Rand ile Mat ilk fıçıları salondan geçirirken, al’Vere Efendi bir duvara dayanmış, fıçıların birinden, kendi yapımı en iyi kahverengi biradan iki kupa dolduruyordu. Hanın sarı kedisi Tırmık gözlerini kapatmış, kuyruğunu ayaklarına dolamış, fıçının tepesine çökmüştü. Tam ırmak taşından yapılmış büyük şöminenin önünde durmuş, hancının sade, taştan şömine rafının üzerinde bulundurduğu parlak, teneke kutudan tütün doldurduğu uzun piposunu yokluyordu. Şömine büyük, kare odanın genişliğinin yarısı boyunca uzanıyordu, boyu omuz yüksekliğindeydi ve şöminedeki çıtırtılı ateş, dışarının soğuğunun hakkından geliyordu.
Festival’den önceki meşgul günün o saatinde, Rand, salonun, Bran, babası ve kedi dışında boş olmasını beklemişti, ama Köy Kurulu’nun Cenn dahil dört üyesi ateşin önünde, kupaları ellerinde, pipolarından yükselen mavi-gri duman başlarını sarmalayarak yüksek sırtlı sandalyelerde oturuyorlardı. Oyun tahtalarının hiçbiri kullanılmıyordu ve Bran’in kitaplarının tamamı şöminenin karşısındaki rafın üzerinde boş oturuyorlardı. Adamlar konuşmuyordu bile, Tam ve Bran’in aralarına katılmasını beklerken sessizce biralarına bakıyor ya da pipolarının saplarını sabırsızlıkla dişlerine vuruyorlardı.
Bugünlerde endişe, Köy Kurulu’nda, Emond Meydanı’nda, muhtemelen Seyrantepe’de ya da Deven Yolu’nda sıradışı bir şey sayılmazdı. Hattâ belki Taren Salı’nda, ama Taren Salı halkının gerçekte neler düşündüğünü kim bilebilirdi?
Ateşin önündeki adamlar arasında yalnızca iki kişi, içeri giren oğlanlara baktı: demirci Haral Luhhan ve değirmenci Jon Thane. Ama Luhhan Usta, bakmaktan fazlasını yaptı. Demircinin kolları çoğu adamın bacaklarından daha kalındı, iri kaslarla kaplıydı ve toplantıya doğrudan demirhaneden gelmiş gibi deri önlüğü hâlâ üzerindeydi. İkisine bakarken kaşlarını çattı, sonra sandalyesinde yavaşça doğruldu, dikkatini kalın parmağı ile özenle piposuna vurmaya çevirdi.
Rand meraklanarak yavaşladı; Mat ayak bileğini tekmeleyince bağırmamak için kendini zor tuttu. Arkadaşı başını ısrarla salonun arkasındaki kapıya doğru salladı ve beklemeden o tarafa seyirtti. Rand hafifçe topallayarak, daha yavaş takip etti.
“Bunu neden yaptın?” diye sordu, mutfağa giden koridora girer girmez. “Neredeyse bileğimi…”
“İhtiyar Luhhan yüzünden,” dedi Mat, Rand’ın omzunun üzerinden salonu gözetleyerek. “Sanırım şeyi yapanın ben olduğumdan kuşkulanıyor…” Al’Vere Hanım, taze pişmiş ekmek kokuları içinde, telaşla mutfaktan çıkınca aniden sustu.
Kadın, elindeki tepside Emond Meydanı’nda onu meşhur eden çıtır ekmeklerinden taşıyordu. Turşu ve peynir tabakları da onlara eşlik ediyordu. Yiyecek, Rand’a aniden o sabah çiftlikten ayrılmadan önce yalnızca bir ekmeğin ucunu yiyebildiğini hatırlattı. Midesi utanç verici bir şekilde guruldadı.
Grileşen saçlarını kalın bir örgü halinde toplamış ve bir omzunun üzerine atmış ince bir kadın olan al’Vere Hanım, ikisine birden anaç bir tavırla gülümsedi. “Siz ikiniz açsanız, mutfakta bunlardan daha var ve sizin yaşınızdaki delikanlıların aç olmadığını hiç görmedim. Ya da başka yaşta. İsterseniz, bu sabah ballı kek pişiriyorum.”
O yörede, Tam’e çöpçatanlık yapmaya çalışmayan nadir evli kadınlardandı. Rand’a karşı anaçlığı ancak sıcak gülümsemelere ve hana geldiği zaman yiyecek birşeyler ikram etmeye kadar varıyordu, ama bunu o yöredeki her genç adama yapıyordu zaten. Zaman zaman daha fazlasını yapmak ister gibi baksa da, bakışlardan öteye gitmiyordu ve Rand bu nedenle içten bir minnettarlık duyuyordu.
Kadın yanıt beklemeden salona daldı. Erkekler hemen sandalye sürüme sesleri ve ekmeklerin kokusu üzerine nidalarla ayağa kalktı. Al’Vere Hanım Emond Meydanı’ndaki en iyi aşçıydı ve oralarda, ayaklarını onun masasının altına sokma şansının üzerine atlamayacak erkek yoktu.
“Ballı kekler,” dedi Mat, ağzını şapırdatarak.
“Daha sonra,” dedi Rand kararlılıkla, “yoksa işimiz hiç bitmez.”
Mahzen merdivenlerinin üzerinde, mutfak kapısının hemen yanında bir lamba asılıydı ve bir başkası, hanın altındaki taş duvarlı odada parlak bir havuz oluşturuyor, loşluğu en uzak köşelere mahkum ediyordu. Duvarlar boyunca uzanan ahşap raflarda ve yerde, brendi ve elma şarabı fıçıları, daha iri bira ve şarap fıçıları vardı ve bazılarına musluk takılmıştı. Şarap fıçılarının çoğu, Bran al’Vere’in, hangi sene getirildiğini, hangi Çerçi’nin malı olduğunu, hangi şehirde imal edildiğini belirten el yazısı ile işaretlenmişti. Biranın ve brendinin çoğu, İki Nehir halkının ve Bran’in imalatı idi. Zaman zaman çerçiler, hattâ tüccarlar dışarıdan brendi ve bira getirirdi, ama asla o kadar iyi olmaz ve çok pahalıya malolurdu, üstelik bir kez içen bir daha içmezdi.
“Şimdi,” dedi Rand, fıçıları raflara yerleştirirlerken, “Luhhan Usta’dan kaçınmanı gerektirecek ne yaptın?”
Mat omuz silkti. “Aslında hiçbir şey. Adan al’Carr ile bazı sümüklü arkadaşlarına –Ewin Finngar ve Dag Coplin’e– bazı çiftçilerin ormanda koşturan, ateş püsküren hayalet köpekler gördüğünü söyledim. Ekşi krema gibi yuttular.”
“Luhhan Usta sana bu yüzden mi kızgın?” dedi Rand kuşkuyla.
“Tam olarak değil.” Mat durakladı, sonra başını salladı. “Onun köpeklerinden iki tanesini una buladım, böylece bembeyaz oldular. Sonra Dag’ın evinin yakınında serbest bıraktım. Doğrudan eve koşacaklarını nereden bilebilirdim ki? Benim suçum değil aslında. Luhhan Hanım kapıyı açık bırakmasaydı asla içeri giremezlerdi. Evin her yanını una bulamaya niyetlendiğimden değil.” Havlarcasına bir kahkaha attı. “Luhhan Hanım’ın, ihtiyar Luhhan ile köpekleri, üçünü birden, süpürgeyle dışarı kovaladığını duydum.”
Rand aynı anda hem irkildi, hem güldü “Senin yerinde olsaydım demirciden çok Alsbet Luhhan hakkında endişelenirdim. Neredeyse onun kadar güçlü ve çok daha sinirli. Ama fark etmez. Hızlı yürürsen, belki seni fark etmez.” Mat’in ifadesi Rand’ın komik olmadığını söylüyordu.
Ama ortak odadan yine geçtiklerinde, Mat’in acele etmesine gerek yoktu. Altı adam sandalyelerini şöminenin çevresinde sıkı bir düğüm oluşturacak şekilde çekmişlerdi. Tam, sırtını ateşe vermiş, alçak sesle konuşuyordu. Diğerleri dinlemek için eğilmişti. Söylediklerine o kadar dalmışlardı ki, odadan bir koyun sürüsü geçirilse yine de fark etmeyebilirlerdi. Rand konuşulanları işitebilmek için daha yakına gitmek istedi, ama Mat kolunu çekiştirdi ve ona ızdırap dolu bir bakış fırlattı. Rand içini çekerek Mat’i arabaya kadar takip etti.
Tekrar koridora döndüklerinde, merdivenlerin tepesinde bir tepsi buldular. Sıcak ballı keklerin tatlı kokusu koridoru doldurmuştu. İki kupa ve bir sürahi dolusu sıcak, baharatlı elma şarabı da vardı. İşini bitirene kadar bekleme kararına rağmen, Rand araba ile mahzen arasında yaptığı son iki yolculukta kendini bir yandan fıçı taşıyıp, diğer yandan ballı kek yutmaya çalışırken buldu.
Son fıçıyı da rafa yerleştirdikten sonra, Mat’in yükünü bırakmasını beklerken ağzındaki kırıntıları sildi ve, “Gelelim âşığa…” dedi.
Merdivenlerde ayak sesleri duyuldu ve Ewin Finngar, yüzü, taşıdığı haberi verme hevesi ile kıpkırmızı, telaş içinde mahzene neredeyse düşerek indi. “Köyde yabancılar var.” Nefes aldı ve Mat’e kurnaz bir bakış fırlattı. “Hiç hayalet köpek görmedim, ama birinin Luhhan Usta’nın köpeklerini una buladığını duydum. Luhhan Hanım’ın kimi araması gerektiği konusunda bazı fikirleri olduğunu da duydum.”
Rand ve Mat’i, yalnızca on dört yaşında olan Ewin’den ayıran yıllar, normalde söylediklerine aldırış etmemelerine yetecek kadar çoktu. Bu sefer irkilerek bakıştılar, sonra aynı anda konuşmaya başladılar.
“Köyde mi?” diye sordu Rand. “Ormanda değil mi?”
Mat hemen ekledi, “Pelerini siyah mıydı? Yüzünü görebildin mi?”
Ewin, kararsızca bir birine, bir ötekine baktı, sonra Mat tehditkar bir adım atınca telaşla konuştu. “Elbette yüzünü gördüm. Ve pelerini yeşil. Belki de gri. Değişiyor. Neyin önünde duruyorsa, ona göre değişiyor gibi. Bazen doğrudan ona baksan da, hareket etmezse onu göremiyorsun. Kadının pelerini gökyüzü gibi mavi ve gördüğüm en güzel festival elbisesinden on kat daha güzel. Kendisi de gördüğüm en güzel kadından on kat güzel. Hikayelerdeki gibi asil bir hanım. Öyle olmalı.”
“Kadın mı?” dedi Rand. “Sen kimden bahsediyorsun?” İki elini kafasının üzerine koymuş, gözlerini kapatmış olan Mat’e baktı.
“Sana anlatmak istediğim kişiler,” diye mırıldandı Mat, “ama sen alıp…” Sustu, gözlerini açıp Ewin’e keskin bir bakış fırlattı. “Dün gece geldiler,” diye devam etti Mat bir an sonra. “Ve handa oda tuttular. Atla geldiklerini gördüm. Atları, Rand. Hiç o kadar uzun boylu, o kadar zarif atlar görmemiştim. Sonsuza dek koşabilirmiş gibi görünüyorlar. Sanırım, adam kadın için çalışıyor.”
“Hizmetinde,” diye araya girdi Ewin. “Hikayelerde, hizmetinde olduğunu söylerler.”
Mat, sanki Ewin hiç konuşmamış gibi devam etti. “Her neyse, adam kadına boyun eğiyor ve söylediği şeyleri yapıyor. Ama maaşlı biri değil gibi. Belki bir askerdir. Kılıcını takma tarzı… Onu bir parçasıymış gibi taşıyor, eli ya da ayağıymış gibi. Onun yanında tüccarların koruyucuları sokak köpeği gibi görünür. Ve kadın, Rand. Ona benzer birini hayal bile etmemiştim. Bir âşığın hikayesinden çıkıp gelmiş gibi görünüyor. Sanki… Sanki…” Ewin’e ekşi ekşi bakarak durakladı. “… Asil bir hanım gibi,” diye bitirdi içini çekerek.
“Ama kim onlar?” diye sordu Rand. Senede bir kez tütün ve yün almak için gelen tüccarlar ve çerçiler dışında, İki Nehir’e yabancılar neredeyse hiç gelmezdi. Belki Taren Salı’na, ama bu kadar güneye değil. Tüccarların ve çerçilerin çoğu senelerdir gelirdi, bu yüzden yabancı sayılmazlardı. Yalnızca yabancılar. Emond Meydanı’nda gerçek bir yabancı görülmeyeli en az beş yıl olmuştu ve o yabancı da, köyden hiç kimsenin anlamadığı Baerlon’daki bir sorundan kaçmaya çalışıyordu. Fazla kalmamıştı. “Ne istiyorlarmış?”
“Ne mi istiyorlarmış?” diye bağırdı Mat. “Ne istedikleri umurumda bile değil. Yabancılar Rand, ve hayal bile etmediğin türden yabancılar. Bir düşün!”
Rand ağzını açtı, sonra konuşmadan kapattı. Siyah pelerinli atlı onu köpeğin kovaladığı bir kedi kadar sinirli yapmıştı. Üç yabancının aynı anda köy çevresinde görünmesi tesadüf olamayacak kadar fazla geliyordu. Bahsettikleri bu adamın pelerini renk değiştirirken hiç siyah olmuyorsa, üç yabancı.
“Kadının adı Moiraine,” dedi Ewin, oluşan anlık sessizliği bozarak. “Adamın söylediğini duydum. Kadına Moiraine, diyordu. Leydi Moiraine. Adamın adı Lan. Hikmet kadından hoşlanmamış olabilir, ama ben hoşlandım.”
“Nynaeve’in ondan hoşlanmadığını düşünmenin nedeni ne?” dedi Rand.
“Kadın bu sabah Hikmet’e yön sordu,” dedi Ewin, “ve ona ‘çocuğum,’ dedi.” Rand ve Mat dişlerinin arasından yumuşak sesle ıslık çaldı. Ewin açıklamaya çalışırken dili sürçtü. “Leydi Moiraine onun Hikmet olduğunu bilmiyordu. Öğrendikten sonra özür diledi. Gerçekten. Ve bitkiler hakkında, Emond Meydanı’nda kimin kim olduğu konusunda sorular sordu. Köydeki herhangi bir kadın kadar saygılıydı, hattâ bazılarından daha fazla. İnsanların kaç yaşında olduğu, oturdukları yerde ne kadardır oturdukları hakkında sorular soruyor hep… ah, nedir, bilmiyorum. Her neyse, Nynaeve sorularını, ham böğürtlen yemiş gibi yanıtladı. Sonra, Leydi Moiraine uzaklaştıktan sonra, şey gibi arkasından baktı, şey gibi… eh, pek dost canlısı değildi, bu kadarını söyleyebilirim.”
“Bu kadar mı?” dedi Rand. “Nynaeve’in mizacını bilirsin. Geçen sene Cenn Buie ona çocuk dediğinde, sopasını kafasına indirmişti. Üstelik adam Köy Kurulu’nda ve dedesi olacak yaşta. Her şeye alevleniyor, ama sırtını dönene kadar öfkesi geçiyor.”
“Yine de benim için fazla uzun,” diye mırıldandı Ewin.
“Nynaeve’in kimin kafasına sopa indirdiği beni ilgilendirmiyor,” –Mat kıkırdadı– “ben olmadığım sürece. Bu tüm zamanların en iyi Bel Tine’ı olacak. Bir âşık, bir hanımefendi –kim daha fazlasını isteyebilir ki? Havaifişeklere kimin ihtiyacı var?”
“Âşık mı?” dedi Ewin, sesi keskin bir şekilde yükselerek.
“Haydi gel, Rand,” diye devam etti Mat, oğlanı duymazdan gelerek. “Burada işimiz bitti. Bu adamı görmelisin.”
Merdivenlerden yukarı sıçradı. Ewin, arkasından tırmanarak seslendi, “Gerçekten bir âşık var mı, Mat? Bu hayalet köpekler gibi değil, değil mi? Ya da kurbağalar.”
Rand durup lambayı kıstı, sonra arkalarından seyirtti.
Salonda Rowan Hum ve Samel Crawe ateşin önünde diğerlerine katılmıştı. Böylece tüm Köy Kurulu toplanmış oluyordu. Şimdi Bran al’Vere konuşuyordu. Normalde tok çıkan sesini o kadar alçaltmıştı ki, toplanmış sandalyelerin ötesine yalnızca alçak bir mırıltı ulaşıyordu. Belediye Başkanı kalın işaret parmağını diğer elinin avucuna vurarak sözlerini vurguluyor, sırayla her adama bakıyordu. Hepsi söylediğini onaylayarak başlarını salladılar, ama Cenn diğerlerinden daha gönülsüzdü.
Adamların birbirlerine böylesine sokulmuş olması, bir tabeladan daha çok şey söylüyordu. Konuştukları her ne ise, bu yalnızca Köy Kurulu’nu ilgilendirirdi, en azından şimdilik. Rand’ın kulak misafiri olmaya çalışmasından hoşlanmayacaklardı. Rand gönülsüzce uzaklaştı. Âşık vardı zaten. Bir de o yabancılar.
Dışarıda Bela ve araba gitmişti, hanın ahır uşakları Hu ve Tad tarafından götürülmüşlerdi. Mat ve Ewin hanın ön kapısının birkaç adım ötesinde durmuş, pelerinleri rüzgarda dalgalanarak dik dik birbirlerine bakıyorlardı.
“Son kez söylüyorum,” diye havladı Mat, “sana oyun oynamıyorum. Bir âşık var. Git artık. Rand, bu yünkafaya doğruyu söylediğimi ve beni yalnız bırakmasını söyler misin?”
Rand pelerinini toparlayarak Mat’i desteklemek için öne çıktı, ama ensesindeki tüyler diken diken olurken sözcükleri solup gitti. Yine izleniyordu. Pelerinli yabancının verdiği histen çok farklıydı, ama bu da hoş değildi, özellikle de o karşılaşmanın üzerinden fazla zaman geçmeden.
Otlak’a hızla fırlattığı bakış yalnızca daha önce gördüğü şeyleri gösterdi –oyun oynayan çocuklar, Festivale hazırlanan insanlar. Kimse ona bakmıyordu. Bahar Direği şimdi yalnız duruyor, bekliyordu. Yan sokakları, koşuşturma ve çocuksu haykırışlar doldurmuştu. Her şey olması gerektiği gibiydi. İzleniyor olması dışında.
Sonra bir şey, dönmesine ve gözlerini kaldırmasına sebep oldu. Hanın kiremit çatısının üzerine iri bir kuzgun tünemişti. Dağlardan gelen rüzgarla hafifçe sallanıyordu. Başını bir yana eğmiş, siyah, boncuk gözlerinden birini… ona dikmişti, Rand öyle olduğunu düşündü. Yutkundu ve aniden kızgın, keskin bir öfkeye kapıldı.
“Pis leş yiyici,” diye mırıldandı.
“İzlenmekten bıktım,” diye hırladı Mat ve Rand, arkadaşının yaklaştığını, kaşlarını çatarak kuzguna baktığını fark etti.
Bakıştılar, sonra aynı anda elleri taşlara uzandı.
İki taş tam hedefe uçtu… ve kuzgun yana adım attı; taşlar ıslık çalarak kuzgunun biraz önce durduğu boşluktan geçti. Kuzgun tüylerini kabartarak başını yine eğdi, korkmadan, biraz önce bir şey olduğuna ilişkin hiçbir işaret vermeden ölü, siyah gözünü onlara dikti.
Rand kuşa şaşkınlık içinde baktı. “Hiçbir kuzgunun böyle davrandığını görmüş müydün?” diye sordu sessizce.
Mat bakışlarını kuzgundan ayırmadan başını salladı. “Hiç. Ya da herhangi bir kuşun.”
“Aşağılık bir kuş,” dedi bir kadının sesi arkalarından. Horgörüyle çıkmış olmasına rağmen ahenkliydi. “En iyi zamanlarda bile güvenilmemek.”
Kuzgun tiz bir çığlık atarak öyle hızla havaya fırladı ki, iki siyah tüy çatının kenarından aşağı süzülmeye başladı.
Rand ve Mat irkilerek kuşun hızlı uçuşunu izlemek için döndüler. Kuzgun Otlak’ın üzerinden geçti, Batı Ormanı’nın ötesindeki yüksek, zirvesi bulut kaplı Puslu Dağlar’a doğru uçtu, batıda bir benek olana kadar küçüldü, sonra gözden kayboldu.
Rand’ın bakışları konuşan kadına kaydı. O da kuzgunun uçuşunu izlemişti, ama şimdi dönmüş, gözleri Rand’ın gözlerine dikilmişti. Rand bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu, Leydi Moiraine olmalıydı. Mat ve Ewin’in söylediği her şey idi, her şey ve daha fazlası.
Kadının Nynaeve’e çocuk dediğini duyduğunda, onun yaşlı olduğunu düşünmüştü, ama değildi. En azından, yaşını tahmin edemiyordu. Başta, Nynaeve kadar genç olduğunu düşünmüştü, ama baktıkça daha yaşlı geliyordu. İri, koyu renk gözlerinde bir olgunluk, insanın gençken sahip olamayacağı bir bilgelik vardı. Bir an için, o gözlerin onu yutacak derin havuzlar olduğunu düşündü. Mat ve Ewin’in neden onu bir âşığın hikayesinden çıkmış gibi duran bir hanımefendi olarak nitelediği açıktı. Kadın kendini, Rand’ın kendini beceriksiz ve sakar hissetmesine sebep olan bir zarafet ve hava ile taşıyordu. Rand’ın göğsüne ancak geliyordu, ama öyle bir varlığa sahipti ki, boyu en uygun boy gibi geliyordu ve Rand uzun boyluluğunun, kaba ve biçimsiz olduğunu hissediyordu.
Daha önce gördüğü hiç kimseye benzemiyordu kadın. Pelerininin geniş başlığı yüzünü ve yumuşak bukleler halinde sarkan koyu renk saçlarını çerçeveliyordu. Rand, yetişkin bir kadının saçlarını örmeden saldığını hiç görmemişti; İki Nehir’deki her kız, köyünün Kadın Kurulu’nun saçlarını örecek kadar büyüdüğünü söylemesini dört gözle beklerdi. Kadının giysileri de aynı derecede tuhaftı. Pelerini gök mavisi kadifedendi, kenarları kalın, gümüş işlemelerle çevrilmişti, yapraklar, sarmaşıklar, çiçekler… Elbisesi hareket ederken hafifçe parlıyor gibiydi. Pelerininden bir ton koyuydu ve krem rengi çizgileri vardı. Boynunda, ağır, altın halkalardan bir kolye asılıydı. Saçlarına taktığı bir başka narin, altın zincir, alnına doğru sarkan küçük, parlak, mavi bir taşı taşıyordu. Beline altın örgüden geniş bir kemer dolanmıştı ve sol elinin yüzük parmağında, kendi kuyruğunu ısıran yılan şeklinde altın bir yüzük vardı. Rand kesinlikle böyle bir yüzük görmemişti, ama sonsuzluğu ifade eden, Zaman Çarkı’ndan daha eski bir simge olan Büyük Yılan’ı tanımıştı.
Ewin, festival giysilerinden daha güzel demişti ve haklıydı. İki Nehir’de kimse böyle giyinmezdi. Asla.
“Günaydın, Bayan… ah… Leydi Moiraine,” dedi Rand. Dili dolaşırken yüzü kıpkırmızı kesildi.
“Günaydın, Leydi Moiraine,” diye yankıladı Mat, biraz daha kolaylıkla, ama yalnızca birazcık.
Kadın gülümsedi ve Rand, kendisini onun için birşeyler yapıp yapamayacağını düşünürken buldu, yanında kalması için bahane olacak birşeyler. Kadının hepsine birden gülümsediğini biliyordu, ama yalnızca kendisi içinmiş gibi geliyordu ona. Gerçekten de âşıkların hikayelerinden biri canlanıyormuş gibiydi sanki. Mat’in yüzünde aptalca bir sırıtma vardı.
“İsmimi biliyorsunuz,” dedi kadın, çok sevinmiş gibi. Sanki ziyareti, ne kadar kısa olursa olsun, bir yıl boyunca köyde konuşulmayacakmış gibi! “Ama bana Moiraine diye hitap etmelisiniz. Leydi diye değil. Sizin isimleriniz ne?”
Ewin, diğerleri konuşamadan öne sıçradı. “Benim adım Ewin Finngar, hanımefendi. İsminizi onlara ben söyledim; bu yüzden biliyorlar. Lan’in söylediğini duymuştum, ama kulak misafiri olmuyordum. Daha önce Emond Meydanı’na size benzer kimse gelmedi. Bel Tine için gelen bir âşık da var. Ve bu gece Kış Gecesi. Evime gelmez miydiniz? Annem elmalı kek yaptı.”
“Bir bakalım,” diye yanıt verdi kadın, bir elini Ewin’in omzuna koyarak. Gözleri neşeyle parıldadı, ama başka işaret vermedi. “Bir âşıkla nasıl rekabet edebilirim, bilmiyorum Ewin. Ama hepiniz bana Moiraine demelisiniz.” Umutla Rand ile Mat’e baktı.
“Ben Matrim Cauthon, Le… ah… Moiraine,” dedi Mat. Kaskatı, telaşlı bir eğilme ile selam verdi. Doğrulurken yüzü kıpkırmızı kesildi.
Rand hikayelerdeki adamlar gibi, buna benzer bir şey yapmasının gerekip gerekmediğini düşünüyordu, ama Mat’in performansını görünce yalnızca ismini söyledi. En azından bu sefer dili sürçmedi.
Moiraine bakışlarını ondan Mat’e, sonra yine ona çevirdi. Rand gülümsediğini düşündü, ağzının köşelerinde minik bir kıvrım, Egwene’in bir sır saklarken yaptığı gibi. “Emond Meydanı’nda kalırken zaman zaman yapılması gereken ufak işlerim olabilir,” dedi. “Belki siz bana yardımcı olmak istersiniz.” Delikanlıların onaylan birbirini takip ederken gülümsedi. “İşte,” dedi ve Rand, Moiraine’in eline bir madeni para bastırıp, iki eli ile elini sıkı sıkı kapattığını görünce şaşırdı.
“Gerek yok,” dedi, ama Moiraine, itirazlarını eliyle savuşturdu. Ewin’e de para verdi, sonra Mat’in elini Rand’ın elini kapattığı gibi kapatıp sıktı.
“Elbette var,” dedi. “Karşılıksız çalışmanız beklenemez. Bunu yadigar sayın ve hep yanınızda taşıyın, böylece ben istediğim zaman gelmeyi kabul ettiğinizi hatırlarsınız. Artık aramızda bir bağ var.”
“Asla unutmayacağım,” dedi Ewin aniden.
“Daha sonra konuşmalıyız,” dedi Moiraine, “ve bana kendiniz hakkında her şeyi anlatmalısınız.”
“Leydi… yani, Moiraine?” diye sordu Rand tereddütle, kadın sırtını dönerken. Moiraine durdu ve omzunun üzerinden arkaya baktı. Rand devam etmeden önce yutkundu. “Neden Emond Meydanı’na geldiniz?” Kadının ifadesi değişmedi, ama Rand o an bunu, sormamış olmayı diledi. Neden, bilmiyordu. Yine de sözlerini açıklamaya girişti. “Kaba davranmak istemedim. Özür dilerim. Yalnız, İki Nehir’e tüccarlar ve kar, Baerlon’dan gelmelerini engelleyecek kadar derin olmadığında çerçilerden başka hiç kimse gelmez. Neredeyse hiç kimse. Ve sizin gibi insanlar kesinlikle gelmez. Tüccarların koruyucuları bazen buranın sonsuzluğun arka ucu olduğunu söyler ve sanırım dışardan gelen herkese böyle gelir. Yalnızca merak ettim.”
Bunun üzerine Moiraine’in gülümsemesi, aklına bir şey gelmiş gibi, yavaşça söndü. Bir an Rand’a baktı. “Ben bir tarih öğrencisiyim,” dedi sonunda, “eski hikayeleri toplarım. Sizin İki Nehir dediğiniz bu yer, beni hep ilgilendirmiştir. Bazen burada, burada ve başka yerlerde uzun zaman önce olan olayların hikayelerini incelerim.”
“Hikayeler mi?” dedi Rand. “İki Nehir’de sizin gibi birini ilgilendirecek ne olmuş ki –yani, ne olmuş olabilir?”
“Buraya İki Nehir dışında ne ad veriyorsunuz?” diye ekledi Mat. “Burası hep böyle adlandırılmıştır.”
“Zaman Çarkı dönerken,” dedi Moiraine, yarı kendi kendine ve gözlerinde uzak bir bakış ile. “Mekanlar pek çok isim taşır. İnsanlar da pek çok isim, pek çok yüz taşır. Farklı yüzler, ama hep aynı adam. Ama kimse Çark’ın dokuduğu Büyük Desen’i, hattâ belirli bir Çağın Deseni’ni bilemez. Ancak izleriz, inceleriz ve umut ederiz.”
Rand tek söz söyleyemeden, ne demek istediğini bile soramadan bakakaldı. Kadının onların duyması için konuştuğundan emin değildi. Diğer ikisinin de dillerinin aynı şekilde bağlandığını fark etti. Ewin’in ağzı açık duruyordu.
Moiraine bakışlarını yine onlara çevirdi ve üçü, uyanırcasına silkelendiler. “Daha sonra konuşacağız,” dedi kadın. Hiçbiri tek söz söylemedi. “Daha sonra.” Moiraine, yürümek yerine kayarcasına, pelerini iki yanında kanat gibi açılarak Araba Köprüsü ne ilerledi.
O giderken Rand’ın daha önce fark etmediği uzun boylu adam hanın önünden yürüdü ve bir eli kılıcının uzun kabzasında, Moiraine’in arkasından gitti. Adamın giysileri, koyu, grimsi yeşildi, yaprakların ya da gölgelerin içinde kaybolabilirdi. Pelerini rüzgarda dalgalanırken gri, yeşil ve kahverengi tonlarına bürünüyordu. Zaman zaman neredeyse kayboluyor, arkasındaki rengin içinde soluyordu. Adamın saçları uzun, şakaklarda griydi ve dar bir deri bantla yüzünden arkaya çekilmişti. O yüz, taş gibi düzlüklerden ve açılardan yapilmiş, güneş ve yağmur görmüş gibiydi, ama saçlarındaki griye rağmen çizgisizdi. Adam yürürken, Rand’ın aklına kurttan başka bir şey gelmedi.
Üç delikanlının yanından geçerken adamın bakışları üstlerinde gezindi. Gözleri kış ortası şafağı kadar soğuk ve maviydi. Sanki aklından onları teraziye vuruyordu, ama yüzü terazinin ne dediği konusunda en ufak bir işaret vermiyordu. Adımlarını hızlandırarak Moiraine’e yetişti, sonra yavaşlayıp omzunun yanında yürümeye başladı, kadınla konuşmak için eğildi. Rand, tuttuğunu fark etmediği bir nefes verdi.
“Bu Lan’di,” dedi Ewin boğuk sesle. Sanki o da nefesini tutmuştu. Adam öyle bir bakış fırlatmıştı. “İddiaya girerim bir Muhafız’dır.”
“Aptal olma.” Mat güldü, ama titrek bir kahkahaydı. “Muhafızlar ancak hikayelerde vardır. Her neyse, Muhafızların altın ve mücevher kaplı kılıçları ve zırhları bulunur ve tüm zamanlarını kuzeyde, Büyük Afet’te, kötülüklerle ve Trolloclarla savaşarak geçirirler.”
“Ama Muhafız olabilir,” diye ısrar etti Ewin.
“Üzerinde hiç altın ve mücevher gördün mü?” diye alay etti Mat. “İki Nehir’de Trolloc var mı? Bizim koyunlarımız var. Burada Moiraine gibi birini ilgilendirecek ne oldu, merak ediyorum.”
“Bir şey olabilir,” dedi Rand yavaşça. “Hanın bin yıllık, hattâ belki daha eski olduğunu söylerler.”
“Koyunlarla geçen bin yıl,” dedi Mat.
“Bir gümüş peni!” diye bağırdı Ewin heyecanla. “Bana koca bir gümüş peni verdi! Çerçi geldiğinde onunla neler alabilirim, bir düşünsenize.”
Rand, Moiraine’in verdiği paraya bakmak için elini açtı. Şaşkınlık içinde, neredeyse parayı düşürecekti. Yukarı çevirdiği avcunun içinde tek bir alev tutan kadın resimli şişman, gümüş parayı tanımadı, ama Bran, al’Vere bir düzine ülkeden gelen tüccarların paralarını tartarken onu izlemişti ve değeri hakkında bir fikri vardı. O kadar gümüş İki Nehir’in her yanında iyi bir at alır, biraz da para üstü kalırdı.
Mat’e baktı ve kendi yüzünde olduğunu bildiği aynı sersemlemiş ifadeyi gördü. Ewin görmeden Mat’in görebilmesi için elini eğerek, bir kaşını sorarcasına kaldırdı. Mat başını salladı ve bir an şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar.
“Ne tür işleri var acaba?” diye sordu Rand sonunda.
“Bilmiyorum,” dedi Mat kararlılıkla, “ve aldırmıyorum da. Parayı harcamayacağım. Çerçi geldiğinde bile.” Sonra parayı ceketinin cebine soktu.
Rand başını sallayarak, yavaş yavaş aynı şeyi yaptı. Neden bilmiyordu, ama bir şekilde Mat’in söylediği doğru gelmişti. Bu para harcanmamalıydı. Kadından geldiği sürece öyle olmalıydı. Gümüşün başka ne işe yarayacağını bilemiyordu, ama…
“Sizce ben de mi saklamalıyım?” Ewin’in yüzü acılı bir kararsızlık doluydu.
“İstemiyorsan saklama,” dedi Rand.
“Sanırım sana harcaman için verdi,” dedi Rand.
Ewin, parasına baktı, sonra başını salladı ve gümüş peniyi cebine soktu. “Saklayacağım,” dedi üzülerek.
“Âşık da var,” dedi Rand ve genç oğlan neşelendi.
“Eğer uyanırsa,” diye ekledi Mat.
“Rand,” diye sordu Ewin, “bir âşık var mı gerçekten?”
“Göreceksin,” diye yanıt verdi Rand gülerek. Ewin’in gözleri ile görmeden inanmayacağı açıktı. “Eninde sonunda aşağı inmek zorunda.”
Araba Köprüsü’nden bağırışlar geldi ve Rand sebebini görmek için başını kaldırdığında, kahkahası candandı. Gri saçlı ihtiyarlardan yeni yürümeye başlamış ufaklıklara kadar, dolanıp duran köylülerden bir kalabalık, köprüye ilerleyen, sekiz atın çektiği dev gibi, yüksek bir arabaya eşlik ediyordu. Arabanın yuvarlak, kanvas örtüsünün dışına üzüm salkımı gibi bohçalar asılmıştı. Sonunda Çerçi gelmişti. Yabancılar, bir âşık, havaifişekler ve bir Çerçi. Bu, tüm zamanların en iyi Bel Tine’ı olacaktı.