Perrin ağır ağır güney ve doğuya yolculuk eden Tuatha’anlarla geçen günler için endişeleniyordu. Gezginler acele etme ihtiyacı hissetmiyordu; hiç hissetmezlerdi. Rengarenk arabalarıyla, sabahleyin güneş ufukta iyice yükselmeden yola çıkmıyor, uygun bir nokta bulurlarsa henüz akşam olmadan duruyorlardı. Köpekler ve çocuklar rahatça arabaların yanına koşturuyor, ayak uydurmakta güçlük çekmiyorlardı. Daha fazla ya da daha hızlı gitme önerileri, kahkahalar ya da belki, “Ah, ama zavallı atların bu kadar çok çalışmasını ister misin?” sözleri ile karşılanıyordu.
Perrin, Elyas’ın duygularını paylaşmamasına şaşırıyordu. Elyas arabalara binmiyordu –yürümeyi tercih ediyor, zaman zaman topluluğun önünden gidiyordu– ama ayrılmayı hiç önermiyor, hızlanmaları için ısrar etmiyordu.
Tuhaf, deri giysileri içindeki, sakallı adam, nazik Tuatha’anlardan o kadar farklıydı ki, arabaların arasında nereye giderse gitsin sırıtıyordu. Kampın öte ucundan bakılsa bile Elyas’ı halktan biri ile karıştırmanın imkanı yoktu ve bunun tek sebebi giysileri değildi. Elyas bir kurdun tembel zerafeti ile hareket ediyor, kürk giysileri ve şapkası bunun ancak altını çiziyordu. Adam, ateşin ısı yayması gibi yoğun bir tehlike duygusu yayıyordu ve Gezginler ile arasındaki karşıtlık keskindi. Genç ya da yaşlı, halkın duruşu coşkuluydu. Zerafetlerinde tehlike değil, yalnızca sevinç vardı. Çocukları, salt hareket etme zevkiyle fırlayıp geçiyorlardı, ama Tuatha’anlar arasında gri-sakalların ve büyükannelerin de adımlan hafif, yürüyüşleri vakarlı, fakat canlı bir dans gibiydi. Halkın tümü, yerlerinde kıpırdamadan dururken bile, kampta müzik olmadığı nadir zamanlarda bile her an dans etmeye başlayacak gibi görünüyordu. Kemanlar, flütler, santurlar, kanunlar ve davullar her saat arabaların çevresinde, kampta ya da hareket halinde ezgiler yaratıyordu. Coşkulu şarkılar, neşeli şarkılar, gülen şarkılar, hüzünlü şarkılar; kampta uyanık biri varsa, genellikle müzik de olurdu.
Elyas, yanından geçtiği her arabada selamlar ve gülümsemeler ile karşılaşıyor, başında durduğu her ateşte, neşeli bir sözcük ile karşılanıyordu. Bu, halkın yabancılara gösterdiği yüz olmalıydı –açık, gülümseyen yüzler. Ama Perrin yüzeyin altında yarı-evcil bir geyiğin ihtiyatlılığının saklı olduğunu öğrenmişti. Emond Meydanı’ndan gelenlere yönelttikleri gülümsemelerin altında derin bir şey yatıyordu, güvende olup olmadıklarını merak eden bir şey, günler geçtikçe biraz azalan bir şey. Elyas varken ihtiyat güçlüydü, tıpkı havada parıldayan yaz ortası sıcaklığı gibi ve azalmıyordu. O bakmazken, ne yapacağından emin değillermiş gibi devamlı onu izliyorlardı. Kampın içinde yürürken, dans etmeye hazır ayaklar kaçmaya da hazır görünüyordu.
Elyas, Halkın Yaprağın Yolu ile, onların kendisi ile olduğundan daha rahat değildi. Tuatha’anların yanındayken dudakları devamlı bükülüyordu. Tam olarak tenezzül değildi ve kesinlikle küçümseme değildi, ama burada değil başka bir yerde, başka herhangi bir yerde olmayı tercih eder gibi görünüyordu. Ama ne zaman Perrin halktan ayrılma konusunu açsa, Elyas birkaç gün için dinlenmekle ilgili yatıştırıcı sözler söylüyordu.
“Benimle karşılaşmadan önce zor zamanlar yaşadınız,” dedi Elyas, Perrin’in sorduğu üçüncü veya dördüncü kez, “ve peşinizde Trolloclar, Yarı-insanlar, ve dost olarak bir Aes Sedai varken, daha da zor zamanlar yaşayacaksınız.” Ila’nın kuru elma pastasından aldığı bir lokmanın üzerinden sırıttı. Perrin, adam gülümserken bile, hâlâ o sarı gözleri rahatsız edici buluyordu. Belki de daha çok gülümserken; gülümsemeler avcının gözlerine nadiren dokunuyordu. Elyas, her zamanki gibi bunun için çekilmiş kütüklerin üzerine oturmayı reddederek Raen’in ateşinin yanında uzanmıştı. “Kendini Aes Sedai’nin ellerine bırakmak için bu kadar acele etme.”
“Ya Soluklar bizi bulursa? Biz burada oturmuş beklerken neden oyalansınlar? Üç kurt onları uzak tutamaz ve Gezginlerin bir faydası olmaz. Kendilerini bile savunmazlar. Trolloclar onları katleder ve bu bizim hatamız olur. Her neyse, eninde sonunda onlardan ayrılmamız gerekecek. Yakında olsa daha iyi.”
“Bir şey bana beklememi söylüyor. Yalnızca birkaç gün.”
“Bir şey mi!”
“Gevşe, evlat. Yaşamı olduğu gibi kabul et. Zorunluysan kaç, savaş, ve şansın varken dinlen.”
“Neden bahsediyorsun, bir şey de ne?”
“Şu pastadan al. Ila benden hoşlanmıyor, ama ziyaret ettiğimde beni iyi beslediği kesin. Halkın kamplarında hep iyi yiyecekler bulursun.”
“Ne bir şeyi ?” diye sordu Perrin. “Eğer bize söylemediğin bir şev biliyorsan…”
Elyas, elindeki pasta diliminin üzerinden kaşlarını çattı, sonra dilimi indirdi ve ellerindeki kırıntıları silkeledi. “Bir şey,” dedi sonunda, kendisi de tam olarak anlamazmış gibi omuzlarını silkerek. “Bir şey bana beklemenin önemli olduğunu söylüyor. Birkaç gün daha. Sık sık bu tür duygular hissetmem, ama hissettiğim zaman onlara güvenmeyi öğrendim. Geçmişte hayatımı kurtardılar. Bir şekilde bu sefer değişik, ama önemli. Bu açık. Kaçmaya devam etmek istiyorsan, kaç. Ben kalacağım.”
Perrin kaç kez sorduysa, söylediği tek şey bu oldu. Uzandı, Raen ile konuştu, yedi, şapkasını gözlerinin üzerine örtüp uyukladı ve gitmek konusunda konuşmayı reddetti. Bir şey ona beklemesini söylüyordu. Bir şey ona bunun önemli olduğunu söylüyordu. Gitme zamanı geldiğinde bilecekti. Biraz kek al, evlat. Kendi kendini heyecanlandırma. Şu yahniden dene. Gevşe.
Perrin gevşeyemiyordu. Geceleri gökkuşağı renklerindeki arabaların arasında dolaşarak kaygılanıyordu; başka sebepler kadar, başka kimsenin kaygılanacak sebep görememesinden dolayı kaygılanıyordu. Tuatha’anlar şarkı söylüyor, dans ediyor, kamp ateşlerinin çevresinde yemek pişiriyor, yiyorlar –meyveler ve kabuklu yemişler, böğürtlenler ve sebzeler; et yemiyorlardı– dünyada kaygılanacak başka şey yokmuş gibi sayısız işlerinin peşinde koşuyorlardı. Çocuklar her yerde koşturup, oynuyordu: arabaların arasında saklambaç, kampın çevresindeki ağaçlara tırmanmaca, köpeklerle kahkahalar atarak güreşmece. Kimsenin dünyada endişelenecek tek bir şeyi yoktu.
Perrin onları izlerken gitmek için sabırsızlanıyordu. Avcıları onların üzerine getirmeden gitmeliyiz. Bizi konuk ettiler ve biz nezaketlerine, onları tehlikeye atarak karşılık veriyoruz. En azından onların içlerinin rahat olması için sebepleri var. Onları kovalayan hiçbir şey yok. Ama biz…
Egwene’le konuşmak güçtü. Ya Ila ile kafa kafaya vermiş, aralarına erkek kabul etmeyeceklerini söyleyen bir tarzda sohbet ediyor, ya da Aram’la dans ediyor, flütlerin, kemanların, davulların ritmiyle, Tuatha’anların dünyanın her köşesinden topladıkları ezgilere, Gezginlerin keskin titrek şarkılarına ayak uydurarak dönüyordu. Gezginlerin şarkıları, hızlı da olsalar yavaş da, hep titrekti. Çok şarkı biliyorlardı, bazılarını köyden hatırlıyordu, ama genellikle isimleri farklı oluyordu. Örneğin “Çayırda Üç Kız”a, Tenekeciler “Dans Eden Güzel Kızlar” diyordu; “Kuzeyden Gelen Rüzgar”ın bazı yerlerde “Çok Yağmur Yağıyor”, bazılarında “Berin’in Sığınağı” olduğunu söylüyorlardı. Perrin düşünmeden “Tenekeci Tencerelerimi Aldı” şarkısını istediği zaman, gülmekten yerlere yuvarlandılar. Biliyorlardı, ama “Tüyleri Salla” olarak.
Halkın şarkıları ile dans etmek istemeyi anlayabiliyordu. Emond Meydanı’ndan kimse onu yeterli bir dansçıdan fazla görmezdi, ama bu şarkılar ayaklarını çekiyordu ve hayatı boyunca hiç bu kadar uzun, bu kadar çok, bu kadar iyi dans ettiğini düşünmüyordu. O büyüleyici şarkılar kalbinin davulların ritmine göre atmasına sebep oluyordu.
İkinci akşam Perrin, kadınların ilk defa yavaş şarkılardan biri ile dans ettiğini gördü. Ateşler tükenmek üzereydi ve gece arabaların üzerinde asılıydı. Parmaklar davullarda yavaş bir ritim çalıyordu. İlk önce bir davul, sonra bir başkası, sonunda kamptaki her davul aynı alçak, ısrarlı tempoyu tutmaya başladı. Kırmızı elbiseli bir kız şalını gevşeterek, sallanarak ışık halkasına girdi. Saçlarında boncuk dizileri asılıydı ve ayakkabılarını çıkarmıştı. Bir flüt yumuşak sesle inleyerek melodiye başladı ve kız dans etti. Uzattığı kolları şalı arkasında yaydı; çıplak ayakları davulların vuruşları ile sürtünürken kalçaları dalgalandı. Kızın kara gözleri Perrin’e dikildi, gülümseyişi de dansı kadar ağırdı. Kız, omzunun üzerinden delikanlıya gülümseyerek küçük çemberler çizdi.
Perrin yutkundu. Yüzündeki sıcaklığın sebebi ateş değildi. İlkine ikinci bir kız katıldı, şalının kenarlarını davulların temposu ve kalçalarının kıvrılmasına uyarak salladı. Kızlar ona gülümsediler ve Perrin boğazını temizledi. Çevresine bakınmaya korkuyordu; yüzü pancar gibi kızarmıştı ve dans edenleri izlemeyen herkes muhtemelen ona gülüyordu. Bundan emindi.
Elinden geldiğince kayıtsız görünmeye çalışarak, rahat bir yer ararmış gibi kütükten yere kaydı, ama büyük bir özenle sırtını ateşe ve dansçılara döndü. Emond Meydanı’nda böyle bir şey yoktu. Festival günü Çayır da kızlarla dans etmek buna yaklaşmıyordu bile. İlk kez rüzgarın hızlanmasını, onu serinletmesini istedi.
Kızlar dans ederek görüş alanına girdiler, ama şimdi üç kişiydiler. Biri ona kurnaz kurnaz göz kırptı. Perrin’in gözleri çılgınca çevrede dolandı. Işık, diye düşündü. Şimdi ne yapacağım? Rand olsa ne yapardı? O kızlardan anlar.
Dans eden kızlar alçak sesle gülüştüler; uzun saçlarını omuzlarından arkaya atarken boncuklar tıkırdayarak çarpıştı. Perrin, yüzünün alev alacağını sandı. Sonra kızlara, bu işin nasıl yapılacağını göstermek için biraz daha büyük bir kadın katıldı. Perrin inleyerek pes etti ve gözlerini kapattı. Gözkapaklarının ardından bile kahkahaları ona sataşıyor, gıdıklıyordu. Gözleri kapalıyken bile onları görebiliyordu. Alnında ter damlaları belirdi, rüzgar çıkmasını diledi.
Raen’e göre kızlar bu dansı sık yapmazdı ve kadınlar nadiren yapardı. Elyas’a göre, o geceden sonra her gece o dansı etmelerini Perrin’in kızarmasına borçluydular.
“Sana teşekkür etmeliyim,” dedi Elyas ona, ağırbaşlı ve ciddi bir sesle. “Siz gençler farklısınız, ama benim yaşımda kemiklerini ısıtmak için bir ateşten fazlası gerekiyor.” Perrin kaşlarını çattı. Elyas uzaklaşırken sırtının duruşunda, belli etmese bile içten içe kahkahalar attığını söyleyen bir şey vardı.
Perrin, kısa sürede gözlerini dans eden kızlardan ve kadınlardan kaçırmamayı öğrendi, ama göz kırpmaları ve gülümsemeleri hâlâ bunu yapabilmeyi dilemesine sebep oluyordu. Bir tanesi sorun olmayabilirdi –ama herkes izlerken beş altı kız… Kızarmalarının önüne asla tam olarak geçemedi.
Sonra, Egwene dansı öğrenmeye başladı. İlk gece dans eden iki kız ona öğrettiler, Egwene arkasında ödünç aldığı bir şalı sallayarak ayaklarını sürürken ellerini çırparak tempo tuttular. Perrin bir şey diyecek oldu, ama sonra ağzını açmamasının daha akıllıca olacağına karar verdi. Kızlar kalça hareketlerini eklediği zaman Egwene kahkaha atmaya başladı ve üç kız kıkırdaşarak birbirlerine yaslandılar. Ama Egwene, gözleri parıldayarak, yanaklarında parlak noktalar ile devam etti.
Aram, kızın dansını sıcak ve aç bakışlarla izliyordu. Genç, yakışıklı Tuatha’an ona mavi boncuklardan bir kolye vermişti ve Egwene, kolyesini hiç çıkarmıyordu. Torununun Egwene’e ilgi duyduğunu ilk anladığı zaman Ila’nın yüzünde beliren gülümsemelerin yerini endişeli kaş çatışlar almıştı. Perrin, genç Aram Efendi’den gözünü ayırmamaya karar verdi.
Bir kez Egwene’i, yeşil ve sarıya boyanmış bir arabanın yanında yalnız yakalamayı başardı. “Eğleniyorsun, değil mi?” dedi.
“Neden eğlenmeyeyim?” Kız, boynundaki boncuk kolyeyi elledi, boncuklara gülümsedi. “Hepimiz senin gibi sefil hissetmek için elimizden geleni yapmasak da olur. Birazcık eğlenmeye hakkımız yok mu?”
Aram biraz ötede –Egwene’den asla fazla uzaklaşmıyordu– kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzünde yarı kendinden emin, yarı meydan okuyan bir gülümseme, duruyordu. Perrin sesini alçalttı. “Tar Valon’a gitmek istediğini sanıyordum. Burada Aes Sedai olmayı öğrenemezsin.”
Egwene, saçlarını arkaya attı. “Ve ben de senin Aes Sedai olmamı istemediğini sanıyordum,” dedi, son derece tatlı bir sesle.
“Kan ve küller, burada güvende olduğumuza inanıyor musun? Bu insanlar biz buradayken güvende mi? Her an bir Soluk bizi bulabilir.”
Kızın boncukların üzerindeki eli titredi. Elini indirdi, derin bir nefes aldı. “Bugün de gitsek gelecek hafta da, olacak olan olur. Artık buna inanıyorum. Eğlen, Perrin. Elimizdeki son şans bu olabilir.”
Kız hüzünle Perrın’in yanağını okşadı. Sonra Aram elini ona uzattı ve kız kahkaha atarak ona koştu. Kemanların çaldığı yere doğru uzaklaşırlarken, Aram omzunun üzerinden Perrin’e, o senin değil, benim olacak, der gibi muzaffer bir gülümseme ile baktı.
Perrin hepsinin, halkın büyüsüne kapıldığını düşündü. Elyas haklı. Seni Yaprağın Yolu’na döndürmeye çalışmalarına gerek yok. İçine sızıyor.
Ila, onun rüzgarda nasıl büzüldüğünü gördü, sonra arabadan kalın, yün bir pelerin çıkardı; Perrin onca kırmızı ve sarıdan sonra pelerinin koyu yeşil olduğunu görünce memnun oldu. Pelerinin ona uyacak kadar büyük olmasına sevinerek omuzlarına atarken, Ila ağırbaşlılıkla, “Daha iyi uyabilirdi,” dedi. Kemerindeki baltaya bir bakış fırlattı ve bakışlarını kaldırdığında, gülümsemesinin üzerinde gözleri hüzünlüydü. “Çok daha iyi uyabilirdi.”
Tüm Tenekeciler bunu yapıyordu. Gülümsemeleri asla kaybolmuyordu, bir içki ya da müzik dinlemek için onları aralarına davet ederken hiç tereddüt etmiyorlardı, ama gözleri hep baltaya kayıyordu ve Perrin ne düşündüklerini tahmin edebiliyordu. Bir şiddet aracı. Bir başka insana şiddet göstermek için asla bahane olamazdı. Yaprağın Yolu.
Bazen onlara bağırmak istiyordu. Dünyada Trolloclar var, Soluklar var. Var olan her yaprağı koparabilecek olanlar var. Karanlık Varlık orada bir yerde ve Yaprağın Yolu Ba’alzamon’un gözlerinde kavrulur gider. İnatla baltayı kemerinde taşımaya devam etti. Hava rüzgarlı olduğu zamanlarda bile pelerinini arkaya atmaya, yarımay biçimindeki baltayı sergilemeye başladı. Arada sırada Elyas yan tarafında asılı ağır silaha merakla bakıyor, o sarı gözler aklını okurmuş gibi sırıtıyordu. Bu neredeyse baltayı örtmesine sebep oluyordu. Neredeyse.
Tuatha’an kampı bir sinir kaynağıysa da, en azından burada rüyaları normaldi. Bazen Trollocların ve Solukların kampa saldırdığı, rengarenk arabaları fırlattıkları meşaleler ile ateşe verdikleri, insanların kan gölleri içinde yere yığıldığı, erkeklerin, kadınların ve çocukların kaçtığı, çığlıklar attığı ve öldüğü, ama kendilerini tırpan gibi biçen kılıçlara karşı savunmak için hiçbir şey yapmadığı rüyalardan ter içinde uyanıyordu. Her gece karanlığın içinde nefes nefese doğrulup oturuyor, baltasına uzanıyordu, ama sonra arabaların alevler içinde olmadığını, yere saçılmış kırık dökük bedenlerin üzerine eğilen kanlı hayvan ağızları olmadığını görüyordu. Ama bunlar sıradan kabuslardı ve tuhaf bir şekilde rahatlatıcıydı. Karanlık Varlık için rüyalarda bir yer olduğu söylenebilirse, Perrin’in gördüğü rüyalarda vardı, ama Karanlık Varlık yoktu işte. Ba’alzamon yoktu. Bunlar yalnızca sıradan kabuslardı.
Ama uyanıkken kurtların farkındaydı. Kamptan, hareket eden kamplardan uzak duruyorlardı, ama Perrin orada olduklarını hep biliyordu. Tuatha’anların köpeklerine hissettikleri küçümsemeyi hissedebiliyordu. Gürültücü hayvanlar çenelerinin ne için olduğunu unutmuşlardı, kan tadını unutmuşlardı; insanları korkutuyor olabilirlerdi, ama sürü gelecek olsa karınlarının üstünde sürünürlerdi. Her gün farkındalığı keskinleşiyor, berraklaşıyordu.
Benek, her geçen günbatımında daha fazla sabırsızlanıyordu. Elyas’ın insanları güneye götürmeyi istemesinden başka bunu yapılmaya değer kılacak bir şey yoktu, ama eğer yapılması gerekiyorsa, yapılmalıydı. Bu yavaş yolculuk sona ermeliydi. Kurtların devamlı gezinmesi gerekirdi ve dişi kurt sürüden bu kadar uzun süre ayrı kalmaktan hoşlanmıyordu. Rüzgar’ın da sabırsızlıkla içi içine sığmıyordu. Burada av yok denecek kadar azdı ve tarla fareleri ile beslenmeyi hor görüyordu. Bunu avlanmayı öğrenen enikler ve artık geyik ve yabani sığır avlayamayan ihtiyarlar yapardı. Bazen Rüzgar Yanık’ın haklı olduğunu düşünüyordu; insan sorunlarını insanlara bırakacaksın. Ama Benek çevredeyken düşüncelerine hakim oluyordu. Çekirge çevredeyken daha fazla. Çekirge, bedeni yara izleri ile kaplı, yaşlı bir savaşçıydı, yılların bilgisi ile duygularını kendine saklıyor, yaşının onu yoksun bıraktığı şeyleri kurnazlığı fazla fazla telafi ediyordu. İnsanlara aldırmıyordu, ama Benek bu şeyin yapılmasını istiyordu ve Çekirge dişi kurdun beklediği gibi bekleyecek, koştuğu zaman koşacaktı. Kurt ya da insan, boğa ya da ayı, Benek’e meydan okuyan herhangi bir şey karşısında, Çekirge’nin onu uzun uykuya göndermeye hazır çenelerini bulurdu. Çekirge’nin tüm yaşamı bu idi ve bu Rüzgar’ı ihtiyatlı kılıyordu. Benek ikisinin de düşüncelerini görmezden geliyor gibiydi.
Hepsi Perrin’in zihninde berraktı. Hararetle Caemleyn’i, Moiraine’i ve Tar Valon’u özlüyordu. Yanıt bulamasa bile, belki bunu sona erdirebilirlerdi. Elyas ona bakıyordu ve sarı gözlü adamın bildiğinden emindi. Lütfen, bir sonu olsun.
Rüya son zamanlarda gördüklerinden daha hoş başladı. Alsbet, Luhhan’ın mutfak masasında oturmuş, baltasını bileyliyordu. Luhhan Hanım demirhane işinin ya da onunla ilişkili herhangi bir şeyin eve getirilmesine izin vermezdi. Luhhan Efendi mutfak bıçaklarını bile dışarıda bileylemek zorunda kalıyordu. Ama kadın pişirdiği yemeğe baktı ve balta hakkında tek söz söylemedi. Bir kurt evin derinliklerinden gelip Perrin ile avlu kapısı arasına kıvrıldığı zaman bile hiçbir şey söylemedi. Perrin bileylemeye devam etti; kullanma zamanı yakında gelecekti.
Kurt aniden, gırtlağının derinliklerinden hırlayarak, ensesindeki kalın kürk dikilerek doğruldu. Avludan mutfağa Ba’alzamon adım attı. Luhhan Hanım pişirme işine devam etti.
Perrin baltayı kaldırarak doğruldu, ama Ba’alzamon silahı görmezden geldi, onun yerine kurda yoğunlaştı. Gözlerinin olması gereken yerde alevler dans ediyordu. “Seni bu mu koruyacak? Eh, bununla daha önce de karşılaştım. Defalarca.”
Bir parmağını büktü ve kurdun gözlerinde, ağzında, derisinde alevler yükselirken hayvan uludu. Yanık et ve tüy kokusu mutfağı doldurdu. Alsbet Luhhan bir tencerenin kapağını kaldırdı ve tahta bir kaşıkla karıştırdı.
Perrin baltayı bıraktı ve öne atlayıp elleriyle alevleri söndürmeye çalıştı. Kurt, avuçlarının arasında ufalanarak siyah küllere dönüştü. Luhhan Hanım’ın temiz mutfağındaki şekilsiz kül yığınına bakan Perrin geriledi. Ellerindeki yağlı isleri silebilmeyi diledi, ama onu giysilerine silme düşüncesi midesini bulandırdı. Baltasını kaptı, sapını parmak boğumları çatırdayana kadar sıktı.
“Beni rahat bırak!” diye bağırdı. Luhhan Hanım kaşığı tencerenin kenarına vurdu ve kendi kendine mırıldanarak kapağı kapattı.
“Benden kaçamazsın,” dedi Ba’alzamon. “Benden saklanamazsın. Eğer sen oysan, benimsin.” Yüzündeki alevlerin sıcaklığı Perrin’in mutfak duvarına kadar gerilemesine sebep oldu. Luhhan Hanım fırını açıp ekmeği kontrol etti. “Dünyanın Gözü seni tüketecek,” dedi Ba’alzamon. “Seni damgalıyorum!” Bir şey fırlatıyormuş gibi sıktığı yumruğunu açtı; parmakları açıldığı zaman bir kuzgun Perrin’in yüzüne uçtu.
Siyah gagası sol gözünü oyarken Perrin çığlık attı…
… ve Gezginlerin arabalarının ortasında yüzünü tutarak doğrulup oturdu. Yavaş yavaş ellerini indirdi. Acı yoktu, kan yoktu. Ama hatırlayabiliyordu, keskin acıyı hatırlayabiliyordu.
Ürperdi ve aniden şafak öncesi aydınlığında onu uyandırmak için elini uzatmış, yanında oturan Elyas’ın farkına vardı. Arabaların durduğu ağaçların ötesinde kurtlar uludu, üç boğazdan üç keskin çığlık. Duygularını paylaştı. Ateş. Acı. Ateş. Nefret. Nefret! Öldür!
“Evet,” dedi Elyas yumuşak sesle. “Zaman geldi. Kalk, evlat. Gitme zamanı geldi.”
Perrin battaniyelerinin arasından sıyrıldı. O hâlâ battaniyesini yuvarlamakla uğraşırken, Raen gözlerini ovuşturarak arabasından çıktı. Arayıcı gökyüzüne baktı ve eli hâlâ yüzünde, merdivenin yarısında durdu. Gökyüzünü dikkatle incelerken yalnızca gözleri hareket ediyordu, ama Perrin neye baktığını anlayamadı. Doğuda, henüz doğmamış güneşin altlarını pembeleştirdiği bulutlar asılıydı, ama başka görecek hiçbir şey yoktu. Raen dinliyor, aynı zamanda havayı kokluyor gibiydi, ama ağaçlardaki rüzgardan başka ses, dün gecenin kamp ateşlerinin dumanlı kalıntılarından başka koku yoktu.
Elyas kendi birkaç eşyasına döndü ve Raen basamakları inmeyi bitirdi. “Gittiğimiz yönü değiştirmeliyiz, eski dostum.” Arayıcı yine huzursuzca gökyüzüne baktı. “Bugün başka bir yöne gideceğiz. Bizimle gelecek misin?” Elyas başını iki yana salladı ve Raen baştan beri biliyormuşcasına onayladı. “Peki, kendine dikkat et, eski dostum. Bugünde bir şey var…” Bir kez daha yukarı bakacak oldu, ama arabaların tepesine kadar ulaşmadan gözlerini aşağı indirdi. “Sanırım arabalar doğuya gidecek. Belki ta Dünyanın Omurgası’na kadar. Belki bir Yurt buluruz ve bir süre orada kalırız.”
“Sorunlar yurtlara asla girmez,” diye onayladı Elyas. “Ama Ogierler yabancılara açık değildir.”
“Gezginlere herkes açıktır,” dedi Raen ve sırıttı. “Dahası, Ogier tencereleri bile onanma ihtiyaç duyar. Gel, kahvaltı ederken konuşalım.”
“Zaman yok,” dedi Elyas. “Bugün gidiyoruz. Mümkün olan en kısa zamanda. Görünüşe göre bugün hareket günü.”
Raen onu en azından yemek yiyecek kadar kalmaya ikna etmeye çalıştı ve Ila Egwene ile araba kapısında göründüğünde, o da kocasına katıldı, ama onun kadar ısrarlı değildi. Kadın bütün doğru şeyleri söyledi, ama nezaketi gergindi ve Egwene’in olmasa bile Elyas’ın sırtını görmekten memnun olacağı açıktı.
Egwene, Ila’nın ona fırlattığı üzüntülü bakışları fark etmedi. Neler olduğunu sordu ve Perrin kendini, kızın Tuatha’anlarla kalmak istediğini söylemesine hazırladı, ama Elyas açıkladığı zaman kız yalnızca düşünceli düşünceli başını salladı ve eşyalarını toparlamak için arabaya döndü.
Sonunda Raen ellerini kaldırdı. “Tamam. Bu kamptan veda ziyafeti vermeden bir konuk gönderdiğimi hatırlamıyorum, ama…” Kararsızca gözlerini yine gökyüzüne kaldırdı. “Eh, sanırım bizim de erkenden yola çıkmamız gerekecek. Belki yolda yeriz. Ama en azından herkesin hoşçakal demesine izin ver.”
Elyas itiraz edecek oldu, ama Raen çoktan arabadan arabaya seyirtmeye, kimsenin uyanık olmadığı yerlerde kapıları dövmeye başlamıştı bile. Bela’yı çeken bir Tenekeci geldiği zaman tüm kamp en iyi ve en parlak giysilerinin içinde dışarı çıkmıştı. Kalabalığın ortasında Raen ve Ila’nın kırmızı-sarı arabası neredeyse sade görünüyordu. Perrin ve diğerleri herkesle el sıkışırken, kucaklaşırken iri köpekler dilleri dışarıda, kalabalığın arasında dolanıyor, kulaklarının arkasını kaşıyacak birini arıyorlardı. Her gece dans eden kızlar el sıkışmakla yetinmediler ve kucaklamaları Perrin’in aniden gitmeyi hiç istememesine sebep oldu —ta ki izleyen başkaları olduğunu hatırlayana kadar, sonra yüzü Arayıcı’nın arabası ile aynı rengi aldı.
Aram, Egwene’i bir kenara çekti. Perrin veda gürültülerinin üzerinden ne söylediğini duyamıyordu, ama kız başını iki yana sallıyordu, başta yavaşça, sonra genç adam yalvarır gibi hareketler yapmaya başlayınca kararlılıkla. Aram’ın yüzündeki yalvarır ifade bir tartışma ifadesine dönüştü, ama kız başını inatla iki yana sallamaya devam etti. Sonunda Ila geldi, torununa birkaç keskin sözcük söyledi ve kızı kurtardı. Aram kaşlarını çatarak kalabalığın içinde kendine yol açtı ve veda etmeden gitti. Ila onu geri çağırmanın eşiğinde tereddüt ederek uzaklaşmasını izledi. Rahatladı, diye düşündü Perrin. Torunu bizimle –Egwene ile gelmek istemediği için rahatladı.
Delikanlı kamptaki herkesle en az bir kez el sıkıştıktan, her kızı en az iki kez kucakladıktan sonra kalabalık geriledi ve Raen, Ila ve üç konuğun çevresinde küçük bir açıklık bıraktı.
“Barış içinde geldiniz,” dedi Raen, resmiyetle, elleri göğsünde eğilerek. “Barış içinde gidin. Ateşlerimiz sizi hep barış içinde karşılayacaktır. Yaprağın Yolu barıştır.”
“Barış hep sizinle olsun,” diye yanıt verdi Elyas, “ve halkınızla.” Tereddüt etti, sonra ekledi. “Şarkıyı belki ben bulunun, belki bir başkası, ama şarkı bu yıl ya da gelecek bir yıl söylenecek. Dünya sona ermeden, yine eskiden olduğu gibi olacak.”
Raen şaşkınlık içinde gözlerini kırptı ve Ila küçük dilini yutmuş gibi göründü, ama diğer Tuatha’anlar mırıldanarak yanıt verdi, “Dünya sona ermeden. Dünya ve zaman sona ermeden.” Raen ve karısı telaşla diğerlerinin ardından aynı yanıtı verdi.
Sonra gerçekten gitme zamanı geldi. Son birkaç veda, son birkaç kendine iyi bakma tembihi, son birkaç gülümseme ve göz kırpmadan sonra, kamptan çıktılar. Raen, yanında oynayan iki köpek ile ağaçlığın kenarına kadar onlara eşlik etti.
“Gerçekten de, eski dostum, kendine çok dikkat etmelisin. Bugün… Korkarım dünyada kötülük serbest geziyor ve sen nasıl davranırsan davran, o seni yutacak kadar kötü değilsin.”
“Barış seninle olsun,” dedi Elyas.
“Barış seninle olsun,” dedi Raen hüzünle.
Raen gittikten sonra, Elyas diğer ikisini kendisine bakar bulunca kaşlarını çattı. “Aptal şarkılarına inanmıyorsam ne olmuş,” diye hırladı. “Törenlerini berbat ederek kendilerini kötü hissetmelerine sebep olmanın gereği yoktu, değil mi? Size bazen törenlere çok önem verdiklerini söylemiştim.”
“Elbette,” dedi Egwene nazikçe. “Hiç gereği yoktu.” Elyas kendi kendine homurdanarak döndü.
Benek, Rüzgar ve Çekirge gelip Elyas’ı selamladılar. Köpekler gibi hoplayıp zıplamadan, eşitlerin vakur karşılaşması ile. Perrin aralarında geçenleri anladı. Ateş gözler. Acı. Yürekdişi. Ölüm. Yürekdişi. Perrin ne demek istediklerini anlıyordu. Karanlık Varlık. Ona rüyasını anlatıyorlardı. Hep beraber gördükleri rüyayı.
Kurtlar keşif yapmak için önde yayılırken ürperdi. Bela’ya binme sırası Egwene’deydi ve Perrin yanında yürüyordu. Elyas her zamanki gibi istikrarlı, mesafeleri tüketen bir hız belirlemişti.
Perrin, rüyasını düşünmek istemiyordu. Kurtların onları güvende tuttuğunu düşünmüştü. Bütün değilsin… Kabul et. Bütün yürek. Bütün akıl. Hâlâ mücadele diyorsun. Ancak kabullendiğin zaman bütün olacaksın.
Kurtları aklından çıkardı ve şaşkınlık içinde gözlerini kırptı. Bunu yapabildiğini bilmiyordu. Onları tekrar aklına almamaya karar verdi. Rüyalarda bile mi? Düşünce onların mıydı, kendisinin mi, emin değildi.
Egwene, Aram’ın verdiği mavi boncuk kolyeyi hâlâ takıyordu ve saçlarında minik, parlak kırmızı yapraklarla dolu küçük bir filiz vardı, genç Tuatha’an’dan bir başka armağan. O Aram onu Gezginlerle kalmaya ikna etmeye çalışmıştı, Perrin bundan emindi. Kızın razı olmadığına memnundu, ama boncukları böylesine sevgiyle ellememesini diliyordu.
Sonunda konuştu, “Ila ile böyle uzun uzun ne konuştun? O uzun bacaklı adamla dans etmediğin zamanlarda, büyükannesi ile bir sır paylaşırmış gibi konuşuyordun.”
“Ila bana kadın olma konusunda tavsiyeler veriyordu,” diye yanıt verdi Egwene dalgın dalgın. Perrin gülmeye başladı ve kız ona delikanlının görmediği tehlikeli bir bakış fırlattı.
“Tavsiye mi! Kimse bize erkek olmayı anlatmaz. Oluruz, o kadar.”
“İşte,” dedi Egwene, “muhtemelen bu yüzden bu kadar kötü iş çıkarıyorsunuz.” İleride, Elyas yüksek sesle güldü.