Kapakları yarı indirilmiş tek bir lamba, ahır direğinde asılı duruyor, loş bir ışık yayıyordu. Bölmelerin çoğu derin gölgelere boğulmuştu. Rand, ahır avlusunun kapısından, Mat ile Muhafız’ın peşinden içeri girerken, Perrin, sırtı ahır kapısında, oturduğu yerden saman hışırtıları içinde fırladı. Ağır bir pelerine sarınmıştı.
Lan durdu ve sordu, “Sana söylediğim gibi baktın mı, demirci?” “Baktım,” diye yanıt verdi Perrin. “Burada bizden başka kimse yok. Neden kimse buraya saklanmak. ”
“Dikkat ve uzun bir ömür birlikte yürür, demirci.” Muhafız hızla gölgeli ahıra ve yukarıdaki samanlığa göz gezdirdi, sonra başını salladı. “Zaman yok,” diye mırıldandı, daha çok kendi kendine. “Moiraine, acele edin, dedi.”
Sanki sözlerini haklı çıkarmak ister gibi, eyerlenmiş, gemlenmiş beş atın ışık havuzunun arkasında bağlı durduğu yere doğru hızla yürüdü. İkisi, Rand’ın daha önce gördüğü siyah aygır ile beyaz kısrak idi. Diğerleri, onlar kadar uzun boylu ya da zarif olmasa da, kuşkusuz İki Nehir’de bulunabilecek en iyi atlar gibi görünüyordu. Lan telaşlı bir özenle tüm kolanları, heybeleri tutan deri bağlan, su tulumlarını, eyerlerin arkasındaki battaniye rulolarını kontrol etti.
Rand, tedirgin bir biçimde arkadaşlarına gülümsedi, gerçeklen gitmek için sabırsızlanıyormuş gibi görünmeye çalıştı.
Mat, Rand’ın belindeki kılıcı ilk defa fark etti ve ona işaret etti. “Muhafız mı oluyorsun?” Bir kahkaha attı, sonra Lan’e hızlı bir bakış fırlatarak kahkahasını yuttu. Muhafız fark etmemiş gibi görünüyordu. “Ya da en azından bir tüccar koruyucusu,” diye devam etti Mat, yalnızca azıcık zorlama görünen bir gülümseme ile. Yayını kaldırdı. “Dürüst bir adamın silahı, onun için yeteri kadar iyi değildir.”
Rand kılıcı sallamayı düşündü, ama Lan’in orada olması onu engelledi. Muhafız o tarafa bakmıyordu bile, ama Rand, adamın, çevresinde olup biten her şeyin farkında olduğundan emindi. Bunun yerine, aşırı kayıtsızlık içinde, sanki kılıç takması hiç de sıradışı bir şey değilmiş gibi, “Faydalı olabilir,” dedi.
Perrin, pelerininin altında bir şey saklamaya çalışarak kıpırdandı. Rand, demirci çırağının belini saran geniş, deri bir kemer gördü. Kemerdeki halkaya bir balta sapı takılmıştı.
“Orada ne var?” diye sordu.
“Gerçekten de tüccar koruyucuları gibi,” diye güldü Mat.
Kıvırcık saçlı genç Mat’e, şakalarından payını çoktan aldığını anlatan öfkeli bir bakış fırlattı, sonra derin derin iç çekerek baltayı göstermek için pelerinini arkaya attı. Bu, sıradan bir oduncu baltası değildi. Bir yanı yarımay şeklinde ve keskin, diğer yanında ise kıvrımlı, sivri bir uç vardı ve bu haliyle, İki Nehirli biri için Rand’ın kılıcı kadar tuhaftı. Ama Perrin’in eli, baltanın üzerinde alışık duruyordu.
“Luhhan Usta iki sene önce, bir yün alıcısının koruyucusu için yaptı. Ama bittiği zaman adam önceden söylediği fiyatı ödemedi ve Luhhan Usta daha azını kabul etmedi. Beni” –boğazını temizledi, sonra Rand’a, Mat’e fırlattığı aynı uyarıcı bakışı fırlattı– “beni onunla alıştırma yaparken yakalayınca bana verdi. Başka bir işine yaramadığına göre, bana verse de olacağını söyledi.”
“Alıştırma yapmak,” diye kıkırdadı Mat, ama Perrin başını kaldırınca yatıştırırcasına ellerini kaldırdı. “Dediğin gibi. İçimizden birinin gerçek bir silah kullanmayı bilmesi iyi bir şey.”
“O yay gerçek bir silahtır,” dedi Lan aniden. Bir kolunu yüksek, siyah aygırının eyerine koydu ve onlara ciddiyetle baktı. “Köylü çocukların kullandığını gördüğüm sapanlar da öyle. Daha önce tavşan avlamak ya da kurtları koyunlarınızdan uzaklaştırmak dışında kullanmamış olmanız fark etmez. Eğer onu kullanan adamın ya da kadının cesareti ve iradesi varsa, herhangi bir şey silah olabilir. Trolloclar bir yana, eğer Tar Valon’a canlı ulaşmak istiyorsanız, İki Nehir’den ve Emond Meydanı’ndan ayrılmadan önce bunu iyice anlasanız iyi olur.”
Ölüm kadar soğuk ve kaba yontulmuş bir mezar taşı kadar sert yüzü ve sesi, gülümsemelerini ve seslerini bastırdı. Perrin, yüzünü buruşturarak pelerinini baltanın üzerine çekti. Mat ayaklarına baktı ve ayağının ucu ile zemindeki samanları dürtükledi. Muhafız homurdanarak atları kontrol etmeye devam etti. Sessizlik uzadı.
Hikayelere pek benzemiyor,” dedi Mat sonunda.
“Bilmiyorum,” dedi Perrin aksi aksi. “Trolloclar, bir Muhafız, bir Aes Sedai. Başka ne isteyebilirsin ki?”
“Aes Sedai,” diye fısıldadı Mat, aniden üşümüş gibi.
“Ona inanıyor musun, Rand?” diye sordu Perrin. “Yani, Trolloclar bizden ne istiyor olabilir?”
Aynı anda Muhafız’a baktılar. Lan beyaz kısrağın eyer kolanına dalmış görünüyordu, ama üçü ahır kapısına, Lan’den uzağa gerilediler. Birbirlerine sokuldular ve fısıltıyla konuştular.
Rand başını iki yana salladı. “Bilmiyorum, ama çiftliklerimizin saldırıya uğrayan tek çiftlikler olduğu konusunda haklı. Ve köyde ilk önce Luhhan Usta’nın evi ile demirhaneye saldırmışlar. Belediye Başkanı’na sordum. Peşimizde olduklarına inanmak, aklıma gelen başka sebeplere inanmak kadar kolay.” Aniden ikisinin de kendisine baktığını fark etti.
“Belediye Başkanı’na sordun mu?” dedi Mat inanmazlık içinde. “Moiraine kimseye söylemememiz gerektiğini söyledi.”
“Neden sorduğumu söylemedim,” diye itiraz etti Rand. “Yani siz hiç kimseyle konuşmadınız mı? Kimseye gittiğinizi söylemediniz mi?”
Perrin kendini savunurcasına omuzlarını silkti. “Moiraine Sedai hiç kimse, dedi.”
“Not bıraktık,” dedi Mat. “Ailelerimiz için. Notları sabah bulacaklar. Rand, annem Tar Valon’un Shayol Ghul’e eşdeğer olduğunu düşünüyor.” Fikrini paylaşmadığını göstermek için küçük bir kahkaha attı. Pek inandırıcı değildi. “Oraya gitmeyi düşündüğüme bile inansaydı, beni kilere kilitlerdi.”
“Luhhan Usta bir kaya kadar inatçıdır,” diye ekledi Perrin, “ve Luhhan Hanım daha da beterdir. Trollocların geri dönmesini umduğunu, böylece onları ele geçirebileceğini söyleyerek evin kalıntılarını nasıl didik didik ettiğini görseydiniz…”
“Yak beni. Rand,” dedi Mat, “kadının Aes Sedai falan olduğunu biliyorum, ama Trolloclar gerçekten buradaydı. Kimseye söylemeyin, dedi. Böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bir Aes Sedai bilmiyorsa, kim bilir ki?”
“Bilmiyorum.” Rand alnını ovaladı. Başı ağrıyordu; o rüyayı aklından çıkaramıyordu. “Babam ona inanıyor. En azından, gitmek zorunda olduğumuz konusunda hemfikirdi.”
Moiraine aniden kapıda belirdi. “Bu yolculuk hakkında babanla konuştun mu?” Baştan ayağa koyu grilere bürünmüştü, eteği, ata bacaklarını açarak binebilmesi için bölünmüştü ve artık üzerindeki tek altın, yılanlı yüzüktü.
Rand, kadının yürüyüş asasına baktı; gördüğü alevlere rağmen, hiçbir kararma, hattâ is yoktu. “Ona söylemeden gidemezdim.”
Kadın dudaklarını büzerek bir an ona baktı, sonra diğerlerine döndü. “Siz de mi bir notun yeterli olmadığına karar verdiniz?” Mat ve Perrin aynı anda konuşarak, onun söylediği gibi yalnızca not bıraktıkları konusunda onu temin ettiler. Kadın başını sallayarak susmalarını işaret etti ve Rand’a keskin bir bakış fırlattı. “Yapılan şey çoktan Desen’e dokunmuştur. Lan?”
“Atlar hazır,” dedi Muhafız. “Baerlon’a ulaşmamıza yetecek, hattâ biraz artacak kadar azığımız var. Her an yola çıkabiliriz. Ben şimdi çıkmamızı öneririm.”
“Ben olmadan olmaz.” Egwene, kollarında bir şala sarılı bohçayla, ahıra daldı. Rand neredeyse kendi ayaklarına takılıp düşecekti.
Lan’in kılıcının yarısı kınından çıkmıştı; kim olduğunu görünce, gözleri aniden donuklaşarak, kılıcı yerine soktu. Perrin ve Mat, Moiraine’i Egwene’e gitmekten bahsetmedikleri konusunda ikna etmek için konuşmaya başladılar. Aes Sedai onları duymazdan geldi; bir parmağını düşünceli düşünceli dudağına vurarak Egwene’e baktı.
Egwene’in koyu kahverengi pelerininin başlığı çekilmişti, ama Moiraine ile yüzleşirken yüzünün aldığı meydan okur ifadeyi saklayacak kadar değil. “Burada, yiyecek dahil ihtiyaç duyacağım her şey var. Ve arkada kalmayacağım. Muhtemelen İki Nehir’in dışındaki dünyayı görme şansını bir daha asla elde edemem.”
“Bu, Suormanı’nda piknik yapmak için çıkılan bir yolculuk değil, Egwene,” diye hırladı Mat. Kız, indirdiği kaşlarının altından ona bakınca bir adım geriledi.
“Teşekkür ederim, Mat. Asla bilemezdim. Sence dışarıda ne olduğunu yalnızca siz mi görmek istiyorsunuz? Ben de sizin kadar çok hayal ettim ve bu fırsatı kaçırmak istemiyorum.”
“Gideceğimizi nasıl anladın?” diye sordu Rand. “Her neyse, sen bizimle gelemezsin. Eğlenmek için gitmiyoruz. Trolloclar peşimizde.” Kız ona hoşgörülü bir bakış fırlattı. Rand kızardı, gururu inçinmişcesine katılaştı.
“İlk olarak,” dedi Egwene sabırla, “Mat’in fark edilmemek için elinden geleni yaparak dışarı kaçtığını gördüm. Sonra Perrin’in o aptal, koca baltayı pelerininin altına saklamaya çalıştığını gördüm. Lan’in bir at satın aldığını biliyordum ve aniden aklıma neden fazladan bir ata ihtiyaç duyduğunu merak etmek geldi. Ve eğer bir tane alabiliyorsa, başkalarını da alabilirdi. Bunu, Mat ve Perrin’in tilki olmaya çalışan buzağılar gibi çevrede dolanmaları ile birleştirince… eh, ancak tek bir yanıt bulabildim. Hayallerden bu kadar çok bahsettikten sonra seni de burada bulmak beni şaşırtmalı mı, şaşırtmamalı mı, bilmiyorum, Rand. Mat ve Perrin işe karışmışken, sanırım senin de içinde olman gerektiğini anlamalıydım.
“Ben gitmeliyim, Egwene,” dedi Rand. “Hepimiz gitmeliyiz, aksi halde Trolloclar dönecek.”
“Trolloclar!” Egwene inanmazlıkla kahkaha attı. “Rand, eğer dünyayı görmeye karar verdiysen tamam, güzel, ama lütfen bu saçma hikayelerini kendine sakla.”
“Doğru,” dedi Perrin, Mat Trolloclar…” diye başlarken.
“Yeter,” dedi Moiraine alçak bir sesle. Konuşmaları bıçakla kesilmişcesine durdu. “Başka kimse bütün bunları fark etti mi?” Sesi yumuşaktı, ama Egwene yutkundu, yanıt vermeden önce sırtını dikleştirdi.
“Dün geceden sonra, herkesin tek düşünebildiği, yıkıntıları yeniden inşa etmekti. Bu ve bir daha olursa ne yapmak gerektiği. Burunlarına sokulmadığı sürece hiçbir şeyi göremezler. Ve şüphelerimden kimseye bahsetmedim. Kimseye.”
“Pekala,” dedi Moiraine bir an sonra. “Sen de bizimle gelebilirsin.”
Lan’in yüzünden şaşkın bir ifade geçti. Bir an sonra yok oldu, yüzünde sakin bir ifade kaldı, ama sözcükleri öfkeliydi. “Hayır, Moiraine!”
“Artık Desen’in parçası oldu, Lan.”
“Bu saçma!” diye terslendi adam. “Kızın gelmesi için hiçbir sebep yok ve gelmemesi için çok sebep var.”
“Bir sebebi var,” dedi Moiraine sakinlik içinde. “Desen’in parçası Lan.” Muhafız’ın taştan yüzü hiçbir şey belli etmedi, ama adam yavaşça başını salladı.
“Ama, Egwene,” dedi Rand. “Trolloclar bizi kovalıyor olacak. Tar Valon’a ulaşana kadar güvende olmayacağız.”
“Beni korkutup kaçırmaya çalışma,” dedi kız. “Ben de geliyorum.”
Rand, bu ses tonunu tanıyordu. Kızın en yüksek ağaçlara tırmanmanın çocuklara göre olduğuna karar vermesinden beri duymamıştı, ama çok iyi hatırlıyordu. “Trolloclarca kovalanmanın eğlenceli olacağını düşünüyorsan,” diye başladı, ama Moiraine sözünü kesti.
“Bunun için zamanımız yok. Gündoğumuna kadar olabildiğince uzaklaşmalıyız. Kız arkada kalırsa, Rand, biz bir kilometre gitmeden bütün köyü ayağa kaldırabilir ve bu Myrddraal’i kesinlikle uyarır.”
“Bunu yapmazdım,” diye itiraz etti Egwene.
“Âşığın atına binebilir,” dedi Muhafız. “Ona yeni bir at alması için yeterli para bırakırım.”
“Bu mümkün değil,” dedi Thom Merrilin’in ahenkli sesi samanlığın içinden. Lan’in kılıcı bu sefer kınını terk etti ve Lan aşığa bakarken yerine dönmedi.
Thom aşağıya bir battaniye rulosu bıraktı, sonra flüt ve arp çantalarını sırtına attı ve şişkin eyerlerini omuzladı. “Bu köyün bana ihtiyacı yok, ama diğer yandan, Tar Valon’da hiç gösteri yapmamıştım. Normalde yalnız yolculuk ederim, ama dün gece olanlardan sonra yol arkadaşlarına itirazım olmaz.”
Muhafız, Perrin’e sert sert baktı ve Perrin huzursuzca kıpırdandı. “Samanlığa bakmak aklıma gelmedi,” diye mırıldandı.
Uzun bacaklı Âşık, samanlık merdiveninden aşağı inerken, Lan katı bir resmiyetle konuştu. “Bu da Desen’in parçası mı, Moiraine?”
“Her şey Desen’in parçasıdır, eski dostum,” diye yanıt verdi Moiraine yumuşak sesle. “Biz seçemeyiz. Ama göreceğiz.”
Thom, ayağını ahırın zeminine koydu ve merdivenden dönerek yama kaplı pelerinindeki samanları silkeledi. “Aslında,” dedi daha normal bir sesle, “yol arkadaşları ile yolculuk etmek konusunda ısrar edeceğimi de söyleyebilirsiniz. Bira kupaları eşliğinde, ömrümün nasıl sona ereceği üzerine düşünerek uzun saatler harcadım. Aklıma gelen düşünceler arasında bir Trolloc’un tenceresi yoktu.” Yan yan Muhafız’ın kılıcına baktı. “Ona gerek yok. Ben doğranacak peynir değilim.”
“Merrilin Efendi,” dedi Moiraine, “hemen yola çıkmalıyız ve kesinlikle büyük tehlike içindeyiz. Trolloclar hâlâ dışarıda bir yerde ve biz gece gideceğiz. Bizimle yolculuk etmek istediğinden emin misin?”
Thom hepsini alayla süzdü. “Eğer kız için çok tehlikeli değilse, benim için de çok tehlikeli olamaz. Dahası, hangi âşık Tar Valon’da gösteri yapmak için biraz tehlikeyi göze almaz ki?”
Moiraine başını salladı ve Lan kılıcını kınına soktu. Rand aniden, Thom fikrini değiştirseydi ya da Moiraine başını sallamasaydı ne olurdu diye merak etti. Âşık, benzer düşünceler aklına hiç gelmemiş gibi atını eyerlemeye başladı, ama Rand onun Lan’in kılıcına birkaç kez göz attığını fark etti.
“Şimdi,” dedi Moiraine. “Egwene hangi ata binecek?”
“Çerçi’nin atları Dhurran kadar kötü,” diye yanıt verdi Muhafız yüzünü buruşturarak. “Güçlü, ama yavaş yürüyen atlar.”
“Bela,” dedi Rand. Lan, ona sessiz kalmış olmayı dilemesine sebep olan bir bakış fırlattı. Ama Egwene’in fikrini değiştiremeyeceğini biliyordu; yapılacak tek şey yardımcı olmaktı. “Bela, diğerleri kadar hızlı olmayabilir, ama güçlüdür. Bazen ona binerim. Ayak uydurabilir.”
Lan alçak sesle mırıldanarak Bela’nın bölmesine baktı. “Diğerlerinden biraz daha iyi olabilir,” dedi sonunda. “Başka seçenek olduğunu sanmıyorum.”
“O zaman idare etmek zorundayız,” dedi Moiraine. “Rand, Bela için bir eyer bul. Çabuk ol! Zaten fazla oyalandık.”
Rand telaşla alet odasından bir eyer ve bir battaniye seçti, sonra Bela’yı bölmesinden çıkardı. Eyeri üzerine yerleştirirken, kısrak uykulu bir şaşkınlık içinde ona baktı. Rand ona binerken eyer kullanmıyordu; kısrak eyere alışık değildi. Rand kolanı sıkarken yatıştırıcı sesler çıkardı ve kısrak bu tuhaflığı, başını sallamak dışında tepki vermeden kabullendi.
Rand, Egwene’in bohçasını aldı. Kız biner ve eteğini düzeltirken eyerin arkasına bağladı. Kızın eteği, ata bacaklarını açarak binebilmesi için bölünmüş değildi, bu yüzden eteği dizine kadar sıyırarak yün çoraplarını açığa çıkardı. Kız, tüm diğer köylü kızlar gibi yumuşak, deri ayakkabılar giyiyordu. Değil Tar Valon, Seyrantepe’ye gitmeye bile uygun değildiler.
“Hâlâ gelmemen gerektiğini düşünüyorum,” dedi Rand. “Trollocları uydurmuyordum. Ama söz veriyorum, sana göz kulak olacağım.”
“Belki ben sana göz kulak olurum,” diye yanıt verdi Egwene neşeyle. Rand çileden çıkmışcasına bakınca gülümsedi ve eğilip saçlarını okşadı. “Bana göz kulak olacağını biliyorum, Rand. Birbirimize göz kulak olacağız. Ama artık atına binmeye baksan iyi olur.”
Rand diğer herkesin atlarına binmiş, onu beklediklerini fark etti. Binicisiz kalan tek at Bulut’du; Jon Thane’a ait olan uzun boylu, gri bir at. Rand güçlükle eyere tırmandı. At başını sallayarak, Rand ayağını üzengiye koyarken yan yan sıçrayarak zorluk çıkardı. Arkadaşlarının Bulut u seçmemeleri tesadüf değildi. Thane Efendi heyecanlı atını sık sık tüccarların atları ile yarıştırırdı ve Rand kaybettiğini hiç görmemişti, ama Bulut un kimseye rahat bir yolculuk sağladığı da görülmemişti. Lan, değirmencinin atma iyi para ödemiş olmalıydı. Rand eyere yerleşirken, at sanki yolu çıkmak için sabırsızlanırmış gibi daha da hareketlendi. Rand dizginleri kararlılıkla kavradı ve hiç sorun yaşamayacağını düşünmeye çalıştı. Belki o kendini ikna edebilirse, atı da ikna edebilirdi.
Dışarıda, gecenin içinde bir baykuş öttü ve köylüler ne olduğunu fark etmeden önce yerlerinde sıçradılar. Sinirli sinirli güldüler ve utangaç bir şekilde.
“Tarla fareleri bile bizi ağaç tepelerine kovalayabilir,” dedi Egwene, titrek bir gülüşle.
Lan başını iki yana salladı. “Onların yerine kurtlar olsa, daha iyi.”
“Kurtlar mı!” dedi Perrin ve Muhafız ona donuk donuk baktı.
“Kurtlar Trolloclardan hoşlanmaz, demirci ve Trolloclar da kurtlardan ya da köpeklerden hoşlanmaz. Kurt sesi duysaydım, etrafta bizi bekleyen Trolloc olmadığından emin olurdum.” Yüksek, siyah atını yavaşça harekete geçirerek ay ışığı ile aydınlanmış geceye ilerledi.
Moiraine bir an bile tereddüt etmeden onu takip etti. Egwene, Aes Sedai’ye yaklaştı. Rand ve Aşık, Mat ve Perrin’in ardından, en arkada kaldılar.
Hanın arkası sessiz ve karanlıktı ve avluyu, ayın düşürdüğü gölgeler doldurmuştu. Toynakların yumuşak sesleri hızla soldu, gecenin içinde kayboldu. Karanlıkta Muhafız’ın pelerini, onu da bir gölge kılmıştı. Yalnızca yolu onun göstermesi diğerlerinin çevresine toplanmasını sağlıyordu. Rand, köyden görülmeden çıkmanın kolay bir iş olmayacağına karar verdi kapıya yaklaşırken. En azından, köylüler tarafından görülmeden. Köydeki pek çok pencere solgun, sarı bir ışık saçıyordu ve o parıltılar şimdi çok küçük görünse de, sık sık önlerinden şekiller geçiyordu: gecenin ne getirdiğini görmek için bakan köylüler. Kimse bir kez daha hazırlıksız yakalanmak istemiyordu.
Hanın arkasındaki derin gölgelerin içinde, tam ahır avlusunu terk edecekken, Lan aniden durdu ve sessiz kalmalarını işaret etti.
Çizmeler Araba Köprüsü’nü sarsıyor ve köprünün üzerinde, orada burada ay ışığı metallerden yansıyordu. Çizmeler köprüden geçerken takırdıyor, çakıltaşlarını eziyor, hana yaklaşıyordu. Gölgede bekleyenlerden tek bir ses çıkmadı. Rand, arkadaşlarının ses çıkaramayacak kadar korkmuş olduklarını tahmin ediyordu. Tıpkı kendisi gibi.
Ayak sesleri hanın önünde, salonun pencerelerinden dökülen loş ışığın griliği içinde durdu. Rand ancak Jon Thane öne çıkınca ne olduklarını anladı. Göğsüne çelikten diskler dikilmiş eski bir yelek giymiş olan adam, mızrağını omzuna dayamıştı. Köyden ve çevre çiftliklerden, bazıları nesiller boyunca tozlu tavanaralarında yatmış miğferler ve zırh parçaları giymiş, hepsi mızrak, odun baltası ya da paslı bir keser taşıyan on iki adam.
Değirmenci salonun pencerelerinin birinden içeri baktı, sonra “Burada her şey yolunda görünüyor,” diyerek döndü. Diğerleri, arkasında iki düzensiz sıra oluşturdular ve devriye, üç farklı trampete ayak uydurur gibi, gecenin içine yürüdü.
“İki Dha’vol Trollocu onları kahvaltı niyetine yer,” diye mırıldandı Lan, çizmelerinin sesi solup gittikten sonra, “ama gözleri ve kulakları var.” Aygırını çevirdi. “Gelin.”
Muhafız yavaşça, ses çıkarmadan onları ahır avlusundan geçirdi, nehir kıyısındaki otların içinden Badeçay Suyu’na indirdi. Badeçay’ın soğuk, hızlı akan, atların bacaklarının çevresinde dönerken parlayan ve atlıların çizmelerinin tabanlarını yalayacak kadar yüksek olan sularına çok yakın geçtiler.
Uzak kıyıdan çıkan at sırası, Muhafız’ın becerikli yönlendirmesi ile dolandı, köy evlerinden uzak kaldı. Lan zaman zaman duruyor, hepsine sessiz olmalarını işaret ediyordu, ama başka hiç kimse herhangi bir şey duymuyor ve görmüyordu. Ve her seferinde, bir süre sonra bir başka köylü ve çiftçi devriyesi yakınlarından geçiyordu.
Rand, karanlıkta sivri çatılı evlere baktı ve aklına kazımaya çalıştı. Ne harika bir maceracıyım ama, diye düşündü. Daha köyden çıkmamıştı bile ve içini çoktan özlem doldurmuştu. Ama bakmayı bırakmadı.
Köyün dışındaki son çiftlik evlerini geçtiler ve Taren Salı’na giden Kuzey Yolu’na paralel ilerleyerek kırlara çıktılar. Rand hiçbir yerde gece göğünün İki Nehir’deki kadar güzel olamayacağını düşündü. Gökyüzü berrak, siyah sonsuzluğa dek uzanıyor gibi görünüyordu ve sayısız yıldız, kristalin içine saçılmış ışık noktaları gibi ışıldıyordu. Dolunaydan bir dilim eksik olan ay, uzanırsa dokunabileceği kadar yakın geliyordu ve…
Gümüş bir topu andıran ayın önünden siyah bir şekil uçtu. Rand istemsizce dizginleri çekerek durdu. Bir yarasa, diye düşündü pek emin olmadan, ama öyle olmadığını biliyordu. Geceleri, alacakaranlıkta sineklerin ve böceklerin arkasından uçuşan yarasalar sık sık görülürdü. Bu yaratığı taşıyan kanatlar aynı şekle sahip olabilirdi, ama bir av kuşunun yavaş, güçlü kanat vuruşları ile uçuyordu. Ve avlanıyordu. Uzun yaylar çizerek ileri geri uçması bu konuda kuşku bırakmıyordu. En kötüsü büyüklüğüydü. Bir yarasanın ayın önünde bu kadar iri görünmesi için bir kol boyu uzaklıkta olması gerekirdi. Rand yaratığın uzaklığını ve büyüklüğünü hesaplamaya çalıştı. Bedeni bir adamınki kadar iri olmalıydı ve kanatları… Yaratık ayın önünden yine geçti, sonra aniden dönerek geceye karıştı.
Rand, Lan’in arkasından geldiğini, Muhafız kolunu yakalayana dek fark etmedi. “Burada oturmuş, neye bakıyorsun, evlat? Hareket etmeliyiz.” Diğerleri Lan’in arkasında bekliyordu.
Rand, Trolloc korkusunun sağduyusunu altettiğinin söylenmesini bekleyerek gördüklerini anlattı. Lan’in bunun bir yarasa ya da göz aldanması olduğunu söyleyerek dikkate almayacağını ummuştu.
Lan, ağzında kötü tat bırakmışa benzeyen bir sözcük mırıldandı. “Draghkar.” Egwene ve diğer İki Nehirliler gökyüzüne endişeyle baktılar, ama Âşık yumuşak sesle inledi.
“Evet,” dedi Moiraine. “Aksini ummak fazla olur. Ve eğer Myrddraal’in emrinde bir Draghkar varsa, çoktan gelmediyse bile kısa sürede burada olur. Daha hızlı ilerlemeliyiz. Belki Taren Salı’na Myrddraal’den önce ulaşırız. O ve Trolloclar nehri bizim kadar kolay geçemezler.”
“Bir Draghkar mı?” dedi Egwene. “O nedir?”
Boğuk sesle yanıt veren Thom Merrilin oldu. “Efsaneler Çağı’nı sona erdiren savaşlarda, Trolloclardan ve Yarı-insanlardan daha kötüleri yaratıldı.”
O konuşurken Moiraine’in başı hızla ona döndü. Karanlık bile bakışlarındaki keskinliği gizleyemiyordu.
Herhangi biri Âşıktan daha fazla bilgi isteyemeden, Lan talimat vermeye başladı. “Şimdi Kuzey Yolu’nu kullanacağız. Canınızı kurtarmak istiyorsanız beni takip edin, ayak uydurun ve birbirinizden ayrılmayın.”
Atını çevirdi ve diğerleri ses çıkarmadan onu takip elti.