24 ARINELLE’DEN AŞAĞI KAÇIŞ

Uzakta damlayan sular, yankılanan, tekrar yankılanan, kaynaklarını sonsuza dek kaybeden boş şıpırtılar. Her yerde taş köprüler, korkuluksuz rampalar vardı; hepsi cilalı, pürüzsüz, kırmızı ve altın rengi çizgili, geniş, düz tepeli, taş kulelerden fışkırıyorlardı. Labirent karanlığın içinde, görülür bir başlangıç ya da son olmadan, kat kat uzanıyordu. Her köprü bir kuleye, her rampa bir başka kuleye, başka köprülere gidiyordu. Rand hangi yöne bakarsa baksın, loşluğun içinde göz görebildiğince aynıydı, hem aşağıda, hem yukarıda. Açıkça görmesine yetecek kadar ışık yoktu ve bundan neredeyse memnundu. Rampalardan bazıları aşağıdakilerin tam tepesinde olması gereken platformlara gidiyordu. Hiçbirinin tabanını göremiyordu. Serbest kalmaya çalışarak, bunun yalnızca bir yanılsama olduğunu bilerek çabaladı. Her şey bir yanılsamaydı.

Yanılsamayı biliyordu; peşinden o kadar çok gitmişti ki, bilmemesi olanaksızdı. Yukarıya, aşağıya ya da herhangi bir yöne ne kadar giderse gitsin, yalnızca parlak taş görüyordu. Taş, fakat derin, yeni kazılmış toprağın ıslak kokusu havaya işlemişti. Ve çürümenin tatlımsı, mide bulandırıcı kokusu. Zamanından önce açılmış bir mezarın kokusu. Nefes almamaya çalıştı, ama koku, burun deliklerini doldurdu. Derisine yağ gibi yapıştı.

Gözü bir hareket yakaladı ve Rand olduğu yerde dondu. Kulelerden birinin tepesini çepeçevre dolanan koruma duvarının yanında yarı çöktü. Burası saklanabileceği bir yer değildi. Bin yerden görülebilirdi. Havayı gölge doldurmuştu, ama saklanabileceği daha derin gölgeler yoktu. Işık, lambalardan, meşalelerden gelmiyordu; yalnızca oradaydı, olduğu gibi, sanki havadan sızıyordu. Bir şekilde, görmek için yeterli; görülmek için yeterli. Ama kıpırtısızlık pek az koruma sağlıyordu.

Hareket yine geldi ve bu sefer açıktı. Uzak bir rampada, korkuluk olmamasına aldırmadan, aşağıdaki boşluğa aldırmadan yürüyen bir adam. Adamın pelerini görkemli telaşı içinde dalgalanıyordu. Başını çevirerek arandı. Mesafe, Rand’ın karanlığın içindeki şekilden fazlasını görebilmesi için çok fazlaydı, ama pelerinin taze kan rengi olduğunu ve arayış içindeki o gözlerin iki fırın gibi alev alev yandığını bilmek için yakın olması gerekmiyordu.

Gözleri ile labirenti takip etmeye, Ba’alzamon ona ulaşmadan önce kaç bağlantı geçmesi gerektiğini anlamaya çalıştı, sonra bunu faydasız bularak vazgeçti. Mesafeler burada aldatıcıydı, öğrendiği bir başka ders. Uzak görünen bir şey bir köşeyi dönünce ele geçebilirdi; yakın görünen bir şey tamamen ulaşılmaz olabilirdi. Yapacak tek şey, baştan beri olduğu gibi, devamlı hareket etmekti. Devamlı hareket et ve düşünme. Düşünmenin tehlikeli olduğunu biliyordu.

Yine de, Ba’alzamon’un uzak şekline sırtını döndüğünde, kendini Mat’i merak etmekten alıkoyamadı. Mat bu labirentte bir yerde miydi? Yoksa iki labirent ve iki Ba’alzamon mu var? Zihni bu düşünceden kaçtı; düşünülemeyecek kadar dehşet vericiydi. Bu Baerlon gibi mi? O zaman neden beni bulamıyor? Bu birazcık daha iyiydi. Küçük bir teselli. Teselli mi? Kan ve küller, teselli bunun neresinde?

İki ya da üç kez dokunacak kadar yakın olmuştu, ama onları açıkça hatırlayamıyordu, ama Ba’alzamon boşuna kovalarken uzun, çok uzun zaman –ne kadar uzun?– kaçmıştı. Bu Baerlon gibi miydi, yoksa yalnızca bir kabus, başka insanların rüyaları gibi bir rüya mıydı?

Sonra bir anlığına –bir nefes almaya yetecek bir süre için– düşünmenin neden tehlikeli olduğunu, ne hakkında düşünmenin tehlikeli olduğunu hatırladı. Daha önce olduğu gibi, ne zaman kendisine onu bir rüya gibi çevreleyenin ne olduğunu düşünme izni verse, hava pırıldıyor, gözlerini bulandırıyordu. Pelteye dönüyor, onu sıkı sıkı tutuyordu. Yalnızca bir anlığına.

Kumlu sıcaklık derisini dürttü, dikenli çalı çitlerden oluşan labirentte koştururken uzun zaman önce boğazı kurumuştu. Ne kadar olmuştu? Teri boncuklanmaya fırsat bulamadan buharlaşıyordu ve gözleri yanıyordu. Yukarıda –ve o kadar da yukarıda değildi– siyah çizgili, öfkeli, çelik grisi bulutlar kaynıyordu, ama labirentin içinde tek bir nefes esinti yoktu. Bir an, daha önce farklı olduğunu düşündü, ama düşüncesi ısıyla buharlaştı. Uzun zamandır buradaydı. Düşünmek tehlikeliydi, bunu biliyordu.

Pürüzsüz, solgun ve yuvarlak taşlar yarım yamalak bir döşeme oluşturuyordu. En hafif adımla bile toz bulutları fışkırtan, kemik gibi kuru tozların içine yarı gömülmüşlerdi. Toz, Rand’ın burnunu gıdıklıyor, onu ele verecek bir hapşırık koparmakla tehdit ediyordu; ağzından nefes almaya çalıştığında toz boğazını tıkıyor, boğulacak gibi olmasına sebep oluyordu.

Burası tehlikeli bir yerdi; bunu da biliyordu. İleride, yüksek diken duvarında üç açıklık görüyordu, sonra yol kıvrılarak gözden kayboluyordu. Ba’alzamon o anda o köşelerin herhangi birinden çıkabilirdi. Çoktan iki, üç kez karşılaşmışlardı, ama Rand karşı karşıya geldikleri ve bir şekilde kaçmayı başardığı dışında hiçbir şey hatırlamıyordu. Çok fazla düşünmek tehlikeliydi.

Sıcakta nefes nefese durdu ve labirent duvarını inceledi. Sık, dolaşık dikenli çalılar, kahverengi ve ölü görünüşlü, iki santim uzunluğunda çengeller gibi zalim, siyah dikenler. Üzerinden bakılmayacak kadar yüksek, içinden görülmeyecek kadar yoğun. İhtiyatla duvara dokundu ve inledi. Onca özene rağmen, sıcak bir iğne gibi yanan bir diken, parmağını delmişti. Elini sallayarak, topukları taşlara takılarak geriledi ve yoğun kan damlaları saçtı. Yanma hissi çekilmeye başladı, ama tüm eli zonkluyordu.

Aniden acıyı unuttu. Topuğu o pürüzsüz taşlardan birini çevirmiş, kuru zeminden tekmelemişti. Taşa baktı, boş göz çukurlan bakışlarına karşılık verdi. Bir kafatası. Bir insan kafatası. Yoldaki bütün pürüzsüz, solgun taşlara baktı. Hepsi birbirinin aynıydı. Telaşla ayak değiştirdi, ama onların üzerine basmadan yürüyemiyordu, onların üzerine basmadan ayakta duramıyordu. Kafasında gelişigüzel bir düşünce şekillendi, her şey göründüğü gibi olmayabilirdi, ama düşünceyi acımasızca bastırdı. Burada düşünmek tehlikeliydi.

Titreyerek kendine hakim oldu. Bir yerde kalmak da tehlikeliydi. Bu belirsizce, ama kesin olarak bildiği şeylerden biriydi. Parmağındaki kan akışı yavaş bir damlamaya dönüşmüştü, ama zonklama neredeyse kaybolmuştu. Parmakucunu emerek, yüzünün dönük olduğu yöne yürümeye başladı. Burada her yol birbirinin aynıydı.

Bir zamanlar, bir labirentten devamlı aynı yöne dönerek çıkabileceğini duyduğunu hatırladı. Diken duvarındaki ilk açıklıkta sağa döndü, sonra bir sonrakinde yine sağa. Ve kendini Ba’alzamon ile yüz yüze buldu.

Ba’alzamon’un yüzünden bir şaşkınlık geçti ve olduğu yerde durunca kan kırmızısı pelerini kıpırtısızlaştı. Gözlerinde alevler yükseldi, ama labirentin ışığında Rand onları pek hissetmedi.

“Sence benden ne kadar kaçabilirsin, evlat? Sence kaderinden ne kadar kaçabilirsin? Sen benimsin!”

Rand gerileyerek, neden kılıç ararcasına kemerini yokladığını merak etti. “Işık bana yardım et,” diye mırıldandı. “Işık bana yardım et.” Bunun ne anlama geldiğini hatırlamıyordu.

“Işık sana yardım etmeyecek, evlat ve Dünyanın Gözü sana hizmet etmeyecek. Sen benim köpeğimsin ve emrime uymazsan, seni Büyük Yılan’ın leşi ile boğarım!”

Ba’alzamon elini uzattı ve Rand aniden bir kaçış yolu buldu, tehlike çığlıkları atan sisli, yarı oluşmuş bir anı, ama Karanlık Varlık’ın dokunuşunun tehlikesi yanında hiçbir şey.

“Rüya!” diye bağırdı Rand. “Bu bir rüya!”

Ba’alzamon’un gözleri, şaşkınlık, öfke ya da her ikisi ile irileşmeye başladı, sonra hava pırıldadı, hatları bulanıklaştı ve soldu.

Rand çevresinde dönerek bakakaldı. Bin yerden kendisine bakan kendi imgesini gördü. On bin yerden. Yukarıda karanlık vardı, aşağıda karanlık vardı, ama çevresinde, her yerde aynalar vardı, her açıda yerleştirilmiş aynalar, görebildiğince uzaklara kadar, hepsi çökmüş, dönen, irileşmiş, korku dolu gözlerle bakan kendisini gösteren aynalar.

Aynalardan kırmızı bir bulanıklık geçti. Rand yakalamaya çalışarak döndü, ama bulanıklık her aynadaki kendi imgesinin arkasından geçti ve yok oldu. Sonra yine döndü, ama bir bulanıklık gibi değil. Ba’alzamon aynalardan geçti, on bin Ba’alzamon, arayan, gümüş aynaların önünden tekrar tekrar geçen.

Kendini, kendi yüzünün yansımalarına bakarken buldu, solgun, bıçak gibi kesen soğukta titreyen. Ba’alzamon’un imgesi arkasında ona bakarak büyüdü; görmeden, ama bakarak. Her aynada, Ba’alzamon’un yüzündeki alevler arkasında öfkeyle sararak, yakarak, karışarak yükseldi. Rand çığlık atmak istedi, ama boğazı donmuştu. O sonsuz aynalarda tek bir yüz vardı. Kendi yüzü. Ba’alzamon’un yüzü. Tek yüz.


Rand silkindi, gözlerini açtı. Yalnızca solgun bir ışıkla azalan karanlık. Nefes bile almadan, gözleri dışında hiçbir şeyi oynatmadı. Üzerine, omuzlarına kadar gelen kaba bir yün battaniye örtmüştü ve başını kollarına dayamıştı. Ellerinin altındaki pürüzsüz tahtaları hissedebiliyordu. Güverte tahtaları. Gecenin içinde halatlar gıcırdıyordu. Uzun bir nefes verdi. Serpinti’deydi. Bitmişti… en azından bu gecelik.

Düşünmeden parmağını ağzına götürdü. Kan tadı alınca nefesini tuttu. Yavaşça elini yüzüne, solgun ay ışığı altında görebileceği bir yere, parmakucunda kan damlasının oluşmasını izleyebileceği bir yere yaklaştırdı. Bir diken yarasından akan kan.


Serpinti yavaş yavaş Arinelle’den aşağı süzüldü. Rüzgar güçlüydü, ama estiği yön yelkenleri faydasız kılıyordu. Kaptan Domon’un hızlı gitme emirlerine rağmen, gemi yavaş ilerliyordu. Geceleyin, akıntı kürekleri içeri çekilmiş tekneyi rüzgara karşı ırmak aşağı taşırken, pruvada duran bir adam lamba ışığı altında ucuna kurşun bağlanmış halat salıyor, sonra derinliği dümenciye bağırıyordu. Arinelle’de korkulacak kayalar yoktu, ama sığlıklar çoktu, bir tekne çamura saplanabilir, yardım gelene kadar orada kalabilirdi. Eğer ilk gelen yardım olursa. Gündüz, kürekler gündoğumundan günbatımına kadar çalışıyordu, ama rüzgar tekneyi ırmakyukarı itmek istermiş gibi onlarla mücadele ediyordu.

Ne gece, ne de gündüz kıyıya yanaşmıyorlardı. Bayie Domon tekneyi ve mürettebatı sert, ters rüzgarlar gibi zorluyor, ağırlıklarına küfrediyordu. Kürekleri miskin miskin çektikleri için azarlıyor, yanlış kullanılan her halat için onları dili ile kırbaçlıyordu. Alçak, sert sesi üç metre ötede, güvertede, boğazlarını parçalamak için bekleyen Trolloclar tasvir ediyordu. İki gün boyunca bu her adamı yerinden sıçratmaya yetti. Sonra Trolloc saldırısının şoku geçmeye başladı ve adamlar bacaklarını kıyıda biraz uzatacakları bir saat için, karanlıkta ırmakaşağı ilerlemenin tehlikeleri hakkında homurdanmaya başladılar.

Mürettebat homurdanmalarını alçak tutuyor, gözucuyla Kaptan Domon’un, işitecek kadar yakında olup olmadığını gözetliyordu, fakat kaptan teknesinde söylenen her şeyi duyuyor gibiydi. Homurdanmaların başladığı her sefer, ortaya sessizce, uzun, tırpan görünümlü bir kılıç ve saldırıdan sonra güvertede buldukları, zalim bir çengeli olan bir balta çıkarıyordu. Kaptan bunları bir saat için direğe asıyor, saldırıda yaralananlar sargılarını elliyor, mırıldanmalar kesiliyordu… en azından bir iki gün için, ta ki, mürettebattan bir başka kişi bir kez daha kuşkusuz artık Trollocları çok arkada bıraktıklarını düşünmeye başlayana kadar. Sonra aynı döngü tekrarlanıyordu.

Rand, fısıldaşmalar ve kaş çatmalar başladığı zaman Thom Merrilin’in mürettebattan uzak durduğunu fark etti, ama normalde herkesin sırtına şaplaklar atıyor, şakalar patlatıyor, öyle gevezelikler yapıyordu ki, en çok çalışan adamın bile yüzünde bir sırıtma beliriyordu. Thom o gizli mırıldanmaları ihtiyatlı bakışlarla izliyor, bu arada uzun saplı piposunu yakmaya, arpını akort etmeye, ya da mürettebat dışındaki herhangi bir şeye dalmış gibi yapıyordu. Rand neden okluğunu anlamıyordu. Mürettebat, Trollocların güverteye kadar kovaladığı üç kişiyi suçlarmış gibi görünmüyordu, Floran Gelb’i suçluyorlardı.

İlk bir iki gün Gelb’in ince şekli köşeye kıstırdığı mürettebattan biri ile konuşurken, Rand ve diğerlerinin geldiği gece hakkında kendi görüşlerini anlatırken görülebiliyordu. Gelb’in tavırları esip püfürmeden sızlanmalara kadar değişiyordu, ama Thom, Mat, özellikle de Rand’a işaret ederken, suçu onlara atmaya çalışırken dudakları hep alayla kıvrılıyordu.

“Onlar yabancı,” diye yalvarıyordu Gelb, sessizce, kaptanın gelip gelmediğini gözetleyerek. “Onlar hakkında ne biliyoruz? Trolloclar onlarla geldi, bildiğimiz bu. Onlarla birlik olmuşlar.”

“Talih, Gelb, kes şunu,” diye hırladı, saçlarını atkuyruğu yapmış, yanağında mavi yıldız dövmesi olan adam. Güvertede, çıplak ayak parmaklarını kullanarak halat sararken Gelb’e bakmadı bile, Soğuğa rağmen tüm mürettebat çıplak ayak geziyordu; çizmeler güvertede kayabilirdi. “Biraz rahat etmeni sağlayacak olsa, kendi annene bile Karanlıkdostu dersin. Benden uzak dur!” Gelb’in ayağına tükürdü ve halatının başına döndü.

Tüm mürettebat Gelb’in tutmadığı nöbeti hatırlıyordu ve atkuyruklu adamınki, Gelb’in aldığı en nazik tepkiydi. Kimse onunla çalışmak istemiyordu. Gelb kendini tek kişilik işlere atanmış bulmaya başladı. Bunların hepsi pis işlerdi, mutfaktaki yağlı tencereleri ovmak, karın üstü sintineye sürünüp yılların biriktirdiği pisliklerin arasında sızıntı aramak gibi. Kısa süre sonra kimseyle konuşmamaya başladı. Omuzları kendini savunurcasına kamburlaştı ve duruşuna yaralı bir sessizlik geldi –ne kadar çok insan izliyorsa, o kadar yaralı, ama bu ona bir homurtudan fazlasını kazandırmıyordu. Yine de Gelb’in gözleri ne zaman Rand’a, Mat’e, ya da Thom’a takılsa, uzun burunlu yüzünde cinayet çakıyordu.

Rand, Mat’e Gelb’in eninde sonunda başlarına bela açacağını söylediğinde, Mat teknede çevresine bakınıyor ve “İçlerinden birine güvenebilir miyiz? Herhangi birine?” diye sonayordu. Sonra gidip yalnız kalabileceği bir yer buluyordu. Yüksek pruvasından dümenin takılı olduğu kıçına otuz adımlık bir teknede ne kadar yalnız kalınabilirse. Mat, Shadar Logoth’taki geceden beri çok yalnız kalıyordu; Rand’ın gördüğü kadarıyla, kara kara düşünüyordu.

Ama Thom farklı konuşuyordu. “Çıkacak olsa bile Gelb’den sorun çıkmaz, evlat. En azından henüz değil. Mürettebattan hiç kimse onu desteklemez ve o da yalnız başına bir şey deneyecek cesarete sahip değil. Ama diğerleri…? Domon hep Trollocların onu şahsen kovaladıklarını düşünüyor gibi, ama kalanı tehlikenin geçtiği fikrinde. Bu kadarının onlara yettiğine karar verebilirler. Zaten sınırdalar.” Yama kaplı pelerinini kaldırdı ve Rand gizli hançerlerini kontrol ettiğini hissetti –ikinci en iyi takım. “Eğer isyan ederlerse, evlat, geride hikayeyi anlatacak yolcu bırakmazlar. Kraliçe’nin Yasası Caemlyn’den bu kadar uzakta o kadar etkili olmayabilir, ama bir köy valisi bile bu konuda bir şey yapabilir.” Ondan sonra Rand da mürettebat izlerken fark edilmemeye çalışmaya başladı.

Thom, mürettebatın aklından isyan fikrini uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Her sabah ve her akşam gösterişli hareketlerle hikayeler anlatıyor, aralarda istedikleri şarkıları çalıyor, söylüyordu. Rand ve Mat’in Âşık çırağı olmak istedikleri fikrini desteklemek için her gün bir süre ikisine de ayrı ayrı ders veriyordu ve bu da mürettebat için ayrı bir eğlence kaynağıydı. Elbette ikisinin de arpa dokunmasına izin vermiyordu ve flüt dersleri, en azından başlangıçta, mürettebattan irkilerek kulak tıkamalar ve kahkahalar kazandı.

Oğlanlara kolay hikayelerden bazılarını, basit taklalar ve elbette, top çevirme öğretti. Mat, Thom’un talep ettiklerinden şikayetçiydi, ama Thom bıyıklarını üfürüyor ve dik dik bakıyordu.

“Ders vermece oynamayı bilmiyorum, evlat. Bir şeyi ya öğretirim ya da öğretmem! Şimdi! Her köylü hödük, basit bir amuda kalkmayı becerebilir. Hadi bakalım.”

İş başında olmayan mürettebat toplanıyor, üçünün çevresinde bir çember oluşturarak yere çöküyordu. Bazıları Thom’un öğrettiklerini deniyor, kendi beceriksizliklerine gülüyordu. Gelb tek başına durup, karanlık bakışlarla, hepsinden nefret ederek izliyordu.

Rand her günün büyük kısmını küpeşteye yaslanarak, kıyıya bakarak geçiriyordu. Aslında Egwene ya da diğerlerinin aniden kıyıda belirmesini umduğundan değil, ama tekne o kadar yavaş ilerliyordu ki, bazen umut ediyordu. Çok hızlı at sürmeden bile onları yakalayabilirlerdi. Kaçabilmişlerse. Hâlâ hayattalarsa.

Irmak hiçbir yaşam belirlisi olmadan, Serpinti dışında hiçbir tekne görülmeden akıp gidiyordu. Ama bu görülecek ya da şaşılmayacak hiçbir şey yok demek değildi. İlk günün ortasında, Arinelle her iki yanda birer kilometre uzanan yüksek yamaçların arasından aktı. Tüm yamaç boyunca, taşa otuz metre yüksekliğinde erkek ve kadın şekilleri oyulmuştu. Taçları, her birinin kral ve kraliçe olduğunu ilan ediyordu. Bu kraliyet alayında hiçbiri bir diğerine benzemiyordu ve ilkini sonuncusundan uzun yıllar ayırıyordu. Rüzgar ve yağmur kuzey taraftakileri pürüzsüz ve neredeyse özelliksiz yüzeylere çevirmişti. Yüzler ve detaylar güneye gittikçe daha belirginleşiyordu. Irmak heykellerin ayaklarını yalıyordu, tamamen yok olmamış ayaklar pürüzsüz yumrulara dönüşmüştü. Ne kadardır burada duruyorlar, diye merak etti Rand. Irmak bu kadar kayayı ne kadar zamanda yıpratır? Mürettebattan hiç kimse işlerinden başını kaldırmamıştı bile, kadim oymaları daha önce defalarca görmüşlerdi.

Başka bir zaman, doğu kıyısı yalnızca dağınık çalılarla beneklenen düz bir otlağa dönüştüğü zaman, güneş uzakta bir şeyin üzerinde parıldadı. “Bu ne olabilir?” diye yüksek sesle merak etti Rand. “Metale benziyor.”

Kaptan Domon yanından geçiyordu ve durdu, parıltıya doğru gözlerini kıstı. “Gerçekten de metal,” dedi. Sözcükleri hâlâ birbirine giriyordu, ama Rand çözmeye ihtiyaç duymadan anlamaya başlamıştı. “Metalden bir kule. Yakından gördüm, biliyorum. Irmak tüccarları bunu yol işareti olarak kullanır. Bu hızla, Beyazköprü’ye on günlük yolumuz var.”

“Metal bir kule mi?” dedi Rand. Sırtını bir fıçıya dayanmış, bacaklarını çaprazlamış oturan Mat kara kara düşünmeyi bırakıp dinlemeye başladı.

Kaptan başını salladı. “Evet. Görünüşü ve dokunuşu parlak çelik, ama tek bir pas lekesi yok. Altmış metre yüksekliğinde, çevresi bir ev kadar, üzerinde tek bir iz, tek bir açıklık yok.”

“İddiaya girerim içinde hazine vardır,” dedi Mat. Ayağa kalktı ve ırmak Serpinti’yi yanından geçirip götürürken uzaktaki kuleye baktı.

“Öyle bir kule, değerli bir şeyi korumak için yapılmış olmalı.”

“Belki de, evlat,” diye homurdandı kaptan. “Dünyada bundan daha garip şeyler var. Tremalking’de, Deniz Halkı’nın adalarından birinde, bir tepede dikilmiş on beş metre yüksekliğinde, avcunda bu gemi kadar büyük, kristal bir küre taşıyan taştan bir el var. Eğer herhangi bir yerde bir hazine varsa, o tepenin altında olmalı, ama ada halkı orayı kazmayı düşünmez bile ve Deniz İnsanları gemileri ile denize açılmak, Coramoor’u, Seçilmiş’i aramaktan başka bir şey düşünmez.”

“Ben kazardım,” dedi Mat. “Bu… Tremalking ne kadar uzakta?” Bir ağaç kümesi parlak kulenin önüne kaydı, ama Mat hâlâ görebiliyormuş gibi bakmaya devam etti.

Kaptan Domon başını iki yana salladı. “Hayır, evlat, dünyayı görülmeye değer kılan hazineler değildir. Eğer kendine bir avuç altın ya da ölü krallardan birinin mücevherlerini bulursan, iyi, güzel, ama seni bir sonraki ufka çeken, garipliğin kendisidir. Tanchico’da –bu Aryth Okyanusu’nda bir limandır– Panarch Sarayı’nın bir kısmı Efsaneler Çağı’nda inşa edilmiştir, öyle denir. Orada, yaşayan hiçbir insanın görmediği hayvanları gösteren duvar resimleri vardır.”

“Her çocuk, hiç kimsenin görmediği hayvanlar çizebilir,” dedi Rand ve kaptan güldü.

“Evet, evlat, çizebilirler. Ama bir çocuk o hayvanların kemiklerini yapabilir mi? Tanchico’da kemikler var, hepsi hayvanın eski hali gibi birbirine bağlanmış. Panarch Sarayı’nın, herkesin girip görebileceği bir yerinde duruyorlar. Kırılış geride bin harika bıraktı ve o zamandan bu yana yarım düzine imparatorluk gelip geçti, ve bazıları Şahinkanadı Artur’unkine rakip olabilir. Her biri görülecek ve bulunacak şeyler bıraktı. Işık sopaları, ustura kayışları, yürek taşları. Bir adayı kaplayan kristal bir kafes ve ay çıktığı zaman mırıldanıyor. Bir tas gibi içi boşaltılmış bir dağ ve merkezinde yüz metre yüksekliğinde gümüş bir çivi var ve bir buçuk kilometre yakınına gelen herkes ölüyor. Paslı yıkıntılar, kırık parçalar, denizin dibinde bulunmuş şeyler, en eski kitapların bile anlamını bilmediği şeyler. Ben de birkaç tanesini topladım. Hiç hayal etmediğin türden şeyler, on ömür boyunca görebileceğin yerden daha fazla yerde. Seni çekip götüren bu gariplik işte.”

“Kum Tepeleri’nde kemikler çıkarırdık,” dedi Rand yavaşça. “Garip kemikler. Bir zaman bir balığın parçası vardı –sanırım balıktı– bu tekne kadar büyüktü. Bazıları tepeleri kazmanın kötü şans getireceğini söylerdi.”

Kaptan ona kurnaz gözlerle baktı. “Çoktan evi düşünmeye başlamışsın, evlat, ve dünyaya daha yeni çıktın. Dünya ağzına bir olta takacaktır. Günbatımını kovalamaya başlayacaksın, bekle ve gör… ve eğer geri dönersen, köyün seni tutacak kadar büyük görünmeyecek gözüne.”

“Hayır!” Rand irkildi. En son ne zaman evini, Emond Meydanı’nı düşünmüştü? Ya Tam? Günler olmalıydı. Aylar gibi geliyordu. “Bir gün, yapabildiğim zaman eve döneceğim. Koyun yetiştireceğim… Babam gibi. Ve eğer bir daha oradan gidersem, çok çabuk ayrılmışım gibi gelecek. Değil mi, Mat? En kısa zamanda eve döneceğiz ve bütün bunların var olduğunu bile unutacağız.”

Mat gözle görülür bir çabayla kaybolan kulenin peşinden bakmayı bıraktı. “Ne? Ah, elbette. Eve döneceğiz. Elbette.” Gitmek için dönerken, Rand onun alçak sesle mırıldandığını duydu. “İddiaya girerim başka kimsenin hazinenin peşinden gitmesini istemiyordur.” Yüksek sesle konuştuğunu fark etmemiş gibiydi.

Irmak aşağı süren dört günlük yolculuktan sonra Rand direğin tepesine tırmandı, payandalara bacaklarını doladı ve ucuna oturdu. Serpinti, ırmağın üzerinde hafif hafif sallanıyordu, ama suyun on beş metre yukarısında direğin tepesi geniş yaylar çizerek gidip geliyordu. Rand başını arkaya attı ve yüzüne esen rüzgara kahkahalar savurdu.

Kürekler çıkmıştı ve tekne oradan, Arinelle’den aşağı sürünen on iki bacaklı bir örümceğe benziyordu. Daha önce de bu kadar yükseğe çıkmıştı, İki Nehir’deki ağaçlara tırmanmıştı, ama bu sefer manzarasını kapatacak dallar yoktu. Güvertedeki her şey, kürekteki gemiciler, kaygan-taşları ile güverteyi ovan adamlar, halatlar ve ambar kapakları ile birşeyler yapan adamlar, hepsi yukarıdan bakınca çok tuhaf, kısa ve bodur görünüyordu. Rand onlara bakıp gülerek bir saat geçirdi.

Onlara her baktığında hâlâ gülüyordu, ama artık yanından akıp geçen ırmak kıyılarına da bakıyordu. Öyle bir görünüyordu ki, sanki kendisi sabit duruyormuş –öne arkaya sallanmak dışında elbette– ve kıyılar yavaşça kayıyor, ağaçlar ve tepeler iki yanda yürüyüp gidiyorlarmış gibi. Rand yerinde duruyor, tüm dünya yanından geçiyordu.

Ani bir dürtü ile, direği tutan payandalardan bacaklarını çözdü, kollarını ve bacaklarını açarak sallantıya karşı denge kurdu. Üç tam yay boyunca dengesini o şekilde korudu, ama aniden dengesini kaybetti. Kolları ve bacaklarını çevirerek öne devrildi ve öndeki payandayı yakaladı. Bacakları direğin iki yanında açılmıştı, onu tehlikeli bir şekilde konduğu yerde tutan, payandaya yapışmış iki eli dışında hiçbir şey yoktu. Rand kahkahalar attı. Taze, soğuk rüzgardan derin nefesler alarak, heyecanla güldü.

“Evlat,” diye geldi Thom’un boğuk sesi. “Evlat, eğer aptal boynunu kırmaya çalışıyorsan, bunu benim üzerime düşerek yapma.”

Rand aşağıya baktı. Thom biraz aşağısında, iskalaryalara tutunmuş, son bir iki metreye sertçe bakıyordu. Rand gibi, Âşık da pelerinini aşağıda bırakmıştı “Thom,” dedi Rand sevinçle. “Thom, buraya ne zaman çıktın?”

“Sen sana bağıran insanlara dikkat etmediğin zaman. Yak beni, evlat, herkes delirdiğini düşünüyor.”

Rand aşağıya baktı ve tüm yüzlerin ona çevrilmiş olduğunu görünce şaşırdı. Yalnızca pruvada, sırtını direğe vermiş oturan Mat ona bakmıyordu. Küreklerdeki adamlar bile bakışlarını kaldırmışlardı, kürek darbeleri boşa gidiyordu. Ve kimse bu yüzden onları paylamıyordu. Rand başını çevirdi ve kolunun altından kıç tarafına baktı. Kaptan Domon dümende durmuş, iri yumruklarını kalçalarına dayamış, dik dik ona bakıyordu. Rand dönüp Thom’a sırıttı. “Aşağı inmemi mi istiyorsun?”

Thom şiddetle başını salladı. “Çok minnettar olurum.”

“Tamam.” Payandadaki ellerini kaydırdı, direğin tepesinden öne atladı. Düşüşü kısa kesilip, payandadan tutunarak sallanmaya başlayınca Thom’un küfürünü yuttuğunu duydu. Aşık bir elini onu yakalamak için uzatarak, kötü kötü baktı. Rand Thom’a yine sırıttı. “Şimdi aşağı iniyorum.”

Bacaklarını yukarıya savurdu, bir dizini direkten pruvaya uzanan kalın bir halata doladı, sonra halatı dirseğinin çukuru ile kavradı ve ellerini bıraktı. Önce yavaşça, sonra gittikçe hızlanarak aşağıya kaydı. Pruvaya gelince, Mat’in tam önünde güverteye atladı, dengesini sağlamak için bir adım attı ve bir yuvarlanma numarasından sonra Âşığın yaptığı gibi kollarını açarak tekneye döndü.

Mürettebattan dağınık alkışlar yükseldi, ama Rand şaşkınlık içinde Mat’e, Mat’in herkesten gizleyerek elinde tuttuğu şeye bakıyordu. Üzerine tuhaf simgeler işlenmiş, altın kınlı, eğri bir hançer. Kabzasına ince altın tel sarılmıştı, ucuna Rand’ın başparmağındaki tırnak kadar iri bir yakut kakılmıştı ve ucu ile kabzasını ayıran parçalar dişlerini çıkarmış, altın pullu yılanlardı.

Mat bir an daha hançeri kınına sokup çıkarmaya devam etti. Hançerle oynamayı sürdürerek yavaşça başını kaldırdı; gözlerinde uzak bir bakış vardı. Aniden bakışları Rand’a odaklandı, irkildi ve hançeri ceketinin altına tıktı.

Rand topuklarının üzerine çöktü ve kollarını dizlerine doladı. “Onu nereden buldun?” Mat hiçbir şey söylemedi, yakında başka kimse var mı diye telaşla çevresine bakındı. Bu sefer yalnızdılar. “Onu Shadar Logoth’tan almadın, değil mi?”

Mat ona dik dik baktı. “Bu senin suçun. Senin ve Perrin’in. İkiniz beni o hazineden uzaklaştırdınız ve bu elimdeydi. Mordeth vermedi bana. Ben aldım, bu yüzden Moiraine’in armağanlar konusundaki uyarısı geçersiz. Kimseye söyleme, Rand. Çalmaya çalışabilirler.” “Kimseye söylemem,” dedi Rand. “Bence Kaptan Domon dürüst bir adam, ama diğerleri her şeyi yapabilir, özellikle de Gelb.”

“Kimseye söyleme,” diye ısrar etti Mat. “Domon’a, Thom’a, kimseye. Emond Meydanı’ndan yalnızca ikimiz kaldık, Rand. Başka kimseye güvenenleyiz.”

“Onlar hayatta, Mat. Egwene ve Perrin. Hayatta olduklarını biliyorum.” Mat utanmış göründü. “Ama sırrını koruyacağım. Yalnızca ikimiz. En azından artık para için endişelenmemize gerek yok. Satıp Tar Valon’a krallar gibi gidebiliriz.”

“Elbette,” dedi Mat bir süre sonra. “Zorunlu kalırsak. Ama ben söyleyene kadar kimseye bahsetme.”

“Söylemem dedim. Dinle, tekneye bindiğimizden beri başka rüya gördün mü? Baerlon’dakı gibi? Altı kişi daha dinlemeden ilk kez sorma fırsatı buluyorum.”

Mat başını çevirdi, ona yan yan baktı. “Belki.”

“Ne demek, belki? Ya görmüşsündür, ya da görmemişsindir.” “Tamam, tamam, gördüm. Bu konuda konuşmak istemiyorum. Bu konuda düşünmek bile istemiyorum. Hiçbir faydası yok.”

İkisi de başka bir şey söyleyemeden, Thom, pelerini kolunda, uzun adımlarla geldi. Rüzgar beyaz saçlarını dağıtıyordu, uzun bıyığı diken diken olmuş gibiydi. “Kaptanı deli olmadığın konusunda ikna ettim,” diye bildirdi. “Eğitiminin bir parçası olduğunu söyledim.” Halatı tuttu ve salladı. “O aptalca numaran, halattan kaymak, yardımcı oldu, ama aptal boynunu kırmadığın için şanslısın.”

Rand’ın gözleri halata gitti ve direğin tepesine kadar takip etti ve bunu yaparken ağzı açık kaldı. Ondan aşağı kaymıştı gerçekten. Ve direğin tam tepesinde oturmuştu…

Kendisini aniden, kollarını ve bacaklarını açmış, orada otururken gördü. Olduğu yerde oturuverdi ve dümdüz sırt üstü düşmekten kendini zor kurtardı. Thom ona düşünceli düşünceli bakıyordu.

“Yükseklikleri bu kadar sevdiğini bilmiyordum, evlat. Illian, Abou Dar, hattâ Tear’da numaralar yapabiliriz. Güneydeki büyük şehirlerin halkları ipte yürüyenleri, trapezcileri sever.”

“Biz şeye gidiyoruz…” Rand son anda kulak misafiri olan biri var mı, diye çevresine bakınmayı akıl etti. Mürettebat onları izliyordu. Her zamanki gibi dik dik bakan Gelb de aralarındaydı, ama hiçbiri söylediklerini duyamazdı. “Biz Tar Valon’a gidiyoruz,” diye bitirdi. Mat onun için hepsi birmiş gibi omuzlarını silkti.

“Şu anda, evlat,” dedi Thom, yanlarına oturarak, “ama yarın… kim bilir? Bir âşığın hayatı böyledir işte.” Geniş kol yenlerinin birinden bir avuç renkli top çıkardı. “Seni havadan indirdiğime göre, üçlü çapraz geçiş çalışalım.”

Rand’ın bakışları direğin tepesine kaydı. Ürperdi. Bana neler oluyor? Işık, ne? Bunu öğrenmek zorundaydı. Gerçekten delirmeden Tar Valon’a ulaşmalıydı.

Загрузка...