Koşarken Rand’ın yüreği çarpıyordu. Dehşet içinde onu çevreleyen çıplak tepelere baktı, Burası baharın gelmesinin geciktiği bir yer değildi; bahar buraya hiç gelmemişti ve hiç gelmeyecekti de. Çizmelerinin altında ezilen soğuk toprakta hiçbir şey büyümüyordu, diken bile. Kendisinin iki katı kayaların arasından tırmandı; taşlar, tek bir damla yağmur düşmemiş gibi tozla kaplıydı. Güneş; şişmiş, kan kırmızısı bir toptu, yazın en sıcak günlerinden daha alev alev, gözleri dağlayacak kadar parlaktı, ama bulutların keskin siyah ve gümüşlerle bulandığı, ufuklarda kaynadığı kurşun bir kazanı andıran gökyüzünün üzerinde çıplak duruyordu. Dönen bulutlara rağmen toprağın üzerinde tek bir esinti yoktu ve asık suratlı güneşe rağmen, hava kış ortasında olduğu gibi yakıcı derecede soğuktu.
Rand koşarken omzunun üzerinden arkaya baktı, ama onu kovalayanları göremedi. Yalnızca ıssız tepeler, çoğunun zirvesinde siyah duman sütunlarının dönen bulutlara katılmak için yükseldiği çentikli, siyah dağlar vardı. Fakat avcıları göremese de, arkasından uluduklarını işitebiliyordu. Avın sevinci ile bağıran, gırtlaktan gelen sesler, kan coşkusu ile uluyorlardı. Yaklaşıyorlardı ve gücü tükenmek üzereydi.
Çaresiz bir telaşla keskin kenarlı bir tepeye tırmandı, sonra inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Aşağıda dik bir kaya duvar, üç yüz metrelik bir uçurum halinde engin bir kanyona iniyordu. Kanyon zeminini nemli bir sis kaplamıştı; yoğun, gri yüzeyi sert dalgalar halinde yuvarlanıyor, altındaki yamaca çarpıyordu, ama okyanus dalgalarından daha yavaş hareket ediyordu. Sis parçaları, altında büyük ateşler aniden alevlenirmiş gibi kırmızı kırmızı parlıyor, sonra sönüyordu. Vadinin derinliklerinde gökgürültüleri kükrüyor, griliğin içinde şimşekler çakıyor, bazen gökyüzüne fırlıyordu.
Gücünü tüketen ve geride kalan boşluğu ümitsizlikle dolduran vadinin kendisi değildi. Öfkeli dumanların ortasından bir dağ yükseliyordu; Puslu Dağlar’ın hepsinden daha yüksek bir dağ, umudun kaybedilişi kadar kara bir dağ. O kasvetli taş kule, gökyüzünü delen hançer, ümitsizliğinin asıl kaynağıydı. Onu daha önce hiç görmemişti, ama biliyordu. Dokunmaya çalıştığında kulenin anısı cıva gibi parıldadı, ama anı oradaydı. Orada olduğunu biliyordu.
Görünmez parmaklar ona dokundu, kollarını ve bacaklarını çekiştirdi, onu dağa çekmeye çalıştı. Bedeni, itaat etmeye hazır bir biçimde seyirdi. Kolları ve bacakları, el ve ayak parmaklarını taşa batırabileceğini sanırmış gibi katılaştı. Hayalet ipler yüreğine dolandı, onu kule-dağa çekti, çağırdı. Yüzünden aşağı gözyaşları aktı ve Rand yere çöktü. İradesinin, delik bir kovadan sızan su gibi tükendiğini hissetti. Biraz daha, ve sonra çağrıldığı yere gidecekti. İtaat edecek, kendisine söyleneni yapacaktı. Aniden bir duygu daha keşfetti: öfke Onu çek, onu it; o, ağıla güdülecek bir koyun değildi. Öfke büzülerek sert bir düğüm oldu ve Rand selde bir sala tutunur gibi ona tutundu.
Bana hizmet et, diye fısıldadı bir ses zihninin kıpırtısızlığı içinde. Tanıdık bir sesti. Dikkatle dinlerse tanıyacağından emindi. Bana hizmet et. Rand sesi kafasından çıkarmak için başını salladı. Bana hizmet et! Rand yumruğunu siyah dağa doğru salladı. “Işık seni tüketsin, Shai’tan!”
Aniden, çevresini koyu bir ölüm kokusu sardı. Tepesine, kuru kan rengi cüppe giymiş bir şekil, yüzü olan dikildi. Ona bakan yüzü görmek istemiyordu. O yüz hakkında düşünmek istemiyordu. Onu düşünmek canını yakıyor, zihnini köze çeviriyordu. Bir el ona doğru uzandı. Kenardan aşağı düşmeye aldırmayarak kendini attı. Uzaklaşmak zorundaydı. Çok uzaklara gitmeliydi. Havada çırpınarak, çığlık atmak isteyerek, ama gerekli nefesi bulamayarak, hiç nefes alamayarak düştü.
Aniden artık çıplak topraklarda değildi, artık düşmüyordu. Kışın kahverengileştirdiği otlar, çizmelerinin altında düzleşmişti; çiçek gibi görünüyorlardı. Çevresinde hafifçe yükselip alçalan düzlüğe saçılmış, dağınık ağaçları ve çalıları görünce gülecek oldu. Uzakta zirvesi kırılmış, yarılmış tek bir dağ vardı, ama bu dağ korku ya da ümitsizlik getirmedi. Yalnızca bir dağdı, ama görünürde başka dağ yokken, tuhaf bir şekilde yersiz görünüyordu.
Dağın yanında geniş bir ırmak akıyordu ve ırmağın ortasındaki bir adada, bir âşığın hikayesinden çıkmış gibi görünen bir şehir vardı. Şehir, sıcak güneşin altında beyaz ve gümüş parlayan duvarlarla çevriliydi. Rahatlama ve sevinç içinde, bir şekilde orada bulacağını bildiği güvenlik ve dinginlik için duvarlara doğru yürümeye başladı.
Yaklaştıkça, yükselen kuleleri de ayırt etmeye başladı. Çoğu, açık havayı aşan harika yürüyüş yolları ile birbirine bağlanmıştı. Yüksek köprüler ırmağın iki kıyısından ada şehrine doğru kubbeleniyordu. O uzaklıktan bile, köprülerin üzerindeki dantel gibi taş işçiliğini görebiliyordu. Altlarında akan hızlı sulara dayanamayacak kadar narin görünüyorlardı. O köprülerin ötesinde güvenlik vardı. Sığınak vardı.
Aniden, kemiklerinde bir soğukluk dolaştı; derisi buz gibi, yapış yapış oldu ve çevresindeki hava küf ve kokuşmuşluk doldu. Arkasına bakmadan koştu, donduran parmakları sırtına sürtünen, pelerinini çekiştiren avcısından kaçtı, ışık yiyen şekilden kaçtı, yüzü… Yüzü, dehşet verici olması dışında hatırlamak istemiyordu. Koştu ve ayaklarının altında toprak, yuvarlanan tepeler, düzlükler akıp geçti… ve çılgına dönmüş bir köpek gibi ulumak istedi. Şehir ondan uzaklaşıyordu. Ne kadar hızlı koşarsa, parlak, beyaz duvarlar, o sığınak, o kadar hızlı uzaklaşıyordu. Duvarlar küçüldü, küçüldü, ta ki, ufukta yalnızca küçük, solgun bir nokta kalana kadar. Takipçisinin soğuk eli yakasına yapıştı. O parmaklar ona bir dokunursa, delireceğini biliyordu. Ya da daha kötüsü. Çok daha kötüsü. Tam bunu anladığı sırada ayağı takıldı ve düştü…
“Hayıııııır!” diye çığlık attı.
… ve kaldırım taşları ciğerlerindeki havayı boşaltırken homurdandı. Şaşkınlık içinde ayağa kalktı. Irmağın üzerinde yükseldiğini gördüğü o harika köprülerden birinin girişinde duruyordu. Her iki yanında gülümseyen insanlar yürüyordu. Öyle renkli giysilere bürünmüşlerdi ki, aklına bir yabançiçeği tarlası geldi. Bazıları onunla konuştu, ama sözcükleri tanıyor olması gerekirmiş gibi gelse de, anlayamıyordu. Fakat yüzleri dostcanlısıydı ve insanlar yürümesini işaret etti. Girift taş işlemeli köprüden, ötedeki parlak, gümüş çizgili duvarlara ve kulelere doğru ilerledi. Orada beklediğini bildiği güvenliğe doğru.
Köprüde akan kalabalığa katıldı ve yüksek, sağlam duvarlara oturtulmuş dev kapılardan geçerek şehre girdi. İçeride, en sıradan yapının bile bir saray gibi göründüğü bir harikalar diyarı vardı. Sanki inşa edenlere taş, tuğla ve kiremitleri alıp, ölümlü insanların nefeslerini kesmeleri söylenmişti. İri iri açılmış gözlerle bakakalmasına sebep olmayan tek bir bina, tek bir anıt yoktu. Sokaklardan müzik yayılıyordu, yüz değişik şarkı, ama hepsi kalabalığın gürültüsü ile karışarak tek bir büyük, neşeli ezgi yaratıyordu. Tatlı parfümlerin ve keskin baharatların, harika yiyeceklerin ve çeşit çeşit çiçeklerin kokusu hep beraber havada süzülüyordu. Sanki dünyadaki bütün güzel kokular burada toplanmıştı.
Şehre girerken yürüdüğü, pürüzsüz, gri bir taşla döşeli, geniş cadde, önünde, şehrin merkezine doğru dümdüz uzanıyordu. Caddenin sonunda, şehirdeki tüm diğer kulelerden daha yüksek, daha büyük bir kule vardı, yeni yağmış kar kadar beyaz bir kule. Güvenlik ve aradığı bilgi o kuledeydi. Ama şehir, görmeyi hiç hayal etmediği gibi bir yerdi. Kuşkusuz kuleye gitmekte birazcık gecikse fark etmezdi. Yana, jonglörlerin yabancı meyve satıcılarının arasında dolandığı daha dar bir sokağa girdi.
Önünde, caddenin aşağısında, kar beyazı bir kule vardı. Aynı kule. Biraz sonra, diye düşündü ve bir başka köşeyi dolandı. Bu sokağın uzak ucunda da beyaz kule vardı. İnatla oradan uzaklaşan bir başka köşeyi döndü, sonra bir başkasını, bir başkasını… ve aniden durdu. Beyaz kule önündeydi. Omzunun arkasından bakmaya korkuyordu, beyaz kuleyi orada da bulmaya korkuyordu.
Çevresindeki yüzler hâlâ dostcanlısıydı, ama şimdi, içleri paramparça olmuş bir umutla doluydu, onun kırdığı bir umut. İnsanlar yine de, yalvarırcasına, ilerlemesini işaret ettiler. Kuleye doğru. Gözleri ümitsiz bir ihtiyaçla parlıyordu. O ihtiyacı ancak Rand karşılayabilirdi, onları ancak o kurtarabilirdi.
Pekala, diye düşündü. Hem, gitmek istediği yer zaten kuleydi.
İlk adımı atar atmaz çevresindekilerin yüzünden hayal kırıklığı silindi, tüm yüzler gülümsemelerle çiçeklendi. Onunla beraber yürüdüler, küçük çocuklar yoluna çiçekler saçtı. Şaşkınlık içinde omzunun üzerinden arkaya baktı, çiçeklerin ne anlama geldiğini merak etti, ama arkasında, ilerlemesini işaret eden, daha fazla gülümseyen insan vardı. Benim için olmalı, diye düşündü ve bunun neden aniden garip görünmemeye başladığını merak etti. Ama şaşkınlığı bir an daha sürdü, sonra eriyip gitti; her şey olması gerektiği gibiydi.
İlk önce bir kişi şarkı söylemeye başladı, sonra ona bir başkası katıldı, sonra her ses ihtişamlı bir marş ile yükseldi. Sözcükleri hâlâ anlayamıyordu, ama bir düzine birbirine geçen ses, coşku ve kurtuluş haykırıyordu. İlerleyen kalabalığın içinde müzisyenler hoplayıp zıplıyor, marşa bir düzine değişik büyüklükte flütler, arplar, davullar ekleniyordu ve işittiği tüm şarkılar, ahenk dolu bir ezgiyle birbirine karışıyordu. Kızlar çevresinde dans ediyor, omuzlarına tatlı kokulu çiçeklerden çelenkler yerleştiriyor, onları boynuna doluyorlardı. Ona gülümsüyorlardı, sevinçleri, attığı her adımla büyüyordu. Kendini onlara gülümsemekten alamıyordu. Ayakları danslarına katılmak için seyiriyordu ve daha dans etmeyi düşünürken, adımları bunu doğduğundan beri biliyormuşçasına uyum sağlıyordu. Başını arkaya attı ve güldü; ayakları her zamankinden daha hafifti, şeyle dans ediyorlardı… Adını hatırlamıyordu, ama bu önemli görünmüyordu.
Bu senin kaderin, diye fısıldadı bir ses kafasının içinde ve ses şarkının içinde bir iplikti.
Onu bir dalganın üzerindeymiş gibi taşıyan kalabalık, şehrin ortasındaki dev meydana aktı. İlk defa, beyaz kulenin, inşa edilmiş gibi durmayan, heykel gibi oyulmuş, kıvrımlı duvarları ve şişkin kubbeleri, göğe yükselen narin kuleleri olan açık renk mermerden büyük bir saraydan yükseldiğini gördü. Bütün bunlar hayranlık içinde nefesinin kesilmesine sebep oldu. Meydandan saraya doğru, sağlam taşlardan geniş basamaklar yükseliyordu. Halk merdivenin dibinde durdu, ama şarkıları daha da yükseldi. Kabaran sesler ayaklarını taşıdı. Kaderin, diye fısıldadı ses. Şimdi ısrarlıydı, hevesliydi.
Rand artık dans etmiyordu, ama durmadı da. Tereddüt etmeden merdiveni tırmandı. Ait olduğu yer burasıydı.
Merdivenin tepesindeki dev kapı oymalarla süslenmişti. Oymalar o kadar karmaşık ve narindiler ki, bir bıçak ucunun içlerine sığacağını sanmıyordu. Kapılar açıldı ve Rand içeri girdi. Kapılar arkasından gökgürültüsü gibi bir gümleme ile, yankılanarak kapandı.
“Seni bekliyorduk,” diye tısladı Myrddraal.
Rand nefes nefese, titreyerek, faltaşı gibi açılmış gözlerle bakarak doğrulup oturdu. Tam yatağında hâlâ uyuyordu. Nefesi yavaşladı. Şöminedeki yarı tükenmiş kütükler, güzel bir kömür yatağının üzerinde alev alev yanıyordu; o uyurken birisi ateşle ilgilenmiş olmalıydı. Ayaklarının dibinde bir battaniye, uyandığı zaman düşmüş, yerde duruyordu. Kendi uydurduğu sedye de yok olmuştu, onun ve Tam’in pelerinleri kapının yanında asılıydı.
Titrek eli ile yüzündeki soğuk terleri sildi ve rüyada Karanlık Varlık’ın ismini söylemenin, uyanıkken, yüksek sesle söylemek gibi dikkatini çekip çekmeyeceğini merak etti.
Alacakaranlık pencereyi karartıyordu; ay yükselmişti, yuvarlak ve şişmandı ve gece yıldızlan Puslu Dağlar’ın üzerinde pırıldıyordu. O uyurken gün tükenmişti. Yan tarafındaki, ağrıyan yeri ovuşturdu. Görünüşe göre uyurken kılıcın kabzası kaburgalarını dürtüklemişti. Boş bir mide ve bir önceki gece birleşince, kabus görmesine şaşmamak gerekirdi.
Karnı guruldadı. Her tarafı tutulan Rand kalkıp al’Vere Hanım’ın tepsiyi bıraktığı masaya yürüdü. Beyaz peçeteyi kenara çekti. Uyuduğu süreye rağmen et suyu hâlâ sıcaktı, çıtır çıtır ekmek de öyle. Al’Vere Hanım’ın işi olduğu açıktı; tepsiyi değiştirmişti. Sıcak yemek yemeniz gerektiğine karar vermişse, yemek midenize girene kadar vazgeçmezdi.
Biraz et suyu içti ve iki ekmek dilimi arasına et ve peynir koyup ağzına tıkıştırdı. İri lokmalar alarak yatağın yanına döndü.
Görünüşe göre al’Vere Hanım Tam’le de ilgilenmişti. Tam’in giysileri çıkarılmıştı ve şimdi komodinin üzerinde temiz, düzenli bir şekilde katlanmış duruyorlardı. Bir battaniye çenesine kadar çekilmişti. Rand babasının alnına dokunduğunda, Tam gözlerini açtı.
“İşte buradasın, evlat. Marin burada olduğunu söyledi, ama doğrulup bakamadım. Sırf ben göreyim diye uyandırılmayacak kadar yorgun olduğunu söyledi. Bir kez kararını verdiğinde, Bran bile onunla başa çıkamıyor.”
Tam’in sesi zayıftı, ama bakışları berrak ve sağlamdı. Aes Sedai haklıymış, diye düşündü Rand. Dinlenince her zamanki kadar iyi olacak.
“Sana yiyecek birşeyler getireyim mi? Al’Vere Hanım bir tepsi bıraktı.”
“Beni çoktan besledi… eğer buna beslemek diyebilirsen. Et suyundan başka bir şey yememe izin vermedi. İnsanın midesinde et suyundan başka bir şey yokken, kötü rüyalardan nasıl kaçınabilir ki…” Tam elini örtünün altından çıkardı ve Rand’ın belindeki kılıca dokundu. “Demek rüya değilmiş. Marin bana hasta olduğumu söylediğinde rüya gördüğümü sandım… Ama sen iyisin. Önemli olan bu. Çiftlik ne durumda?”
Rand derin bir nefes aldı. “Trolloclar koyunları öldürdü. Sanırım ineği de aldılar ve evin iyice temizlenmesi gerek.” Zayıfça gülümsemeyi başardı. “Biz bazılarından daha şanslıyız. Köyün yarısını yaktılar.”
Tam’e olan biten her şeyi anlattı, ya da en azından çoğunu. Tam dikkatle dinledi ve keskin sorular sordu, öyle ki, kendini, ormandan çiftlik evine dönmelerini anlatırken buldu ve bu da öldürdüğü Trolloc konusunu açtı. Ona Hikmet yerine Aes Sedai’nin bakmasını açıklayabilmek için Nynaeve’in nasıl Tam’in öleceğini söylediğini anlatmak zorunda kaldı. Bunu duyunca Tam’in gözleri irileşti, Emond Meydanı’nda bir Aes Sedai. Fakat Rand, çiftlikten buraya yaptıkları yolculuğun her adımını, korkularını, yoldaki Myrddraal’i anlatma gereği hissetmedi. Ve kuşkusuz yatağın yanında uyurken gördüğü kabuslardan da hiç bahsetmedi. Özellikle de Tam’in ateş içinde kıvranırken sayıkladıklarını anlatmak için sebep görmedi. Henüz değil. Ama Moiraine’in hikayesi: bundan kaçınması olanaksızdı.
“İşte bu, bir âşığı bile gururlandıracak bir hikaye,” diye mırıldandı Tam, Rand lafını bitirdiği zaman. “Trolloclar siz delikanlılardan ne istiyor olabilir? Ya da Karanlık Varlık, Işık bize yardım etsin?”
“Sence yalan mı söylüyor? Al’Vere Efendi, saldırıya uğrayan iki çiftlik konusunda doğruyu söylediğini anlattı. Ve Luhhan Usta’nın ve Cauthon Efendi’nin evleri hakkında.”
Tam bir an sessiz kaldı. Sonra konuştu: “Ne söylediğini söyle bana. Tam olarak onun sözcükleriyle, onun söylediği gibi.”
Rand çabaladı. Kim işittiği sözcükleri tam olarak hatırlardı ki? Dudağını çiğnedi, başını kaşıdı ve azar azar, hatırlayabildiği kadarıyla söyledi. “Aklıma başka bir şey gelmiyor,” diye bitirdi. “Bazılarını biraz farklı söylemediğinden o kadar emin değilim, ama yakın.”
“Bu yeterli. Öyle olmalı, değil mi? Görüyorsun, evlat, Aes Sedailer ile uğraşmak zordur. Yalan söylemezler, ama bir Aes Sedai’nin söylediği gerçek, her zaman senin düşündüğün gerçek değildir. Onun çevresindeyken dikkat et.”
“Hikayeleri ben de duydum,” diye terslendi Rand. “Ben çocuk değilim.”
“Elbette değilsin, elbette değilsin.” Tam derin bir iç çekti, sonra sıkıntı içinde omuzlarını silkti. “Yine de, benim de seninle gelmem gerekiyor. İki Nehir’in dışında dünya Emond Meydanı’na benzemez.” Bu Tam’e dışarıya gitmek ve başka şeyler hakkında soru sormak için bir fırsat veriyordu, ama Rand bu fırsatı kullanmadı. Bunun yerine ağzı açık kaldı. “Bu kadar mı? Beni vazgeçirmeye çalışacağını sanmıştım. Gitmemem için yüz farklı sebep bulacağını sanmıştım.” Tam’in, yüz sebep, hem de iyi sebepler söylemesini umduğunu fark etti.
“Belki yüz tane değil,” dedi Tam hoşnutsuzlukla, “ama aklıma birkaç tane geldi. Yine de hiçbiri çok önemli değil. Eğer peşinde Trolloclar varsa, Tar Valon’da, burada olacağından daha fazla güvende olursun. Ama ihtiyatlı davranmayı unutma. Aes Sedailer kendi sebeplerine göre hareket ederler ve bunlar her zaman senin düşündüğün sebepler değildir.”
“Âşık da böyle bir şey söylemişti,” dedi Rand yavaşça.
“Demek neden bahsettiğini biliyormuş. Dikkatle dinle, çok düşün ve diline hakim ol. Bu, İki Nehir’in ötesindeki her konu için iyi bir tavsiyedir, ama özellikle Aes Sedailer ile birlikteysen iyidir. Ve Muhafızlar ile. Lan’e bir şey söyle, Moiraine’e söylemiş kadar olursun. Eğer o bir Muhafız ise, bu sabah güneşin doğduğu kadar kesin bir biçimde kadına bağlıdır ve ondan hiçbir sır saklamaz.”
Dinlediği Muhafız hikayelerinde büyük rol oynasa da, Rand, Aes Sedailer ve Muhafızlar arasındaki bağlar konusunda pek az şey biliyordu. Güç ile ilgili bir şeydi, Muhafız’a bir armağan ya da belki bir tür değiştokuş. Hikayelere göre Muhafızlar pek çok şeyden faydalanıyordu. Başka insanlardan daha kolay iyileşiyorlardı ve yemek, su ve uyku olmadan daha fazla dayanıyorlardı. Yeterince yakındalarsa, Trollocları ve Karanlık Varlık’ın diğer yaratıklarını hissettikleri varsayılıyordu ve bu, Lan ile Moiraine’in saldırıdan önce köyü uyarmaya çalışmalarını açıklıyordu. Hikayeler Aes Sedai’nin bunun karşılığında ne aldığı konusunda bir şey söylemiyordu, ama Rand bir şey almadıklarına inanacak değildi.
“Dikkatli olurum,” dedi Rand. “Ama neden olduğunu bilseydim keşke. Hiç mantıklı gelmiyor. Neden ben? Neden biz?”
“Ben de bilmek isterdim, evlat. Kan ve küller, keşke bilseydim.” Tam derin derin iç çekti. “Eh, kırık yumurtayı kabuğuna geri koymaya çalışmanın alemi yok, sanırım. Ne zaman gitmeniz gerekiyor? Bir iki gün içinde ayağa kalkarım ve yeni bir sürü oluşturmanın yoluna bakarız. Bütün otlakları yok olmuşken, Oren Dautry’nin vermeye razı olacağı iyi bir sürüsü var. Jon Thane’in de öyle.”
“Moiraine… Aes Sedai yatakta kalman gerektiğini söyledi. Haftalarca,” dedi Rand. Tam ağzını açtı, ama sözüne devam etti. “Ve al’Vere Hanım ile konuştu.”
“Ah. Pekala, belki Marin’i ikna edebilirim.” Ama Tam’in sesi umutlu çıkmamıştı. Rand’a öfkeli bir bakış fırlattı. “Yanıt vermekten kaçınman kısa sürede ayrılman gerektiğini gösteriyor. Yarın mı? Yoksa bu gece mi?”
“Bu gece,” dedi Rand sessizce ve Tam hüzünle başını salladı.
“Evet. Pekala, eğer yapılması gerekiyorsa, gecikmemek en iyisi. Ama bu ‘haftalar’ meselesini göreceğiz.” Güçten çok, sinirle battaniyelerini çekiştirdi. “Belki yine de birkaç gün içinde sizi takip edebilirim. Sizi yolda yakalarım. Bakalım ben kalkmak isterken Marin beni yatakta tutabilecek mi.”
Kapı çalındı ve Lan’in kafası belirdi. “Çabuk veda et, koyun çobanı, ve gel. Sorun çıkabilir.”
“Sorun mu?” dedi Rand ve Muhafız ona sabırsızca gürledi.
“Acele et!”
Rand telaşla pelerinini kaptı. Kılıç kemerini çözecek oldu, ama Tam sesini yükseltti.
“Sende kalsın. Muhtemelen ona benden daha çok ihtiyacın olacak. Ama Işık izin verirse, ikimizin de olmaz. Kendine dikkat et, evlat. Duydun mu?”
Rand, Lan’in homurdanmalarını duymazdan gelerek eğilip Tam’i kucakladı. “Geri döneceğim. Söz veriyorum.”
“Elbette döneceksin.” Tam bir kahkaha attı. Kucaklamaya zayıfça karşılık verdi ve Rand’ın sırtını okşayarak bitirdi. “Bunu biliyorum. Ve sen döndüğünde bakman gereken iki kat fazla koyun olacak. Şimdi, o adam kendini yaralamadan git.”
Rand oyalanmaya çalıştı, sormak istemediği soru için sözcükler aradı, ama Lan odaya daldı, kolunu yakaladı ve onu koridora çekti. Muhafız, birbirinin üstüne binen metal pullardan, donuk gri-yeşil bir tunik giymişti. Sesi sinirle gıcırdıyordu.
“Acele etmek zorundayız. Sorun sözcüğünü anlamıyor musun?”
Odanın dışında, pelerinli, ceketli, yayını taşıyan Mat bekliyordu. Belinde bir sadak asılıydı. Endişeyle topuklarının üzerinde sallanıyor, hem sabır hem korkuyla merdivene doğru bakıyordu. “Bu pek hikayelerdeki gibi değil, değil mi, Rand?” dedi boğuk sesle.
“Ne tür bir sorun?” diye sordu Rand, ama Muhafız yanıt vermek yerine ileriye koştu ve basamakları ikişer ikişer inmeye başladı. Mat takip etmesi için Rand’a işaret ederek arkasından fırladı.
Rand pelerinini giydi ve onları aşağıda yakaladı. Salonu yalnızca zayıf bir ışık dolduruyordu; mumların yarısı tükenmiş, geri kalanı da tükenmek üzereydi. Üçü dışında boştu. Mat ön pencerelerin birinde duruyor, görülmemeye çalışarak dışarıya bakıyordu. Lan kapıyı aralamış, han avlusuna bakıyordu.
Neyi izlediklerini merak eden Rand onlara katılmaya gitti. Muhafız dikkat etmesini mırıldandı, ama Rand’ın da görebilmesi için kapıyı azıcık daha araladı.
Başta ne gördüğünden emin olamadı. Köylü erkeklerden bir grup, yaklaşık üç düzinesi, Çerçinin arabasının yanmış kabuğunun yakınında toplanmıştı. Taşıdıkları meşaleler geceyi uzak tutuyordu. Moiraine sırtını hana vermiş, görünürde kayıtsızca yürüyüş asasına dayanmış, onlara bakıyordu. Hari Coplin, kardeşi Darl ve Bili Congar ile birlikte kalabalığın önünde duruyordu. Cenn Buie de oradaydı ve huzursuz görünüyordu. Rand, Hari’nin Moiraine’e yumruğunu salladığını görünce irkildi.
“Emond Meydanı’nı terk et!” diye bağırdı ekşi yüzlü çiftçi. Birkaç ses kalabalıktan onu yankıladı, ama tereddütle, ve kimse öne çıkmaya çalışmadı. Bir kalabalığın içinden bir Aes Sedai’ye meydan okumaya gönüllü olabilirlerdi, ama hiçbiri öne çıkmak istemiyordu. Alınmak için her sebebi olan bir Aes Sedai tarafından değil.
“Bu canavarları sen getirdin!” diye kükredi Darl. Meşalesini başının üstünde salladı ve kuzeni Bili’nin önderliğinde bağırışlar duyuldu, “Onları sen getirdin!” ve “Bu senin suçun!”
Hari Cenn Buie’yi dirsekledi. İhtiyar çatı tamircisi dudaklarını büzdü ve ona öfkeyle, yan yan baktı. “Bu şeyler… bu Trolloclar sen geldikten sonra görüldü,” diye mırıldandı Cenn, zar zor duyulan bir sesle. Aksi aksi, sanki başka bir yerde olmayı dilermiş ve oraya gitmek için bir yol ararmış gibi bir o yana, bir bu yana baktı. “Sen bir Aes Sedai’sin. İki Nehirde senin gibileri istemiyoruz. Aes Sedailer kendileriyle birlikte sorun getirirler. Burada kalırsan, daha fazlasını getireceksin.”
Konuşmaları, toplanmış köylülerden karşılık görmedi ve Hari, sinirle kaşlarını çattı. Aniden Darl’ın meşalesini kaptı ve Moiraine’e doğru salladı. “Defol!” diye bağırdı. “Yoksa seni yakarız!”
Yalnızca gerileyen adamların ayak sürümeleri ile bozulan bir ölüm sessizliği çöktü. İki Nehir halkı saldırıya uğradığında savaşabilirdi, ama şiddet, sıradan bir şey değildi. Arada bir yumruk sallamak dışında insanları tehdit etmek onlara yabancıydı. Cenn Buie, Bili Congar ve Coplinler önde, yalnız kaldılar. Bili de gerilemek ister gibi görünüyordu.
Hari, çevresinden destek göremeyince huzursuzca irkildi, ama hemen kendini topladı. “Defol!” diye bağırdı yine ve önce Darl, sonra daha zayıfça Bili tarafından yankılandı. Hari diğerlerine baktı. Kalabalığın çoğu onunla göz göze gelmekten kaçındı.
Aniden Bran al’Vere ve Hara) Luhhan gölgelerin içinden çıktı, hem Aes Sedai’den, hem de kalabalıktan uzak durdu. Belediye Başkanı bir elinde, kayıtsızlık içinde, fıçılara musluk çakmak için kullandığı iri, tahta bir çekiç taşıyordu. “Birisi hanımı yakmaktan mı bahsetti?” diye sordu yumuşak bir sesle.
İki Coplin birer adım gerilediler ve Cenn Buie onlardan uzaklaştı. Bili Congar kalabalığın içine daldı. “Öyle değil,” dedi Darl telaşla. “Biz hiç öyle bir şey demedik, Bran… ah, Başkan.”
Bran başını salladı. “O zaman belki, hanımda kalan konukları tehdit ettiğinizi duymuşumdur, ha?”
“O bir Aes Sedai,” diye başladı Hari öfkeyle, ama Haral Luhhan kıpırdayınca sustu.
Demirci yalnızca, kalın kollarını başının üzerine kaldırarak ve dev yumruklarını parmak boğumları çatırdayana kadar sıkarak gerindi, ama Hari iriyarı adama, sanki o yumruklardan biri burnunun altında sallanmış gibi baktı. Haral, kollarını göğsünde kavuşturdu. “Afedersin, Hari. Sözünü kesmek istememiştim. Ne diyordun?”
Ama kendi içine büzülüp yok olmak istercesine sırtını kamburlaştıran Hari’nin, söyleyecek başka hiçbir şeyi yok gibiydi.
“Size şaşıyorum,” diye gürledi Bran. “Paet al’Caar, dün gece oğlunun bacağı kırıldı, ama bugün onun yürüdüğünü gördüm –bu kadının sayesinde. Eward Candwin, dün temizlenmek üzere yarılmış bir balık gibi, sırtında bir kesikle, karın üstü yatıyordun. Ta ki, o seninle ilgilenene kadar. Şimdi, sanki bir ay önce olmuş gibi görünüyorsun ve yanılmıyorsam sırtında yara izi bile kalmamış olmalı. Ve sen, Cenn.” Çatı tamircisi kalabalığın içinde kaybolacak oldu, ama durdu, huzursuzca Bran’in bakışlarının altında bekledi. “Burada Köy Kurulu’ndan herhangi birini görmeye şaşırıyorum, Cenn, özellikle de seni. O olmasaydı kolun bir yanık ve yara yığını halinde, yan tarafından sarkıyor olacaktı. Minnetin yoksa bile, utancın da mı yok?”
Cenn, sağ elini kaldırdı, sonra öfkeyle bakışlarını kaçırdı. “Yaptıklarını inkar edemem,” diye mırıldandı ve sesi gerçekten de utanç dolu geliyordu. “Bana ve başkalarına yardım etti,” diye devam etti yalvarırcasına, “ama o bir Aes Sedai, Bran. O Trolloclar buraya onun yüzünden gelmediyse, neden geldiler? İki Nehir’de Aes Sedai istemiyoruz. Bırak başka yerde sorun çıkarsınlar.”
Kalabalığın içinde kendilerini güvende hisseden birkaç adam bağırdı. “Biz Aes Sedai sorunları istemiyoruz!” “Onu buradan uzaklaştır!” “Onu gönder!” “Onun yüzünden değilse, neden geldiler!”
Bran’in kaşları daha fena çatıldı, ama o konuşamadan, Moiraine aniden sarmaşık oymalı asasını başının üzerinde, iki eliyle çevirmeye başladı. Rand’ın inlemesi köylülerce yankılandı, çünkü asasının iki ucunda, tıslayan, beyaz alevler belirmişti ve çubuğun dönüşüne rağmen mızrak ucu gibi dik duruyorlardı. Bran ve Haral bile kadından uzaklaştılar. Aes Sedai asa yere paralel duracak şekilde, kollarını dümdüz önüne uzattı, ama solgun ateş, meşalelerden daha parlak bir biçimde, fışkırmaya devam etti. Adamlar çekildiler, gözlerini parlaklığın verdiği acıdan korumak için gölgelediler.
“Aemon’un kanı buna mı geldi?” Aes Sedai’nin sesi yüksek değildi, ama tüm diğer sesleri bastırdı. “Tavşan gibi saklanma hakkı için didişen küçük insanlar. Kim olduğunuzu, eskiden kim olduğunuzu unutmuşsunuz, ama küçük bir kısmın kaldığını, kanınızda ve kemiklerinizde biraz anı olacağını düşünmüştüm. Gelecek uzun geceye karşı sizi güçlendirecek küçük bir parça.”
Kimse konuşmadı. İki Coplin bile bir daha asla ağızlarını açmak istemiyormuş gibi görünüyordu.
Bran konuştu. “Kim olduğumuzu unutmak mı? Biz, hep olduğumuz insanlarız. Dürüst çiftçiler, çobanlar ve zanaatkarlar. İki Nehir halkı.”
“Güneyde,” dedi Moiraine, “sizin Beyaz Nehir dediğiniz bir ırmak uzanıyor, ama buranın çok doğusunda, insanlar onu hâlâ doğru ismi ile hatırlıyor. Manetherendrelle. Eski Dil’de, Dağ Yuvasının Suları. Bir zamanlar bir kahramanlık ve güzellik ülkesini dolanan, kıvılcımlı sular. İki bin yıl önce Manetherendrelle’in duvarlarının yanında aktığı bir dağ şehri o kadar güzeldi ki, Ogier taş ustaları gelip şaşkınlık içinde bakarlardı. Bu bölge, çiftlikler ve köylerle kaplıydı. Hem sizin Gölgeler Ormanı dediğiniz yer, hem de daha öteler. Ama o halkların tamamı kendilerini Dağ Yuvası’nın halkı, Manetheren halkı olarak düşünürdü.
“Kralları Aemon al Caar al Thorin idi. Thorin oğlu Caar oğlu Aemon. Eldrene ay Ellan ay Carlan Kraliçe’siydi. Aemon, o kadar korkusuzdu ki, insanlar arasındaki en büyük övgü, düşmanları arasında bile, bir insanın Aemon’un yüreğine sahip olduğunun söylenmesi idi. Eldrene, o kadar güzeldi ki, çiçeklerin onu gülümsetmek için açtığı söylenirdi. Cesaret, güzellik, bilgelik ve ölümün bile sona erdiremediği bir aşk. Yüreğiniz varsa, onların kaybı için, hattâ onların anılarının kaybı için ağlayın. Onların kanı kaybedildiği için ağlayın.”
Sustu, ama kimse konuşmadı. Rand da, kadının yarattığı büyü ile diğerleri kadar bağlanmıştı. Yine konuştuğunda, diğerleri gibi tüm dikkatini ona verdi.
“Neredeyse iki yüzyıl boyunca Trolloc Savaşları tüm dünyayı yakıp yıktı ve nerede savaş koptuysa, Manetheren’in Kızıl Kartal sancağı en öndeydi. Manetherenliler Karanlık Varlık’ın ayağındaki diken, kollarına dolanmış sarmaşık gibiydi. Gölge’ye diz çökmeyen Manetheren’in şarkısını söyleyin. Kınlamayan kılıcın, Manetheren’in şarkısını söyleyin.
“Manetheren’in erkekleri çok uzaktaydı, Kan Meydanı da denen Bekker Meydanı’nda, ve bir Trolloc ordusunun evlerine doğru yürüdüğünü haber aldılar. Ülkelerinin ölümünü duymak için beklemek dışında hiçbir şey yapamayacak kadar uzaktaydılar, çünkü Karanlık Varlık’ın güçleri onların sonunu getirmeye kararlıydı. Yüce meşeyi köklerinden keserek öldüreceklerdi. Yas tutmak dışında hiçbir şey yapamayacak kadar uzaktaydılar. Ama onlar Dağ Yuvası’nın adamlarıydı.
“Tereddüt etmeden, aşmaları gereken mesafeyi düşünmeden, hâlâ ter ve kanla kaplı, zafer meydanından yürüyüşe geçtiler. Gece gündüz yürüdüler, çünkü bir Trolloc ordusunun arkasında bıraktığı dehşeti görmüşlerdi ve böyle bir tehlike, Manetheren’i tehdit ederken aralarında hiçbir erkek uyuyamazdı. Ayakları kanatlanmış gibi yürüdüler, dostlarının umduğundan, düşmanlarının korktuğundan daha hızla, daha uzağa yürüdüler. Başka bir gün olsa, yürüyüşleri şarkılara ilham verirdi. Karanlık Varlık’ın orduları Manetheren toprakları üzerine çöktüğünde, Dağ Yuvası’nın adamları, sırtlarını Tarendrelle’e vermiş, önünde duruyordu.”
Bazı köylüler bir tezahürat kopardı, ama Moiraine duymamış gibi devam etti. “Manetherenlilerin karşısındaki düşman en cesur yüreği bile yıldırmaya yeterdi. Kuzgunlar gökyüzünü, Trolloclar toprağı karartmıştı. Trolloclar ve insan müttefikleri. On binlerce, yüz binlerce Trolloc ve Karanlıkdostu ve onları yönetecek Dehşetlordları. Geceleyin ateşleri göklerdeki yıldızlardan fazlaydı ve şafak başlarında Ba’alzamon’un sancağını gördü. Ba’alzamon, Karanlığın Yüreği. Yalanların Babası için kadim bir isimdir. Karanlık Varlık, Shayol Ghul’deki zindanından kurtulmuş olamazdı, çünkü o zaman, insanoğlunun tüm güçleri bile ona karşı duramazdı, ama orada güç vardı. Dehşetlordları ve o ışık yok eden sancağı gerçek gösteren, onu gören tüm insanların ruhlarını donduran bazı kötülükler.
“Yine de, ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Evleri ırmağın karşısındaydı. O orduyu ve yanındaki gücü Dağ Yuvası’ndan uzak tutmalıydılar. Aemon, haberciler gönderdi, Tarendrelle’de üç gün daha dayanırlarsa yardım yetişeceği vaat edildi. Onları daha ilk saatte altedecek güçlere karşı tutunmak. Ama yine de bir şekilde, kanlı saldırılar ve ümitsiz savunmalarla bir saat tutundular, sonra iki saat, sonra üç. Üç gün boyunca savaştılar ve toprak, bir kasabın avlusuna dönse de, Tarendrelle üzerindeki hiçbir geçidi vermediler. Üçüncü gece hiçbir yardım, hiçbir haberci gelmemişti ve yalnız savaşıyorlardı. Altı gün. Dokuz. Onuncu gün, Aemon ihanetin acısını tatmıştı. Yardım gelmiyordu ve artık ırmak geçidini tutamıyorlardı.”
“Ne yaptılar?” diye sordu Hari. Meşaleler soğuk gece rüzgarı ile titreşiyordu, ama kimse pelerinine daha sıkı sarınmak için kıpırdamadı.
“Aemon, Tarendrelle’i aştı,” dedi Moiraine, “köprüleri arkasından yıktı. Ve tüm ülkesine, halkın kaçması için haber yolladı, çünkü Trolloc sürüsünün yanındaki güçlerin, onları ırmağın karşısına geçirecek bir yol bulacağını biliyordu. Haber yayılırken Trolloclar geçmeye başladılar ve Manetheren askerleri, halklarının kaçması için gereken saatleri kanları ile ödemek için, yeniden savaşmaya girişti. Manetheren şehrinde, Eldrene halkının en derin ormanlara, dağların yükseklerine kaçmalarını organize etti.
“Ama bazıları kaçmadı. İlk önce damla damla, sonra nehir, sonra seller gibi, bazı erkekler güvenliğe değil, ülkeleri için savaşan orduya katılmaya gitti. Yayları ile çobanlar, yabalan ile çiftçiler, baltaları ile oduncular. Kadınlar da, bulabildikleri silahları omuzladılar ve erkekleri ile yan yana yürüdüler. Kimse, o yolculuğu asla dönmeyeceklerini bilmeden yapmadı. Ama bu onların ülkesiydi. Babalarının ülkesi olmuştu ve çocuklarının ülkesi olacaktı ve bunun bedelini ödemeye gittiler. Kanla ıslanmadan tek bir karış toprak verilmedi, ama sonunda Manetheren ordusu buraya sürüldü, sizin Emond Meydanı dediğiniz bu yere. Ve burada Trolloc orduları onları çevreledi.”
Sesi, soğuk gözyaşlarının sesini taşıyordu. “Trolloc leşlerinin ve insan kaçakların cesetleri yığıldı, ama o leş yığınlarının üzerinden aşan ölüm dalgalarının sonu gelmiyordu. Ancak bir son olabilirdi. O günün şafağında Kızıl Kartal sancağının altında duran hiçbir insan, gece çöktüğünde hayatta değildi. Kınlamayan kılıç paramparça edilmişti.
“Puslu Dağlar’da, boş Manetheren şehrinde, Eldrene, Aemon’un öldüğünü hissetti ve onunla beraber yüreği de öldü. Ve yüreğinin olduğu yerde, yalnızca intikam susuzluğu kaldı, aşkının intikamı, halkının ve ülkesinin intikamı. Acısının gücüyle Gerçek Kaynak’a uzandı ve Tek Güç’ü Trolloc ordusunun üzerine fırlattı. Ve Dehşetlordları orada, durdukları yerde, gizli toplantılarında ya da askerlerine kumanda ederken öldüler. Bir nefes alımı kadar sürede, Dehşetlordları ve Karanlık Varlık’ın ordularının generalleri alev aldılar. Alev, bedenlerini kavurdu, dehşet, daha yeni muzaffer olmuş ordularını tüketti.
“Artık orman yangınından kaçan hayvanlar gibi kaçıyorlardı, akıllarında, kaçmaktan başka düşünce yoktu. Kuzeye ve güneye kaçtılar. Binlercesi Dehşetlordlarının yardımı olmadan Tarendrelle’i geçmeye çalışırken öldü ve Manetherendrelle’de takip edilme korkusu ile arkalarından köprüleri yıktılar. İnsan buldukları yerlerde öldürüp yaktılar, ama hepsi de, kaçma güdüsüne tutsak olmuşlardı. Ta ki, sonunda, Manetheren topraklarında tek bir tanesi bile kalmayana kadar. Fırtınanın önündeki tozlar gibi dağıldılar. Son intikam daha yavaş geldi, ama geldi ve diğer halklar, diğer ülkelerin orduları tarafından avlandılar. Aemon Meydanı’ndan katliam yapanlardan hiçbiri kalmadı.
“Ama Manetheren için bedel çok yüksekti. Eldrene Tek Güç’ten, içine, bir insanın yardım almadan kullanamayacağı kadar çok çekmişti. Düşman generalleri ölürken o da öldü ve onu yok eden alevler, boş Manetheren şehrini de yok etti, hattâ taşları bile. Dağlardaki, yaşayan kayalara kadar. Ama halk kurtulmuştu.
“Çiftliklerinden, köylerinden, büyük şehirlerinden hiçbir şey kalmamıştı. Bazıları onlar için hiçbir şeyin kalmadığını söylerdi, her şeye baştan başlayabilecekleri diğer ülkelere kaçmak dışında hiçbir şey. Ama onlar bunu söylemediler. Kanlarıyla ve umutları ile, ülkeleri için daha önce ödenmediği kadar büyük bir bedel ödemişlerdi ve şimdi bu topraklara çelikten de güçlü bağlarla bağlıydılar. Gelecek yıllarda başka savaşlar da onları perişan edecekti, ta ki dünyanın o köşesi unutulana kadar. Sonunda onlar savaşları ve savaşmayı unutana kadar. Manetheren bir daha yükselmedi. Yüksek kuleleri, gür çeşmeleri insanların zihinlerinde bir rüya gibi yavaş yavaş soldu. Ama onlar, onların çocukları, onların çocuklarının çocukları kendilerine ait olan toprakları bırakmadılar. Uzun yüzyıllar, nedenleri zihinlerden silinse de, onlar kaldılar. Ta ki bugünlere, sizlere kadar. Ağla, Manetheren. Sonsuza dek kaybolanlar için ağla.”
Moiraine’in asasındaki ateşler söndü, Aes Sedai sanki yüz kilo çekermişcesine onu yanına indirdi. Uzun dakikalar boyunca işitilebilen tek ses, rüzgarın inlemesi oldu. Sonra Paet al’Caar Coplinleri omuzlayıp geçti.
“Hikayenizi bilmem,” dedi uzun çeneli çiftçi. “Ben Karanlık Varlık’ın ayağındaki diken değilim, ne de olacak gibi biriyim. Ama benim Wil sizin sayenizde yürüyor ve bu yüzden burada olmaktan utanıyorum. Beni affedebilir misiniz, bilmiyorum, ama etseniz de, etmeseniz de, ben gidiyorum. Ve bana kalırsa, Emond Meydanı’nda dilediğiniz kadar kalabilirsiniz.”
Başını selam verircesine hızla eğerek, kalabalığın arkasına yürüdü. Sonra başkaları da mırıldanmaya, utançlarını ve pişmanlıklarını sunarak teker teker ayrılmaya başladılar. Ekşi ağızlı, yine kaşlarını çatmaya başlamış Coplinler, çevrelerindeki yüzlere baktılar ve tek söz söylemeden gecenin içinde yok oldular. Bili Congar kuzenlerinden önce kaybolmuştu.
Lan, Rand’ı geriye çekti ve kapıyı kapattı. “Gidelim, evlat.” Muhafız hana döndü ve yürümeye başladı. “İkiniz de gelin. Çabuk!”
Rand tereddüt etti, Mat ile şaşkınlık içinde bakıştı. Moiraine hikayesini anlatırken al’Vere Efendi’nin Dhurranları onu yerinden koparamazdı, ama şimdi ayaklarını bağlayan başka bir şey vardı. Bu, handan ayrılmak ve Muhafız’ı gecenin içine doğru takip etmek, gerçek bir başlangıç olacaktı… Silkelendi ve kararlılığını sağlamlaştırmaya çalıştı. Gitmek dışında seçeneği yoktu, ama bu yolculuk ne kadar uzun sürecek, onu ne kadar uzağa götürecek olursa olsun, Emond Meydanına geri dönecekti.
“Ne bekliyorsun?” diye sordu Lan, salonun arkasına giden kapıdan. Mat irkilerek arkasından seyirtti.
Rand, kendi kendini büyük bir maceraya atıldığını ikna etmeye çalışarak ikisinin peşinde kararmış mutfağa, sonra ahır avlusuna gitti.