50 GÖZ DE KARŞILAŞMALAR

Rand, atını çekerek Emond Meydanı’ndan gelen diğerleri ile birlikte Yeşil Adamı takip etti. Hepsi Yeşil Adam’a mı, yoksa ormana mı bakmaları gerektiği konusunda kararsız kalmış gibiydi. Elbette Yeşil Adam bir efsaneydi, o ve Yaşam Ağacı hakkında İki Nehir’deki her şöminenin önünde hikayeler anlatılırdı ve dinleyen yalnızca çocuklar olmazdı. Ama Afet’ten sonra, dünyanın geri kalanı kışın içinde kısılı kalmış olmasaydı bile ağaçlar ve çiçekler normalliğin bir harikası gibi görünebilirdi.

Perrin biraz arkada kalmıştı. Rand arkasına göz attığında, iri, kıvırcık saçlı genç, Yeşil Adam’ın söyleyeceklerini artık dinlemek istemiyormuş gibi göründü gözüne. Bunu anlayabiliyordu. Ejderin Çocuğu. İhtiyatla, ileride, Moiraine ve Lan ile yürüyen, kelebeklerin çevresinde san ve kırmızı bir bulut gibi uçuştuğu Yeşil Adam’ı izledi.

Yine de adımları daha hafif, bacakları daha esnek geliyordu. Huzursuzluk hâlâ karnını büzüyor, midesini çalkalıyordu, ama korku o kadar seyrelmişti ki, kaybolmuş bile olabilirdi. Moiraine, Afet’in buraya girememesi konusunda haklı olsa bile Afet sekiz yüz metre ötedeyken bundan daha fazlasını bekleyemezdi herhalde. Kemiklerini dağlayan binlerce yakıcı nokta sönmüştü; o anda Yeşil Adam’ın nüfuz alanına girmişti, emindi. Hepsini söndüren oydu, diye düşündü, Yeşil Adanı ve bu yer.

Egwene ve Nynaeve de yatıştırıcı huzuru, güzelliğin dinginliğini hissediyordu. Rand anlayabiliyordu. Yüzlerinde küçük, sakin gülümsemeler vardı, parmakları ile çiçekleri okşuyor, durup kokluyor, derin derin nefes alıyorlardı.

Yeşil Adam bunu fark ettiğinde konuştu: “Çiçekler süslemek içindir. İnsanları ya da bitkileri, fark etmez. Çok fazla almadığınız sürece hiçbiri aldırış etmez.” Ve bir o bitkiden, bir bu bitkiden çiçek toplamaya başladı. Hiçbirinden ikiden fazla koparmıyordu. Kısa süre sonra Nynaeve ve Egwene saçlarında çiçeklerden başlıklar taşıyorlardı, pembe yabani güller, sarı çan çiçekleri, beyaz sabah yıldızı. Hikmet’in örgüleri beline kadar pembe ve sarı bir bahçe gibi görünüyordu. Moiraine bile alnına sabah yıldızlarından beyaz bir çelenk taktı, çelenk öyle beceriyle örülmüştü ki, çiçekler hâlâ büyüyor gibi görünüyordu.

Rand, büyümediklerinden emin değildi. Yeşil Adam yürürken orman bahçesinin bakımını yapıyor, bir yandan yumuşak sesle Moiraine ile konuşurken diğer yandan düşünmeden bakım isteyen şeylerle ilgileniyordu. Fındık gözleri, tırmanan yabani gül dalının çarpık bir dalını fark etti, bir elma ağacının çiçek kaplı dalı yüzünden kötü bir açı ile kıvrılmak zorunda kalmıştı. Yeşil Adam durdu, konuşmayı bırakmadan elini kıvrım boyunca gezdirdi. Rand, gözlerinin oyun oynamadığından emin olamıyordu, sanki dikenler o yeşil parmaklara zarar vermemek için yoldan çekilmişti. Yeşil Adam’ın yüksek şekli yoluna devam ettiğinde, dal dümdüz uzanıyor, beyaz elma çiçeklerinin arasına kırmızı taç yaprakları saçıyordu. Yeşil Adam dev elini çakıltaşı dolu bir bölgede duran minik bir tohumun üzerine kapattı ve doğrulduğu zaman küçük bir filiz köklerini taşların arasından iyi toprağa uzatmıştı.

“Desen’e göre her şey olduğu yerde büyümeli,” diye açıkladı omzunun üzerinden, özür dilercesine, “ve Çark’ın dönüşü ile yüzleşmeli, ama Yaratıcı birazcık yardım etmeme aldırmayacaktır.”

Rand, Kızıl’ı filizin çevresinden dolaştırdı, atın toynaklarının onu ezmemesine özen gösterdi. Yeşil Adam’ın biraz önce yaptığı bir şeyi, fazladan bir adım atmaktan kaçınmak için yok etmek doğru gelmemişti. Egwene ona, o sır dolu gülümsemelerinden biri ile gülümsedi ve koluna dokundu. Açık saçları çiçeklerle doluyken o kadar güzeldi ki, Rand gülümseyerek onu seyretti ve sonunda kızararak gözlerini indirdi Egwene. Seni koruyacağım, diye düşündü. Başka ne olursa olsun, güvende olmanı sağlayacağım, yemin ederim.

Yeşil Adam onları bahar ormanının yüreğine, tepenin yanındaki kemerli bir açıklığa götürdü. Bu, basit ve taştan bir kemerdi, yüksek ve beyazdı ve kilit taşı üzerinde kıvrımlı bir çizgi ile ikiye bölünmüş, bir yanı pürüzsüz, bir yanı pürüzlü bir çember vardı. Açıklık gölgeliydi.

Bir an herkes sessizlik içinde bakarak durdu. Sonra Moiraine saçlarındaki çelengi çıkardı ve nazikçe kemerin yanındaki koyun eriği ağacının dalına astı. Kadının hareketi konuşmaları yine başlattı.

“Orada mı?” diye sordu Nynaeve. “Bulmak için geldiğimiz şey orada mı?”

“Yaşam Ağacı’nı gerçekten görmek isterdim,” dedi Mat, bakışlarını tepelerindeki ikiye bölünmüş çemberden ayırmadan. “O kadar bekleyebiliriz, değil mi?”

Yeşil Adam Rand’a tuhaf bir bakış fırlattı, sonra başını iki yana salladı. “Avendesora burada değil. İki bin yıldır nazik olmayan dallarının altında dinlenmedim.”

“Buraya gelme sebebimiz Yaşam Ağacı değil,” dedi Moiraine kararlılıkla. Kemere işaret etti. “Oradaki.”

“Sizinle içeri girmeyeceğim,” dedi Yeşil Adam. Çevresindeki kelebekler heyecanını paylaşır gibi çırpındı. “Uzun, çok uzun zaman önce onu korumakla görevlendirildim, ama çok yakınına gitmek beni huzursuz ediyor. Çözüldüğümü hissediyorum; sonum bir şekilde onunla bağlantılı. Onun yapılışını hatırlıyorum. Bir kısmını.” Fındık gözleri anıların içinde kaybolarak dalgınlaştı. Yarasını elledi. “Dünyanın Kırılışı’nın ilk günleriydi, Karanlık Varlık’a karşı elde edilen zafer karşısında duyulan coşku, her şeyin Gölge’nin ağırlığı altında ezilebileceği bilgisi ile acılaşmıştı. Yüz tanesi yaptı onu, erkek ve kadın bir arada. Aes Sedai işlerinin en büyükleri bu şekilde yapılmıştır, saidin ile saidarı Gerçek Kaynak’ta olduğu gibi birleştirerek. Dünya çevrelerinde parçalanırken onu saf kılmak için hepsi öldü. Öleceklerini bildiklerinden, ihtiyaç doğarsa onu korumam için beni görevlendirdiler. Ben bunun için yaratılmamıştım, ama her şey parçalanıyordu ve onlar yalnızdı, ellerinde benden başka hiç kimse yoktu. Ben bunun için yaratılmamıştım, ama bana duydukları inancı boşa çıkarmadım. Kendi kendine kafasını sallayarak, aşağıya, Moiraine’e doğru baktı. “İhtiyaç duyulana dek inancı korudum. Ve şimdi sona eriyor ” “İnancı, sana bu görevi veren bizlerin çoğundan daha iyi korudun,” dedi Aes Sedai. “Belki korktuğun kadar kötü olmaz.”

Yaralı, yapraklı kafa yavaşça bir yandan ötekine sallandı. “Son geldiği zaman anlarım, Aes Sedai. Bunların yetişebileceği başka bir yer bulacağım.” Fındık kahverengisi gözler, hüzünle yeşil ormanı taradı. “Belki bir başka yer. Dışarı çıktığınızda, zaman olursa sizi yine göreceğim.” Bunun üzerine kelebekler içinde uzaklaştı, ormanın içinde Lan’in pelerininin becerdiğinden daha kolay kayboldu.

“Bu ne anlama geliyor?” diye sordu Mat. “Zaman olursa?”

“Gelin,” dedi Moiraine. Ve kemerden içeri adım attı. Lan ardından takip etti.

Rand arkalarından giderken ne beklediğinden emin değildi. Kollarındaki ve ensesindeki tüyler huzursuzca dikildi. Ama bu yalnızca bir koridordu, cilalı duvarlar yukarıda bir kemer gibi kubbeleniyor, nazikçe aşağı kıvrılıyordu. Loial için yeterinden fazla yer vardı; Yeşil Adam’a bile yeterdi. Göze cilalı taş gibi gelen pürüzsüz zemin bir şekilde kaygan değildi. Eksiz, beyaz duvarlar tarif edilemez renklerden sayısız benek ile parlıyor, güneş ışığı ile aydınlanan kemer arkadaki bir dönemeçte kaybolduktan sonra bile yumuşak bir ışık vermeye devam ediyordu. Rand, ışığın doğal olmadığından emindi, ama aynı zamanda uysal olduğunu hissediyordu. O zaman neden derin karıncalanıyor? Yürüdükçe aşağıya indiler.

“İşte,” dedi Moiraine sonunda, işaret ederek. “İleride.”

Ve koridor, engin, kubbeli bir boşluğa açıldı. Tavandaki kaba, canlı kayalar büyüyen kristallerden kümelerle benek benekti. Altında, tüm mağara bir havuzla doluydu. Havuzun çevresinde, yaklaşık beş adım genişliğinde bir yürüme yolu vardı. Bir göz gibi oval şekilli olan havuzun kenarı alçak düz kristallerden bir çerçeve ile çevrilmişti, Kristaller donuk, ama yukarıdakinden daha şiddetli bir ışıkla parlıyordu. Havuzun yüzeyi cam gibi pürüzsüz, Badeçay Suyu kadar berraktı. Rand, gözlerinin onu sonsuzluğa kadar delebileceğini hissediyordu, ama dibini göremiyordu.

“Dünyanın Gözü,” dedi Moiraine yumuşak sesle arkasından.

Şaşkınlık içinde çevresine bakındığında, yapıldığı zamandan bu yana, kimsenin gelmediği üç bin yılın etkisini gösterdiğini fark etti. Kubbedeki kristallerin hepsi aynı şiddetle parlamıyordu. Bazıları güçlü, bazıları zayıftı; bazıları ışıldıyor, diğerleri tutsak ettikleri ışıkla kıvılcımlanıyordu. Hepsi parlasaydı, kubbe gündüz ışığı ile dolardı, ama kristaller şimdi yalnızca akşamın geç saatleri gibi aydınlık veriyordu. Yürüme yolu toz, taş, hattâ kristal parçaları ile kaplıydı. Çark dönerken ve ufalarken, bekleyişle geçen uzun yıllar.

“Ama nedir bu?” diye sordu Mat huzursuzca. “Benim gördüğüm sulara hiç benzemiyor.” Kenardan aşağıya yumruk büyüklüğünde bir taş parçası tekmeledi. “Bu…”

Taş cam gibi yüzeye çarptı ve tek bir su damlası sıçratmadan, tek bir dalga yaratamadan havuzun içine kayıp gitti. Taş batarken şişmeye, büyümeye ve seyrelmeye başladı. Sonra Rand’ın neredeyse içini görebildiği, başı kadar iri bir yumru oldu, sonra kolu kadar uzun hafif bir bulanıklık. Sonra yok oldu. Rand derisinin üzerinden kaçıp gideceğini sandı.

“Bu nedir?” diye sordu ve kendi sesinin boğuk sertliği karşısında şok geçirdi.

“Saidin’in özü denebilir.” Aes Sedai’nin sözleri kubbede yankılandı. “Gerçek Kaynak’ın eril yarısının özü, Delilik Zamanı’ndan önce erkeklerin kullandığı Güç’ün saf özü. Karanlık Varlık’ın zindanının mühürlerini tamir etme ya da tamamen kırıp açma Gücü.”

“Işık üzerimizde parlasın ve bizi korusun,” diye fısıldadı Nynaeve. Egwene, Hikmet’in arkasında saklanmaya çalışırmış gibi ona tutundu. Lan bile huzursuzca kıpırdandı, ama gözlerinde şaşkınlık yoktu.

Rand’ın sırtına taş çarptı ve duvara kadar, Dünyanın Gözü’nden elinden geldiğince çok gerilediğini fark etti. Elinden gelse kayaların içinden geçerdi. Mat de duvara dümdüz yapışmıştı. Perrin baltasını yarıya kadar çekmiş, havuza bakıyordu. Gözleri sarı sarı, şiddetle parlıyordu.

“Hep merak etmişimdir,” dedi Loial huzursuzca. “Bu konuda okurken, hep ne olduğunu merak ederdim. Neden? Neden yaptılar? Ve nasıl?”

“Yaşayan kimse bilmiyor.” Moiraine artık havuza bakmıyordu. Rand ve iki arkadaşını izliyor, onları inceliyor, tartıyordu. “Ne nasıl olduğunu, ne de neden olduğunu. Yalnızca bir gün ihtiyaç duyulacağını ve o ihtiyacın çok büyük olacağını, dünyanın o zamana kadar karşı karşıya kaldığı en büyük ihtiyaç olacağını biliyorum. Belki bir daha yüz yüze gelmeyeceği kadar büyük.

“Tar Valon’dan çok kişi, bu Güç’ün nasıl kullanılacağını bulmaya çalıştı, ama kadınlar için, aydaki bir kedi kadar dokunulmaz. Yalnızca bir adam onu yönlendirebilir, ama son erkek Aes Sedai yok olalı neredeyse üç bin yıl oldu. Ama onların gördüğü ihtiyaç muazzam bir ihtiyaçtı. Onu yapmak için Karanlık Varlık’ın lekesinin içinde çalıştılar, bunu yapmanın onları öldüreceğini bile bile onu saf kıldılar. Erkek ve kadın Aes Sedailer birlikte. Yeşil Adam doğruyu söyledi. Efsaneler Çağı’nın en büyük harikaları bu şekilde yapıldı, saidin ve saidar bir arada çalışarak. Tar Valon’daki kadınların tümü, tüm saraylardaki ve şehirlerdeki Aes Sedailer, hattâ Kıraçlar’ın ötesindekiler ve Aryth Okyanusu’nun ötesinde hâlâ yaşıyor olabilecekler bir araya gelse, yanlarında çalışan erkekler olmadan bir kaşığı Güç ile dolduramaz.”

Rand’ın boğazı çığlıklar atmış gibi hırıldıyordu. “Neden bizi buraya getirdin?”

“Çünkü siz ta’verensiniz.” Aes Sedai’nin yüzü okunamazdı. Gözleri parıldıyor, Rand’ı çekiştiriyor gibiydi. “Çünkü Karanlık Varlık’ın darbesi buraya inecek, çünkü o darbe karşılanmalı ve durdurulmalı, aksi halde Gölge dünyayı kaplayacak. Bundan daha büyük ihtiyaç olamaz. Henüz zaman varken yine gün ışığına çıkalım.” Takip edip etmediklerini görmek için beklemeden Lan ile birlikte koridorda yürümeye başladı. Muhafız’ın adımları belki her zamankinden biraz daha telaşlıydı. Egwene ve Nynaeve arkasından seyirtti.

Rand duvar boyunca süründü –o havuza bir adım daha yaklaşamıyordu– Mat ve Perrin ile bir arada, koridorda hızla yürüdü. Egwene ve Nynaeve’i, Moiraine ve Lan’i ezme tehlikesi olmasa koşardı. Dışarı çıktığında bile titremeye devam etti.

“Bundan hoşlanmadım, Moiraine,” dedi Nynaeve öfkeyle, güneş bir kez daha üstlerinde parlarken. “Tehlikenin söylediğin kadar büyük olduğuna inanıyorum, aksi halde burada olmazdım, ama bu…”

“Sonunda seni buldum.”

Rand boynuna dolanmış bir halat çekilmiş gibi irkildi. Sözcükler, ses… bir an Ba’alzamon olduğunu sandı. Ama ağaçların arasından çıkan, yüzleri başlıkları ile gizlenmiş iki adam kuru kan rengi pelerinler giymemişti. Birisinin pelerini koyu griydi, diğerininki neredeyse koyu yeşil, ama açık havada bile küflü gibi geliyordu. Ve adamlar Soluk değildiler; rüzgar pelerinlerini dalgalandırıyordu.

“Siz kimsiniz?” Lan’in duruşu ihtiyatlıydı, elini kılıcının kabzasına koymuştu. “Buraya nasıl geldiniz? Yeşil Adam’ı arıyorsanız…”

“Bize o yol gösterdi.” Mat’e işaret eden el yaşlı ve buruşuktu, insan eli demek güçtü, bir tırnağı yoktu ve halattaki düğümler gibi boğum boğumdu. Mat gözleri irileşerek geriledi. “Eski bir şey, eski bir dost ve eski bir düşman. Ama aradığımız o değil,” diye bitirdi yeşil pelerinli adam. Diğer adam hiç konuşmayacakmış gibi duruyordu.

Moiraine dimdik doğruldu, oradaki hiçbir adamın omuzlarını aşmıyordu, ama aniden tepeler kadar yüksek görünmüştü. Sesi bir çan gibi çınlayarak sordu: “Siz kimsiniz?”

Adamların elleri başlıkları geri itti ve Rand’ın gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Yaşlı adam yaşlıdan da yaşlıydı; yanında Cenn Buie sağlığının zirvesinde bir çocuk gibi görünürdü. Yüzündeki deri bir kafatasının üzerine sıkı sıkı gerilmiş, sonra biraz daha gerilmiş çılgın bir parşömen gibiydi. Kabuk kabuk olmuş kafatasının üzerinde, ince, kırılgan saçlar tuhaf yerlerde duruyordu. Kulakları buruşmuş, çok eski deri parçaları gibiydi; gözleri çökmüştü, kafasının içinden, tünellerin öbür ucundan bakar gibi bakıyordu. Ama diğeri daha kötüydü. Onun kafası ve yüzü tamamen siyah deriden gergin bir maske ile kaplıydı ve ön tarafı mükemmel bir yüz biçiminde yapılmıştı, çılgınca, vahşice kahkahalar atan, sonsuza dek donmuş genç bir adamın yüzü. Diğeri yüzünü gösterdiğine göre, o ne saklıyor? Sonra kafasında düşünceler bile dondu, toza dönüştü ve uçup gitti.

“Benim adım Aginor,” dedi yaşlı adam. “Ve o da Balthamel. Artık diliyle konuşmuyor. Çark üç bin yıllık tutsaklık boyunca oldukça ince öğütüyor.” Çökmüş gözleri kemere kaydı; Balthamel içeriye girmek ister gibi maskesinin gözlerini beyaz taştan açıklığa dikerek öne eğildi. “Onsuz onca zaman,” dedi Aginor yumuşak sesle. “Onca zaman.”

“Işık bizi korusun…” diye başladı Loial sesi titreyerek ve Aginor ona baktığı zaman aniden sustu.

“Terkedilmişler,” dedi Mat boğuk bir sesle, “Shayol Ghul’de tutsak edilmiştir…”

“Edilmişti.” Aginor gülümsedi; sararmış dişleri köpek dişi gibi sivri görünüyordu. “Bazılarımız artık tutsak değil. Mühürler zayıflıyor, Aes Sedai. Ishamael gibi bir kez daha dünyada yürüyeceğiz ve kısa zaman sonra kalanımız da gelecek. Tutsaklığım sırasında bu dünyaya çok yakındım, ben ve Balthamel, Çark’ın öğütmesine çok yakın, ama kısa süre sonra Karanlığın Yüce Efendisi serbest kalacak, bize yeni et verecek ve dünya bir kez daha bizim olacak. Bu sefer bir Lews Therin Kardeşkatili’niz de olmayacak. Sizi kurtaracak bir Sabahın Efendisi olmayacak. Artık aradığımızın kim olduğunu biliyoruz ve artık kalanınıza ihtiyaç yok.”

Lan’in kılıcı kınından öyle hızlı fırladı ki, Rand takip edemedi. Ama Muhafız Moiraine’e ve Nynaeve’e bakarak tereddüt etti. İki kadın birbirlerinden ayrı duruyordu; herhangi biri ile Terkedilmişlerin arasına girmesi, diğerinden uzak kalması anlamına gelecekti. Tereddüt yalnızca bir yürek atımı kadar sürdü, ama Muhafız’ın ayakları hareket ederken Aginor elini kaldırdı. Bu küçümseme dolu bir jestti, bir sineği kovarmış gibi boğum boğum parmakların sallanması. Muhafız dev bir yumruk çarpmış gibi geri geri uçtu. Donuk bir gümleme ile taş kemere çarptı, bir an orada asılı kaldı, sonra kılıcı uzattığı elinin yakınına düştü ve Lan gevşek bir yığın halinde yığılıp kaldı.

“HAYIR!” diye çığlık attı Nynaeve.

“Kıpırdama!” diye emretti Moiraine, ama hiç kimse kıpırdayamadan Hikmet’in hançeri kemerinden çıkmıştı ve şimdi küçük hançerini kaldırmış, Terkedilmişlere doğru koşuyordu.

“Işık seni kör etsin,” diye bağırarak hançerini Aginor’un göğsüne indirdi.

Diğeri yalnız bir engerek gibi hareket etti. Genç kadının darbesi henüz inerken Balthamel’in deri eldivenli eli uzanıp onun yanağını kavradı, parmakları bir yanağına, başparmağı diğerine gömüldü, basınçları ile kan çıkardı, eti solgun çıkıntılar halinde kabarttı. Nynaeve, kırbaçlanmış gibi baştan ayağa sarsıldı. Balthamel onu kaldırırken, deri maske kadının hâlâ titreyen yüzüne bakmak için yaklaştırırken hançeri faydasızca elinden düştü. Ayak parmakları yerin bir ayak üstünde seyirdi; saçlarından çiçekler yağıyordu.

“Etin verdiği zevkleri neredeyse unutmuştum.” Aginor’un dili kuru dudaklarını yaladı, deri üzerinde gezinen taş gibi bir ses çıkardı. “Ama Balthamel çok şey hatırlıyor.” Maskenin kahkahası gittikçe çılgınlaştı, Nynaeve’in ağzından çıkan feryat, genç kadının canlı yüreğinden yırtılan çaresizlik gibi Rand’ın kulaklarını yaktı.

Egwene aniden harekete geçti ve Rand kızın Nynaeve’e yardım edeceğini anladı. “Egwene, hayır!” diye bağırdı, ama kız durmadı. Rand’ın eli Nynaeve’in haykırışı ile kılıcına gitmişti, ama onu bıraktı ve kendini Egwene’in üzerine attı. Kız üçüncü adımını atamadan ona çarptı, ikisini birden yere yıktı. Egwene inleyerek altında yere düştü, hemen ayağa kalkmak için kıvranmaya başladı.

Rand, diğerlerinin de harekete geçtiğini fark etti. Perrin baltasını elinde çeviriyor, gözleri altın bir parıltı ile, şiddetle parlıyordu. “Hikmet!” diye uludu Mat. Shadar Logoth’dan gelen hançer elindeydi.

“Hayır!” diye seslendi Rand. “Terkedilmişlerle savaşamazsmız!” Ama onlar işitmemiş gibi, gözlerini Nynaeve ve iki Yalnız’a çevirerek yanından geçtiler.

Aginor kayıtsızca onlara baktı… ve gülümsedi.

Rand tepesindeki havanın bir devin kırbacı gibi şakladığını hissetti. Terkedilmişler ile aralarındaki mesafenin yarısını aşmış olan Mat ve Perrin duvara çarpmış gibi durdular ve geriye sıçrayıp yere devrildiler.

“Güzel,” dedi Aginor. “Sizin için en uygun yer. Bize tapınırken kendinizi gereğince alçaltmayı öğrenirseniz yaşamanıza izin verebilirim.”

Rand telaşla ayağa kalktı. Belki Terkedilmişlerle savaşamazdı –hiçbir sıradan insan yapamazdı bunu– ama önlerinde yaltaklanarak süründüğüne inanmalarına da izin vermeyecekti. Egwene’in kalkmasına yardım etmeye çalıştı, ama kız ellerine vurdu ve tek başına kalkıp öfkeyle elbisesini silkelemeye başladı. Mat ve Perrin de inatla, sendeleyerek doğrulmuşlardı.

“Yaşamak istiyorsanız,” dedi Aginor, “öğreneceksiniz. Artık ihtiyaç duyduğum şeyi bulduğuma göre” –gözleri taş kemere gitti– “size ders vermek için zaman ayırabilirim.”

“Buna izin vermeyeceğim!” Yeşil Adam, kadim bir meşeye çarpan yıldırım sesi gibi bir sesle ağaçların arasında belirdi. “Siz buraya ait değilsiniz!”

Aginor, ona kısa, küçümseme dolu bir bakış fırlattı. “Defol! Senin zamanın geçti, senin türünden olan herkes uzun zaman önce toza döndü. Sana kalan ömrü yaşa ve dikkatimize layık olmadığın için memnun ol.”

“Burası benim mekanım,” dedi Yeşil Adam, “ve burada hiçbir canlı varlığı incitemeyeceksiniz.”

Balthamel Nynaeve’i paçavra gibi kenara fırlattı. Genç kadın gözleri iri iri açılmış, tüm kemikleri enmişcesine gevşek, bir paçavra gibi yere düştü. Bir deri kaplı el kalktı ve Yeşil Adam bedenine dolanmış sarmaşıklardan duman yükselirken kükredi. Ağaçların arasında esen rüzgarda acısı yankınlandı.

Aginor, Yeşil Adam’ın işi bitmiş gibi Rand ve diğerlerine döndü, ama uzun bir adımdan sonra dev, yapraklı kollar Balthamel’e dolandı, onu yükseğe kaldırdı ve kalın sarmaşıklardan bir göğüse bastırarak ezdi. Siyah deri maske öfkeyle kararmış fındık gözlere kahkahalar attı. Balthamel’in kolları yılan gibi kıvrandı, eldivenli elleri koparabilecekmiş gibi Yeşil Adam’ın kafasını kavradı. O ellerin dokunduğu yerden alevler fışkırdı, sarmaşıklar kurudu, yapraklar döküldü. Yeşil Adam, bedenindeki sarmaşıklardan yoğun, siyah bir duman yükselirken bağırdı. Tüm varlığı ağzından fışkıran dumanlarla birlikte uçup gidiyormış gibi kükredi, kükredi.

Balthamel aniden Yeşil Adam’ın kollarında sarsıldı. Yalnız’ın eli onu tutmak yerine ittirmeye çalıştı. Eldivenli ellerden biri savruldu… ve minik bir sarmaşık siyah deriyi delip geçti. Ormanın derin gölgelerinin içinde, ağaçları çevreleyenlere benzer mantarlar kollarını sardı, hiç yoktan fışkırıp tüm boyunu kapladı. Balthamel kıvrandı ve bir kokuşmuşotu filizi maskesini yırttı, likenler köklerini batırdılar, yüzündeki deri maskede minik çatlaklar açtılar, ölümün-kafası mantarları ağzı yırtıp geçtiler.

Yeşil Adam Yalnız’ı yere fırlattı. Karanlık yerlerde yetişen şeyler, sporlarla üreyen, rutubeti seven şeyler şişer, büyür, giysilerini, derisini ve etini lime lime parçalarken –o kısa yeşil öfke anında görünen şey et miydi gerçekten?– Balthamel kıvrandı, sarsıldı ve sonunda ondan geriye, yeşil ormandaki diğer tümseklerden ayırt edilemeyen, tıpkı onlar gibi kıpırtısız bir tümsek kaldı.

Yeşil Adam aşırı yüklenmiş bir dal gibi inleyerek yere yıkıldı. Kafasının yarısı kömürleşmişti. Bedeninden gri sarmaşıklar gibi duman iplikçikleri yükseliyordu. Nazikçe bir meşe palamudunu avuçlarken, yanık yapraklar kollarından döküldü.

Parmaklarının arasından bir meşe filizi fışkırırken toprak gürlemeye başladı. Yeşil Adam’ın başı yere düştü, ama filiz zorlanarak güneşe uzandı. Kökler çıktı, kalınlaştı, yerin altına gömüldü, tekrar yükseldi, derine battıkça kalınlaştı. Gövde genişledi, yukarıya uzandı, kabuk grileşti, çatlaklar oluştu, kadim bir görüntü kazandı. Dallar yayıldı, ağırlaştı, insan kolu kadar, insan gövdesi kadar irileşti ve yeşil yapraklarla dolu, meşe palamutları ile ağırlaşarak gökyüzünü okşamak için yükseldi. Dev köklerin oluşturduğu ağ yayılırken toprağı saban gibi altüst etti; şimdiden devleşmiş gövde titredi, daha da genişledi, bir ev kadar kalın oldu. Sonra sessizlik çöktü. Yeşil Adam’ın yattığı yeri beş yüz yaşında gibi görünen bir meşe kaplamış, bir efsanenin mezarını işaretlemişti. Nynaeve, ona göre şekil almış, üzerinde dinlenebileceği bir yatak oluşturmuş boğum boğum köklerin üzerinde uzanıyordu. Meşenin dallarının arasında rüzgar içini çekti; bir elveda mırıldanır gibi geldi.

Aginor bile sersemlemiş görünüyordu. Sonra, mağara gözleri nefret ile yanarak başını kaldırdı. “Yeter! Bu işi bitirme zamanı geldi de geçti bile!”

“Evet, Yalnız,” dedi Moiraine, sesi kış ortası buzu kadar soğuk. “Geldi de geçti bile!”

Aes Sedai’nin eli yükseldi ve Aginor’un ayaklarının altındaki zemin çöktü. Boşluktan alevler kükredi, her yönden uluyan rüzgarla alazlandı, ateşin içine yapraklardan bir anafor emdi ve saf ısıdan, kırmızı çizgili, sarı bir pelte gibi katılaşmış göründü. Aginor ortasında, ayaklarının altında havadan başka bir şey olmadan duruyordu. Yalnız şaşırmış görünüyordu, ama sonra gülümsedi ve öne bir adım attı. Bu, ateş onu yerine yapıştırmış gibi ağır bir adımdı, ama adımını attı, sonra bir tane daha attı.

“Kaçın!” diye emretti Moiraine. Yüzü gerginlik ile bembeyaz olmuştu. “Hepiniz, kaçın!” Aginor havada, alevlerin kenarına doğru adım attı.

Rand diğerlerinin harekete geçtiğini, Mat ve Perrin’in yerlerinden fırladıklarını, Loial’ın uzun bacaklarının onu ağaçların arasına taşıdığını fark etti, ama onun tek görebildiği Egwene idi. Kız yerinde kaskatı kesilmiş, yüzü solgun, gözleri kapalı, duruyordu. Rand onu yerinde tutanın korku olmadığını fark etti. Zayıf, eğitimsiz Güç’ünü Yalnız’a karşı kullanmaya çalışıyordu.

Rand kabaca kızın kolunu yakaladı ve kendine çevirdi. “Kaç!” diye bağırdı ona. Kızın gözleri açıldı, işine karıştığı için öfke dolu, Aginor için nefret ve korku dolu, Rand’a dikildi. “Kaç,” dedi Rand, kızı koşturabilmek için hızla ağaçlara doğru iterek. “Kaç!” Kız bir kez koşmaya başlayınca, devam etti.

Ama Aginor’un kurumuş yüzü ona, arkasında koşan Egwene’e dönmüştü. Sanki Yalnız alevler içinde yürürken, Aes Sedai’nin ne yaptığının hiç önemi yoktu. Egwene’e yürüyordu.

“O olmaz!” diye bağırdı Rand. “Işık seni kavursun, o olmaz!” Bir taş kaptı ve Aginor’un dikkatini çekmeye niyetlenerek fırlattı. Yalnız’ın yüzüne varmadan taş toza dönüştü.

Rand bir an tereddüt etti, omzunun üzerinden bakıp, Egwene’in ağaçların arasına saklandığını görecek kadar. Alevler Aginor’u çevrelemeye devam ediyordu, pelerini tütmeye başlamıştı, ama o bol bol zamanı varmış gibi yürümeye devam ediyordu ve ateşin kenarına yaklaşmıştı. Rand döndü ve koşmaya başladı. Arkasında, Moiraine’in çığlıklarını duydu.

Загрузка...