Rand aslında ay ışığı altında ne yaptığını göremiyordu, ama Tam’in yarası kaburgalarının üzerinde derin olmayan bir kesik gibi görünüyordu ve avucundan uzun değildi. İnanmazlık içinde başını salladı. Babasının bundan daha büyük yaralar aldığını, ve yalnızca yıkayıp çalışmaya devam ettiğini görmüştü. Ateşi açıklayacak bir şey bulmak için telaşla Tam’i baştan ayağa aradı, ama o kesikten başka bir şey bulamadı.
Ne kadar küçük olsa da, o kesik de yeterince ciddiydi; çevresindeki deri ele alev gibi geliyordu. Tam’in bedeninin geri kalanından çok daha sıcaktı ve bedeninin kalanı bile Rand’ın çenelerini sıkmasına sebep olacak kadar sıcaktı zaten. Böylesine kavurucu bir ateş öldürebilir, bir insanı eski benliğinin kabuğu haline getirebilirdi. Bir parça kumaşı tulumdaki suyla ıslattı ve Tam’in alnına koydu.
Babasının kaburgalarındaki kesiği temizlerken ve sararken nazik davranmaya çalıştı, ama yine de Tam’in mırıldanmaları yumuşak inlemelerle kesiliyordu. Çevrelerinde çıplak dallar yükseliyor, rüzgarda sallanırken tehditkar görünüyorlardı. Kuşkusuz Trolloclar, eve dönüp hâlâ boş olduğunu görünce, Tam’i ve Rand’ı bulamayınca kendi yollarına gideceklerdi. Kendini buna inandırmaya çalıştı, ama evdeki yıkımın zalimliği, mantıksızlığı bu tür inançlara pek az yer bırakıyordu. Buldukları her şeyi, herkesi öldürmeyeceklerine inanmamak tehlikeliydi, almaya cesaret edemeyeceği aptalca bir riskti.
Trolloclar. Göklerdeki Işık, Trolloclar! Bir âşığın hikayesinden çıkmış yaratıklar gelip kapıyı parçaladılar. Ve bir Soluk. Işık üzerimde parlasın, bir Soluk!
Aniden, sargının bağlanmamış iki ucunu kıpırtısız ellerinde tuttuğunu fark etti. Bir şahinin gölgesini gören tavşan gibi dondum, diye düşündü horgörüyle. Başını öfkeyle sallayarak Tam’in göğsündeki sargıyı bağlama işini bitirdi.
Ne yapacağını bilmek, hattâ yapıyor olmak, korkmasını engellemiyordu. Trolloclar geri döndükleri zaman, kuşkusuz kaçan insanlardan bir iz bulmak için çiftliğin çevresindeki ormanı arayacaklardı. Rand’ın öldürdüğü yaratık, insanların fazla uzakta olmadığını anlatacaktı onlara. Bir Soluk’un ne yapacağını ya da yapabileceğini kim bilebilirdi? Her şeyin üzerinde, babasının Trollocların işitme duyuları hakkındaki yorumu, Tam henüz söylemiş gibi kulaklarında çınlıyordu. Kendini, inlemelerini ve mırıltılarını susturmak için elini Tam’in ağzına kapatmak isterken buldu. Bazıları kokuyla iz sürer. Bu konuda ne yapabilirim? Hiçbir şey. Hakkında hiçbir şey yapamayacağı sorunlar için endişelenerek zaman kaybedemezdi.
“Sessiz olmalısın,” diye fısıldadı babasının kulağına. “Trolloclar dönecek.”
Tam, alçak, boğuk sesle konuştu. “Hâlâ çok güzelsin, Kari. Genç bir kız kadar güzelsin.”
Rand yüzünü buruşturdu. Annesi öleli on beş yıl olmuştu. Tam hâlâ hayatta olduğuna inanıyorsa, demek ateşi Rand’ın düşündüğünden de kötüydü. Mademki sessizlik yaşam demekti, konuşmadan nasıl durabilirdi?
“Annem sessiz durmanı istiyor,” diye fısıldadı Rand. Aniden tıkanan boğazını temizlemek için yutkundu. Annesinin nazik elleri vardı; bu kadarını hatırlıyordu. “Kari sessiz kalmanı istiyor. Al. İç.”
Tam, su tulumundan iştahla su içti, ama birkaç yudumdan sonra başını yana çevirdi ve yine yumuşak sesle mırıldanmaya başladı. Sesi, sözlerini Rand’ın anlamayacağı kadar alçaktı. Trollocların duyamayacağı kadar da alçak olmasını diledi.
Telaşla gerekli şeyleri yapmaya devam etti. Battaniyelerin üçünü arabanın millerinin üzerine sararak, bir sedye yaptı. Yalnızca bir ucunu taşıyabilecek, diğer ucunu yerde sürüklenmeye bırakacaktı, ama idare etmek zorundaydı. Son battaniyeden, hançeri ile uzun bir şerit kesti ve sonra da şeridin uçlarını millerin tepelerine sardı.
Tam’i elinden geldiğince nazikçe, her inleme ile irkilerek sedyenin üzerine yerleştirdi. Babası daima yıkılmaz görünmüştü. Hiçbir şey ona zarar veremezdi; hiçbir şey onu durduramaz, hattâ yavaşlatamazdı. Onun bu durumda olması Rand’ın toparlayabildiği cesareti de yok ediyordu. Ama devam etmek zorundaydı. Onu hareket halinde tutan tek şey buydu. Bunu yapmak zorundaydı.
Tam, sonunda sedyenin üzerine uzandığında Rand tereddüt etti, sonra babasının belindeki kılıç kemerini aldı. Kemeri kendi beline taktığında, orada tuhaf durdu; kendini tuhaf hissetmesine sebep oldu. Kemer, kın ve kılıç birlikte fazla ağır değildi, ama kılıcı kınına soktuğunda, sanki büyük bir ağırlıkmış gibi Rand’ı aşağı çekti.
Öfkeyle kendini payladı. Bu aptalca hayallerin ne yeri, ne de zamanıydı. Bu yalnızca büyük bir bıçaktı. Kaç sefer kılıç takmak ve maceralar yaşamak konusunda hayaller kurmuştu? Kılıçla bir Trolloc öldürdüyse, kuşkusuz başkaları ile de savaşabilirdi. Ama, çiftlik evinde olanın yalnızca şans olduğunu çok iyi biliyordu. Ve hayallerindeki maceraları, dişlerinin takırdamasını ya da gecenin ortasından canını kurtarmak için kaçmasını ya da babasının ölümün eşiğinde olmasını asla içermemişti.
Telaşla son battaniyeyi Tam’e sardı ve su tulumu ile giysilerin kalanını babasının yanına, sedyenin üzerine koydu. Derin bir nefes aldı, millerin arasına çöktü ve battaniye şeridini başının üzerine kaldırdı. Şeridi omuzlarının üzerine oturttu, kollarının altından geçirdi. Milleri kavrayıp doğrulduğunda, ağırlığın çoğu omuzlarına binmişti. Çok ağır değil gibiydi. Düzgün bir tempo tutturmaya çalışarak, arkasında yerde sürünen sedye ile Emond Meydanı’na doğru yola çıktı.
Köye, Taşocağı Yolu’nu kullanarak gitmeye karar vermişti. Kuşkusuz tehlike yolda daha fazla olacaktı, ama karanlıkta ormanda yolunu bulmaya çalışırken kaybolmasının kuşkusuz Tam’e faydası olmazdı.
Karanlıkta, fark etmeden kendini Taşocağı Yolu’nda buldu. Nerede olduğunu anladığında, boğazına bir yumruk geldi oturdu. Telaşla sedyeyi çevirdi ve ağaçların arasına sürükledi, sonra nefes almak ve yürek atışlarının yavaşlamasına izin vermek için durdu.
Ağaçların arasında ilerlemek Tam’i yoldan götürmekten daha güç olacaktı ve gecenin de kesinlikle yardımı olmuyordu, ama yoldan gitmek delilik olurdu. Anafikir, köye Trolloclar ile karşılaşmadan ulaşmaktı; hattâ mümkünse onları görmeden. Trollocların hâlâ peşlerinde olduğunu varsaymak zorundaydı ve eninde sonunda ikisinin köye doğru yola koyulduğunu anlayacaklardı. Gitmeleri en olası yer orasıydı ve en olası yol da Taşocağı Yolu’ydu. Gerçekte, kendini yola hoşuna gittiğinden daha yakın bulmuştu. Gece ve ağaçların gölgeleri, yolda ilerleyen binlerinin gözlerinden saklanılmayacak kadar çıplak geliyordu.
Çıplak dallardan süzülen ay ışığı, ancak ayaklarının altında ne olduğunu gördüğünü sanmasına yetecek kadar aydınlık veriyordu. Her adımında köklere takılıyor, eski böğürtlen çalıları bacaklarını dalıyor, ani çukurlar ve yükseltiler, ayağı toprak yerine hava ile karşılaştığında düşecek gibi olmasına sebep oluyor, ayak parmakları bir şeye çarptığında sendeliyordu. Millerden biri ne zaman hızla bir köke ya da taşa çarpsa, Tam’in mırıltıları keskin bir inlemeye dönüşüyordu.
Şüphe, gözleri yanmaya başlayana kadar karanlığın içine bakmasına, daha önce hiç dinlemediği gibi dinlemesine sebep oluyordu. Dalların dallara her sürtünmesi, çam iğnelerinin her hışırtısı ile duruyor, kulak kabartıyor, uyarıcı bir sesi duymama korkusu ile, o sesi duyacağı korkusu ile nefes almadan dinliyordu. Ancak rüzgardan başka hiçbir şey işitemediğinden emin olduğunda ilerlemeye devam ediyordu.
Yavaş yavaş bacaklarına ve kollarına yorgunluk çöktü, pelerini ve ceketi ile alay eden bir gece rüzgarı ile şiddetlendi. Sedyenin başta azıcık gelen ağırlığı şimdi onu yere çekiyordu. Artık sendelemesinin tek sebebi ayağının bir yere takılması değildi. Devamlı düşmemek için çabalamak da sedyeyi çekmek kadar yoruyordu onu. İşlerine başlamak için şafaktan önce kalkmıştı ve Emond Meydanı’na yaptıkları ziyaret bile tüm gün çalışmış kadar yorulmasına neden olmuştu. Normal bir gece olsaydı, şimdi şöminenin önünde dinleniyor, Tam’in küçük koleksiyonundan bir kitap okuyor, yatmaya hazırlanıyor olurdu. Keskin ayaz kemiklerine kadar işliyordu ve midesi, al’Vere Hanım’ın ballı keklerinden bu yana hiçbir şey yemediğini hatırlatıp duruyordu.
Yanına yiyecek almadığı için öfkelenerek kendi kendine mırıldandı. Birkaç dakika daha harcamak bir şeyi değiştirmez. Ekmek ve peynir bulmak için birkaç dakika daha. Trolloclar o birkaç dakika içinde geri dönmezlerdi. Ya da yalnızca ekmek. Elbette, hana ulaştığında al’Vere Hanım, önüne sıcak yemek koymak konusunda ısrar edecekti, muhtemelen dumanları tüten, koyu bir kuzu yahnisi. Ve pişirdiği ekmeklerden. Ve kupa kupa sıcak çay.
“Ejderduvarı’nın üzerinden sel gibi geldiler,” dedi Tam aniden, güçlü ve öfkeli bir sesle. “Ve toprağı kanla kapladılar. Laman’ın günahı için kaç kişi öldü?”
Rand şaşkınlıktan neredeyse yere düşecekti. Bitkinlik içinde sedyeyi yere bıraktı ve şeritten kurtuldu. Battaniye şeridi omuzlarında iz bırakmıştı. Tutulan yerleri gevşetmek için omuzlarını silkerek Tam’in yanında diz çöktü. Su tulumu ile uğraşarak ağaçların arasını gözetledi, solgun ay ışığı altında yolun iki yanını görmeye çalıştı, ama yirmi adımdan ötesini göremedi. Orada gölgelerden başka hiçbir şey kıpırdamıyordu. Yalnızca gölgeler.
“Trolloc seli yok, baba. En azından şimdilik. Kısa süre sonra Emond Meydanı’nda güvende olacağız. Biraz su iç.”
Tam, gücünü yeniden kazanmış gibi görünen bir kolla su tulumunu kenara itti. Rand’ın yakasını tuttu, onu, babasının ateşini kendi yanağında hissedebileceği kadar yakına çekti. “Onlara vahşi diyorlardı,” dedi Tam aceleyle. “Aptallar onların pislik gibi bir kenara süpürülebileceğini söyledi. Gerçekle yüzleşmeyi başarmalarından önce kaç savaş kaybedildi, kaç şehir yakıldı? Uluslar onlara karşı birlikte direnene kadar?” Rand’ı bıraktı, sesi hüzünle doldu. “Marath’daki meydan ölülerden bir halı ile örtülmüştü ve kuzgunların feryatlarından, sineklerin vızıltısından başka ses duyulmuyordu. Cairhien’deki tepesiz kuleler geceleyin meşale gibi yanıyordu. Geri dönmeden önce, ta Parlak Duvarlara kadar yaktılar ve katlettiler. Ta…”
Rand eliyle babasının ağzını örttü. Ses yine gelmişti; ağaçların içinde yönsüz, rüzgar yön değiştirirken azalan, sonra yine güçlenen ritmik bir gümleme. Kaşlarını çatarak başını yavaşça çevirdi, nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Gözucuyla bir hareket yakaladı ve bir anda Tam’in yanına diz çöktü. Kılıcın kabzasını sıkı sıkı kavradığını hissedince irkildi, ama dikkatinin çoğu, tüm dünyadaki tek gerçek şey yolmuş gibi, Taşocağı Yolu’na yoğunlaşmıştı.
Doğu yönündeki kıpırtılı gölgeler çözülerek bir at ve atlı, ve hayvana ayak uydurmak için koşturan iri şekillere dönüştüler. Ayın solgun ışığı mızrak uçlarında ve balta uçlarında parıldadı. Rand bunların yardıma gelen köylüler olduğunu bir an bile düşünmedi. Ne olduklarını biliyordu. Kemiklerine sürtünen kum gibi hissedebiliyordu, ay ışığı, atlıyı örten başlıklı pelerini, rüzgarın kıpırdatmadığı pelerini. Aydınlatmadan önce bile şekillerin çoğu gecenin içinde siyah görünüyordu ve atın toynakları, başka atların toynaklarının çıkaracağı sesleri çıkarıyordu, ama Rand bu atın farklı olduğunu biliyordu.
Kara atlının arkasından, kabuslardan çıkmış gibi görünen, boynuzlu, hayvan burunlu, gagalı şekiller geliyordu. Çift sıra olmuş, uygun adım yürüyen, çizmeleri ve toynakları tek bir ritme uyarmışcasına aynı anda yere vuran Trolloclar. Koşarak geçerlerken Rand yirmi tane saydı. Ne tür bir adamın o kadar çok Trolloc’a sırtını dönebileceğini merak etti. Ya da bir tanesine.
Koşturan sıralar ve ayak sesleri karanlıkta solarak giderek güçsüzleşerek kayboldu, ama Rand nefes almak dışında kılını kıpırdatmadan, olduğu yerde kaldı. Bir şey ona, hareket etmeden önce gittiklerinden emin olmasını, kesinlikle emin olmasını söylüyordu. Sonunda derin bir nefes aldı ve doğrulmaya başladı.
Bu sefer at hiç ses çıkarmadı. Kara atlı, ürkütücü bir sessizlik içinde döndü, gölgeli bineği yavaş yavaş yolda gelirken birkaç adımda bir duruyordu. Rüzgar yükseldi, ağaçların arasında inledi; atlının pelerini ölüm gibi kıpırtısızdı. Atın her duraklamasında, binicisi ormanı araştırırken o kukuletalı baş bir yandan ötekine döndü. At, Rand’ın tanı karşısında yine durdu, başlığın gölgeli açıklığı, babasının yanında diz çöktüğü yere döndü.
Rand’ın eli içgüdüsel olarak kılıcı daha sıkı kavradı. Bakışları, tıpkı o sabah okluğu gibi yine hissetti ve göremese bile içlerindeki nefret ile ürperdi. O kefene sarılı adam, her şeyden, herkesten nefret ediyordu. Yaşayan her şeyden. Soğuk rüzgara rağmen Rand boncuk boncuk terlemişti.
Sonra at, her seferinde birkaç sessiz adım atıp durarak ilerlemeye devam etti, ta ki Rand’ın tek görebildiği, yolun ucunda, gecenin içinde ayırt edilemez bir bulanıklık olana kadar. Herhangi bir şey olabilirdi, ama gözlerini bir saniye bile ayırmamıştı. Onu kaybederse, o sessiz atın bir sonraki duruşunda binicisini tepesinde bulmaktan korkuyordu.
Gölge aniden döndü, sessiz bir dörtnala ile yanından geçti. Binici gecenin içinde batıya, Puslu Dağlar’a doğru ilerlerken yalnızca önüne bakıyordu. Çiftliğe.
Rand derin nefesler alarak, yüzündeki teri koluna sildi ve yere çöktü. Artık Trollocların neden dönmediğine aldırmıyordu. Hiç öğrenmese bile, her şey sona erdiği sürece fark etmezdi.
Silkelenerek kendini topladı, telaşla babasını kontrol etti. Tam hâlâ mırıldanıyordu, ama sesi o kadar yumuşak çıkıyordu ki, Rand sözcükleri ayırt edemiyordu. Ona su vermeye çalıştı, ama su babasının çenesinden aktı. Tam öksürdü, ağzına girmeyi başaran damlalarla boğulur gibi oldu, sonra hiç rahatsız olmamış gibi yine mırıldanmaya başladı.
Rand, Tam’in alnındaki beze biraz daha su döktü ve yine millerin arasına yerleşti.
Güzel bir gece uykusu çekmiş gibi tekrar yola koyuldu, ama yeni bulduğu güç fazla uzun sürmedi. Başta, korku yorgunluğunu maskelemişti, ama korkunun kalmasına rağmen maske hızla eriyip gitti. Kısa süre sonra yine sendelemeye başlamıştı, açlığı ve ağrıyan kaslarını görmezden gelmeye çalışıyordu. Takılmadan bir ayağını diğerinin önüne koyma işine yoğunlaştı.
Zihninde Emond Meydanı’nı canlandırdı. Kepenkleri açılmış, evler Kış Gecesi için aydınlatılmış, insanlar birbirlerini ziyaret ederken bağırarak selamlaşıyor, kemanlar sokakları, “Jaem’in Budalalığı” ve “Kanat Açmış Balıkçıl” şarkıları ile dolduruyor. Haral Luhhan fazla brendi içecek, kurbağa sesi ile “Arpalardaki Rüzgar” şarkısını söylemeye başlayacaktı —bunu hep yapardı– ta ki karısı onu susturmayı başarana kadar. Ve Cenn Buie hâlâ her zamanki kadar iyi dans ettiğini kanıtlamaya karar verecekti. Mat bir şey planlayacak, ama asla tam olarak planladığı gibi olmayacak ve herkes, kanıtlayamasa da onun sorumlu olduğunu bilecekti. Nasıl olacağını düşünürken neredeyse gülümseyecekti.
Bir süre sonra Tam sesini yine yükseltti.
“Avendesora. Tohum vermediği söylenir, ama Cairhien’e bir dal getirmişler, bir filiz. Kral için harika bir armağan.” Sesi öfkeli geliyordu, ama Rand sözcükleri zar zor seçebiliyordu. Onu işiten herhangi biri, sedyenin yere sürtünmesini de işitebilirdi. Rand yarım kulakla dinleyerek devam etti. “Asla barış yapmazlar. Asla. Ama barış işareti olarak bir filiz getirmişler. Yüzyıl boyunca büyümüş. Yabancılarla asla barış yapmayanlarla yüzyıl süren bir barış. Neden ağacı kestiler? Neden? Avendoraldera’nın bedeli kandır. Laman’ın kibirinin bedeli kan.” Sesi yine alçaldı ve mırıltıya dönüştü.
Rand yorgunluk içinde, Tam’in şimdi nasıl bir ateş rüyası gördüğünü merak etti. Yaşam Ağacı’nın her tür mucizevi özelliği olduğu düşünülürdü, ama hikayelerden hiçbiri bir filizden ya da “onlar”dan bahsetmezdi. Yalnızca bir Yaşam Ağacı vardı ve o da o da Yeşil Adam’a aitti.
Daha o sabah, Yeşil Adam ve Yaşam Ağacı hakkındaki lakırdıların aptalca olduğunu düşünebilirdi. Bunlar yalnızca hikayeydi. Öyle mi aslında? Bu sabah, Trolloclar da yalnızca hikayeydi. Belki tüm hikayeler çerçilerin ve tüccarların getirdiği haberler kadar gerçekti, âşığın tüm hikayeleri, geceleyin şöminenin önünde anlatılan tüm hikayeler. Belki şimdi de Yeşil Adam’la ya da bir Ogier devi ile ya da vahşi, siyah peçeli bir Aiel ile tanışırdı.
Tam’in yine konuşmaya başladığını fark etti. Bazen mırıldanıyor, bazen anlaşılabilecek kadar yüksek sesle konuşuyordu. Zaman zaman nefes nefese duruyor, sonra arada konuşmaya devam etmiş gibi sürdürüyordu.
“…savaşlar hep sıcaktır, karda olsalar bile. Ter sıcaklığı. Kan sıcaklığı. Yalnızca ölüm serindir. Dağın yamacı… ölüm kokmayan tek yer. O kokudan uzaklaşmalıydım… görüntüsü… bir bebeğin ağladığını duydum. Kadınları da bazen erkeklerinin yanında savaşırdı, ama neden o kadının gelmesine izin vermişlerdi, bilmiyorum… orada tek başına doğurmuş, sonra yaraları yüzünden ölmüş… çocuğu kadının pelerinine sardım, ama rüzgar… pelerini uçurdu… çocuk soğuktan morardı. O da ölmüş olmalıydı… orada ağlıyordu. Karın üzerinde ağlıyordu. Çocuğu bırakamadım… bizim değil… senin çocuk istediğini biliyordum. Onu yüreğine alacağını biliyordum, Kari. Evet, güzelim. Rand güzel isim. Güzel isim.”
Rand’ın bacakları aniden sahip oldukları azıcık gücü de kaybetti. Sendeledi, dizlerinin üzerine çöktü. Tam sarsıntı ile inledi ve battaniye şeridi Rand’ın omuzlarını kesti, ama ikisinin de farkında değildi. O anda bir Trolloc üzerine atlasa, bakmaktan başka bir şey yapamazdı. Omzunun üzerinden, sözcüksüz mırıltılara dalmış Tam’e baktı. Ateşin sebep olduğu rüyalar, diye düşündü donuk donuk. Ateş hep kabus getirir, üstelik bu, ateş olmadan da kabus getiren bir geceydi.
“Sen benim babamsın,” eledi yüksek sesle, elini uzatıp Tam’e dokunarak, “ve ben…” Ateş kötüleşmişti. Çok daha kötü.
Sertçe ayağa kalkmaya çabaladı. Tam birşeyler mırıldandı, ama Rand daha fazla dinlemeyi reddetti. Ağırlığını kendi uydurduğu koşuma vererek tüm dikkatini kurşun gibi ağırlaşmış bir adımı ötekinin önüne koymaya, Emond Meydanı’nın güvenliğine ulaşmaya verdi. Ama zihninin derinliklerindeki yankıyı susturamıyordu. O benim babam. Bu yalnızca ateşin sebep olduğu bir rüya. O benim babam. Bu yalnızca ateşin sebep olduğu bir rüya. Işık, ben kimim?