Yolkapısının çevresindeki arazi, yükselip alçalan, orman kaplı tepelerle doluydu, ama kapının kendisi dışında Ogier koruluğundan iz yoktu. Ağaçların çoğu gökyüzünü pençeleyen gri iskeletlerdi. Ormanda tek tük her daim yeşil ağaç vardı, ama çoğu ölü, kahverengi iğneler ve yapraklarla kaplıydı. Loial başını hüzünle iki yana sallamak dışında yorum yapmadı.
“Lanetli Topraklar kadar ölü,” dedi Nynaeve kaşlarını çatarak. Egwene titreyerek pelerinine sarındı.
“En azından dışarıdayız,” dedi Perrin ve Mat ekledi: “Dışarıda nerede?”
“Shienar,” dedi Lan onlara. “Sınırboyları’ndayız.” Sert sesinde, sonunda evdeyim diyen bir ton vardı.
Rand soğuğa karşı pelerininin önünü kapattı. Sınırboyları. Demek Afet yakındaydı. Afet. Dünyanın Gözü. Ve yapmaya geldikleri şey.
“Fal Dara’nın yakınındayız,” dedi Moiraine. “Yalnızca birkaç kilometre.” Ağaç tepelerinin üzerinde, kuzeyde ve doğuda, sabah gökyüzünün önünde gölgeli görünen kuleler yükseliyordu. Atlarını sürerlerken tepeler ve ağaçlar arasında kuleler sık sık gözden kayboluyor, yüksek bir tepeye tırmandıkları zaman tekrar ortaya çıkıyordu.
Rand, ağaçların yıldırım düşmüş gibi yarık olduğunu fark etti.
Sorduğunda Lan, “Soğuktan,” diye yanıt verdi. “Bazen burada kış o kadar soğuk olur ki, ağaçların özsuyu donar ve ağaçlar yarılır. Havaifişek gibi çatırdadıklarını duyduğun geceler olur. Ve hava o kadar keskindir ki, sen de parçalanacağını düşünürsün. Bu kış, normalden de fazla oldu.”
Rand, başını iki yana salladı. Yanlan ağaçlar mı? Hem de sıradan bir kışta. Bu kış neye benziyordu acaba? Kuşkusuz onun hayal edebildiği bir şeye değil.
“Kışın geçtiğini kim söylüyor ki?” dedi Mat dişleri takırdayarak.
“Ama bu güzel bir bahar, koyun çobanı,” dedi Lan. “Hayatta olmak için güzel bir bahar. Ama sıcaklık istiyorsan, Afet’te ısınırsın.”
Mat alçak sesle mırıldandı. “Kan ve küller. Kan ve lanet küller!” Rand onu zor duyuyordu, ama sözleri yürekten geliyordu.
Çiftliklerin yakınından geçmeye başladılar, ama öğle yemeklerinin pişiyor olması gereken bir saatte, yüksek taş bacalardan duman yükselmiyordu. Tarlalarda ne insanlar, ne çiftlik hayvanları vardı, ama zaman zaman, sahibi her an geri dönebilirmiş gibi terk edilmiş duran sabanlar ve arabalar görülüyordu.
Yola yakın bir çiftlikte yalnız bir tavuk, avluyu eşeliyordu. Kırık bir ahır kapısı rüzgarda sallanıyordu; diğer kanadın alt menteşesi kırılmış, kapı çarpık duruyordu. Rand’ın, İki Nehirli gözlerine tuhaf gelen yüksek ev ve iri tahtalardan yapılmış, neredeyse yere kadar uzanan sivri tepeli çatısı sessiz ve kıpırtısızdı. Yaklaşıp havlayan köpekler yoktu. Bir tırpan ahır avlusunun ortasında yatıyordu; kovalar kuyunun yanında ters çevrilmiş, üst üste yığılmıştı.
Moiraine yanından geçerken çiftlik evine kaşlarını çattı. Aldieb’in dizginlerini kaldırdı ve beyaz kısrak adımlarını hızlandırdı.
Emond Meydanı’ndan gelenler Loial ile birlikte Aes Sedai ile Muhafız’ın arkasına yanaştılar.
Rand başını iki yana salladı. Burada herhangi bir şeyin yetiştiğini hayal edemiyordu. Ama zaten Yolları da hayal edemezdi. İçinden geçip gittikten sonra bile gerçek olduğuna inanamıyordu.
“Aes Sedai’nin bunu beklediğini sanmıyorum,” dedi Nynaeve sessizce, gördükleri boş çiftlikleri içine alan bir hareket ile.
“Herkes nereye gitmiş?” dedi Egwene. “Neden? Gideli uzun zaman geçmiş olamaz.”
“Neden öyle söylüyorsun?” diye sordu Mat. “Ahır kapısının durumuna bakılırsa, tüm kışı başka yerde geçirmiş olabilirler.” Nynaeve ve Egwene ona, aptal olduğunu düşünüyorlarmış gibi baktılar.
“Pencerelerdeki perdeler,” dedi Egwene sabırla. “Burada bile kış perdeleri olmak için çok hafifler. Burası ne kadar soğuk olsa da, ancak bir iki hafta önce asılmış olabilirler. Hattâ belki daha az.” Hikmet başını salladı.
“Perdeler.” Perrin güldü. İki kadın ona kaşlarını kaldırınca telaşla yüzündeki gülümsemeyi sildi. “Ah, size katılıyorum. O tırpanın üzerindeki pas ancak bir haftalık olabilirdi. Perdeleri kaçırmış olsan da onu fark etmeliydin, Mat.”
Rand, gözlerini dikmemeye çalışarak Perrin’e yan yan baktı. Gözleri Perrin’inkinden daha keskindi –en azından birlikte tavşan avlarlarken öyleydi– ama o tırpanı, üzerindeki pası fark edecek kadar iyi görememişti.
“Aslında nereye gittikleri umurumda değil,” diye homurdandı Mat. “Yalnızca ateşi olan bir yer bulmak istiyorum. Kısa sürede.”
“Ama neden gitmişler?” dedi Rand alçak sesle. Afet buradan uzak değildi. Onları kovalamak için Andor’a inmeyen tüm Solukların ve Trollocların olduğu Afet. Gitmekte oldukları Afet.
Rand, sesini yakındakilerin duymasına yetecek kadar yükseltti. “Nynaeve, belki sen ve Egwene’in bizimle Göz’e gelmeniz gerekmiyordur.” İki kadın ona saçmalıyormuş gibi baktı, ama Afet bu kadar yakınken son bir kez denemesi gerekiyordu. “Belki yakında olmanız yeter. Moiraine gitmek zorunda olduğunuzu söylemedi. Sen de, Loial. Fal Dara’da kalabilirsiniz. Biz geri dönene kadar. Ya da Tar Valon’a gidebilirsiniz. Belki bir tüccar kafilesi bulunur. Hattâ iddiaya girerim Moiraine sizin için bir araba tutar. Her şey sona erdiği zaman Tar Valon’da buluşuruz.”
“Ta’veren.” Loial’ın iç çekişi ufuktaki gökgürültüsü gibiydi. “Çevrende yaşamlar dönüyor, Rand al’Thor, senin ve arkadaşlarının çevresinde. Sizin kaderiniz bizimkini seçiyor.” Ogier omuzlarını silkti ve aniden yüzü geniş bir sırıtma ile yarıldı. “Dahası, Yeşil Adamla tanışmak kaydadeğer bir şey olacak. İhtiyar Haman hep Yeşil Adam’la nasıl karşılaştığını anlatır. Babam ve diğer İhtiyarların çoğu da öyle.”
“O kadar çok mu?” dedi Perrin. “Hikayeler Yeşil Adam’ı bulmanın zor olduğunu ve hiç kimsenin iki kez bulamayacağını söyler.”
“İki kez olmaz,” diye kabul etti Loial. “Ama ben onunla hiç karşılaşmadım. Siz de öyle. Ogierlerden, siz insanlardan kaçındığı gibi kaçınmıyor gibi. Ağaçlar hakkında çok şey biliyor. Hattâ Ağaç Şarkıları hakkında.”
“Benim anlatmaya çalıştığım…” diye başladı Rand.
Hikmet sözünü kesti. “Aes Sedai Egwene ve benim de Desen’in parçası olduğumuzu söylüyor. Hepimiz siz üçünüzle beraber dokunuyormuşuz. Ona inanılacak olursa, Desen’in o parçasında Karanlık Varlık’ı durdurabilecek bir şey olabilirmiş. Ve korkarım ona inanıyorum; o kadar çok şey oldu ki, inanmamak güç. Ama Egwene ve ben sizden ayrılırsak, Desen’de neyi değiştirebiliriz ki?”
“Ben yalnızca…”
Nynaeve, yine keskin bir sesle sözünü kesti. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum.” Genç kadın bakışlarını Rand’a dikti ve Rand sonunda eyerinde huzursuzca kıpırdanmaya başladı. Nynaeve’in yüzü o zaman yumuşadı. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum, Rand. Aes Sedailerden pek hoşlanmıyorum, hele bundan hiç, sanırım. Afet’e gitme fikrini ise hiç sevmiyorum, ama Yalanların Babası’ndan nefret ediyorum. Siz oğlanlar… siz erkekler başka bir şey yapabilecekken yapılması gerekeni yapabiliyorsanız, sence neden ben daha azını yapayım? Ya da Egwene?” Yanıt bekliyormuş gibi görünmüyordu. Dizginlerini toparlayarak ileride duran Aes Sedai’ye kaşlarını çattı. “Bu Fal Dara denilen yere yakında mı ulaşacağız, yoksa geceyi burada, açıkta mı geçireceğiz merak ediyorum.”
O Moiraine’e doğru seyirtirken Mat, “Bize erkek dedi. Daha dün bize annemizin eteğinden ayrılmamamız gerektiğini söylüyordu, ama şimdi bize erkek diyor.”
“Siz yine de annenizin eteklerinden ayrılmamalısınız,” dedi Egwene, ama Rand, kızın içten konuştuğunu düşünmüyordu. Kız Belayı Rand’ın atına yanaştırdı ve diğerleri duymasın diye sesini alçalttı. Ama Mat yine de dinlemeye çalıştı. “Aram’la yalnızca dans ettim, Rand,” dedi yumuşak sesle, ona bakmadan. “Bir daha hiç görmeyeceğim birisi ile dans etmeme aldırmazsın, değil mi?”
“Hayır,” dedi Rand ona. Şimdi bu konuyu neden açtı? “Elbette aldırmam.” Ama aniden Baerlon’da Min’in söylediği bir şeyi hatırladı. Sanki yüzyıl önce olmuş gibi geliyordu. Sen onun, o senin için değilsiniz, ikinizin de istediği şekilde değil.
Fal Dara kasabası, çevredeki araziden daha yüksek tepelerin üzerinde inşa edilmişti. Caemlyn kadar büyük değildi, ama kasabayı çevreleyen duvar Caemlyn’inki kadar yüksekti. O duvarın dışında, bir buçuk kilometrelik alanda zeminde otlardan daha yüksek her şey ya temizlenmiş, ya da kısa kesilmişti. Hiçbir şey tepeleri tahta perdelerle çevrilmiş yüksek kulelerden görülmeden duvarlara yaklaşamazdı. Caemlyn duvarlarının güzelliğine karşılık, Fal Dara inşaatçıları, duvarlarının güzel bulunup bulunmamasına aldırmamış gibiydi. Gri taşlar sert ve aşılmaz görünüyor, yalnızca tek bir amaç için var olduklarını ilan ediyorlardı: dayanmak için. Tahta perdelerin tepesindeki flamalar rüzgarda dalgalanıyor, Shienar’ın avına çullanan Siyah Şahin’in duvarlar boyunca uçarmış gibi görünmesini sağlıyordu.
Lan, pelerininin başlığını arkaya attı ve soğuğa rağmen diğerlerinin de aynısını yapmasını işaret etti. Moiraine, kendi başlığını çoktan çıkarmıştı. “Shienar’da kuraldır,” dedi Muhafız. “Tüm Sınırboyları’nda. Kimse bir kasabanın duvarlarının içinde yüzünü saklayamaz.”
“Herkes o kadar yakışıklı mı?” Mat bir kahkaha attı.
“Yüzü açıktayken bir Yarı-insan saklanamaz,” dedi Muhafız düz bir sesle.
Rand’ın yüzündeki sırıtma silindi. Mat telaşla başlığını arkaya attı.
Yüksek, siyah demirlerle kaplı kapılar açık duruyordu, ama bir düzine zırhlı, Siyah Şahin resimli sarı cüppeli adam nöbet tutuyordu. Uzun kılıçlarının kabzaları omuzlarının üzerinden görünüyordu. Her birinin belinde palalar, topuzlar ya da baltalar asılı duaıyordu. Atları yakına bağlanmıştı, göğüslerini, boyunlarını ve başlarını kaplayan çelik levhalarla garip görünüyorlardı. Üzengilerine mızraklar takılmış, hemen yola çıkmaya hazır gibiydiler. Nöbetçiler Lan, Moiraine ve diğerlerini durdurmaya kalkmadı. Tam tersine mutluluk içinde el salladılar ve seslendiler.
“Dai Shan!” diye bağırdı biri onlar geçerken, çelik eldivenli yumruğunu sallayarak. Dai Shan!”
Başkaları sesini yükseltti, “Övgüler İnşa Edenlere!” ve “Kisera ti Wansho!” Loial şaşırmış göründü, sonra yüzü geniş bir gülümseme ile bölündü ve nöbetçilere el salladı.
Bir adam kısa bir süre Lan’in atının yanında, üzerindeki zırha aldırmadan koştu. “Altın Turna yine uçacak mı, Dai Shan?”
“Barış, Ragan,” dedi Muhafız yalnızca ve adam durdu. Lan nöbetçilerin el sallamalarına karşılık verdi, ama yüzü aniden daha da sertleşmişti.
İnsan ve araba dolu taş döşeli sokaklarda ilerlerlerken, Rand endişeyle kaşlarını çattı. Fal Dara, dikişlerini zorlayan bir çuval gibiydi, ama buradakiler ne Caemlyn’dekiler gibi didişirken bile şehrin ihtişamının zevkini çıkaran insanlardı, ne de Baerlon’daki dolanıp duran kalabalıklardı. Sırt sırta kasabaya doluşmuş bu insanlar ağır gözlerle ve duygusuz yüzlerle grubun geçişini izliyordu. Karmakarışık ev eşyaları ile ağzına kadar dolu yolcu ve yük arabaları sokakları ve caddelerin yarısını doldurmuştu. Oymalı sandıklar öyle doluydu ki, giysiler yanlardan fışkırıyordu. En tepede çocuklar oturuyordu. Yetişkinler, ufaklıkları görülebilecekleri bir yerde tutuyor, oynamak için bile uzaklaşmalarına izin vermiyordu. Çocuklar büyüklerden daha sessizdi. Gözleri daha iri, bakışları daha etkileyiciydi. Arabaların arasındaki aralık ve köşeler uzun tüylü sığırlarla, eğreti çitlerin içindeki siyah benekli domuzlarla doluydu. Tavuk, ördek ve kaz sandıkları insanların sessizliğini telafi ediyordu. Rand artık onca çiftçinin nereye gittiğini biliyordu.
Lan kasabanın ortasındaki kaleye, en yüksek tepedeki dev bir taş yığınına yöneldi. Kalenin kuleli duvarlarını derin, geniş, dibi keskin, çelik, adam boyunda kazıklarla çevrili kuru bir hendek çevreliyordu. Kasabanın geri kalanı düşecek olursa, son savunma mevkisi burası idi. Kapının yanındaki kulelerden zırhlı bir adam seslendi, “Hoşgeldin, Dai Shan.” Bir başkası kalenin içinde bağırdı, “Altın Turna! Altın Turna!”
Asma köprüden geçerlerken, atlarının toynakları tahtaları dövdü. Kafesli kale kapısının keskin kazıklarının altından geçtiler. İçeri girince Lan atından indi, Mandarb’ın dizginlerini tuttu ve diğerlerine de atlarından inmelerini işaret etti.
İlk avlu iri taş bloklarla kaplanmış dev bir kareydi ve duvarın dışındakiler kadar vahşi görünümlü kule ve siperlerle çevriliydi. Ne kadar büyük olsa da, avlu da sokaklar kadar kalabalıktı ve aynı ölçüde kargaşa içindeydi, ama buradaki kalabalık düzenliydi. Her yerde zırhlı adamlar ve zırhlı atlar vardı. Avlunun kenarlarındaki yarım düzine demircide çekiçler takırdıyor, her birinde ikişer deri önlüklü adamın işlettiği iri körükler demirhane ateşlerinin kükremesini sağlıyordu. Oğlan çocukları, yeni yapılmış at nalları ile nalbantlara koşuyorlardı. Okçular oturmuş ok yapıyorlar, bir sepet dolar dolmaz kaldırılıp, boş bir sepetle değiştiriliyordu.
Siyah ve altın renkli üniformalı uşaklar gülümseyerek belirdi. Rand telaşla eyerin arkasına bağlı eşyalarını çözdü ve zırhlı bir adam resmi bir şekilde eğilirken uşaklardan birine teslim etti. Adamın zırhının üzerinde, göğsü Siyah Şahin işlemeli, kırmızı kenarlı, parlak sarı bir pelerin ile gri baykuş resimli sarı bir tunik vardı. Miğfer takmamıştı ve tepesinde deri bir şerit ile bağlanmış bir tutam saç dışında kafası tamamen tıraşlanmıştı. “Çok zaman oldu, Moiraine Aes Sedai. Seni yeniden görmek güzel, Dai Shan. Çok güzel.” Loial’a eğilerek mırıldandı, “Tüm Övgüler İnşa Edenlere. Kiserai ti Wansho.”
“İş küçük,” diye yanıt verdi Loial resmi bir şekilde, “ve ben layık değilim. Tsingu ma choba.”
“Bize şeref veriyorsun, İnşa Eden,” dedi adam. “Kiserai ti Wansho.” Sonra yine Lan’e döndü. “Geldiğiniz görülür görülmez Lord Agelmar’a haber yollandı, Dai Shan. Sizi bekliyor. Bu taraftan, lütfen.”
Adamın peşinden kalenin içlerine, av ve savaş sahneleri betimleyen renkli duvar halıları ve uzun ipek panolar asılı, cereyanlı taş koridorlarda ilerlerlerken devam etti. “Çağrı sana ulaştığı için sevindim, Dai Shan. Bir kez daha Altın Turna sancağını çekecek misin?” Duvar halıları dışında koridorlar çıplaktı ve halılarda aktarılan sahneler bile olabildiğince az çizgi kullanılarak, olabildiğince az figür ile betimlenmişti, ama renkler canlıydı.
“Olaylar gerçekten göründüğü kadar kötü mü, Ingtar?” diye sordu Lan sessizce. Rand kendi kulaklarının da Loial’ınkiler gibi seyirip seyirmediğini merak etti.
Adam başını iki yana sallarken tepesindeki saç tutamı savruldu, ama bir an tereddüt ettikten sonra sırıttı. “Olaylar asla göründüğü kadar kötü değildir, Dai Shan. Bu sene her zamankinden biraz daha kötü, o kadar. Saldırılar kış boyunca devam etti, en zorlu zamanlarda bile. Ama Sınır boyunca görülenlerden daha kötü değildiler. Geceleyin hâlâ saldırı oluyor, ama baharda başka ne beklenebilir ki? Buna bahar denebilirse tabii. İzciler Afet’ten Trolloc kampları haberleri ile dönüyor –geri dönebilenler. Daima yeni kamplara ilişkin haberler geliyor. Ama onları Tarwin Geçidi’nde karşılayacağız, Dai Shan, ve her zamanki gibi geri süreceğiz.”
“Elbette,” dedi Lan, ama sesi emin değildi.
Ingtar’ın gülümseyişi kayboldu, ama sonra hemen yeniden belirdi. Sessizce onları Lord Agelmar’ın çalışma odasına götürdü, sonra bekleyen görevler olduğunu söyledi ve gitti.
Çalışma odası kaledeki tüm diğer odalar gibi belli bir amaç gözetilerek yapılmıştı. Dış duvarlarında ok yarıkları, kendi ok yarıkları olan ve demir bantlarla bağlanmış kalın kapıda ağır bir sürgü vardı. Burada yalnızca tek bir duvar halısı asılıydı. Bir duvarın tamamını kaplıyordu ve bir dağ geçidinde Myrddraaller ve Trolloclarla savaşan, Fal Dara’nın zırhlı askerlerine benzeyen adamlar betimliyordu.
Duvardaki iki raf dışında odada yalnızca bir masa, bir sandık ve birkaç sandalye vardı. Rand halı kadar onları da inceledi. Raflardan birinde iki elle kullanılan, bir adam boyundan daha uzun bir kılıç, daha sıradan bir geniş kılıç, altlarında çivili bir gürz ve üzerinde üç tilki resmi bulunan uzun, uçurtma şeklinde bir kalkan vardı. Diğer rafta binleri her an giyebilirmiş gibi konmuş metal bir zırh asılıydı. Çift zincirli bir boyun zırhının üzerinde, yüzü parmaklıklı, sorguçlu bir miğfer. At binmek için ikiye ayrılmış zincir tunik ve giyilmekten parlamış deri ceket. Göğüs zırhı, çelik eldivenler, diz ve dirsek koruyucuları, omuzlar, kollar ve bacaklar için plakalar. Burada, kalenin merkezinde bile silahlar, zırhlar kuşanılmaya hazır görünüyordu. Mobilyalar gibi onlar da altın süslemelerle bezenmişti.
Grup içeri girince Agelmar ayağa kalktı ve üzerine haritalar, kağıtlar ve mürekkep şişelerinde duran kalemler saçılmış masasının çevresinden dolaştı. Başta, yüksek, geniş yakalı mavi kadife ceketi ve yumuşak deri çizmeleri içinde bu oda için fazla barışçıl gelmişti, ama ikinci bir bakış Rand’ın farklı düşünmeye başlamasına sebep oldu. Gördüğü tüm savaşçılar gibi Agelmar’ın başı da tepesindeki saç tutamı dışında tıraşlanmıştı ve o kısım bembeyazdı. Yüz Lan’inki kadar sertti, gözlerinin kenarındaki kırışıklar dışında yüzü çizgisizdi ve o gözler, şimdi gülümsüyor olsa da, kahverengi taşlar gibiydi.
“Barış, seni yeniden görmek güzel, Dai Shan,” dedi Fal Dara Lordu. “Seni de, Moiraine Aes Sedai, hattâ belki daha fazla. Varlığın beni ısıtıyor, Aes Sedai.”
“Ninte calichniye no domashita, Agelmar Dai Shan,” diye resmi bir şekilde yanıt verdi Moiraine, ama sesinin tonu eski dostlar olduklarını ifade ediyordu. “Karşılaman beni ısıtıyor, Lord Agelmar.”
“Kodome calichniye ga ni Aes Sedai hei. Burada Aes Sedailer her zaman hoş karşılanır.” Loial’a döndü. “Yurttan çok uzaktasın, Ogier, ama Fal Dara’ya şeref veriyorsun. Tüm övgüler daima İnşa Edenlere. Kiserai ti Wansho hei.”
“Layık değilim,” dedi Loial eğilerek. “Bana şeref veren sizlersiniz.” Çıplak, taş duvarlara baktı ve içten içe mücadele eder göründü. Ogier, daha fazla yorum yapmadığı için Rand memnun olmuştu.
Siyah ve altın rengine bürünmüş hizmetkarlar sessiz, yumuşak terlikli ayaklar üzerinde belirdi. Bazıları yüzlerindeki ve ellerindeki tozu silmeleri için gümüş tepsiler üzerinde sıcak, ıslak havlular getirdiler. Başkaları sıcak şarap, kuru erik ve kayısı dolu gümüş kaseler taşıdılar. Lord Agelmar, oda ve banyo hazırlanması için emirler verdi.
“Tar Valon’dan buraya uzun bir yolculuk olmuş,” dedi. “Yorgun olmalısınız.”
“Geldiğimiz yol kısa,” dedi Lan ona, “ama uzun yoldan daha yorucu.”
Agelmar, Muhafız başka bir şey söylemeyince şaşırmış göründü, ama yalnızca, “Birkaç gün dinlenmek keyfinizi yerine getirir,” dedi.
“Atlarımız ve kendimiz için yalnızca bir gecelik sığınak istiyorum, Lord Agelmar,” dedi Moiraine. “Ve bağışlarsanız sabahleyin yeni erzak. Korkarım yola erken çıkmak zorundayız.”
Agelmar kaşlarını çattı. “Ama düşünümüştüm ki… Moiraine Sedai, senden bunu istemeye hakkım yok, biliyorum, ama Tarwin Geçidi’nde bin mızrağa eş olursun. Sen de Dai Shan. Altın Turna’nın bir kez daha dalgalandığını duyunca bin adam gelir.”
“Yedi Kule yıkıldı,” dedi Lan sertçe, “ve Malkier öldü; halkından kalan pek az kişi yeryüzüne dağıldı. Ben bir Muhafız’ım, Agelmar, Tar Valon’un Alevi üzerine yemin ettim ve Afet’e gidiyorum.”
“Elbette, Dai Sh– Lan. Elbette. Ama kuşkusuz birkaç günlük, en fazla birkaç haftalık gecikme fark etmez. Size ihtiyaç var. Sana ve Moiraine Sedai’ye.”
Moiraine, hizmetkarların birinden gümüş bir kadeh aldı. “Ingtar bu tehdidi de, yıllar boyunca diğer tehditleri altettiğiniz gibi altedeceğinize inanıyor gibi.”
“Aes Sedai,” dedi Agelmar, “Ingtar Tarwin Geçidi’ne yalnız gidecek olsa bile, tüm yol boyunca Trollocların bir kez daha geri çevrileceğini iddia eder. Bunu yalnız yapabileceğine inanacak kadar gururlu bir adamdır.”
“Bu sefer düşündüğün kadar güvenli değil, Agelmar.” Muhafız kadehini kaldırdı, ama içmedi. “Durum ne kadar kötü?”
Agelmar tereddüt etti, sonra masasının üzerindeki kargaşanın içinden bir harita çekti. Bir an görmeden haritaya baktı, sonra haritayı geri fırlattı. “Atlarımızı Geçit’e sürdüğümüz zaman,” dedi sessizce, “halk güneye, Fal Moran’a gönderilecek. Belki başkent dayanır. Barış, dayanmalı. Bir şey dayanmalı.”
“O kadar mı kötü,” dedi Lan ve Agelmar bitkinlik içinde başını salladı.
Rand, Mat ve Perrin endişe içinde bakıştılar. Afet’de toplanan Trollocların onların peşinde olduğuna inanmak kolaydı. Agelmar sert bir sesle devam etti.
“Kandor, Arafel, Saldaea –Trolloclar kış boyunca buralara saldırılar düzenledi. Trolloc Savaşları’ndan bu yana böyle bir şey olmamıştı; saldırılar hiç bu kadar şiddetli, saldıranlar hiç bu kadar çok olmamıştı, hiç bu kadar yakına gelmemişlerdi. Her kral, her konsey Afet’den büyük bir güç geleceğine inanıyor ve Sınırboyları’nın her biri kendilerine saldıracaklarına inanıyor. İzcilerinin hiçbiri, koruyucularının hiçbiri sınırlarında toplanan Trolloclar raporlamıyor. Bizde de öyle. Ama hepsi inanıyor ve her biri adamlarını başka bir yere göndermeye korkuyor. İnsanlar dünyanın sonunun geldiğini, Karanlık Varlık’ın yine serbest olduğunu fısıldıyor. Shienar Tarwin Geçidi’ne yalnız at sürecek ve en az on katımız bir güçle karşı karşıya kalacağız. En az. Bu Mızrakların son toplanışı olabilir.”
“Lan –hayır!– Dai Shan, çünkü sen ne dersen de yine de Malkier’in Taç Giymiş Savaş Lordu’sun. Dai Shan, arkamızda Altın Turna sancağı olsa kuzeye ölmeye gittiğini bilen adamlar yüreklenirdi. Söylenti, yangın gibi yayılırdı ve kralları onlara oldukları yerde kalmalarını emretse de Arafel ve Kandor’dan, hattâ Saldaea’dan mızraklar akın akın gelirdi. Geçit’de bizimle birlikte duracak kadar erken gelemeseler de, Shienar’ı kurtarabilirlerdi.”
Lan şarabına baktı. Yüzü değişmemişti, ama şarap eline döküldü; gümüş kadeh avucunda ezildi. Bir hizmetkar buruşmuş kadehi aldı ve Muhafız’ın elini bir havlu ile sildi; ikinci bir hizmetkar kadehi götürürken, bir diğeri eline yeni bir kadeh verdi. Lan fark etmiş görünmedi. “Yapamam!” diye fısıldadı boğuk bir sesle. Başını kaldırdığında mavi gözlerinde vahşi bir ateş yanıyordu, ama sesi yine sakin ve ifadesizdi. “Ben bir Muhafız’ım, Agelmar.” Keskin bakışları Rand, Mat ve Perrin’den Moiraine’e kaydı. “İlk ışıklarla Afet’e gidiyorum.”
Agelmar derin derin iç çekti. “Moiraine Sedai, en azından sen gelmez misin? Bir Aes Sedai fark yaratabilirdi.”
“Yapamam, Lord Agelmar.” Moiraine endişeli görünüyordu. “Gerçekten de verilecek bir savaş var ve Trollocların Shienar’ın yukarısında toplanmaları tesadüf değil, ama bizim savaşımız, Karanlık Varlık’a karşı gerçek savaş Afet’de, Dünyanın Gözü’nde olacak. Siz sizin savaşınızı vermelisiniz, biz bizimkini.”
“Serbest kaldığını söylüyor olamazsın!” Kaya gibi Agelmar sarsılmış gibiydi ve Moiraine başını hemen iki yana salladı.
“Henüz değil. Dünyanın Gözü’nde kazanırsak, belki bir daha serbest kalmaz.”
“Göz’ü bulabilecek misin, Aes Sedai? Karanlık Varlık’ı tutmak ona kalmışsa ölmüş sayılırız. Çok kişi denedi ve başarısız oldu.”
“Ben bulabilirim, Lord Agelmar. Henüz umut kaybolmadı.” Agelmar onu inceledi, sonra bakışları diğerlerine kaydı. Nynaeve ve Egwene’i görünce şaşırmış göründü; köylü kıyafetleri Moiraine’in ipek elbisesi ile keskin bir karşıtlık oluşturuyordu, ama hepsi yolculuklarının izini taşıyordu. “Onlar da mı Aes Sedai?” diye sordu kuşkuyla. Moiraine başını iki yana sallayınca kafası daha da karışmış göründü. Bakışları Emond Meydanı’ndan gelen genç adamların üzerinde gezindi, Rand’a takıldı, belindeki kırmızı kumaşa sanlı kılıca dokundu. “Yanında tuhaf koruyucular götürüyorsun, Aes Sedai. Yalnızca bir savaşçı.” Perrin’e ve belinde asılı duran baltaya baktı. “Belki iki. Ama ikisi de çocukluktan yeni çıkmış. Yanında adamlar göndermeme izin ver. Geçit’te yüz mızrak fark yaratmaz, ama senin bir Muhafız ve üç delikanlıdan fazlasına ihtiyacın var. Ve kılık değiştirmiş Aieller değillerse iki kadının faydası olmaz. Afet bu sene her zamankinden de kötü. Kıpırdanıyor.”
“Yüz mızrak çok fazla olabilir,” dedi Lan, “ve bin tanesi az gelebilir. Afet’e götürdüğümüz grup ne kadar büyük olursa dikkat çekme olasılığı o kadar artar. Elimizden gelirse Göz’e savaşmadan ulaşmalıyız. Trolloclar bizi Afet’in içinde savaşa zorladığında sonucun neredeyse belirli olduğunu biliyorsun.”
Agelmar sertçe başını salladı, ama pes etmeyi reddetti. “O zaman daha azını alın. Yeşil Adam’a giderken Moiraine Sedai ile diğer iki kadına eşlik etmek için on iyi adam bile bu iki delikanlıdan daha yararlı olur.”
Rand aniden Fal Dara Lordu’nun, Moiraine Karanlık Varlık ile savaşırken Nynaeve ve Egwene’in yardımcı olacağını düşündüğünü fark etti. Bu doğaldı. Bu tür mücadeleler Tek Güç’ün kullanılması anlamına geliyordu ve bunu da kadınlar yapardı. Bu tür mücadeleler Güç’ün kullanılması anlamına gelir. Ellerinin titremesini engellemek için başparmaklarını kılıç kemerine taktı ve kemerin tokasını sıkı sıkı tuttu.
“Adam yok,” dedi Moiraine. Agelmar ağzını yine açtı ve Moiraine o konuşamadan devam etti. “Göz’ün ve Yeşil Adam’ın doğası yüzünden. Kaç Fal Daralı Yeşil Adam’ı ve Göz’ü buldu?”
“Kaç tane mi?” Agelmar omuzlarını silkti. “Yüzyıl Savaşları’ndan bu yana bir elin parmaklarını bulmaz. Tüm Sınırboyları’ndan gidenler sayılırsa, beş yılda bir taneden fazla çıkmaz.”
“Kimse Dünyanın Gözü’nü bulmaz,” dedi Moiraine, “Yeşil Adam bulmasını istemezse. Anahtar ihtiyaç ve kararlılıktır. Ben nereye gideceğimi biliyorum –daha önce gittim.” Rand’ın başı şaşkınlık içinde hızla o yana döndü; Emond Meydanı’ndan gelenler arasında yalnız değildi, ama Aes Sedai fark etmiş görünmedi. “Ama aramızda övünç arayan, adını o dört kişiye eklemek isteyen bir kişi olsa, doğrudan hatırladığım noktaya gitsek bile asla bulamayabiliriz.”
“Sen Yeşil Adam’ı gördün mü, Moiraine Sedai?” Fal Dara Lordu etkilenmiş görünüyordu, ama bir sonraki nefesinde kaşlarını çattı. “Ama onunla bir kez karşılaşmışsan…”
“Anahtar ihtiyaçtır,” dedi Moiraine yumuşak sesle, “ve benimkinden daha büyük bir ihtiyaç olamaz. Bizimkinden. Ve bende diğer arayıcılar da olmayan bir şey var.”
Gözleri, Agelmar’ın yüzünden ayrılmamış gibi göründü, ama Rand o gözlerin bir an için Loial’a kaydığından emindi. Rand Ogier’le göz göze geldi. Loial omuz silkti.
“Ta’veren,” dedi Ogier yumuşak sesle.
Agelmar ellerini kaldırdı. “Dediğin gibi olsun, Aes Sedai. Barış, gerçek savaş Dünyanın Gözü’nde olacaksa, Siyah Şahin sancağını Geçit’e değil, senin peşinden getirmek istiyorum. Senin için yol açabilirim…”
“Bu bir felaket olur, Lord Agelmar. Hem Tarwin Geçidi’nde, hem de Göz’de. Sen kendi savaşını ver, biz bizimkini.”
“Barış! Dediğin gibi olsun, Aes Sedai.”
Ama, hiç hoşlanmasa da, bir karara varınca başı tıraşlı Fal Dara Lordu konuyu aklından çıkardı. Herkesi masaya davet etti, yemek boyunca şahinlerden, atlardan ve köpeklerden bahsetti, Trolloclar, Tarwin Geçidi, Dünyanın Gözü konularını açmadı bile.
Yemek yedikleri oda, Lord Agelmar’ın çalışma odası kadar sade ve çıplaktı, içinde masa ve sandalyeler dışında pek az mobilya vardı ve olanlar da sert hatlıydı. Güzel, ama sert. Büyük bir şömine odayı ısıtıyordu, ama hızla dışarı çıkan bir adamın soğukla sersemlemesine yol açacak kadar değil. Üniformalı hizmetkarlar çorba, ekmek ve peynir getirdiler, kitaplardan ve müzikten bahsedildi. Ama Lord Agelmar Emond Meydanı’ndan gelenlerin konuşmadığını fark etti. İyi bir evsahibi gibi onları sessizliklerinden çıkaracak nazik sorular sordu.
Rand kısa süre sonra kendini, Emond Meydanı’nı ve İki Nehir’i anlatmak için diğerleri ile yarışırken buldu. Çok konuşmamak için çaba göstermesi gerekiyordu. Diğerlerinin, özellikle Mat’in dillerini tutacağını umdu. Yalnızca Nynaeve sessiz kaldı, sessizce yedi, içti.
“İki Nehir’de bir şarkı vardır,” dedi Mat. “‘Tarwin Geçidi’nden Eve Dönmek.’” Aniden herkesin kaçındığı bir konuyu açtığını fark ederek tereddüt etti, ama Lord Agelmar rahatça yanıt verdi.
“Şaşmamak gerek. Afet’i uzak tutmak için adam göndermeyen pek az ülke kaldı.”
Rand Mat ve Perrin’e baktı. Mat’in dudakları sessizce Manetheren sözcüğünü şekillendirdi.
Agelmar, hizmetkarlardan birine fısıldadı. Diğerleri masayı temizlerken o adam kayboldu ve bir tütün kutusu ve Lan, Loial ve Lord Agelmar için kil pipolarla döndü. “İki Nehir tütünü,” dedi Fal Dara Lordu, pipolarını doldururlarken. “Burada bulmak zor, ama ödediğin bedele değer.”
Loial ve diğer iki adam, pipolarını tatmin içinde tüttürürken Agelmar Ogier’e baktı. “Rahatsız görünüyorsun, İnşa Eden. Umarım Özlem’e tutulmamışsındır. Yurttan ayrılalı ne kadar oldu?”
“Özlem değil; o kadar uzun zaman önce ayrılmadım.” Loial omuz silkti ve işaret ederken piposundan yükselen mavi-gri dumanlar masanın üzerinde bir sarmal çizdi. “Buradaki koruluğun hâlâ ayakta olmasını beklemiştim –ummuştum. En azından Mafal Dadaranell’ın kalıntılarının olmasını.”
“Kiserai ri Wansho,” diye mırıldandı Agelmar. “Trolloc Savaşları anılardan ve insanların onların üzerine kurduklarından başka bir şey bırakmadı, Arent oğlu Loial. İnşa Edenlerin yaptıklarını taklit edemezlerdi. Halkınızın yarattığı o girift kıvrımlar ve desenler insan gözlerinin ve ellerinin yapabileceklerinin çok ötesinde. Belki, bize kaybettiğimiz şeyi devamlı anımsatacak kötü taklitlerden kaçınmak istedik. Sadelikte farklı bir güzellik var, tam yerine yerleştirilmiş tek bir çizgide, kayaların arasında tek bir çiçekte. Taşın sertliği çiçeği daha da kıymetli kılar. Kaybettiklerimizi fazla düşünmemeye çalışırız. O gerilim altında en güçlü yürek bile kırılır.”
“Gül yaprakları suyun üzerinde yüzer,” diye ezberden okudu Lan. “Yalıçapkını gölete dalar. Ölümün ortasında yaşam ve güzellik süzülür.”
“Evet,” dedi Agelmar. “Evet. Bu benim için de bütün bunları özetliyor.” İki adam birbirlerine doğru başlarını eğdiler.
Lan’den şiir, ha? Adam soğan gibiydi; Rand ne zaman Muhafız hakkında bir şey bildiğini düşünse, altında bir başka tabaka keşfediyordu.
Loial yavaşça başını salladı. “Belki ben kaybolmuş olanları çok fazla düşünüyorum. Ama koruluklar yine de güzeldi.” Şimdi çıplak odaya yeni görüyormuş ve aniden görmeye değer şeyler bulmuş gibi bakıyordu.
Ingtar belirdi ve Lord Agelmar’a selam verdi. “Affınıza sığınırım, Lordum, ama ne kadar küçük olursa olsun, sıradışı her şeyi öğrenmek istemiştiniz.”
“Evet, ne oldu?”
“Küçük bir şey, Lordum. Bir yabancı kasabaya girmeye çalıştı. Shienarlı değil. Aksanma bakılırsa Lugardlı. En azından zaman zaman. Güney Kapısı’ndaki nöbetçiler onu sorgulamaya çalıştığında kaçtı. Ormana girdiği görüldü, ama kısa süre sonra duvara tırmanırken yakalandı.”
“Küçük bir şey, ha?” Agelmar ayağa kalkarken sandalyesi yere sürtündü. “Barış! Kule nöbetçileri, bir adamın görülmeden duvarlara ulaşmasına izin verecek kadar ihmalkar davranıyor ve sen buna küçük bir şey diyorsun, öyle mi?”
“Adam deli, Lordum.” Ingtar’ın sesinde huşu vardı. “Işık delileri korur. Belki Işık kule nöbetçisinin gözlerini perdelemiş, adamın duvarlara ulaşmasına izin vermiştir. Kuşkusuz tek bir deli adam kimseye zarar veremez.”
“Kaleye getirildi mi? Güzel. Bana, buraya getir. Şimdi.” Ingtar eğildi ve çıktı, Agelmar Moiraine’e döndü. “Affına sığınırım, Aes Sedai, ama bu konuyu halletmeliyim. Belki Işık’ın zihnini kör ettiği zavallı bir sefildir, ama… İki gün önce kendi halkımızdan beş kişi geceleyin atkapısının menteşelerini eğelerken bulundu. Küçük, ama Trollocları içeri alacak kadar büyük.” Yüzünü buruşturdu. “Karanlıkdostları sanırım, ama bir Shienarlı’nın böyle bir şey yapacağını düşünmekten nefret ediyorum. Nöbetçiler yetişemeden insanlar onları parça parça etti, bu yüzden asla öğrenemeyeceğim. Shienarlılar, Karanlıkdostu olabiliyorsa, bugünlerde yabancılara karşı özellikle dikkatli olmalıyım. Odalarınıza çekilmek isterseniz yol göstermelerini söylerim.”
“Karanlıkdostları ne sınır, ne soy bilir,” dedi Moiraine. “Her ülkede varlar ve hiçbirinden değiller. Ben de bu adamı görmek istiyorum. Desen bir Ağ örüyor, Lord Agelmar, ama Ağ’ın son şekli henüz görülmedi. Henüz dünyayı içine düşürebilir ya da çözülebilir ve Çark’ı yeni bir desen dokumaya yöneltebilir. Şu noktada, küçük şeyler bile Ağ’ın şeklini değiştirebilir. Bu nedenle, ben sıradışı küçük şeylere karşı ihtiyatlıyım.”
Agelmar, Nynaeve ile Egwene’e bir bakış fırlattı. “Dilediğin gibi olsun, Aes Sedai.”
Ingtar uzun halberler taşıyan iki asker ile döndü. Adamların arasında tersyüz edilmiş kırpıntı torbasına benzeyen biri yürüyordu. Yüzü tabaka tabaka kir içindeydi, düzensiz, uzamış saçları ve sakalı keçeleşmişti. Kamburunu çıkararak odaya girdi, çökmüş gözleri bir o tarafa, bir bu tarafa kaydı. Önünden ekşi bir koku süzülüyordu.
Rand onca kirin ardını görmeye çalışarak öne eğildi.
“Beni bu şekilde tutmanız için sebep yok,” diye sızlandı kirli adam. “Ben Işık’ın terk ettiği, herkes gibi Gölge’ye karşı sığınacak yer arayan zavallı bir fakirim.”
“Sınırboyları sığınak aramak için…” diye başladı Agelmar, ama Mat sözünü kesti.
“Çerçi!”
“Padan Fain,” diye onayladı Perrin başını sallayarak.
“Dilenci,” dedi Rand, aniden sesi boğularak. Fain’in gözlerinde aniden alevlenen nefret karşısında geriledi. “Caemlyn’de bizi soran adam bu. Öyle olmalı.”
“Demek bu aslında sizi ilgilendiriyor, Moiraine Sedai,” dedi Agelmar yavaşça.
Moiraine başını salladı. “Korkarım öyle.”
“Ben istemedim.” Fain ağlamaya başladı. İri gözyaşları yanaklarındaki kirde yollar açtı, ama en alttaki tabakaya ulaşamadılar. “O zorladı! O ve o yanan gözleri.” Rand irkildi. Mat elini ceketinin altına kaydırdı, kuşkusuz yine Shadar Logoth’dan aldığı hançeri kavramıştı. “Beni köpeği yaptı! Hiç dinlenmeden takip edecek, avlanacak köpeği. Beni kovduktan sonra bile yalnızca köpeği.”
“Bu hepimizi ilgilendiriyor,” dedi Moiraine sertçe. “Onunla yalnız konuşabileceğim bir yer var mı, Lord Agelmar?” Ağzı tiksinti ile gerilmişti. “Ve ilk önce yıkansın. Ona dokunmak zorunda kalabilirim.” Agelmar başını salladı, alçak sesle Ingtar’a birşeyler söyledi. Ingtar eğildi ve kapıda kayboldu.
“Artık zorlanmayacağım!” Ses Fain’indi, ama artık ağlamıyordu ve sesindeki sızlanmanın yerini, kibirli bir paylama almıştı. Dik duruyor, hiç büzülmüyordu. “Bir daha asla! Yap-ma-ya-ca-ğım!” Yanlarındakiler kendi askerleriymiş, Fal Dara Lordu onu tutsak eden değil eşitiymiş gibi Agelmar’a döndü. Ses tonu zarif ve kaypak oldu. “Burada bir yanlış anlama var, Büyük Lord. Bazen nöbet geçiririm, ama kısa sürede geçecek. Evet, kısa süre sonra geçecek.” Küçümseme ile üzerindeki paçavraları elledi. “Bunlar sizi yanıltmasın, Büyük Lord. Beni durduranlara karşı kılık değiştirmek zorunda kaldım ve yolculuğum uzun ve zorluydu. Ama sonunda Ba’alzamon’un tehlikelerini hâlâ bilen insanların olduğu, insanların Karanlık Varlık la hâlâ savaştığı topraklara geldim.”
Rand gözleri iri iri açılarak bakakaldı. Bu gerçekten de Fain’in sesiydi, ama sözleri hiç de bir çerçinin sözlerine benzemiyordu.
“Demek biz Trolloclarla savaştığımız için buraya geldin,” dedi Agelmar. “Ve öyle önemlisin ki, seni durdurmak isteyenler var. Bu insanlar senin Padan Fain isimli bir çerçi olduğunu ve onları takip ettiğini söylüyor.”
Fain tereddüt etti. Moiraine’e bir bakış fırlattı ve telaşla gözlerini kaçırdı. Bakışları Emond Meydanı’ndan gelenleri taradı, sonra yine Agelmar’a kaydı. Rand yine o bakışlardaki nefreti, korkuyu hissetti. Fain yine konuştuğu zaman, sesi telaşsızdı. “Padan Fain yalnızca yıllar içinde kullandığım sayısız kılıktan biri. Karanlığın Dostları beni takip ediyor, çünkü Gölge’nin nasıl altedilebileceğini öğrendim. Size onu nasıl altedebileceğinizi gösterebilirim, Büyük Lord.”
“Biz insanların elinden geldiği kadarını yapıyoruz,” dedi Agelmar kuru kuru. “Çark dilediği gibi dokur, ama bize öğretecek çerçiler olmadan da Dünyanın Kırılışı’ndan bu yana Karanlık Varlık’la savaştık.”
“Büyük Lord, kudretin sorgulanamaz, ama sonsuza dek Karanlık Varlık’a direnebilir misiniz? Sık sık kendinizi sıkışmış hissetmiyor musunuz? Cüretimi bağışlayın, Büyük Lord; bu halinizle, sizi sonunda ezecek. Biliyorum; inanın bana biliyorum. Ama ben size yeryüzünü Gölge’den nasıl temizleyeceğinizi gösterebilirim, Büyük Lord.” Ses tonu kibirli kalsa da, daha da kaypak oldu. “Tavsiye edeceğim şeyi bir kez deneseniz göreceksiniz, Büyük Lord. Toprağı temizleyeceksiniz. Siz, Büyük Lord, kudretinizi doğru yöne çevirirseniz göreceksiniz. Tar Valon’un sizi kendi entrikalarına çekmesinden kaçının, o zaman dünyayı kurtarabilirsiniz. Büyük Lord, tarihte Işık’a nihai zaferi getiren kişi olarak hatırlanacaksınız.” Askerler yerlerinden kıpırdamadılar, ama elleri, kullanmak zorunda kalabileceklerini düşünüyorlarmış gibi halberdlerin uzun saplarına gitti.
“Bir çerçi olarak kendini çok büyük görüyor,” dedi Agelmar Lan’e omzunun üzerinden. “Sanırım Ingtar haklı. Adam deli.”
Fain’in gözleri öfkeyle kısıldı, ama sesi sakin kaldı. “Büyük Lord, sözlerimin gösterişli geldiğini biliyorum, ama bana yalnız…” Moiraine ayağa kalkıp yavaş yavaş masanın çevresinde dolanırken aniden sustu, geriledi. Ancak askerlerin indirdiği halberdler Fain’in kapıya kadar gerilemesini engelleyebildi.
Mat’in sandalyesinin arkasında duran Moiraine, elini delikanlının omzuna koydu ve eğilip kulağına fısıldadı. Kadın ne dediyse, Mat’in yüzündeki gerilim yok oldu ve elini ceketinin altından çıkardı. Aes Sedai gidip Agelmar’ın yanında durdu ve Fain ile yüzleşti. Kadın durunca Çerçi yine büzüldü.
“Ondan nefret ediyorum,” diye inledi. “Ondan kurtulmak istiyorum. Yine Işık’ta yürümek istiyorum.” Omuzları sarsılmaya başladı. Yüzünde öncekinden de iri gözyaşları akmaya başladı. “Beni o zorladı.”
“Korkarım bu adam bir çerçiden fazlası, Lord Agelmar,” dedi Moiraine. “İnsandan düşük, kötüden de beter, hayal edebileceğinizden daha tehlikeli. Ben onunla konuştuktan sonra yıkanabilir. Bir dakika bile harcamaya cesaret edemem. Gel, Lan.”