11 TAREN SALI YOLU

Kuzey Yolu’nun sert zemininde, ay ışığı altında kuzeye koşan atlar, yeleleri ve kuyrukları arkada dalgalanarak, toynakları sabit bir ritim ile yeri döverek yayıldılar. Siyah atıyla soğuk gece ile bir olan Lan, gölgelere bürünmüş bir atlı gibi yolu gösterdi. Moiraine’in, aygıra ayak uyduran beyaz kısrağı, karanlığın içinde fırlayan solgun bir ok gibiydi. Kalanlar sıkı bir çizgi halinde, sanki hepsi bir ucu Muhafız’ın elindeki bir halata bağlanmışcasına takip ettiler.

Rand en arkadan geliyordu. Önünde Thom Merrilin vardı ve diğerleri ötede daha belirsizdi. Âşık hiç başını çevirmiyor, dikkatini kaçtıkları şeye değil, gittikleri yere yoğunlaştırıyordu. Trolloclar, sessiz atı üzerinde Soluk ya da o uçan yaratık, Draghkar ortaya çıkacak olsa, alarm vermesi gereken Rand’dı.

Birkaç dakikada bir Bulut’un yelesine ve dizginlerine tutunarak arkaya bakıyordu. Draghkar… Thom, Trolloclardan ve Soluklardan daha kötü olduğunu söylemişti. Ama gökyüzü boştu ve gözüne çarpan tek karanlık ve gölgeler yerdeydi. Bir orduyu bile gizleyebilecek gölgeler.

Gri at koşma fırsatı ele geçirdiğinden beri, gecenin içinde bir hayalet gibi hız yapıyor, Lan’in aygırına kolaylıkla ayak uyduruyordu. Hattâ Bulut daha hızlı gitmek istiyordu. Siyah atı yakalamak istiyor, bunun için çaba gösteriyordu. Rand onu yerinde tutmak için dizginleri sıkı sıkı kavramak zorunda kalıyordu. Bulut, bunun bir yarış olduğunu düşünürcesine dizginlere direnerek fırlıyor, her adımda hakimiyeti ele geçirmek için mücadele ediyordu. Rand kaslarını gererek eyere ve dizginlere tutunuyordu. Atının, gerginliğini fark etmeyeceğini umuyordu. Bulut gergin olduğunu fark ederse, ucundan tutunduğu hakimiyeti tamamen kaybedebilirdi.

Rand, Bulut’un boynuna yatarak endişeli bakışlarını Bela ve binicisine dikti. Tüylü kısrağın diğerlerine ayak uydurabileceğini söylerken koşar adım gitmeyi kastetmemişti. Kısrak şimdi, Rand’ın becerebileceğini hiç düşünmediği gibi koşuyordu. Lan, Egwene’i yanlarında istememişti. Bela arkada kalmaya başlarsa yavaşlar mıydı? Yoksa onu geride mi bırakırdı? Aes Sedai ve Muhafız, Rand ile arkadaşlarının bir açıdan önemli olduklarını düşünüyordu, ama Moiraine’in Desen hakkındaki konuşmalarına rağmen, Egwene’e aynı önemi verdiğini sanmıyordu.

Bela geride kalırsa, Moiraine ve Lan ne derse desin Rand da geride kalacaktı. Soluk’un ve Trollocların olduğu geride. Draghkar’ın olduğu geride. Tüm yüreği ve ümitsizliği ile sakin bir biçimde Bela ya rüzgar gibi koşmasını bağırdı, sessizce ona güç vermeye çalıştı. Koş! Derisi diken diken oldu, kemikleri donmuş, yarılmaya hazır gibi geldi. Işık ona yardım et, koş! Ve Bela koştu.

Zaman belirsiz bir bulanıklığa dönüşene kadar kuzeye, gecenin içine koştular, koştular. Arada bir çiftlik evlerinin ışıkları görünüyor, sonra bir hayal gibi yok oluyordu. Köpeklerin keskin meydan okumaları hızla arkalarında kalıyor ya da köpekler onları kovaladıklarını düşündükleri zaman aniden kesiliyordu. Yalnızca sulu, solgun bir ay ışığının aydınlattığı karanlıkta koştular. Yolun yanındaki ağaçların aniden yükseldiği, sonra yok olduğu bir karanlıkta koştular. Geride kalanlar bir kasvete bürünüyor, toynakların düzenli vuruşlarını yalnızca bir gece kuşunun yalnız ve yaslı haykırışı bozuyordu.

Lan aniden yavaşladı, sonra atları durdurdu. Rand ne kadar süre geçtiğinden emin değildi, ama eyere tutunmaktan bacakları hafif hafif ağrıyordu. Önlerinde, gecenin içinde, yüksek bir ağaç ateşböcekleriyle dolmuş gibi kıvılcımlar ışıyordu.

Rand ışıklara şaşkınlık içinde baktı, sonra aniden hayretle inledi. Ateşböcekleri pencereydi, bir tepenin eteklerini ve zirvesini kaplayan evlerin pencereleri. Burası Seyrantepe’ydi. Bu kadar uzağa geldiğine inanamıyordu. Bu yolculuğu muhtemelen daha önce hiç yapılmadığı kadar hızlı yapmışlardı. Rand ile Thom, Lan’i taklit ederek atlarından indiler. Bulut başını eğdi, böğrü inip kalkarak durdu. Atın duman gibi rengi yüzünden zar zor fark edilebilen köpükler boynunu ve omuzlarını benek benek kaplamıştı. Rand, Bulut’un bu gece fazla uzağa gidemeyeceğini düşündü.

“Bütün bu köyleri arkada bırakmayı ne kadar istesem de,” dedi Thom, “birkaç saat dinlenmek şu anda hiç de fena olmazdı. Kuşkusuz bunu olanaklı kılacak kadar ilerde olmalıyız.”

Rand gerindi, sırtından çıtırtılar çıktı. “Gecenin kalanını Gözcü Tepe’de geçireceksek, yukarı çıksak daha iyi olur.”

Başıboş bir rüzgar, köy tarafından bir ezgi ve ağız sulandıran yiyecek kokuları getirdi. Seyrantepe’de hâlâ kutlama yapıyorlardı. Buraya Bel Tine’ı mahvedecek Trolloclar gelmemişti. Rand, Egwene’i aradı. Kız, bitkinlik içinde kamburunu çıkarmış, Bela’ya yaslanıyordu. Diğerleri de içlerini çekerek, kaslarını gererek atlarından indiler. Yalnızca Muhafız ve Aes Sedai hiçbir görünür yorgunluk işareti taşımıyordu.

“Biraz şarkı hoşuma giderdi,” dedi Mat. “Ve belki Beyaz Domuz’da sıcak bir koyun etli turta.” Durdu, sonra ekledi. “Seyrantepe’nin ötesine ötesine geçmemiştim. Beyaz Domuz, Badeçay Hanı kadar iyi değildir.”

“Beyaz Domuz o kadar kötü değil,” dedi Perrin. “Ben de koyun etli turta isterdim. Ve kemiklerimdeki üşümeyi alması için bir sürü çay.”

“Taren’ı geçene kadar duramayız,” dedi Lan keskin sesle. “Birkaç dakikadan fazla değil.”

“Ama atlar,” diye itiraz etti Rand. “Bu gece daha fazla gitmeye kalkarsak onları koşmaktan öldürürüz. Moiraine Sedai, kuşkusuz siz…”

Kadının, atların arasında dolaştığının belirsizce farkındaydı, ama ne yaptığına dikkat etmemişti. Kadın yanından geçerken elini Bulut’un boynuna koydu. Rand sustu. At aniden, yumuşak bir kişneme ile, dizginleri Rand’ın elinden neredeyse kopararak başını salladı. Gri at bir haftadır ahırda dinleniyormuş gibi dans ederek yana kaçtı. Moiraine tek söz söylemeden Bela’ya gitti.

“Bunu yapabildiğini bilmiyordum,” dedi Rand yumuşak sesle Lan’e, yanakları kıpkırmızı yanarak.

“Bunu herkesten çok sen tahmin etmeliydin,” diye yanıt verdi Muhafız. “Babanın yanındayken onu izledin. Tüm yorgunlukları yok edecek. İlk önce atlar, sonra siz.”

“Biz mi? Ya sen?”

“Ben değil, koyun çobanı. Benim ihtiyacım yok, henüz değil. Ve kendisi için de değil. Diğerleri için yaptığını kendisi için yapamaz. Aramızda yalnızca bir kişi yorgun at sürecek. Tar Valon’a ulaşmadan fazla yorulmamasını umsan iyi olur.”

“Ne yapmak için fazla yorulmamasını?” diye sordu Rand Muhafız’a.

“Bela hakkında haklıymışsın, Rand,” dedi Moiraine, kısrağın yanında durduğu yerden. “İyi bir yüreği var ve siz İki Nehirliler kadar inatçı. Tuhaf, aralarında en az yorgun olan o.”

Keskin bıçaklar altında ölmekte olan bir adamın çığlığı gibi bir çığlık karanlığı yırttı, grubun üzerinde kanatlar süzüldü. Gece, üstlerinden geçen gölge ile derinleşti. Atlar panik dolu haykırışlarla, çılgınca şahlandı.

Draghkar’ın kanatlan Rand’a pisliğin dokunuşu gibi, bir kabusun rutubetli loşluğu gibi sürtündü. Ama Rand’ın bunu hissedecek zamanı yoktu, çünkü Bulut haykırarak şahlandı, çılgınca yapışmış bir şeyden kurtulmaya çalışırcasına kıvrandı. Dizginlere asılan Rand dengesini kaybetti, yerde sürüklenmeye başladı. Bulut, sağrısında kurtların dişlerini hissetmişcesine feryat ediyordu.

Rand bir şekilde dizginleri bırakmamayı başardı; diğer elini ve bacaklarını kullanarak dengesini buldu, yeniden düşmemek için sıçramaya, sendeleyerek adımlar atmaya başladı. Nefesi ümitsizlikten perişan solumalarla çıkıyordu. Elini çılgınca uzattı, zar zor atın başlığını yakaladı. Bulut şahlandı, onu havaya kaldırdı; Rand atın sakinleşeceğini umarak çaresizce asıldı.

Yere inişin yarattığı şok Rand’ı dişlerine kadar sarstı, ama gri at aniden sakinleşti, burun delikleri titreyerek, gözleri yuvarlanarak, gergin bacakları ürpererek durdu. Rand da titriyordu ve ancak atın başlığına tutunarak ayakta durabiliyordu. Şok, aptal hayvanı da sarsmış olmalı, diye düşündü. Üç dört titrek nefes aldı. Ancak o zaman çevresine bakabildi ve diğerlerine ne olduğunu gördü.

Grup kaos içindeydi. Sallanan başlara karşı dizginleri kavrıyor, onları sürükleyerek şahlanan atları sakinleştirmeye çalışıyor, ama pek az başarı elde edebiliyorlardı. Yalnızca iki kişi atları ile sorun yaşamıyordu. Moiraine, eyerinde dimdik oturuyordu, beyaz kısrağı, sıradışı hiçbir şey olmamış gibi zerafetle kargaşadan kaçınıyordu. Yerde duran Lan, bir elinde kılıcı, diğerinde dizginler, gökyüzünü tarıyordu; zayıf, siyah aygırı sessizce yanında bekliyordu.

Artık Seyrantepe’den neşeli sesler gelmiyordu. Haykırışı köylüler de duymuş olmalıydı. Rand bir süre dinleyeceklerini, belki ona sebep olan şeyi görmek için bakınacaklarını, sonra eğlencelerine döneceklerini biliyordu. Kısa süre sonra olayı unutacaklardı ve bu âna ilişkin anıları, şarkılar, yiyecek, dans ve eğlence ile boğulacaktı. Belki Emond Meydanı’nda olan biteni duyduklarında bazıları hatırlayacak ve merak edecekti. Bir keman çalınmaya başladı, bir an sonra ona bir flüt katıldı. Köy, kutlamaya dönüyordu.

“Atlarınıza binin!” diye emretti Lan sertçe. Kılıcını kınına sokarak aygırına atladı. “Draghkar yerimizi Myrddraal’e bildirmemiş olsa kendini göstermezdi.” Bir başka hafif, ama aynı derecede tiz çığlık çok yukarılardan süzüldü. Seyrantepe den gelen müzik bir kez daha sustu. “İzimizi sürüyor, Yarı-insan için hedef gösteriyor. Yarı-insan uzak olmamalı.”

Korkmuş ve tazelenmiş atlar sıçradılar ve atlarına tırmanmaya çalışanlardan uzaklaştılar. Küfürler savuran Thom Merrilin, ilk ata binenler arasındaydı, ama diğerleri de onu takip etti. Biri hariç hepsi.

“Acele et, Rand!” diye bağırdı Egwene. Draghkar tiz bir çığlık daha kopardı ve kız onu dizginleyemeden Bela birkaç adım koştu. “Acele et!”

Rand irkilerek, Bulut’a binmeye çalışmak yerine durmuş, o kötücül çığlıkların kaynağını bulabilmek için gökyüzüne bakmakta olduğunu fark etti. Dahası, farkında olmadan, sanki uçan şeyle savaşacakmış gibi, Tam’in kılıcını çekmişti.

Yüzü kızardı, gece onu sakladığı için memnun oldu. Bir eli dizginlerde, telaşla diğerlerine bakarak kılıcı beceriksizce kınına soktu. Moiraine, Lan ve Egwene, hep beraber onu izliyordu, ama Rand ay ışığı altında ne kadarını görebildiklerini merak etti. Geri kalanlar atlarını kontrol altında tutmakla uğraşıyorlardı. Bir elini eyer kaşına koydu ve hayatı boyunca bu tür şeyler yapmış gibi bir sıçrayışta eyerine yerleşti. Arkadaşlarından herhangi biri kılıcı fark etmişse, kuşkusuz daha sonra duyacaktı. O zaman bunun için endişelenmeye zamanı olurdu.

O eyerine yerleşir yerleşmez dörtnala yola koyuldular ve kubbe gibi tepenin yanından geçtiler. Köyün köpekleri havladı; geçişleri bir şekilde fark edilmişti. Ya da belki köpekler Trolloc kokusu almıştır, diye düşündü Rand. Havlamalar ve köy ışıkları, arkalarında hızla kayboldu.

Bir düğüm halinde, atları koşarken birbirine sürtünerek dörtnala ilerlemeye devam ettiler. Lan yine yayılmalarını emretti, ama kimse gecenin içinde bir an bile yalnız kalmak istemiyordu. Yukarıdan bir çığlık geldi. Muhafız pes etti ve bir arada at sürmelerine izin verdi.

Rand, Moiraine ile Lan’in hemen arkasındaydı. Bulut, Muhafız’ın siyah atı ile Aes Sedai’nin ince kısrağının arasına girmek için çabalıyordu. Egwene ve Âşık iki yanında koşturuyordu. Rand’ın arkadaşları en arkada, onları yakından takip ediyordu. Draghkar’ın feryatlarının mahmuzladığı Bulut, Rand dilese bile yavaşlatamayacağı bir hızla koşuyordu, ama gri at diğerlerini bir adım bile geçemiyordu.

Draghkar’ın çığlığı geceye meydan okudu.

Cesur Bela boynunu uzatmış, kuyruğu ve yelesi kendi koşusunun yarattığı rüzgarda dalgalanarak, iri atlara her adımı ile ayak uydurarak koşuyordu. Aes Sedai, yorgunluğunu almak dışında bir şey yapmış olmalı.

Egwene’in yüzü ay ışığı altında sevinçle gülümsüyordu. Örgüleri atların yelesi gibi arkasında dalgalanıyordu ve Rand gözlerindeki parıltının tek kaynağının ay olmadığından emindi. Rand’ın ağzı şaşkınlıkla açık kaldı ve bir uçan bir böcek yutunca öksürmeye başladı.

Lan bir soru sormuş olmalıydı, çünkü Moiraine aniden rüzgarın ve toynak seslerinin üzerinden bağırdı. “Yapamam! Özellikle de dörtnala koşan bir atın sırtındayken yapamam. Onlar görüldükleri zaman bile kolay kolay öldürülemezler. Koşmalı ve umut etmeliyiz.”

İnce, atların dizlerinden yukarı yükselemeyen bir sisin içinde koştular. Bulut iki adımda sisi aştı ve Rand hayal görüp görmediğini merak ederek gözlerini kırpıştırdı. Kuşkusuz, gece sis için fazla soğuktu. İlkinden daha büyük bir başka sis bulutu bir yanlarından geçti. Sanki yerden sis sızarmış gibi yavaş yavaş büyüyordu. Tepelerinde, Draghkar öfkeyle bağırdı. Sis atlıları kısa bir an için kapladı, sonra yok oldu, yine geldi ve arkalarında kayboldu. Buz gibi sis Rand’ın yüzünde ve ellerinde soğuk bir ıslaklık bıraktı. Sonra, önlerinden solgun gri bir duvar yükseldi ve aniden sislerle sarıldılar. Sisin yoğunluğu toynak seslerini donuklaştırdı ve yukarıdan gelen haykırışlar bir duvarın arkasından işitilir gibi oldu. Rand iki yanında Egwene ile Thom Merrilin’in şekillerini zar zor seçebiliyordu.

Lan adımlarını yavaşlatmadı. “Yine de, gidiyor olabileceğimiz yalnızca tek bir yer var,” diye seslendi. Sesi kulağa boş ve yönsüz geliyordu.

“Myrddraal kurnazdır,” diye yanıt verdi Moiraine. “Kurnazlığını ona karşı kullanacağım.” Sessizlik içinde at sürdüler.

Gri sis bulutu gökyüzünü ve yeri gözden gizledi, öyle ki, kendileri de gölgeye dönen atlılar gece bulutları arasında kayarmış gibi göründü. Kendi atlarının bacakları bile yok olmuş gibiydi.

Rand eyerinde kıpırdandı, o buz gibi sisten kaçınmaya çalıştı. Moiraine’in birşeyler yapabileceğini bilmek, hattâ onları yaparken izlemek başka; o şeylerin derisini ıslattığını hissetmek ise bambaşka bir şeydi. Nefesini tuttuğunu fark etti ve kendine dokuz değişik şekilde aptal dedi. Taren Salı’na kadar nefes almadan gidemezdi. Kadın, Tam üzerinde Tek Güç’ü kullanmıştı ve babası iyi görünüyordu. Yine de, o nefesi bırakmak ve yeni bir nefes almak için kendini zorlaması gerekli. Hava ağırdı ve daha soğuk olsa da, başka açılardan herhangi bir sisli geceden farklı değildi. Kendi kendine bunu söyledi, ama inandığından emin değildi.

Lan artık onları birbirlerine yaklaşmaya, o ıslak, kırağılı griliğin içinde diğerlerinin dış hatlarını görebileceği bir yerde kalmaya cesaretlendiriyordu. Muhafız yine de, aygırının ölümcül koşusunu yavaşlatmamıştı. Lan ile Moiraine yan yana, sisin içinde önlerini açıkça görebiliyorlarmışcasına yol gösterdiler. Diğerleri ancak onlara güvenip takip edebiliyordu. Ve umut ediyorlardı.

Onları kovalayan tiz çığlıklar giderek soldu ve yok oldu, ama bu pek az teselli verdi. Orman ve çiftlik evleri, ay ve yol örtülmüş, gizlenmişti. Köpekler gri pusun içinde boş ve uzak seslerle hâlâ havlıyordu, ama atların toynaklarının donuk vuruşlarından başka ses duyulmuyordu. O kül gibi, şekilsiz sisin içinde hiçbir şey yoktu. Kalçalarında ve sırtlarında gittikçe şiddetlenen ağrılar dışında, zamanın geçişini işaretleyecek hiçbir şey yoktu.

Rand saatler geçtiğinden emindi. Elleri dizginleri öyle kavramıştı ki, artık bırakabileceğini sanmıyordu. Bir daha doğru düzgün yürüyüp yürüyemeyeceğini merak ediyordu. Bir kez arkasına baktı. Sisin içinde gölgeler arkasında koşturuyordu, ama sayılarından emin olamıyordu. Soğuk ve sis, pelerinini, ceketini ve gömleğini ıslatmış, kemiklerine kadar işlemiş gibiydi. Yalnızca rüzgarın yüzüne çarpması, altındaki atın gerilip toparlanması hareket halinde olduklarını gösteriyordu. Saatler geçmiş olmalıydı.

“Yavaş,” diye seslendi Lan aniden. “Dizginleri çekin.”

Rand o kadar şaşırmıştı ki, Bulut Lan ile Moiraine’in arasından geçti, o iri, gri atı durdurup bakamadan yarım düzine adını attı.

Sisin içinde, her yanda evler yükseliyordu, Rand’ın gözüne tuhaf bir şekilde yüksek gelen evler. Burayı daha önce hiç görmemişti, ama tasvirlerini sık sık duymuştu. O yükseklik, kızıltaş temellerden kaynaklanıyordu. Yüksek temeller Puslu Dağlar’ın karları baharda eridiğinde Taren’ın taşması yüzünden gerekiyordu. Taren Salı’na ulaşmışlardı.

Lan, siyah savaş atının üzerinde yanından geçti. “O kadar hevesli olma, koyun çobanı.”

Canı sıkılan Rand, grup köyün içine ilerlerken açıklama yapmadan eski yerine geçti. Yüzü kızarmıştı ve o an için sisten hoşnuttu.

Soğuk sisin içinde görünmeyen yalnız bir köpek öfkeyle havladı, sonra kaçtı. Bazı erkenciler kalkarken, sağda solda tek tük ışıklar yandı. Köpeğin ve donuk toynakların sesleri dışında gecenin son saatinin sessizliğini bozan bir şey olmadı.

Rand, Taren Salı’ndan gelen pek az insan görmüştü. Onlar hakkında bildiği birkaç şeyi hatırlamaya çalıştı. Buranın sakinleri “aşağı köyler” dedikleri yerlere pek az giderler, gittikleri zaman da kötü bir şeyin kokusunu almış gibi burunlarını dikerlerdi. Tanıştığı kişilerin Te– pebaşı ve Taştekne gibi tuhaf isimleri vardı. Taren Salı halkı, kurnazlıkları ve hilebazlıkları ile tanınırdı. Taren Salı’ndan gelen biriyle el sıkışırsan, denirdi, daha sonra parmaklarını saymalısın.

Lan ve Moiraine, köydeki tüm diğer evlere benzeyen yüksek, karanlık bir evin önünde durdu. Sis, Muhafız’ın çevresinde duman gibi kıvranıyordu. Lan eyerden aşağı atladı, basamakları tırmanarak başları hizasındaki ön kapıya ulaştı ve yumruklamaya başladı.

“Sessizlik istediğini sanıyordum,” diye mırıldandı Mat.

Lan yumruklamaya devam etti. Yandaki evin penceresinde ışık belirdi ve biri öfkeyle bağırdı, ama Muhafız kapıyı yumruklamaya devam etti.

Çıplak ayak bileklerine gelen bir gecelik giymiş bir adam kapıyı hızla açtı. Adamın elindeki gaz lambası sivri hatlara sahip ince yüzünü aydınlattı. Ağzını öfkeyle açtı, sonra başını çevirip sisi görünce, gözleri irileşerek öyle kaldı. “Bu da ne?” dedi. “Bu da ne?” Soğuk, gri sis tutamları kapıdan içeri kıvrıldı ve adam telaşla geriledi.

“Yüksekkule Efendi,” dedi Lan. “Tam da ihtiyaç duyduğum adam. Salınla karşıya geçmek istiyoruz.”

“Adam yüksek bir kule bile görmemiş,” diye kıkırdadı Mat. Rand, arkadaşına susmasını işaret etti. Keskin hatlı adam lambasını kaldırdı ve kuşkuyla onlara baktı.

Bir dakika sonra Yüksekkule Efendi aksi aksi konuştu. “Sal gün doğmadan işlemez. Gece olmaz. Asla. Ve bu siste de işlemez. Güneş doğduğu ve sis dağıldığı zaman gelin.”

Dönecek gibi oldu, ama Lan adamın bileğini yakaladı. Salcı öfkeyle ağzını açtı. Muhafız paraları teker teker adamın diğer avucuna sayarken altın ışıldadı. Yüksekkule, paralar çınlarken dudaklarını yaladı ve başı yavaş yavaş, sanki gördüklerine inanamıyormuş gibi eline doğru eğildi.

“Ve sağsalim karşıya geçtiğimizde bu kadar daha,” dedi Lan. “Ama hemen gideceğiz.”

“Hemen mi?” Kurnaz görünüşlü adam altdudağını çiğneyerek ayak değiştirdi ve sisli geceye baktı, sonra başını salladı. “Hemen olsun. Pekala, bileğimi bırak. Çekicilerimi uyandırmam gerek. Salı kendi başıma çekeceğimi sanmıyorsunuz, değil mi?”

“Ben salda beklerim,” dedi Lan sertçe. “Bir süre.” Salcının kolunu bıraktı.

Yüksekkule Efendi bir avuç parayı göğsüne çekti ve başını sallayarak, kalçasıyla kapıyı kapattı.

Загрузка...