geliyormuş gibi görünen hafif parıltıyı açıklayacak hiçbir şey yoktu. Hava durgun ve rutubetliydi, uzakta bir yerde su değişmez şıpırtılarla damlıyordu. Burası her neresi ise, han değildi. Rand kaşlarını çatarak alnını ovaladı. Han mı? Başı ağrıyordu ve düşünceleri uçuşuyordu. Bir şey vardı… han mı? Her ne ise, gitmişti.
Dudaklarını yaladı ve içecek bir şey olmasını diledi. Fena susamıştı, toz gibi kurumuştu. Karar vermesini sağlayan, damlama sesi oldu. Susuzluğu dışında yön gösteren hiçbir şey olmadığından, o değişmez şıp-şıp-şıpa doğru yürümeye başladı.
Koridor başka koridorlarla kesişmeden, görünüşünde en ufak bir değişiklik olmadan uzanıyordu. Tek özelliği, çiftler halinde, düzenli aralıklarla görülen kapılardı. Her iki yanda birer tane, tahtaları nemli havaya rağmen kuru ve kıymıklanmış. Gölgeler önünde çekiliyor, aynı kalıyordu ve damlama asla yaklaşmıyordu. Uzun zaman sonra kapılardan birini denemeye karar verdi. Kapı kolayca açıldı ve Rand sert görünüşlü, taş duvarlı bir odaya girdi.
Duvarlardan biri bir dizi kemer ile gri taştan yapılmış bir balkona açılıyordu. Onun ötesinde daha önce gördüklerine hiç benzemeyen bir gökyüzü vardı. Siyah ve gri, kırmızı ve portakal rengi çizgili bulutlar fırtına kovalarcasına akıyor, durmaksızın birbirine geçiyordu. Kimse öyle bir gökyüzü görmüş olamazdı; var olması imkansızdı.
Rand gözlerini balkondan kopardı, ama odanın kalanı daha iyi değildi. Oda gelişigüzel eritilerek taşa oyulmuş gibi tuhaf kıvrımlar ve açılarla doluydu ve sütunlar gri zeminden büyümüş gibiydi. Ocakta, körükler pompalanırken demirhanede yanan ateşlere benzer bir ateş kükrüyor, ama ısı vermiyordu. Şömine; tuhaf, oval taşlardan yapılmıştı; Rand doğrudan taşlara baktığında taşa benziyorlardı ve ateşe rağmen ıslak ve kaygan görünüyorlardı; ama gözucu ile baktığında yüze dönüşüyorlardı, acı içinde kıvranan, sessizce haykıran kadın ve erkek yüzleri. Odanın ortasındaki yüksek sırtlı sandalyeler ve cilalı masa son derece sıradandı, ama odanın geri kalanının tuhaflığını vurguluyordu. Duvarda tek bir ayna asılıydı ve hiç de sıradan değildi. Rand aynaya baktığında, yansımasının olması gereken yerde yalnızca bir bulanıklık gördü. Odadaki her şeyi doğru yansıtıyordu, ama onu değil.
Şöminenin önünde bir adam duruyordu. Rand, adamın içeri girdiğini fark etmemişti. Mümkün olsa, adama bakana kadar orada kimse olmadığını söylerdi. İyi kesimli, koyu renk giysiler giyen adam en iyi yaşlarını yaşıyor gibi görünüyordu ve Rand kadınların onu yakışıklı bulacağını tahmin etti.
“Bir kez daha karşı karşıya geldik,” dedi adam. Bir an için ağzı ve gözleri sonsuz alev mağaralarının girişi gibi oldu.
Rand haykırarak geriye kaçtı, öyle hızlı hareket etti ki, koridora doğru sendeledi ve karşı kapıya çarpıp açılmasına sebep oldu. Döndü, düşmemek için kapı koluna tutundu –ve kendini iri iri açılmış gözlerle, o imkansız gökyüzüne açılan, kemerli balkonu ve şöminesi ile, taştan bir odada buldu…
“Benden o kadar kolay kurtulamazsın,” dedi adam.
Rand kıvrıldı, emekleyerek odadan kaçtı, yavaşlamadan doğrulmaya çalıştı. Bu sefer koridor yoktu. Cilalı masanın biraz ötesinde durdu ve şöminenin yanındaki adama bakakaldı. Şömine taşlarına ya da gökyüzüne bakmaktan daha iyiydi.
“Bu bir rüya,” dedi doğrulurken. Arkasında kapanan kapının tıkırtısını duydu. “Bir tür kabus.” Gözlerini kapattı, uyanmayı düşündü. Rand’ın çocukluğunda, Hikmet, kabus görürken bunu yapabileceğini, kabusun yok olacağını söylemişti… Hikmet mi? Ne? Düşünceleri kayıp gitmeyi bir bıraksa. Başı ağrımayı bir bıraksa, doğru düzgün düşünebilecekti.
Gözlerini yine açtı. Oda hâlâ eskisi gibiydi. Balkon, gökyüzü. Şöminenin yanındaki adam.
“Bu bir rüya mı?” dedi adam. “Fark eder mi?” Bir kez daha, bir an için, ağzı ve gözleri, sonsuza dek uzanan bir fırının gözetleme delikleri oldu. Sesi değişmiyordu; bunun olduğunu fark etmiyor gibiydi.
Rand bu sefer yerinde sıçradı, ama kendini haykırmaktan alıkoymayı başardı. Bu bir rüya. Öyle olmak zorunda. Yine de, gözlerini şöminenin yanındaki adamdan ayırmadan geri geri kapıya kadar çekildi ve kapı kulpunu denedi. Kulp kıpırdamadı; kapı kilitliydi.
“Susamış görünüyorsun,” dedi ateşin yanındaki adam. “İç.”
Masanın üzerinde, parlak altından, yakutlarla ve ametistlerle süslü bir sürahi vardı. Daha önce orada değildi. Rand yerinde sıçrayıp durmaktan vazgeçmeyi diledi. Bu yalnızca bir rüyaydı. Ağzı toz dolu geliyordu.
“Biraz susadım,” dedi sürahiyi alarak. Adam bir eli sandalyenin sırtında, onu izleyerek hevesle eğildi. Baharatlı şarap kokusu Rand’a ne kadar susamış olduğunu hatırlattı. Sanki günlerdir hiçbir şey içmemiş gibi. İçtim mi?
Şarabı ağzına götürürken durdu. Sandalyenin sırtında, adamın parmaklarının arasından duman iplikçikleri çıkıyordu. Ve o gözler, hızlı hızlı titreşen alevlerle, keskin bakışlarla onu izliyordu.
Rand, dudaklarını yaladı ve şarabı tatmadan masaya koydu. “Düşündüğüm kadar susamamışım.” Adam aniden, ifadesiz bir yüzle doğruldu. Küfretse bile hayal kırıklığı daha açık anlaşılamazdı. Rand şarabın içinde ne olduğunu merak etti. Ama bu aptalca bir soruydu, elbette. Bu yalnızca bir rüyaydı. O zaman neden sona ermiyor? “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Ve sen kimsin.”
Adamın gözlerinde ve ağzında alevler yükseldi; Rand kükremelerini işitebildiğini düşündü. “Bazıları bana Ba’alzamon, der.”
Rand kendini kapıya dönmüş, çılgınca kulpu çekiştirirken buldu. Bunun bir rüya olduğu hakkındaki tüm düşünceleri yok oldu. Karanlık Varlık. Kapı kulpu kıpırdamıyordu, ama o yine de bükmeye devam etti.
“Sen o musun?” dedi Ba’alzamon aniden. “Benden sonsuza dek saklanamazsın. Benden kendini bile saklayamazsın. Ne en yüksek dağda, ne de en derin mağarada. Seni en ufak kılına kadar biliyorum.”
Rand dönüp adamla yüzleşti –Ba’alzamon ile yüzleşti. Yutkundu. Bir kabus. Kapı kulpunu son bir kez çekti, sonra sırtını dikleştirdi.
“Şan ve şeref mi istiyorsun?” dedi Ba’alzamon. “Güç mü? Sana, Dünyanın Gözü’nün sana hizmet edeceğini mi söylediler? Bir kuklanın nasıl şan ve şerefi, nasıl gücü olabilir? Seni hareket ettiren ipler yüzyıllardır dokunuyor. Baban, Beyaz Kule tarafından seçilmişti, tıpkı halata vurulmuş, işe sürülmüş bir aygır gibi. Annen, planları açısından onunla çiftleşecek bir kısraktan başka bir şey değildi. Ve o planlar ölmelerine yol açtı.”
Rand yumruklarını sıktı. “Babam iyi bir adamdır ve annem iyi bir kadındı. Onlardan bu şekilde söz etme!”
Alevler kahkaha attı. “Demek sende biraz şevk varmış. Belki gerçekten de osundur. Sana ne faydası olacaksa… Amyrlin Makamı seni tüketene kadar kullanacak. Tıpkı Davian’ı kullandıkları gibi. Ve Yurian Stonebow’u Guaire Amalasan’ı, Raolin Darksbane’i. Tıpkı Logain’i kullandıkları gibi. Senden geriye hiçbir şey kalmayana kadar kullanacaklar.”
“Bilmiyorum…” Rand başını iki yana çevirdi. Öfkeden doğan o bir anlık berrak düşünce gitmişti. Onu ararken bile ona nasıl ulaştığını hatırlayamıyordu. Düşünceleri dönüp duruyordu. Burgaçtaki bir sal gibi bir tanesine tutundu. Sözcükler ağzından zorla çıktı, konuştukça sesi güçlendi. “Sen… Shayol Ghul’de… tutsaksın. Sen ve tüm Terkedilmişler… Yaratıcı tarafından zamanın sonuna dek tutsak edildiniz.”
“Zamanın sonu mu?” diye alay etti Ba’alzamon. “Bir taşın altındaki böcek gibi yaşıyorsun ve içinde oturduğun çamurun evren olduğunu sanıyorsun. Zamanın ölümü bana hayal bile edemeyeceğin bir güç getirecek, seni solucan.”
“Sen Shayol…”
“Aptal, ben hiç tutsak olmadım!” Yüzündeki ateşler öyle sıcak kükredi ki, Rand ellerinin arkasına saklanarak geriledi. Avuçlarındaki ter ısıyla kurudu. “Ona ismini veren işi yaparken Lews Therin Kardeşkatili’nin omzunda durdum. Ona karısını, çocuklarını ve kanından olan herkesi, sevdiği ve onu seven herkesi öldürmesini ben söyledim. Ona yaptığını bilmesi için bir anlık aklı başındalığı ben verdim. Hiçbir insanın ruhu koparılırcasına haykırdığını duydun mu, solucan? O zaman bana saldırabilirdi. Kazanamazdı, ama deneyebilirdi. Bunun yerine kıymetli Tek Güç’ünü kendine çağırdı, o kadar çok ki, toprak yarıldı ve mezarının üzerinde Ejderdağı yükseldi.
“Bin yıl sonra Trollocları kuzeyi yağmalamaya gönderdim ve üç yüzyıl boyunca dünyayı yakıp yıktılar. Tar Valon’daki o kör aptallar sonunda altedildiğimi söylediler, ama İkinci Akit, On Ulusun Akdi onarılamaz bir şekilde dağıldı ve o zaman bana karşı çıkacak kim kaldı? Şahinkanadı Artur’un kulağına fısıldadım ve tüm dünyada Aes Sedailer öldü. Yine fısıldadım ve Yüce Kral ordularını Aryth Okyanusu’nun, Dünya Denizi’nin karşısına gönderdi ve iki sonu hazırladı. Bir ülke ve bir halk rüyasının sonunu ve bir sonu daha hazırladı. Ölüm döşeğinde, danışmanları hayatını ancak Aes Sedailerin kurtarabileceğini söyledi. Ben konuştum ve danışmanlarının kazığa çakılmasını emretti. Ben konuştum ve Yüce Kral’ın son emri Tar Valon’un yok edilmesi oldu.
“Bunun gibi adamlar bana karşı duramazken, senin nasıl bir şansın olabilir, seni orman birikintisinde çömelmiş kurbağa. Bana hizmet edeceksin ya da ölene kadar Aes Sedai iplerinde dans edeceksin. Ve sonra benim olacaksın. Ölüler bana aittir!”
“Hayır,” diye mırıldandı Rand. “Bu bir rüya. Bu bir rüya!”
“Rüyalarında güvende olduğunu mu sanıyorsun? Bak!” Ba’alzamon emredercesine işaret etti. Rand’ın başı döndü. Başını Rand çevirmemişti, çevirmek istememişti.
Masadaki sürahi kaybolmuştu. Az önce sürahinin durduğu yerde, ışıkta gözlerini kırpıştıran, ihtiyatla havayı koklayan bir sıçan duruyordu. Ba’alzamon bir parmağını büktü ve sıçan da ciyaklayarak sırtını bükerek, ön patilerini havaya kaldırdı ve beceriksizce arka ayaklarının üzerine kalktı. Parmak biraz daha büküldü ve sıçan arkaya devrildi, çılgınca havayı tırmaladı, tiz sesle ciyakladı, sırtı büküldü, büküldü, büküldü. Bir dalın kırılması gibi keskin bir çatırtıdan sonra sıçan şiddetle titredi ve neredeyse iki kat olmuş bir halde, kıpırdamadan yattı, kaldı.
Rand yutkundu. “Rüyalarda her şey olabilir,” diye mırıldandı. Bakmadan yumruğunu kapıya savurdu. Eli acıdı, ama yine uyanmadı.
“O zaman Aes Sedailere git. Beyaz Kule’ye git ve onlara anlat. Amyrlin Makamı’na bu… rüyayı anlat.” Adam kahkaha attı; Rand yüzünde alevlerin sıcaklığını hissetti. “Onlardan kurtulmanın bir yolu bu. O zaman seni kullanmazlar. Hayır, benim bildiklerimi bilirken değil. Ama ne yaptıklarının hikayesini herkese yayarak yaşamana izin verirler mi? Buna inanacak kadar büyük bir aptal mısın? Senin gibi birçok kişinin külleri Ejderdağı’nın yamaçlarına saçıldı.”
“Bu bir rüya,” dedi Rand, nefes nefese. “Bu bir rüya ve uyanacağım.”
“Uyanacak mısın?” Rand gözucuyla adamın parmağının ona işaret etmek üzere döndüğünü gördü. “Gerçekten uyanacak mısın?” Parmak büküldü ve Rand arkaya eğilirken, bedenindeki her kas onu daha fazla eğilmeye zorlarken çığlık attı. “Acaba hiç uyanacak mısın?”
Rand irkilerek karanlıkta doğrulup oturdu ve elleri kumaşı kavradı. Bir battaniye. Tek pencerede solgun ay ışığı parlıyordu. Diğer iki yatakta gölgeli şekiller vardı. Birinden, kanvas yırtılıyormuş gibi bir horlama yükseliyordu: Thom Merrilin. Ocaktaki küllerin üzerinde birkaç kömür parlıyordu.
Demek bu, Bel Tine günü Badeçay Hanı’nda olduğu gibi bir kabustu. Duyduğu ve yaptığı her şey, eski hikayeler ve hiç yoktan saçmalıklarla karmakarışıktı. Rand battaniyeyi omuzlarına kadar çekti, ama titremesine yol açan soğuk değildi. Başı da ağrıyordu. Belki Moiraine bu rüyaları sona erdirmek için bir şey yapabilirdi. Kabuslar konusunda yardımcı olabileceğini söylemişti.
Bir homurtuyla sırt üstü uzandı. Rüyalar bir Aes Sedai’den yardım istemesini haklı çıkaracak kadar kötü müydü? Diğer yandan, yaptığı herhangi bir şey daha derine saplanmasına sebep olur muydu? İki Nehir’den ayrılmış, bir Aes Sedai’nin yanında gidiyordu. Ama elbette seçeneği olmamıştı. Kadına güvenmek dışında seçeneği var mıydı? Bir Aes Sedai’ye? Bunu düşünmek bile rüyalar kadar kötüydü. Tam’in öğrettiği gibi boşluğun dinginliğini arayarak battaniyenin altında büzüldü, ama uykusunun gelmesi çok, çok uzun sürdü.