19 GÖLGENİN BEKLEDİĞİ YER

Lan, şehrin içinde yol gösterirken atların toynaklarının altında kırık döşeme taşları çıtırdadı. Tüm şehir paramparçaydı, Rand’ın görebildiği kadarıyla her şey, Perrin’in söylediği gibi terk edilmişti. Bir güvercin bile kıpırdamıyordu ve duvarlardaki çatlaklardan, döşeme taşlarının arasından eski, ölü otlar fışkırmıştı. Çatıları içeri çökmüş binaların sayısı, çatıları yerinde duran binaların sayısından fazlaydı. Devrilmiş duvarlar sokaklara tuğla ve taş saçmıştı. Kuleler kırık sopalar gibi aniden, çentik çentik sona eriyordu. Üzerinde birkaç bodur ağaç büyüyen düzensiz moloz yığınları, sarayların ya da bina bloklarının kalıntıları olabilirdi.

Yine de geride kalanlar Rand’ın nefesini kesmeye yeterdi. Baerlon’daki en büyük bina, burada herhangi bir şeyin gölgesinde kaybolurdu. Baktığı her yerde dev kubbeleri olan solgun mermer saraylar vardı. Her binanın en az bir kubbesi var gibi görünüyordu; bazılarının dört ya da beş tane vardı ve her birinin şekli farklıydı. Yanında sütunlar dizili uzun yürüyüş yolları yüzlerce adım sürüyor, gökyüzüne uzanıyor gibi görünen kulelerde bitiyordu. Her kavşakta bronz bir çeşme, bir anıtın kaymaktaşından külahı ya da kaidesi üzerinde bir heykel görünüyordu. Çeşmeler kuruysa da, kulelerin çoğu devrilmiş, heykellerin çoğu kırılmışsa da, geri kalanlar o kadar muhteşemdi ki, Rand ancak hayret edebiliyordu.

Ben de Baerlon’un bir şehir olduğunu sanmıştım! Yak beni, Thom bize gülmüş olmalı. Moiraine ve Lan de.

Bakmaya öyle dalmıştı ki, Lan aniden, bir zamanlar Baerlon’daki Geyik ve Aslan kadar büyük olan beyaz, taş bir binanın önünde durunca şaşırdı. Şehir canlı ve büyükken binanın ne olduğunu söyleyecek hiçbir şey yoktu, hattâ burası belki bir handı. Üst katlardan yalnızca boş bir kabuk kalmıştı –boş pencerelerden akşam göğü görülebiliyordu, camlar ve ahşap uzun zaman önce yok olmuştu– ama zemin kat yeterince sağlam görünüyordu.

Moiraine, elleri hâlâ eyer topuzunun üzerinde, binayı dikkatle inceledi ve başını salladı. “Bu işe yarar.”

Lan eyerden aşağı atladı ve Aes Sedai’yi kollarında kaldırdı. “Atları içeri getirin,” diye emretti. “Arkada ahır olarak kullanabileceğimiz bir oda bulun. Yürüyün, çiftlik çocukları. Bu köy çayırı değil.” Aes Sedai’yi taşıyarak içeride kayboldu.

Nynaeve atından indi, bitki ve merhem çantasını taşıyarak arkalarından seyirtti. Egwene tanı arkasındaydı. Atlarını oldukları yerde bırakmışlardı.

“‘Atları içeri getirin’miş,” diye mırıldandı Thom aksi aksi ve bıyıklarını üfledi. Yavaş ve donuk hareketlerle atından indi, yumruğunu sırtına dayadı ve uzun uzun iç çekti. Sonra Aldieb’in dizginlerini aldı. “Ee?” dedi, Rand ve arkadaşlarına bir kaşını kaldırarak.

Telaşla atlarından indiler ve diğer atları toparladılar. Kapı boşluğu, içinde bir zamanlar kapı kanatları olduğunu gösteren hiçbir işaret olmadan, hayvanların ikişer ikişer geçmesine izin verecek kadar genişti.

İçeride bina kadar geniş, dev bir oda vardı. Kirli, seramik zeminliydi, duvarlarda lime lime olmuş, solarak donuk kahverengiye dönüşmüş, dokunulursa ufalanacakmış gibi görünen birkaç duvar halısı kalmıştı. Başka hiçbir şey yoktu. Lan en yakın köşede, kendi pelerini ile Moiraine’inkini kullanarak, onun için bir yer hazırlamıştı. Toz hakkında söylenip duran Nynaeve Aes Sedai’nin yanında diz çökmüş, Egwene’in açık tuttuğu çantasını karıştırıyordu.

“Ondan hoşlanmayabilirim, doğru,” diyordu Nynaeve Muhafız’a, Bela ile Bulut’u çeken Rand Thom’un arkasından içeri girdiğinde, “ama yardımıma ihtiyaç duyan herkese, onlardan hoşlansam da, hoşlanmasam da, yardım ederim.”

“Suçlamadım, Hikmet. Yalnızca bitkilerine dikkat et, dedim.”

Genç kadın adama yan yan baktı. “Doğrusu şu ki, bitkilerime İhtiyacı var. Senin de öyle.” Sesi başlangıçta ekşiydi, konuştukça daha da aksileşti. “Doğrusu şu ki, Tek Güç’ü ile bile ancak bu kadarını yapabilir ve yere yıkılmadan önce yapabileceğini yaptı bile. Doğrusu şu ki, senin kılıcın artık ona yardım edemez, Yedi Kulenin Efendisi, ama benim bitkilerim edebilir.”

Moiraine, elini Lan’in koluna koydu. “Sakin ol, Lan. Zarar vermek istemiyor. Yalnızca anlamıyor.” Muhafız alayla burnunu çekti.

Nynaeve çantasını karıştırmayı bıraktı ve kaşlarını çatarak adama baktı, ama Moiraine’e hitap etti. “Bilmediğim çok şey var. Şimdiki neymiş?”

“İlk olarak,” diye yanıt verdi Moiraine, “aslında tek ihtiyacım olan biraz dinlenmek. İkincisi, seninle aynı fikirdeyim. Becerilerin ve bilgin düşündüğümden daha çok işe yarayacak. Şimdi, yanında bir saat uyumamı sağlayacak, ama daha sonra beni sersem bırakmayacak bir şey varsa…?”

“Zayıf bir tilki-kuyruğu ve marisin çayı, ve…”

Rand, Thom’un peşinden, ilkinin arkasında bir başka odaya geçerken kalanını kaçırdı. İkinci oda da ilki kadar büyüktü ve daha da boştu. Burada yalnızca kalın ve onlar gelene kadar bozulmamış bir toz tabakası vardı. Yerde kuş ya da ufak hayvan izleri bile yoktu.

Rand, Bela ile Bulut’un eyerlerini çıkarmaya başladı. Thom Aldieb ile kendi iğdiş atının eyerlerini çıkarıyordu. Perrin ise kendi atı ile Mandarb’ın. Mat dışında hepsi meşguldü. Odada, gelirken kullandıkları dışında iki kapı boşluğu daha vardı.

“Yan yol,” diye bildirdi Mat, başını ilkinden çekerek. Hepsi durdukları yerden o kadarını görebiliyordu. İkinci kapı boşluğu yalnızca arka duvarda karanlık bir dikdörtgendi. Mat yavaşça içinden geçti ve şiddetle saçlarından örümcek ağı silkeleyerek geri çekildi. “Orada hiçbir şey yok,” dedi, yan yola bir bakış daha fırlatarak.

“Atınla ilgilenecek misin?” dedi Perrin. Kendi atının işini bitirmiş, Mandarb’ın eyerini kaldırıyordu. Tuhaf bir şekilde, vahşi bakışlı aygır hiç sorun çıkarmadı, ama Perrin’i izlemeye devam etti. “Kimse senin için yapmayacak.”

Mat yan yola son bir bakış fırlattı ve içini çekerek atına gitti.

Rand, Bela’nın eyerini yere bırakırken Mat’in suratının asıldığını gördü. Gözleri binlerce kilometre ötede gibiydi ve sanki düşünmeden, ezbere hareket ediyordu.

“Sen iyi misin, Mat?” dedi Rand. Mat, eyeri atının üzerinden kaldırdı ve öyle durdu. “Mat? Mat!”

Mat irkildi, eyeri düşürecek oldu. “Ne? Ah. Ben… Ben yalnızca düşünüyordum.”

“Düşünüyor muydun?” diye alay etti Perrin, Mandarb’ın başlığını bir yular ile değiştirirken. “Uyuyordun.”

Mat kaşlarını çattı. “Ben… orada, geride neler olduğunu düşünüyordum. Söylediğim o sözcükler hakkında…” O sırada yalnızca Rand değil, herkes dönüp ona baktı. Mat huzursuzca kıpırdandı. “Eh, Moiraine’in ne dediğini duydunuz. Sanki benim ağzımdan ölü bir adam konuşmuş gibi. Bundan hoşlanmadım.” Perrin gülünce kaşları daha fena çatıldı.

“Aemon’un savaş haykırışı, dedi –değil mi? Belki sen yeniden doğmuş Aemon’sundur. Emond Meydanı’nın ne kadar sıkıcı olduğundan bahsedip durmana bakılırsa, bu hoşuna giderdi herhalde –bir kral ve yeniden doğmuş bir kahraman olmak!”

“Böyle söyleme!” Thom derin bir nefes aldı; şimdi herkes bakışlarını ona dikmişti. “Bunlar tehlikeli konuşmalar. Aptalca konuşmalar. Ölüler yeniden doğabilir ya da canlı bir bedeni ele geçirebilir ve bu hafife alınacak bir şey değildir.” Kendi kendini sakinleştirmek için bir nefes daha aldı ve devam etti. Eski kan, dedi. Kan, ölü bir adam değil. Bunun zaman zaman olduğunu duydum. Duydum, ama hiç düşünmemiştim ki… O senin köklerindi, evlat. Senden babana, büyükbabana, ta Manetheren’e, hattâ daha eskiye uzanan bir bağ. Eh, artık eski bir aileden geldiğini biliyorsun. Bu noktada bırakman ve memnun olman gerekir. Çoğu insan babalarından ötesini bilmez.”

Bazılarımız bundan bile emin olamaz, diye düşündü Rand acı acı. Belki de Hikmet haklıydı. Işık, umarım öyledir.

Mat, Âşığın söylediklerine başını salladı. “Sanırım öyle. Yalnız… sence bize olanlarla ilgisi var mı? Trolloclar falan? Demek istediğim… ah, ne demek istediğimi bilmiyorum.”

“Bence bunu unutmalı ve buradan güven içinde uzaklaşmaya yoğunlaşmalısın.” Thom pelerininin içinden uzun saplı piposunu çıkardı. “Ve bence bir pipo içeceğim.” Piposunu onlara doğru sallayıp ön odada kayboldu.

“Bunda hepimiz birlikteyiz, yalnızca birimiz değil,” dedi Rand Mat’e.

Mat silkelendi ve güldü, kısa, havlama gibi bir gülüş. “Doğru. Eh, birtakım şeylerde birlikte olmaktan bahsetmişken, atlarla işimizi bitirdiğimize göre, neden gidip bu şehri biraz görmüyoruz? Gerçek bir şehir ve sana çarpacak, kaburgalarını dirsekleyecek kalabalıklar yok. Kimse burunlarının üstünden bize bakmayacak. Güneş daha bir iki saat batmayacak.”

“Trollocları unuttun mu?” dedi Perrin.

Mat küçümsemeyle başını salladı. “Lan buraya gelemeyeceklerini söyledi, unuttun mu? İnsanların söylediklerini dinlemelisin.”

“Unutmadım,” dedi Perrin. “Ve ben dinlerim. Bu şehir… Aridhol muydu? –Manetheren’in müttefikiymiş. Gördün mü? Dinlemişim işte.”

“Aridhol, Trolloc Savaşları zamanında en büyük şehir olmalı,” dedi Rand, “çünkü Trolloclar buradan hâlâ korkuyorlar. İki Nehir’e gelmekten korkmuyorlardı ve Moiraine Manetheren’in –nasıl ifade etmişti– Karanlık Varlık’ın ayağındaki diken olduğunu söylemişti.”

Perrin ellerini kaldırdı. “Gecenin Çobanı’ndan bahsetme. Olmaz mı?”

“Ne diyorsunuz?” Mat kahkaha attı. “Gidelim.”

“Moiraine’e sormalıyız,” dedi Perrin ve Mat ellerini havaya kaldırdı.

“Moiraine’e sormak mı? Sence bizi gözünün önünden ayırır mı? Ya Nynaeve? Kan ve küller, Perrin, neden başlamışken Luhhan Hanım’a da sormuyorsun?”

Perrin gönülsüzce kabul ederek başını salladı ve Mat sırıtarak Rand’a döndü. “Ya sen? Gerçek bir şehir. Sarayları olan!” Sinsi bir kahkaha attı. “Ve bizi izleyen Beyazcübbeler yok.”

Rand ona pis pis baktı, ama yalnızca bir an tereddüt etti. O saraylar bir âşığın hikayesi gibiydi. “Tamam.”

Ön odadan işitilmemek için yumuşak adımlar atarak yan yola çıktılar ve binanın önünden dolanarak karşı taraftaki sokağa girdiler. Hızla yürüyorlardı ve beyaz taş binadan bir blok uzaklaştıktan sonra Mat hoplayıp zıplayarak dans etmeye başladı.

“Özgürüz.” Kahkaha attı. “Özgürüz!” Yavaş yavaş bir çember çizerek, kahkahalar atmaya devam ederek çevresine baktı. Akşamın gölgeleri çentik çentik uzuyordu ve batan güneş yıkık şehri altına çeviriyordu. “Böyle bir yeri rüyanızda bile gördünüz mü? Gördünüz mü?”

Perrin de güldü, ama Rand huzursuzca omuz silkti. Bu ilk rüyasındaki şehre benzemiyordu, ama yine de… “Eğer bir şey görmek istiyorsak,” dedi, “yola devam etsek iyi olacak. Günbatımına fazla kalmadı.”

Mat her şeyi görmek istiyor gibiydi ve diğerlerini de hevesle yanında sürükledi. Havuzları, Emond Meydanı’ndaki herkesi içine alabilecek kadar geniş çeşmelerin üzerine tırmandılar, gelişigüzel seçtikleri, ama hep en büyükleri olan yapıların içine girip çıktılar. Bazılarını anladılar, bazılarını anlamadılar. Saray saraydı işte, ama bir tepe kadar büyük bir kubbesi ve içinde yalnızca tek bir odası olan dev gibi, yuvarlak bina neydi? Ve duvarlı bir yer, tepesi gökyüzüne açık ve sıra sıra bankları olan, tüm Emond Meydanı’nı içine alacak kadar geniş yer?

Toz, moloz ve dokununca ufalanan renksiz duvar halılarından başka bir şey bulamayınca, Mat sabırsızlanmaya başladı. Bir kez bir duvarın dibine yığılmış tahta sandalyeler buldular; Perrin birini almaya çalışınca hepsi paramparça oldu.

Bazıları Badeçay Hanı’nın tamamını içine alabilecek, hattâ biraz da boş yer kalacak kadar büyük, boş odaları olan saraylar Rand’ın aklına, bir zamanlar onları doldurmuş olması gereken insanları getirdi. İki Nehir’deki herkesin o yuvarlak kubbenin altında durabileceğini düşündü. Tas sıraları olan yere gelince… Gölgelerin içinde insanlar olduğunu, huzurlarını bozan üç yabancıya onaylamaz bakışlarla baktıklarını hayal edebiliyordu.

Binalar ne kadar muhteşem olursa olsun, sonunda Mat bile sıkıldı ve bir önceki gece yalnızca bir saat uyuduğunu hatırladı. Bunu herkes hatırlamaya başladı. Esneyerek, önünde dizi dizi sütunlar olan yüksek bir binanın merdivenine oturdular ve şimdi ne yapacaklarını tartışmaya başladılar.

“Geri dönelim,” dedi Rand, “ve biraz uyuyalım.” Elinin arkasını ağzına götürdü. Tekrar konuşabildiği zaman, “Uyku,” dedi. “İstediğim tek şey bu.”

“İstediğin zaman uyuyabilirsin,” dedi Mat kararlılıkla. “Nerede olduğumuza bak. Yıkılmış bir şehir. Hazine.”

“Hazine mi?” Perrin’in çeneleri çatırdadı. “Burada hazine falan yok. Burada tozdan başka hiçbir şey yok.”

Rand gözlerini gölgeleyerek güneşe baktı, çatıların üzerinde oturan kırmızı bir top. “Geç oluyor, Mat. Yakında hava kararacak.” “Hazine olabilir,” diye ısrar etti Mat kararlı bir şekilde. “Her neyse, kulelerden birine tırmanmak istiyorum. Şuradakine bakın. Yıkılmamış. İddiaya girerim oradan kilometrelerce ötesini görebilirsiniz. Ne diyorsunuz?”

“Kuleler güvenli değil,” dedi bir erkek sesi arkalarından.

Rand ayağa fırladı ve kılıcının kabzasını kavrayarak döndü. Diğerleri de aynı ölçüde hızlıydı.

Basamakların tepesinde, sütunların arasında bir adam duruyordu. Öne yarım adım attı, gözlerini gölgelemek için elini kaldırdı ve yine geriledi. “Beni affedin,” dedi yumuşak sesle. “Uzun zamandır içeride, karanlıktayım. Gözlerim henüz ışığa alışmadı.”

“Sen kimsin?” Rand adamın aksanının, Baerlon’dan sonra bile, tuhaf geldiğini düşündü; bazı sözcükleri tuhaf bir şekilde telaffuz ediyordu, öyle ki Rand anlamakta güçlük çekiyordu. “Burada ne yapıyorsun? Şehrin boş olduğunu düşünmüştük.”

“Benim adım Mordeth.” Adam ismi tanımalarını beklermiş gibi durdu. Hiçbiri tanıma işareti göstermeyince alçak sesle birseyler mırıldandı ve devam etti. “Ben de size aynı soruyu sorabilirim. Uzun zamandır Aridhol’a kimse gelmedi. Uzun, çok uzun zamandır. Sokaklarında üç delikanlıyı dolaşırken bulacağımı sanmazdım.”

“Caemlyn’e gidiyoruz,” dedi Rand. “Geceyi geçirmek için mola verdik.”

“Caemlyn,” dedi Mordeth yavaşça, ismi dilinin üzerinde yuvarlayarak. Sonra başını iki yana salladı. “Gece için mola mı dedin? Belki bana katılırsınız.”

“Hâlâ burada ne yaptığını söylemedin,” dedi Perrin.

“Neden, bir hazine avcısıyım, elbette.”

“Hiç hazine buldun mu?” diye sordu Mat heyecanla.

Rand, Mordeth’in gülümsediğini gördüğünü sandı, ama gölgeler yüzünden emin olamıyordu. “Buldum,” dedi adam. “Beklediğimden daha fazla. Çok daha fazla. Taşıyabileceğimden çok daha fazla. Üç güçlü, sağlıklı delikanlı bulacağımı düşünmüyordum. Eğer yanıma alabileceklerimi atlarımın beklediği yere taşımama yardım ederseniz, kalanını paylaşabilirsiniz. Ne kadar taşıyabilirseniz. Burada bıraktığım her şey kaybolacak, ben dönmeden bir başka hazine avcısı tarafından götürülecek.”

“Size böyle bir yerde hazine olması gerektiğini söylemiştim,” diye bağırdı Mat. Merdivenlerden yukarı fırladı. “Taşımana yardım ederiz. Bizi oraya götür, yeter.” O ve Mordeth sütunların arasındaki gölgelerin derinliklerine ilerledi.

Rand Perrin’e baktı. “Onu bırakamayız.” Perrin batan güneşe baktı ve başını salladı.

İhtiyatla basamakları tırmandılar. Perrin, kemerindeki halkaya asılı baltasını gevşetti. Rand’ın eli kılıcının kabzasını kavradı. Ama Mat ve Mordeth sütunların arasında bekliyordu. Mordeth kollarını kavuşturmuş, Mat sabırsızca içeriye bakıyordu.

“Gelin,” dedi Mordeth. “Size hazineyi göstereyim.” İçeriye kaydı ve Mat takip etti. Diğerlerinin, içeri girmek dışında yapabileceği hiçbir şey yoktu.

İçerideki koridor gölgeliydi, ama Mordeth hemen yana döndü ve dönerek aşağı, karanlığa inen bir merdivene yöneldi. Zifiri karanlığın içinde el yordamı ile ilerlediler. Rand bir eliyle duvarları yokluyor, ayağı dokunana kadar aşağıda bir basamak olduğundan emin olamıyordu. “Burası çok karanlık,” diyen sesinden anlaşıldığı kadarıyla, Mat bile huzursuzlanmaya başlamıştı.

“Evet, evet,” diye yanıt verdi Mordeth. Adam, karanlıkta hiç sorun yaşamıyor gibiydi. “Aşağıda ışık var. Gelin.”

Gerçekten de dönerek inen merdivenler aniden, duvarda duman tüten meşalelerin asılı durduğu, loş bir koridorda sona erdi. Titreşen alevler ve gölgeler, Rand’ın Mordeth’e ilk kez iyice bakmasını sağladı. Adam durmadan, hızla ilerliyor, bir yandan da takip etmelerini işaret ediyordu.

Rand, adamda tuhaf bir şey olduğunu duşundu, ama ne olduğunu çıkaramıyordu. Mordeth zarif, bir şekilde aşırı beslenmiş bir adamdı. Düşük gözkapakları bir şeyin arkasında saklanmış, gözetliyormuş hissi veriyordu. Kısa ve tamamen keldi, hepsinden daha uzunmuş gibi yürüyordu. Giysileri, Rand’ın daha önce hiç görmediği türdendi. Dar, siyah, diz boyu pantolon, yumuşak, tepeleri bileklerde katlanmış, kırmızı botlar. Altın işlemeli uzun, kırmızı bir yelek, geniş kol yenleri olan, manşetlerinin uçları dizlerine kadar gelen kar beyazı bir gömlek. Kesinlikle bir şehrin yıkıntıları arasında hazine ararken giyilecek giysiler değil. Ama adamın tuhaf görünmesine sebep olan şey bu da değildi.

Sonra, koridor seramik duvarlı bir odada sona erdi ve Rand Mordeth’in tuhaflıklarını unuttu. İnlemesi, diğerleri tarafından yankılandı. Burada da dumanları tavanı lekeleyen birkaç meşale vardı, ama o ışık, yere yığılmış altın ve değerli taşlardan, para ve mücevherlerden, kadehlerden, tabaklardan, tepsilerden, yaldızlı, mücevher kakmalı kılıçlardan ve hançerlerden yansıyordu. Hepsi, bel yüksekliğinde tümsekler halinde, dikkatsizce yığılmıştı.

Mat haykırarak öne koştu ve yığınlardan birinin önünde dizlerinin üzerine çöktü. “Çuvallar,” dedi nefes nefese, altınları avuçlayarak. “Bütün bunları taşıyabilmek için çuvallara ihtiyacımız olacak.”

“Hepsini taşıyamayız,” dedi Rand. Çaresizce çevresine bakındı; tüccarların Emond Meydanı’na bir yıl boyunca getirdiği bütün altın bile bu yığınların binde birini oluşturamazdı. “Şimdi olmaz. Neredeyse karanlık çökecek.”

Perrin bir baltayı çekti, üzerinde asılı kalan altın zinciri kayıtsızca yere attı. Parlak, siyah sapında mücevherler parıldıyordu ve zarif, altın işlemeler çifte başlığını süslüyordu. “O zaman yarın,” dedi, baltayı sırıtarak savurarak. “Moiraine ve Lan bunları gösterince anlayacaktır.”

“Yalnız değil misiniz?” dedi Mordeth. Yanından geçip hazine odasına girmelerine izin vermişti, ama şimdi takip etti. “Yanınızda başka kim var?”

Ayak bileklerine kadar servete gömülmüş, Mat dalgın dalgın yanıt verdi. “Moiraine ve Lan. Bir de Nynaeve. Egwene ve Thom var. O bir Âşık. Tar Valon’a gidiyoruz.”

Rand nefesini tuttu. Sonra Mordeth’in sessizliği, başını kaldırmasına sebep oldu.

Mordeth’in yüzü öfke ve korkuyla çarpılmıştı. Dudakları dişlerinin üzerinde gerildi. “Tar Valon!” Yumruklarını onlara doğru salladı. “Tar Valon! Bu… bu… Caemlyn’e gittiğinizi söylemiştiniz! Bana yalan söylediniz!”

“Eğer hâlâ istiyorsan,” dedi Perrin Mordeth’e, “yarın geri dönüp sana yardım ederiz.” Baltayı dikkatle mücevher kakmalı kadehlerin ve takıların üzerine bıraktı. “İstiyorsan.”

“Hayır. Yani…” Mordeth nefes nefese, karar veremiyormuş gibi başını iki yana salladı. “İstediğinizi alın. Ama… ama…”

Rand aniden baştan beri kendisini rahatsız eden şeyi buldu. Koridordaki meşaleler hepsine birer gölge halkası vermişti, tıpkı hazine odasındakilerin şimdi yaptığı gibi. Ama… O kadar şaşırmıştı ki, yüksek sesle söyledi. “Senin gölgen yok.”

Mat’in elindeki kadeh düşüp kırıldı.

Mordeth başını salladı ve ilk defa etli gözkapakları tamamen açıldı. İnce yüzü aniden gergin ve aç bir görünüm kazandı. “Demek.” Dikildi, daha uzun boylu göründü. “Kararlaştırıldı.” Aniden görünme falan kalmadı. Mordeth bir balon gibi şişti, şekli çarpıldı, başı tavana yaslandı, omuzlan duvarlara dayandı, tüm odayı doldurdu, kaçış yolunu tıkadı. Boş yanakları, dişleri alaycı bir sırıtma ile ortaya çıkmıştı, bir adamın kafasını avuçlayabilecek kadar iri ellerini uzattı.

Rand haykırarak geriye sıçradı. Ayaklan altın bir zincire takıldı, yere yıkılınca nefesi kesildi. Nefes almaya çalışarak, pelerinine dolanan kılıcını çekmeye çabaladı. Odanın içini, arkadaşlarının haykırışları, yerdeki tabak çanakların çatırtısı doldurdu. Rand’ın kulaklarında acı dolu bir haykırış çınladı.

Neredeyse ağlayarak sonunda nefes almayı ve aynı anda kılıcını kınından çekmeyi başardı. Dikkatle, arkadaşlarından hangisinin o çığlığı attığını merak ederek ayağa kalktı. Perrin iri gözlerle odanın karşısında bakıyordu. Çökmüş, baltasını ağaç kesecekmiş gibi tutuyordu. Mat bir hazine yığının arkasından bakıyordu. Elinde yığından kaptığı bir hançer vardı.

Meşalalerin düşürdüğü gölgelerin en derin kısımlarında bir şey hareket etti ve hepsi birden yerlerinde sıçradılar. Mordeth’di, dizlerini göğsüne çekmiş, gidebileceği en uzak köşede büzülmüştü.

“Bizi tuzağa düşürdü,” dedi Mat nefes nefese, “Bu bir tür tuzaktı.”

Mordeth başını arkaya attı ve bir feryat kopardı; duvarlar titrerken her yere toz yağdı. “Hepiniz ölüsünüz!” diye haykırdı. “Ölüsünüz!” Ve sıçrayıp odanın karşı tarafına daldı.

Rand’ın ağzı açık kaldı, neredeyse kılıcı yere düşürecekti. Mordeth havada dalarken, uzandı, inceldi, bir duman iplikçiği haline geldi. Bir parmak kadar ince, duvardaki seramiklerin arasındaki bir çatlağa girdi ve kayboldu. Yok olurken odada son bir haykırış asılı kaldı, yavaş yavaş soldu.

“Hepiniz ölüsünüz!”

“Buradan çıkalım,” dedi Perrin hafifçe, her yöne aynı anda dönmeye çalışırken baltasının sapını daha sıkı kavradı. Ayaklarının altında altın süsler ve değerli taşlar fark edilmeden, saçılı duruyordu.

“Ama hazine,” diye itiraz etti Mat. “Şimdi gidemeyiz.”

“Bunların hiçbirini istemiyorum,” dedi Perrin, hâlâ bir o yana, bir bu yana dönerek. “Bu senin hazinen, duydun mu? Hiçbirini almıyoruz!”

Rand öfkeyle Mat’e baktı. “Peşimizden gelmesini mi istiyorsun? Yoksa onun gibi on tanesi daha gelene kadar burada kalıp ceplerini doldurarak bekleyecek misin?”

Mat onca altına ve mücevhere işaret etti. Ama o bir şey söyleyemeden Rand kollarından birini, Perrin ötekini tuttu. Mat kıvranırken, hazine hakkında birşeyler bağırırken odadan çıkardılar.

Koridorda daha on adım gidemeden, zaten loş olan ışık azalmaya başladı. Hazine odasındaki meşaleler sönüyordu. Mat bağırmayı bıraktı. Adımlarını hızlandırdılar. Odanın dışındaki ilk meşale söndü, sonra yanındaki. Dönen merdivene ulaştıklarında, artık Mat’i sürüklemelerine gerek kalmamıştı. Arkalarına karanlık çökerken hepsi koşuyordu. Merdivendeki zifiri karanlık yalnızca bir an tereddüt etmelerine sebep oldu, sonra ciğerlerini patlatırcasına bağırarak basamakları tırmandılar. Bekliyor olabilecek herhangi bir şeyi korkutmak için bağırıyorlardı; kendilerine hâlâ hayatta olduklarını hatırlatmak için bağırıyorlardı.

Kayarak, tozlu mermerin üzerinde düşerek yukarıdaki koridora daldılar, sütunların arasında sendelediler, merdivenden aşağı yuvarlandılar ve yara bere içinde bir yığın halinde sokağa indiler.

Rand kendini toparladı ve huzursuz huzursuz çevresine bakınarak Tam’in kılıcını yerden aldı. Güneşin yarısından azı çatıların üzerinden görünüyordu. Kalan ışığın daha da karanlık gösterdiği gölgeler, karanlık eller gibi uzanıyor, sokağı neredeyse dolduruyordu. Rand ürperdi. Gölgeler ellerini uzatan Mordeth gibi görünüyordu.

“En azından kurtulduk.” Mat yığının dibinden kalktı, her zamanki tavrını taklit eden titrek bir tavırla üstündeki tozları silkeledi. “Ve en azından ben.”

“Kurtulduk mu?” dedi Perrin.

Rand bu sefer hayal görmediğini biliyordu. Ensesi diken diken oldu. Sütunların arasından bir şey onları izliyordu. Hızla döndü, sokağın karşısındaki binalara baktı. Orada da üzerinde dikilmiş gözleri hissedebiliyordu. Kılıcın kabzasındaki kavrayışı sıkılaştı, ama bir yandan da bunun ne işe yarayacağını merak etti. İzleyen gözler her yerde gibiydi. Diğerleri de ihtiyatla çevrelerine bakıyordu, onlar da hissetmişti.

“Sokağın ortasından ayrılmayacağız,” dedi boğuk sesle. Göz göze geldiler; onlar da kendileri kadar korkmuş görünüyordu. Yutkundu. “Sokağın ortasından ayrılmayacağız ve gölgelerden uzak duracağız. Hızlı yürüyeceğiz.”

“Çok hızlı yürüyeceğiz,” diye kabul etti Mat hararetle.

İzleyenler onları takip etti. Ya da sayısız izleyici vardı, hemen hemen her binadan bakan sayısız göz. Rand ne kadar bakarsa baksın hiçbir şeyin kıpırdadığını göremiyordu, ama gözleri, hevesi, açlığı hissedebiliyordu. Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordu. Binlerce göz mü, yoksa onları takip eden birkaç tane mi?

Güneşin hâlâ uzanabildiği yerlerde birazcık yavaşladılar ve sinirli sinirli gözlerini kısarak hep önlerine çıkıyormuş gibi görünen karanlığa baktılar. Hiçbiri gölgelere girmek istemiyordu; hiçbiri orada bekleyen bir şey bulunmadığından emin olamıyordu. Gölgelerin sokağa uzandığı, yollarını kestiği her yerde, izleyicilerin beklentisi açıkça hissedilebiliyordu. O karanlık yerlerden bağırarak geçtiler. Rand, kuru, hışırtılı kahkahalar duyduğunu sandı.

Sonunda alacakaranlık çöktüğünde, günler önce terk etmişler gibi gelen beyaz, taş binayı gördüler. Aniden izleyen gözler yok oldu. Bir adım ile bir sonraki arasında, göz açıp kapayana kadar kayboldular. Rand tek söz söylemeden koşmaya başladı. Arkadaşları da arkasından koştu. Ancak kapıdan içeri daldıklarında, nefes nefese, yere yığıldıklarında durdular.

Seramik döşeli odanın ortasında küçük bir ateş yanıyor, dumanı tavandaki bir delikte kayboluyordu. Rand’ın aklına Mordeth geldi. Lan dışında herkes oradaydı, alevlerin çevresinde toplanmışlardı ve farklı tepkiler verdiler. Ellerini ateşte ısıtan Egwene üçü odaya dalınca irkildi, ellerini boğazına götürdü; kim olduğunu gördüğünde rahatlayarak iç çekmesi öfkeli bakışlarının etkisini bozdu. Thom yalnızca pipo sapının çevresinden birşeyler mırıldandı, ama Âşık bir sopayla ateşi dürtükleme işine dönmeden önce Rand “aptallar” sözcüğünü yakaladı.

“Sizi yün kafalı akılsızlar!” diye payladı Hikmet. Baştan ayağa kabarmıştı; gözleri parıldıyordu ve yanaklarında parlak kırmızı benekler yanıyordu. “Işık adına, neden öyle kaçtınız? Hepiniz iyi misiniz? Hiç mi aklınız yok? Lan sizi aramaya gitti ve geri döndüğü zaman kafanıza biraz akıl sokmak için yumruklarını kullanmazsa kendinizi şanslı sayın.”

Aes Sedai’nin yüzü hiç de heyecanlı görünmüyordu, ama onları görünce, elbisesini kavramaktan boğumları beyazlamış elleri gevşemişti. Nynaeve ona ne vermişse, işe yaramış olmalıydı, çünkü ayağa kalkmıştı. “Yaptığınız şeyi yapmamalıydınız,” dedi, bir Suormanı göleti kadar berrak ve durgun bir sesle. “Bundan daha sonra bahsedeceğiz. Orada bir şey olmuş, yoksa bu şekilde birbirinizin tepesine düşerek içeri dalmazdınız. Anlatın bana.”

“Güvenli olduğunu söylemiştin,” diye şikayet etti Mat, ayağa kalkarak. “Aridhol’un Manetheren’in müttefiki olduğunu, Trollocların şehre girmeyeceğini söylemiştin, ve…”

Moiraine öylesine ani bir hareketle öne adım attı ki, Mat ağzı açık sustu, kaldı. Rand ve Perrin ayağa kalkarken yarı eğilmiş, durdular. “Trolloclar mı? Duvarların içinde Trolloc mu gördünüz?”

Rand yutkundu. “Trolloc değil,” dedi ve üçü aynı anda heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı.

Hepsi ayrı bir yerden başladı. Mat hazineyi bulmalarından başladı ve sanki bu işi tamamen tek başına yapmış gibi açıkladı. Perrin neden kimseye söylemeden gittiklerini açıklayarak başladı. Rand, en önemli olduğunu düşündüğü yere, sütunların arasındaki yabancı ile karşılaşmalarına atladı. Ama hepsi o kadar heyecanlıydı ki, kimse her şeyi olduğu sırayla anlatmadı; ne zaman akıllarına bir şey gelse, öncesinde ya da sonrasında ne olduğuna, kimin ne dediğine aldırmadan söyleyiveriyorlardı. İzleyiciler. Hepsi, izleyiciler hakkında söylenip duruyordu.

Bu, tüm hikayeyi tutarsız kıldı, ama korktukları açıktı. Egwene sokağa açılan boş pencerelere huzursuz bakışlar fırlatmaya başladı. Dışarıda, alacakaranlığın son kalıntıları soluyordu; ateş çok küçük ve loş görünüyordu. Thom piposunu dişlerinin arasından çekti ve başını eğerek, kaşlarını çatarak dinledi. Moiraine’in gözleri endişeli olduğunu gösteriyordu, ama gereksiz ölçüde değil. Ta ki…

Aes Sedai aniden tısladı ve Rand’ın dirseğini sıkı sıkı kavradı. “Mordeth! O isimden emin misiniz? Çok emin olun, hepiniz. Mordeth mi?”

Koro halinde, “Evet,” diye mırıldandılar. Aes Sedai’nin ısrarı hepsini şaşırtmıştı.

“Size dokundu mu?” diye sordu kadın hepsine. “Size bir şey verdi mi ya da siz ondan bir şey aldınız mı? Bilmek zorundayım.”

“Hayır,” dedi Rand. “Hiçbirimiz. Hiçbiri olmadı.”

Perrin onaylayarak başını salladı ve ekledi, “Tek yaptığı bizi öldürmeye çalışmak oldu. Bu yeterli değil mi? Odanın yarısını doldurana kadar şişti, bağırarak hepimizin ölü olduğunu söyledi ve yok oldu.” Göstermek için ellerini oynattı. “Duman gibi.” Egwene ciyakladı.

Mat aksı aksi döndü. “Güvenli demiştin! Trollocların buraya gelmeyeceği sözleri… Başka ne düşünebilirdik ki?”

“Görünüşe göre hiç düşünmemişsiniz,” dedi kadın, sakinleşerek. “Düşünen herhangi biri, Trollocların girmeye korktuğu bir yerde ihtiyatlı olurdu.”

“Mat’in işleri,” dedi Nynaeve, kararlı bir sesle. “Hep haylazlık konuşur ve diğerleri de doğduklarında sahip oldukları azıcık aklı onun yanında kaybeder.”

Moiraine başını salladı, ama gözlerini Rand ile iki arkadaşından ayırmadı. “Trolloc Savaşları’nın sonlarına doğru, bu yıkıntıların içinde bir ordu kamp yaptı –Trolloclar, Karanlıkdostları, Myrddraaller, Dehşetlordları, binlercesi. Şehirden çıkmadıkları anlaşıldığında, duvarların içine izciler gönderildi. İzciler silahlar, zırh parçaları ve her yere saçılmış kanlar buldu. Ve Trolloc dilinde duvarlara kazınmış, son saatlerinde Karanlık Varlık’tan yardım dilenen mesajlar. Daha sonra gelen insanlar ne kandan, ne de mesajlardan iz bulamadılar. Hepsi silinmişti. Yarı-insanlar ve Trolloclar bunu hâlâ hatırlar. Onları buranın dışında tutan budur.”

“Ve saklanmamız için burayı buldun, öyle mi?” dedi Rand inanamayarak. “Dışarıda, onlardan kaçmaya çalışmak daha güvenli olurdu.”

“Kaçmasaydınız,” dedi Moiraine sabırla, “bu binanın çevresine büyüler yaptığımı bilirdiniz. Bir Myrddraal büyülerin burada olduğunu bile anlamaz, çünkü o büyüler başka türden bir kötülüğü durdurmak içindir, ama Shadar Logoth’ta bulunanlar onları aşamaz ya da çok fazla yaklaşamaz. Sabah geldiğinde gitmemiz güvenli olacak; o şeyler güneşin ışığına dayanamaz. Toprağın derinliklerinde saklanırlar.” “Shadar Logoth mu?” dedi Egwene kararsızca. “Şehrin adının Aridhol olduğunu söylediğini sanmıştım.”

“Bir zamanlar Aridhol’du,” diye yanıt verdi Moiraine, “ve On Ulus’tan, İkinci Akdi yapan ülkelerden, Dünyanın Kınlışı’ndan sonraki ilk günlerden itibaren Karanlık Varlık’a direnen ülkelerden biriydi. Thorin al Toren al Ban’in Manetheren Kralı olduğu günlerde, Aridhol’un kralı Balwen Mayel’di, Balwen Demirel. Trolloc Savaşları sırasında, ümitsizliğin alacakaranlığında, Yalanların Babası’nın muzaffer çıkması kesin görünürken, Mordeth isimli adam Balwen’in sarayına geldi.”

“Aynı adam mı?” diye bağırdılar Rand ve Mat, “Olamaz!” dediler. Moiraine’in bakışları onları susturdu. Aes Sedai’nin sesi dışında oda kıpırtısızdı.

“Mordeth şehre geleli fazla olmadan, Balwen’in kulağına gitti ve kısa sürede Kral’dan sonra gelen kişi oldu. Mordeth, Balwen’in kulağına zehir fısıldadı ve Aridhol değişmeye başladı. Aridhol kendi içine kapandı, sertleşti. Bazılarının Aridhol’un insanlarını görmektense, Trollocları tercih edeceği söylenmeye başladı. Işık’ın zaferi her şeydir. Mordeth’in onlara verdiği savaş haykırışı buydu ve Arıdhol’un erkekleri, Işık’ın yolundan saparlarken bunu haykırdılar.

“Hikayenin tamamı anlatılamayacak kadar uzun ve kasvetlidir ve Tar Valon’da bile ancak bazı kısımları bilinir. Thorin’in oğlu Caar’ın nasıl Aridhol’u İkinci Muhahede’ye yine kazandırabildiği, Balwen’in tahtında, gözlerinde bir delilik ışığı ile, kuru bir kabuk gibi oturduğu, Mordeth yanında gülerken kahkahalar attığı, Caar’ı ve sefaret heyetini Karanlığın Dostlan olarak ölüme mahkum ettiği. Prens Caar’ın nasıl Caar Bir-El olarak anılmaya başlandığı. Aridhol’ün zindanlarından nasıl kurtulduğu, Mordeth’in tuhaf katilleri peşindeyken nasıl yapayalnız Sınırboyları’na kaçtığı. Orada kim olduğunu bilmediği Rhea ile nasıl karşılaştığı, onunla nasıl evlendiği, onun ellerinde öleceği, kızın da kendi elleri ile onun mezarında öleceği, Aleth-loriel’in düşüşüne gidecek ipliği Desen’e nasıl ördüğü. Manetheren ordularının nasıl Caar’ın intikamını almaya geldiği, Aridhol kapılarını yıkılmış, duvarların içinde canlı hiçbir şey bulamadıkları, ama ölümden de kötü bir şey buldukları. Aridhol’un üzerine, Aridhol’den başka düşman gelmemişti. Kuşku ve nefret, yarattığı şeyden beslenen bir şey doğurmuştu, şehrin üzerinde durduğu kaya yatağının içinde kilitli bir şey. Mashadar hâlâ aç, bekliyor. İnsanlar artık Aridhol’den bahsetmiyor. Buraya Shadar Logoth, Gölgenin Beklediği Yer adını verdiler. Ya da kısaca Gölgenin Bekleyişi.

“Mashadar yalnızca Mordeth’i tüketmedi, ama o da tuzağa düştü ve o da uzun yüzyıllar boyunca bu duvarların içinde bekledi. Onu başkaları da gördü. Bazılarını zihni çarpıtan, ruhu lekeleyen armağanlarla etkiledi, ruha işleyen, büyüyen bir leke, ta ki tek hükmeden o olana ya da… öldürene kadar. Eğer birini duvarlara, Mashadar’ın gücünün sınırına kadar kendine eşlik etmeye ikna ederse, o insanın ruhunu tüketebilir. Mordeth o zaman, öldürmekten beter ettiği kişinin bedenini giyerek, yine dünyaya kötülük yaymak için buradan ayrılır.”

“Hazine,” diye mırıldandı Perrin, Aes Sedai durduğu zaman. “Hazinesini atlarına kadar taşımamızı istedi.” Yüzü perişandı. “İddiaya girerim atların şehrin dışında bir yerde olduğunu söyleyecekti.” Rand ürperdi.

“Ama artık güvendeyiz, değil mi?” diye sordu Mat. “Bize hiçbir şey vermedi ve bize dokunmadı. Güvendeyiz, değil mi, senin yaptığın büyülerle?”

“Güvendeyiz,” diye onayladı Moiraine. “Büyüyü aşamaz. Buranın sakini olan herhangi bir varlık da. Ve güneş ışığından kaçmak zorundalar, böylece sabah olduğunda buradan güven içinde gidebiliriz. Artık uyumaya çalışın. Büyüler, Lan dönene kadar bizi koruyacaktır.”

“Gideli çok oldu.” Nynaeve endişeyle dışarıdaki geceye baktı. Karanlık iyice çökmüştü.

“Lan’e bir şey olmaz,” dedi Moiraine teselli edercesine ve bir yandan konuşarak, ateşin yanına battaniyelerini serdi. “Daha beşikten çıkmadan Karanlık Varlık la savaşmaya yemin etti, bebek ellerine bir kılıç verildi. Dahası, öldüğü ânı ve nasıl öldüğünü ben anlardım, tıpkı onun benimkini anlayacağı gibi. Dinlen, Nynaeve. Her şey yoluna girecek.” Ama battaniyelerin içinde yuvarlanırken durdu ve o da Muhafız’ı neyin alıkoyduğunu merak edermiş gibi sokağa baktı.

Rand’ın kolları ve bacakları kurşun gibiydi, gözleri kendiliklerinden kapanmaya çalışıyordu, ama uyku hemen gelmedi ve geldiği zaman, mırıldanarak, battaniyelerini tekmeleyerek rüya gördü. Aniden uyanıp çevresine bakındığında, bir an nerede olduğunu hatırlamadı.

Ay yükselmişti, yeniaydan önceki son ince hilalin solgun ışığı geceyi altediyordu. Başka herkes uyuyordu, ama hepsi huzursuzdu. Egwene ve iki arkadaşı dönüyor, anlaşılmaz şeyler mırıldanıyordu. Thom’un alçak horlamaları zaman zaman kırık sözcüklerle kesiliyordu. Lan’den hâlâ işaret yoktu.

Aniden büyülerin hiç de güven vermediğini hissetti. O karanlığın içinde her şey olabilirdi. Kendi kendine aptallık ettiğini söyleyerek, ateşin son közlerinin içine odun koydu. Alevler sıcaklık veremeyecek kadar küçüktü, ama daha fazla ışık verdi.

Hoş olmayan rüyasından onu neyin uyandırdığını bilmiyordu. Rüyasında yine küçük bir çocuk olmuştu, Tam’in kılıcını ve sırtına bağlanmış bir beşiği taşıyarak sokaklarda koşuyordu. Peşinde Mordeth vardı, yalnızca elini istediğini bağırıyordu. Ve onları izleyen, durmaksızın çatlak bir sesle kahkahar atan yaşlı bir adam vardı.

Rand battaniyelerini düzeltti ve uzanıp tavana bakmaya başladı. Uyumayı çok istiyordu, sonuncusu gibi rüyalar görecek olsa bile, ama gözlerini kapanmaya ikna edemiyordu.

Muhafız aniden sessizce odaya girdi. Moiraine bir zil çalınmış gibi uyandı ve doğrulup oturdu. Lan ellerini açtı; üç küçük nesne demir gibi çınlayarak kadının önünde yere düştü. Boynuzlu kafatası şeklinde üç kan kırmızı rozet.

“Duvarların içinde Trolloclar var,” dedi Lan. “Bir saatten az sürede burada olurlar. Ve Dha’vollar, içlerinde en kötü olanlarıdır.” Diğerlerini uyandırmaya başladı.

Moiraine hızla battaniyelerini katlamaya başladı. “Kaç tane? Burada olduğumuzu biliyorlar mı?” Sesi, bütün bunlar hiç de acil değilmiş gibi çıkıyordu.

“Bildiklerini sanmıyorum,” diye yanıt verdi Lan. “Yüzden fazla ve birbirleri dahil, hareket eden her şeyi öldürecek kadar korkmuşlar. Yarı-insanlar onları sürüyor –bir öbek için dört tane– ve Myrddraaller bile bir an önce şehirden geçip gitmek için can atar gibiler. Araştırma yapmak için oyalanmıyorlar ve bunu da o kadar üstünkörü yapıyorlar ki, doğrudan üzerimize gelmedikleri sürece endişelenecek bir şey olmadığını söyleyebilirim.” Tereddüt etti.

“Bir şey daha mı var?”

“Yalnızca şu,” dedi Lan yavaşça. “Myrddraaller Trollocları zorla şehre soktular. Myrddraalleri zorlayan neydi?”

Herkes sessizlik içinde dinliyordu. Thom alçak sesle küfretmeye başladı ve Egwene bir soru sordu. “Karanlık Varlık mı?”

“Aptallaşma, kızım,” diye terslendi Nynaeve. “Karanlık Varlık, Yaratıcı tarafından Shayol Ghul de tutsak edildi.”

“En azından şimdilik,” diye onayladı Moiraine. “Hayır, Yalanların Babası orada değil, ama yine de buradan ayrılmalıyız.”

Nynaeve gözlerini kısarak ona baktı. “Büyülerin korumasından çıkıp gece vakti Shadar Logoth’u mu geçeceğiz?”

“Ya da burada kalıp Trolloclarla yüzleşeceğiz,” dedi Moiraine. “Onları buradan uzak tutmak için Tek Güç gerekir. Bu büyüleri bozar ve büyülerin bizi koruması gereken her şeyi buraya çeker. Dahası, otuz kilometre içindeki her Yarı-insanı buraya çekmek için o kulelerden birine işaret ateşi yaksak daha iyi. Gitmek, tercih edeceğim şey değil, ama biz tavşanız ve kovalamacayı yönetenler ise bu av köpekleri.”

“Duvarların dışında daha fazlası varsa?” diye sordu Mat. “Ne yapacağız?”

“Baştaki planımı kullanacağız,” dedi Moiraine. Lan ona baktı. Kadın bir elini kaldırdı ve ekledi. “O zaman yapamayacak kadar yorgundum. Ama Hikmet sayesinde dinlendim. Irmağa gideceğiz. Orada, sırtımızı suya vererek Trollocları ve Yarı-insanları uzak tutacak ufak büyüler yapabilirim. Bu arada sallar inşa eder ve karşıya geçeriz. Ya da daha iyisi, Saldaea’dan gelen bir tüccar teknesi durdurabiliriz.”

Emond Meydanı halkının yüzleri boştu. Lan bunu fark etti.

“Trolloclar ve Yarı-insanlar derin sudan nefret eder. Trolloclar su karşısında dehşete düşer. Hiçbiri yüzemez. Bir Yarı-insan belinden daha yüksek hiçbir suda yüzmez, özellikle de durgun olmayan suda. Trolloclar kaçınacakları bir yol bulabilirlerse bunu bile yapmazlar.”

“Yani ırmağın karşısına geçersek güvende oluruz,” dedi Rand ve Muhafız başını salladı.

“Myrddraaller Trolloclara sal yaptırmayı, onları Shadar Logoth’a sürmek kadar güç bulacaklardır ve onları Arinelle’in karşısına bu şekilde geçirmeye çalışırlarsa, yarısı kaçacak, diğer yarısı da muhtemelen boğulacaktır.”

“Atlarınızı alın,” dedi Moiraine. “Henüz ırmağı geçmedik.”

Загрузка...