Rand, Kraliçenin Takdisi’ndeki odasının yüksek penceresinden kalabalıkları izliyordu. Sokakta bağırarak, her yöne akarak, flamalar ve sancaklar sallayarak koşturuyorlardı. Binlerce kırmızı fon üzerinde nöbet tutan beyaz aslan. Caemlynliler ve yabancılar bir arada koşuyor ve bu sefer kimse bir başkasının kafasını patlatmak istiyor gibi görünmüyordu. Belki bugün yalnızca tek bir hizip vardı.
Rand sırıtarak pencereden döndü. Egwene ile Perrin’in hayatta ve gördükleri şeylere gülerek içeri girecekleri günün yanı sıra, sabırsızlıkla beklediği bir başka gün buydu.
“Geliyor musun?” diye sordu yine.
Mat yatağında kıvrıldığı yerden dik dik baktı. “O kadar dost olduğun Trolloc’u al yanına.”
“Kan ve küller, Mat, o Trolloc değil. İnatla aptallık ediyorsun. Kaç kez daha aynı şeyi tartışmak istiyorsun? Işık, sanki daha önce Ogierleri hiç duymadın.”
“Trolloclara benzediklerini hiç duymamıştım.” Mat yüzünü yastığına gömdü ve daha sıkı kıvrıldı.
“İnatçı ve aptal,” diye mırıldandı Rand. “Burada daha ne kadar saklanacaksın? Sonsuza dek yemeklerini onca merdivenden yukarı taşımayacağım. Hem, bir banyo yapsan fena olmazdı.” Mat daha derine gömülmeye çalışır gibi yatağın içinde omuz silkti. Rand içini çekti, sonra kapıya gitti. “Birlikte gitmek için son şansımız, Mat. Ben gidiyorum.” Kapıyı, Mat’in fikrini değiştireceğini umarak yavaşça çekti, ama arkadaşı yerinden kıpırdamadı. Kapı tıkırdayarak kapandı.
Koridorda kapıya yaslandı. Gill Efendi iki sokak yukarıda yaşlı bir kadın olduğunu söylemişti, Grubb Ana, bitkiler ve lapalar satıyor, doğumlara gidiyor, hastalara bakıyor, falcılık yapıyordu. Biraz Hikmet gibi olduğunu düşünmüştü. Mat’in ihtiyacı olan Nynaeve, ya da belki Moiraine’di, ama elinde Grubb Ana vardı. Kadın gelmeyi kabul ederse, onu Kraliçenin Takdisi’ne getirmek yanlış türden bir dikkat çekebilirdi; Rand ve Mat kadar kadın için de.
Bugünlerde Caemlyn’de otacılar ve şifacılar ortalıklarda görünmüyordu; iyileştirme ya da falcılık yapan herkese karşı söylentiler vardı. Her gece, hattâ bazen gün ışığında kapılara Ejder Dişleri çiziliyordu ve Karanlıkdostu bağırışları yükseldiği zaman insanlar ateşlerini kimin düşürdüğünü, ağrıyan dişlerine kimin lapa bastığını unutabilirdi. Şehirdeki hava buydu.
Mat aslında hasta gibi görünmüyordu. Rand’ın mutfaktan getirdiği her şeyi yiyordu –ama asla başkasının elinden kabul etmiyordu– ve ağrılardan ya da ateşten şikayeti yoktu. Yalnızca odadan çıkmayı reddediyordu. Ama Rand bugün onu dışarı çıkarabileceğini düşünmüştü.
Pelerinini omuzlarına yerleştirdi, kılıç kemerini öyle çevirdi ki, kırmızı kumaşa sarılmış kılıç daha fazla gizlendi.
Merdivenlerin dibinde yukarı çıkmaya hazırlanan Gill Efendi ile karşılaştı. “Şehirde sizi soran biri varmış,” dedi hancı piposunun üzerinden. Rand bir umut dalgası hissetti. “Seni ve diğer dostlarını isimleri ile soruyormuş. En azından siz gençleri. Üçünüzü çok istiyor gibi.”
Umut yerini endişeye bıraktı. “Kim?” diye sordu Rand. Koridorun iki yanına bakmaktan kendini alamadı. Yan yol çıkışından salon kapısına kadar tüm koridor, onlar dışında boştu.
“İsmini bilmiyorum. Yalnızca duydum. Caemlyn’de hemen her şeyi duyarım ben. Dilenciymiş.” Hancı homurdandı. “Yarı deli olduğunu işittim. Öyle de olsa, böyle zor zamanlar yaşıyor olsak bile, Saraya giderse Kraliçenin İhsanı’nı alabilir. Büyük Günlerde Kraliçe bunu kendi elleriyle dağıtır ve hiç kimse, hiçbir nedenle geri çevrilmez. Kimsenin Caemlyn’de dilenmesine gerek yoktur. Aranan bir adam bile Kraliçenin İhsanı’nı alırken tutuklanamaz.”
“Bir Karanlıkdostu mu?” dedi Rand gönülsüzce. Karanlıkdostları isimlerimizi biliyorsa…
“Aklını Karanlıkdostları ile bozmuşsun, delikanlı. Evet, varlar, ama sırf Beyazcübbeler insanları ayağa kaldırdı diye şehrin onlarla dolu olması gerekmiyor. Bu aptallar şimdi de ne söylenti başlattılar, biliyor musun? ‘Tuhaf şekiller.’ Buna inanabiliyor musun? Geceleyin şehrin dışında dolanan tuhaf şekiller.” Hancı, karnını hoplata hoplata güldü.
Rand’ın canı gülmek istemiyordu. Hyam Kinch tuhaf şekillerden bahsetmişti ve orada bir Soluk olduğu kesindi. “Ne tür şekiller?”
“Ne tür mü? Ne tür olduğunu bilmiyorum. Tuhaf şekiller. Muhtelemen Trolloclar. Gölge-adamlar. On beş metre boyunda geri dönmüş Lews Therin Kardeşkatili. Kafalarında bir fikir varken insanların ne tür şekiller hayal edeceğini düşünüyorsun? Bu senin endişelenmeni gerektirecek bir şey değil.” Gill Efendi onu bir süre süzdü. “Dışarı mı çıkıyorsun? Eh, ben, bugün bile, canımın dışarı çıkmayı çektiğini söyleyemem, ama burada benden başka kalan kimse yok. Ya arkadaşın?”
“Mat kendini iyi hissetmiyor. Belki daha sonra.”
“Eh, öyle olsun. Kendine dikkat et. Bugün bile iyi Kraliçe’nin adamları orada sayıca az olacak, Işık bunun olduğunu gördüğüm günü yaksın. En iyisi yan yoldan çık. Sokağın karşısında o lanet hainlerden ikisi oturmuş, kapımı izliyor. Işık adına, nerede durduğumu biliyorlar!”
Rand başını çıkardı ve iki yana baktıktan sonra yan yola kaydı. Gill Efendi’nin tuttuğu iri bir adam yan yolun başında bekliyor, mızrağına yaslanmış, görünüşte ilgisizce gelip geçenleri izliyordu. Bunun yalnızca görünüşte olduğunu Rand biliyordu. Adam –adı Lamgwin’di– o ağır kapaklı gözleriyle her şeyi görüyordu ve iriliğine rağmen bir kedi gibi hareket edebiliyordu. Aynı zamanda Kraliçe Morgase’in ete ve kemiğe bürünmüş Işık, ya da ona yakın bir şey olduğuna inanıyordu. Kraliçenin Takdisi’nin çevresinde dağılmış, ona benzer bir düzine adam vardı.
Rand yan yolun ağzına geldiğinde Lamgwin’in kulağı seyirdi, ama ilgisiz bakışlarını sokaktan ayırmadı. Rand adamın gelişini duyduğunu biliyordu.
“Bugün arkanı kolla, adamım.” Lamgwin’in sesi bir tavada takırdayan çakıltaşları gibi çıkmıştı. “Sorun başladığı zaman burada lazım olacaksın. Sırtında bir hançerle yatarken işe yaramazsın.”
Rand, iriyarı adama baktı, ama şaşkınlığını belli etmedi. Kılıcını hep gözden uzak tutmaya çalışıyordu, ama Gill Efendi’nin adamları savaşmayı bildiğini ilk kez varsaymıyordu. Lamgwin ona bakmadı. Adamın işi hanı korumaktı ve o da bunu yapıyordu.
Kılıcını pelerininin altına biraz daha iten Rand kalabalığa karıştı. Hancının bahsettiği iki adamı gördü. Kalabalığı görebilmek için sokağın karşısında ters çevirdikleri iki fıçıya çıkmışlardı. Rand yan yoldan çıktığını fark ettiklerini sanmıyordu. Hangi tarafı tuttuklarını saklamıyorlardı. Yalnızca kılıçlarını kırmızı kumaşla sarmakla kalmamış, kollarına beyaz kolluklar, şapkalarına beyaz rozetler takmışlardı.
Rand Caemlyn’e geldikten sonra kısa sürede kılıcı kırmızı kumaşla sarmanın, kırmızı kolluk ya da rozet takmanın Kraliçe Morgase’i desteklemek anlamına geldiğini öğrenmişti. Beyaz, yolunda gitmeyen her şeyin suçunu Kraliçe’ye, onun Aes Sedailer ve Tar Valon’la ilişkisine atmak demekti. Hava durumu, çıkmayan ekinler. Hattâ belki sahte Ejder çıkmasının suçunu.
Rand, Caemlyn politikasına karışmak istemiyordu. Ama artık çok geçti. Yalnızca çoktan seçimini yapmış olması yüzünden değil –kazayla yapmıştı, ama yapmıştı işte. Şehirde öyle bir hava vardı ki, tarafsız kalmak olanaksızdı. Yabancılar bile rozetler, kolluklar, kılıç sargıları kullanıyordu ve kırmızıdan çok beyaz vardı. Belki bazıları bu fikirde değildi, ama evlerinden çok uzaktaydılar ve Caemlyn’de eğilim buydu. Kraliçe’yi destekleyenler kendilerini korumak için gruplar halinde geziyorlardı. O da dışarı çıkarlarsa.
Ama bugün farklıydı. En azından görünürde, Bugün Caemlyn Işık’ın Gölge’ye karşı zaferini kutluyordu. Bugün sahte Ejder, Tar Valon’a götürülmeden önce Kraliçe’nin önünde teşhir edilmek üzere şehre getiriliyordu.
Kimse işin bu kısmından bahsetmiyordu. Elbette Tek Güç’ü kullanabilen bir adamla, Aes Sedailerden başka kimse başedemiyordu, ama kimse bundan bahsetmek istemiyordu. Işık Gölge’yi altetmişti ve Andor’un askerleri savaşın ön saflarındaydı. Bugün için önemli olan tek şey buydu. Bugün için, başka her şey unutulabilirdi.
Rand, bunun doğru olup olmadığını merak etti. Kalabalık şarkı söyleyerek, flamalar sallayarak, kahkahalar atarak koşuyordu, ama kırmızı sergileyen adamlar on, yirmi kişilik gruplar halinde dolaşıyordu ve yanlarında kadın ya da çocuk yoktu. Rand Kraliçe’ye sadakatini sergileyen her adama karşılık en az on beyazlı adam olduğunu düşündü. Beyaz kumaşın daha ucuz olmuş olmasını diledi ve bunu ilk kez yapmıyordu. Ama beyaz renkle ortaya çıksaydım Gill Efendi yardım eder miydi?
Kalabalık o kadar yoğundu ki, ittirip kaktırmalar kaçınılmazdı. Beyazcübbeler bile bugün kalabalıktaki küçük açıklıklarından mahrum kalmışlardı. Rand, kalabalığın onu İç Şehir’e taşımasına izin verirken, tüm düşmanlıkların dizginlenmediğini fark etti. Birisinin üç Işığın Evlatlarından birine tosladığını, adamın düşmekten kendini zor kurtardığını gördü. Beyazcübbe dengesini kurduktan sonra adama öfkeyle küfretmeye başladığında bir başka adam bilinçli olarak yaklaşıp omuzlamıştı. Sorun daha ileri gitmeden Beyazcübbe’nin arkadaşları onu kenara, bir kapı aralığına sığınabilecekleri bir yere çekmişti. Üçü normal, dik bakışları ile inanmazlık dolu bakışlar arasında kararsız kalmış gibi görünmüştü. Kalabalık, hiç kimse bir şey fark etmemiş gibi akmaya devam etmişti, belki de kimse bir şey fark etmemişti.
İki gün önce kimse böyle bir şey yapmaya cesaret edemezdi. Dahası, Rand Beyazcübbe’ye toslayan adamların şapkalarında beyaz rozetler taşıdığını fark etmişti. Kraliçe ile Aes Sedai danışmanına karşı olanların Beyazcübbelere destek verdiği varsayılıyordu, ama fark etmiyordu. İnsanlar daha önce hiç akıllarına gelmeyen şeyler yapıyordu. Bugün bir Beyazcübbe’yi iteklemek. Belki yarın bir Kraliçe’yi tahttan indirmek. Rand aniden yakınında kırmızılı birkaç adam daha olmasını diledi; beyaz rozetliler ve kolluklular tarafından ittirilip kaktırılırken birden kendini çok yalnız hissetmişti.
Beyazcübbeler onlara baktığını fark ettiler ve meydan okurcasına karşılık verdiler. Rand şarkı söyleyen bir grubun onu alıp götürmesine izin verdi ve şarkılarına katıldı.
“Aslan ileri,
Aslan ileri,
Beyaz Aslan meydana indi.
Gölge’ye meydan okuyarak kükredi.
Aslan ileri,
İleri, muzaffer Andor.”
Sahte Ejder’i Caemlyn’e getirecek yol iyi biliniyordu. O sokaklar Kraliçenin Askerleri’nden katı sıralarla ve kırmızı ceketli, mızraklı askerlerle açık tutuluyordu, ama halk omuz omuza kenarlara, hattâ pencerelere ve çatılara yığılmıştı. Rand Saraya yaklaşmaya çalışarak İç Şehir’de kendine yol açtı. Logain Kraliçe’nin huzurunda sergilenirken görebileceğini düşünmüştü. Sahte Ejder’i ve ve Kraliçe’yi birlikte görmek… bu köydeyken asla hayal etmediği bir şeydi.
İç Şehir tepelerin üzerine inşa edilmişti ve Ogierlerin yaptıklarından çoğu korunmuştu. Yeni Şehir’in sokakları genellikle çılgın bir kilim oluşturacak şekilde, gelişigüzel yönlere uzanırken burada, toprağın doğal bir parçasıymış gibi tepelerin kıvrımlarını takip ediyordu. Uzanan inişler ve çıkışlar her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar sunuyordu. Neredeyse hiç yeşillik kalmadığı halde yürüyüş yolları ve anıtları ile göze hoş görünen desenler oluşturan, yukarıdan olsa bile değişik açılardan görülen parklar. Aniden ortaya çıkan, seramik kaplı duvarları güneş ışığı altında rengarenk parlayan kuleler. İnsanın gözlerinin şehrin tamamını aşıp ötedeki ovalara ve ormanlara kadar görebildiği ani yükseltiler. Hepsi, görmesine izin vermeden onu sürükleyip götüren kalabalık olmasa görmeye değerdi. Ve o kıvrımlı sokaklar çok daha ilerisini görülmeyi imkansız kılıyordu.
Aniden bir kıvrıma sürüklendi ve Sarayı gördü. Arazinin doğal hatlarını takip eden sokaklar sarmallar çizerek buraya ulaşacak şekilde yapılmıştı –açık renkli kuleler, altın kubbeler, girift taş işlemeler, her yükseltide dalgalanan Andor bayrağı ile bir âşık masalı, tüm diğer manzaraların uğruna tasarlandığı bir merkez. Sıradan binalar gibi inşa edilmek yerine, bir heykeltıraş tarafından yontulmuş gibi görünüyordu.
Bir bakış, Rand’a Saraya daha fazla yaklaşamayacağını gösterdi. Kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyordu. Kraliçenin Askerleri kırmızı renkte on sıra halinde Saray kapılarının önüne dizilmişlerdi. Beyaz duvarların tepesinde, yüksek balkonlarda ve kulelerde, daha fazla asker dikilmiş, yayları zırhlı göğüslerinin üzerinde aynı açıyla eğilmişti. Onlar da bir âşık masalından çıkmış gibi görünüyordu, şeref askerleri gibi, ama Rand, orada olmalarının sebebinin bu olduğuna inanmıyordu. Sokakta dizilmiş şamata yapan kalabalık neredeyse tamamen beyaz kumaşla sarılı kılıçlardan, beyaz kolluklardan ve beyaz rozetlerden oluşuyordu. Orada burada beyazlar, kırmızı bir düğümle bozuluyordu. Kırmızı üniformalı askerler onca beyaza karşı zayıf bir engel gibi görünüyordu.
Saraya daha fazla yaklaşmaya çalışmaktan vazgeçen Rand, boyunu avantaj olarak kullanabileceği bir yer aradı. Her şeyi görmek için ön sırada olması gerekmiyordu. Kalabalık devamlı hareket ediyor, insanlar öne gitmeye çalışıyor, bazıları daha iyi görebileceklerini düşündükleri noktalara seyirtiyordu. Bu değişimler sırasında kendini sokaktan üç sıra arkada buldu ve mızraklı askerler dahil önündeki herkes ondan daha kısaydı. Neredeyse herkes. Bunca bedenin sıkıştırması yüzünden ter içinde kalan kalabalık iki yandan bastırıyordu. Arkasındakiler görememekten şikayet ediyor, yanından geçmek için eğiliyorlardı. Rand iki yanındakilerle birlikte aşılmaz bir duvar oluşturarak yerini korudu. Kendinden hoşnuttu. Sahte Ejder geçerken adamın yüzünü açıkça görebilecek kadar yakında olacaktı.
Sokağın karşısında, Yeni Şehir’in kapılarına doğru, tıklım tıkış kalabalıktan bir dalga geçti; dönemeçte insanlar bir şeyin geçmesi için yol vermek üzere kenara çekiliyorlardı. Bugün hariç her gün Beyazcübbeleri takip eden açıklığa benzemiyordu. İnsanlar irkilerek geriliyorlar, sonra yüzleri tatsız tatsız buruşuyordu. Yoldan çekilmek için arkalarındakini ittiriyor, yüzlerini geçen şeyden kaçırıyorlar, ama göz ucuyla gelip geçene kadar izliyorlardı.
Kargaşayı başka gözler de fark etti. Ejder’in gelişinin beklentisi içinde, artık beklemek dışında yapacak hiçbir şeyi kalmayan kalabalık, her şeyi yorum yapmaya değer buluyordu. Rand, Aes Sedailerden Logain’in kendisine kadar değişen yorumlar duydu. Hattâ bazı kaba yorumlar erkeklerden kahkahalar, kadınlardan küçümseme dolu burun çekmeler getirdi.
Dalga, kalabalığın içinde dolandı, sokağın kenarına yaklaştı. Kimse geçen şeye yol açmakta tereddüt etmiyor gibiydi, kalabalık boşalan yeri doldurmak için kıpırdanırken avantajlı bir noktayı kaybetmeye malolsa bile. Sonunda, Rand’ın tam karşısında kalabalık kırmızı ceketli askerleri ittirerek sokağa doğru kabardı ve açıldı. Tereddüt içinde açığa çıkan kambur şekil, bir insandan çok bir paçavra yığınına benziyordu. Rand, çevresinde tiksinti dolu mırıltılar duydu.
O perişan adam sokağın uzak ucunda durdu. Yırtık, kirden kaskatı başlığı bir şey arıyor, dinliyor gibi bir o yana, bir bu yana döndü. Birden sessiz bir haykırış kopardı ve pis, pençe gibi elini uzatıp doğrudan Rand’a işaret etti. Aniden böcek gibi sokağı geçmeye başladı.
Dilenci. Hangi talihsizlik adamın kendisini bu şekilde bulmasına izin vermişse, Rand aniden, Karanlıkdostu ya da değil, onunla yüz yüze gelmek istemediğine karar verdi. Dilencinin gözlerini derisine değen yağlı su gibi hissediyordu. Özellikle de adamın burada, şiddetin eşiğindeki bir kalabalığın içinde yaklaşmasını istemiyordu. Biraz önce gülen sesler, Rand ittirip geçerken, sokaktan uzaklaşırken küfretmeye başladı.
Rand ittirip kaktırmak zorunda kaldığı kalabalığın, pis adamın önünde kendiliğinden açılacağını bilerek acele etti. Kalabalığın içinden kendine yol açmaya çalışırken sendeledi, düşecek oldu, ama sonunda aniden kendini kurtardı. Denge kurmak için kollarını sallayarak koşmaya başladı. İnsanlar ona işaret ettiler, zıt yöne giden bir o vardı ve bunu koşarak yapıyordu. Peşinden bağırışlar geldi. Pelerini arkasında dalgalanarak kırmızı kumaşa sarılmış kılıcını açığa çıkardı. Bunu fark ettiği zaman hızını artırdı. Kraliçe yi destekleyen ve koşarak kaçan yalnız biri, bugün bile olsa beyaz rozetli kalabalığı kovalamaya teşvik edebilirdi. Rand uzun bacaklarının taş döşeli sokaklarda mesafeleri tüketmesine izin vererek koştu. Bağırışlar arkasında yok olana kadar, kendisine nefes nefese bir duvara yaslanma izni vermedi.
Hâlâ İç Şehir’de olduğu dışında nerede olduğunu bilmiyordu. O kıvrımlı sokaklarda kaç dönemeç geçtiğini hatırlamıyordu. Yine koşmaya hazır, geldiği yöne baktı. Sokakta yalnızca tek bir kadın vardı, pazar sepeti kolunda, sakin sakin yürüyen bir kadın. Şehirdeki başka herkes sahte Ejder’i görmek için toplanmıştı. Beni takip etmiş olamaz. Onu arkada bırakmış olmalıyım.
Dilenci vazgeçmeyecekti; bundan emindi, ama bunun nedenini, bilmiyordu. O perişan şekil, o sırada kalabalığın içinde ilerliyor, arıyor olmalıydı ve eğer Rand, Logain’i görmek için geri dönerse onunla karşılaşma tehlikesini göze almış olacaktı. Bir an Kraliçenin Takdisi’ne geri dönmeyi düşündü, ama Kraliçe’yi görme fırsatını bir daha bulamayacağından emindi ve sahte bir Ejder görmek için bir daha fırsat çıkmayacağını umuyordu. Bir Karanlıkdostu bile olsa kambur bir dilencinin onu saklanmaya zorlaması korkakça bir şeymiş gibi görünüyordu.
Düşünerek çevresine bakındı. İç Şehir’de inşa edilen binalar alçaktı, bu yüzden belli noktalardan bakınca manzara kesintisiz uzanıyordu. Alayın sahte Ejder’le beraber geçmesini görebileceği yerler olmalıydı. Kraliçe’yi göremese bile Logain’i görebilirdi. Aniden karar vererek yola çıktı.
Bir sonraki saat boyunca bunun gibi çok yer buldu, ama her biri alayın yolundaki izdihamdan kaçınmaya çalışan insanlarla tıkabasa doluydu. Beyaz rozetler ve kolluklardan katı bir cephe oluşturmuşlardı. İçlerinde hiç kırmızı yoktu. Böyle bir kalabalığın içinde kılıcının nasıl bir tepki çekeceğini düşünen Rand dikkatle, hızla uzaklaştı.
Yeni Şehir’den bağırışlar yükseldi, haykırışlar, boru sesleri, davulların askeri temposu. Logain ve eşlikçileri Caemlyn’e girmiş, Saraya doğru ilerliyorlardı.
Morali bozulan Rand, boş sokaklarda dolandı, Hâlâ Logain’i görecek bir yer bulmayı umuyordu. Gözleri yürümekte olduğu yoldan yükselen, üzerinde bina bulunmayan bir yamaca takıldı. Normal bir baharda yamaç çiçekler ve çimenlerde dolu olurdu, ama şimdi tepesindeki yüksek duvara kadar kahverengiydi. Duvarın arkasında ağaçların tepeleri görülebiliyordu.
Sokağın bu kısmı harika bir manzara için tasarlanmamıştı, ama ileride, çatıların üzerinde, Beyaz Aslan flamaları rüzgarda dalgalanan Saray’ın kulelerinden bazılarını görebiliyordu. Rand yolun, gözden kaybolduğu tepeyi dolandıktan sonra nereye gittiğinden emin değildi, ama aniden tepedeki duvar aklına geldi.
Davul ve boru sesleri yaklaşıyor, bağırışlar yükseliyordu. Hevesle yamacı tırmandı. Tırmanılmak için yapılmamıştı, ama çizmelerini ölü çimenlere gömerek, yapraksız çalılara tutunarak kendisini yukarı çekti. Gösterdiği çabadan çok hissettiği hevesle nefes nefese, duvara kalan son birkaç adımı emekleyerek aştı. Duvar tepesinde yükseliyordu, boyunun iki katı, hattâ daha yüksekti. Hava, dövülen davullarla gürlüyor, boru sesleri ile çınlıyordu.
Duvarın örüldüğü taşlar doğal hallerinde bırakılmışlardı, dev bloklar yerlerine öyle iyi oturmuştu ki, birleşme yerleri zar zor görülebiliyordu, kabalığı neredeyse doğal bir uçurum duvarı gibi görünmesine sebep oluyordu. Rand sırıttı. Kum Tepelerinin ötesindeki uçurumlar daha yüksekti ve onlara Perrin bile tırmanabiliyordu. Elleri kayanın üzerindeki tutunma yerlerini aradı, çizmeli ayakları yarıklar buldu. Tırmanırken davullar onunla yarış etti. Rand onların kazanmasına izin vermeyi reddetti. Onlar Saraya ulaşamadan, o duvarın tepesine ulaşacaktı. Telaşı içinde taşlar ellerini yırttı ve pantolonunun arkasından dizlerini çizdi, ama Rand kollarını duvarın tepesine attı ve bir zafer duygusu ile kendini yukarı çekti.
Telaşla dönüp duvarın üstündeki düz, dar kısıma oturdu. Yüksek bir ağacın yapraklı dalları başının üzerinden uzanıyordu, ama Rand bunu düşünecek durumda değildi. Kiremit çatıların üstünden bakıyordu, ama duvardan gördüğü manzara açıktı. Birazcık eğildi ve Saray kapısını, orada dizilmiş duran Kraliçenin Askerleri’ni ve beklenti içindeki kalabalığı gördü. Beklenti içinde. Bağırışları davulların ve boruların gümbürtüsü içinde boğuluyordu, ama yine de bekliyorlardı. Rand sırıttı. Ben kazandım.
Yerine yerleşirken alayın ilk kısmı Saraydan önceki son dönemeci dolandı. İlk önce yirmi sıra borucu çıktı, havayı zafer dolu feryatlarla, bir zafer tezahüratı ile yardı. Arkalarında, aynı sayıda davul gökgürültüsü gibi kükredi. Sonra, Caemlyn sancakları geldi, atlıların taşıdığı, kırmızı üzerine beyaz aslanlar. Arkasından Caemlyn askerleri belirdi, parlak zırhlar içinde, mızraklarını gururla kaldıran, kırmızı flamaları dalgalanan dizi dizi atlılar. Arkalarından üç kat daha fazla kargıcı ve okçu geldi, ve atlılar bekleyen askerlerin arasından geçip Saray kapılarından içeri girdikten sonra gelmeye devam ettiler.
Piyadelerin sonuncusu da köşeyi döndükten sonra, arkalarında büyük bir araba belirdi. Dörtlü gruplar halinde on altı at tarafından çekiliyordu. Arkasında, demir parmaklıklı iri bir kafes vardı ve her köşede iki kadın oturmuş, alay ve kalabalık yokmuş gibi dikkatle kafesi izliyordu. Aes Sedailer, Rand emindi. Araba ile piyadeler arasında, her iki yanda, pelerinleri dalgalanan ve göz aldatan bir düzine Muhafız at sürüyordu. Aes Sedailer kalabalığı görmezden geliyorsa bile, Muhafızlar sanki onlardan başka nöbetçi yokmuş gibi kalabalığı dikkatle tarıyorlardı.
Bütün bunların yanında, Rand’ın dikkatini çeken kafesteki adam oldu. Logain’in yüzünü dilediği gibi görecek kadar yakın değildi, ama aniden arzu ettiği kadar yakın olduğunu düşündü. Sahte Ejder uzun boylu bir adamdı, geniş omuzlarında dalgalanan, uzun, koyu renk saçları vardı. Arabanın sallanmasına karşılık bir elini tepesindeki parmaklıklara koymuş, dik duruyordu. Giysileri sıradan görünüyordu, herhangi bir çiftçi köyünde dikkat çekmeyecek bir pelerin, ceket ve pantolon. Ama onları giyme tarzı… Duruşu… Logain her santimetresi ile bir kraldı. Kafes yoktu sanki. Başı ve sırtı dikti, kalabalığa sanki onu şereflendirmek için gelmişler gibi bakıyordu. Ve bakışları nereye dönerse, oradaki insanlar susuyor, huşu içinde ona bakıyorlardı. Logain’in gözleri onları bıraktıktan sonra, sessizliklerini telafi etmek ister gibi iki kat öfkeyle bağırıyorlardı, ama bu ne adamın duruşunu, ne de onunla beraber ilerleyen sessizliği etkiliyordu. Araba Saray kapılarından geçerken adam dönüp toplanan yığınlara baktı. Ona, sözcüksüz bir uluma, hayvani bir nefret ve korku dalgası ile karşılık verdiler. Saray onu yutarken Logain başını arkaya attı ve güldü.
Arabanın arkasından sahte Ejder’le savaşan ve onu alteden diğerlerini temsil eden sancaklar taşıyan başka birlikler geçti. Illian’ın Altın Arıları, Tear’ın üç Beyaz Hilal’i, Cairhien’in Doğan Güneş’i ve başka uluslar ve şehirlerin, ihtişamlarını kükreyecek kendi boruları ve kendi davulları ile gelen büyük adamların sancakları. Logain geçip gittikten sonra etkisizdi.
Rand kafesli adamı son bir kez görebilmek için biraz daha eğildi. Yenilmişti, değil mi? Işık, yenilmiş olmasa lanet bir kafeste olmazdı.
Dengesini yitirdi, kaydı ve duvarın tepesine tutunup dengesini buldu. Logain gittikten sonra, taşın avuçlarını ve parmaklarını çizdiği yerlerdeki yangının farkına vardı. Ama imgelerden kurtulamıyordu. Kafes ve Aes Sedailer. Yenik düşmemiş Logain. Kafese rağmen bu altedilmiş bir adam değildi. Ürperdi ve acıyan ellerini kalçalarına sürttü.
“Aes Sedailer neden nöbet tutuyor?” diye sordu yüksek sesle.
“Gerçek Kaynak’a dokunmasını engelliyorlar, aptal.”
Bakmak için kızın sesine doğru hızla başını çevirdi ve aniden dengesini kaybetti. Geriye devrildiğini fark edecek kadar zamanı ancak bulabildi, sonra başına bir şey çarptı ve kahkahalar atan bir Logain onu dönüp duran karanlıkta kovalamaya başladı.