3 ÇERÇİ

Çerçi’nin arabası Araba Köprüsü’nün ağır kütükleri üzerinde yuvarlanırken tencere salkımları tangırdayıp gümledi. Hâlâ köylülerden ve Festival için gelen çiftçilerden bir bulut ile sarılı olan Çerçi, atlarını dizginledi ve hanın önünde durdu. Her yönden insanlar akarak büyük arabanın çevresindeki kalabalığı artırdı. Arabanın tekerlekleri, yukarıda, sürücü koltuğunda oturan Çerçi’ye gözlerini diken tüm insanlardan daha yüksekti.

Arabadaki Padan Fain’di, ince kolları ve iri, gaga gibi bir burnu olan solgun, sıska bir adam. Her zaman başka kimsenin bilmediği bir şaka biliyormuşçasına gülümseyen ya da kahkaha atan biri olan Fain, Rand’ın hatırlayabildiği her bahar arabasını ve atlarını Emond Meydanı’na sürmüştü.

Atlar koşumlarını şıngırdatarak durduğunda hanın kapısı hızla açıldı ve al’Vere Usta ve Tam önderliğinde, Köy Kurulu belirdi. Diğerlerinin heyecanlı, iğne, dantel, kitap ya da bir düzine başka şey isteyen bağırışları arasında yavaşça dışarı yürüdüler; Cenn Buie bile. Kalabalık, onların geçmesine izin vermek için isteksizce açıldı, sonra herkes çabucak arkalarından kapandı, ama Çerçi’ye seslenmelerini bir an bile kesmediler. Köylüler her şeyden fazla, haber sonuyorlardı.

Köylülerin gözünde, iğneler, çay ve benzerleri bir Çerçi’nin yükünün ancak yarısı ederdi. Dışarıdan, İki Nehir’in ötesindeki dünyadan haberler de en az onlar kadar önemliydi. Bazı çerçiler bildiklerini kısaca anlatır, zahmete değmez bir saçmalık yığınıymış gibi boşaltırlardı. Başkalarının ağzından laf çengelle çıkardı, istemeye istemeye, zerafetten yoksun konuşurlardı. Fain, alaylı, fakat rahat konuşurdu ve anlatım işini uzatır, bir âşığınkine rakip olacak bir gösteriye dönüştürürdü. Dikkat merkezi olmaya bayılır, her göz üzerinde, cüsse yoksunu bir horoz gibi kasılarak dolaşırdı. Rand’ın aklına Fain’in Emond Meydanı’nda gerçek bir âşık bulmaktan fazla hoşlanmayacağı geldi.

Çerçi, dizginleri bağlarken Kurul’a ve köylülere aynı ölçüde ilgi gösterdi, yanı onlara hemen hemen hiç aldırmadı. Kayıtsızca, özellikle hiç kimseyi hedef almadan başını sallıyordu. Konuşmadan gülümsüyor, özellikle dost olduğu kişilere dalgın dalgın el sallıyordu, ama onun dostluğu uzak türden bir dostluktu, yaklaşmadan sırtlarına şaplak attığı türden bir dostluk.

Konuşmasını talep eden sesler yükseldi, ama Fain sürücü koltuğunda küçük işlerle uğraşarak kalabalığın ve beklentinin, dilediği kadar büyümesini bekledi. Yalnızca Kurul, sessizliğini korudu. Konumlarına uygun bir ciddiyet takınmışlardı, ama tepelerinde yükselen pipo dumanının gittikçe artması, bunun nasıl bir çaba gerektirdiğini gösteriyordu.

Rand ve Mat kalabalıkta ilerleyerek arabaya ellerinden geldiğince yaklaştılar. Rand yarı yolda durabilirdi, ama Mat aralardan süzüldü, Rand’ı da arkasından çekti, ta ki Kurul’un tam arkasına gelene kadar.

“Tüm Festival boyunca çiftlikte kalacağını sanıyordum,” diye bağırdı Perrin Aybara Rand’a şamatanın üzerinden. Rand’dan yarım baş kısa olan, kıvırcık saçlı demirci çırağı, bir buçuk adam genişliğinde görünecek kadar iriydi. Kolları ve omuzları Luhhan Usta’ya rakip olacak kadar genişti. Kolayca kalabalığı ittirip kendine yol açabilirdi, ama bu onun tarzı değildi. Dikkatle, Çerçi den başka herhangi bir şeyi fark etmeleri güç olan insanlardan özürler dileyerek kendine yol açtı. Özürlerini yine de diliyor, kalabalığın içinden Rand ve Mat’e doğru geçerken kimseyi itmemeye çalışıyordu. “Bir düşünün,” dedi sonunda yanlarına vardığında. “Bel Tine ve bir çerçi. İkisi bir arada. İddiaya girerim gerçekten de havaifişekler vardır.”

“Daha çeyreğini bilmiyorsun.” Mat bir kahkaha attı.

Perrin ona şüpheyle baktı, sonra sorarcasına Rand’a baktı.

“Doğru,” diye bağırdı Rand, sonra bağrışan, gittikçe büyüyen kalabalığa işaret etti. “Daha sonra. Daha sonra açıklarım. Daha sonra dedim!”

O anda Padan Fain sürücü koltuğunda ayağa kalktı ve kalabalık bir anda sessizleşti. Rand’ın son sözleri mutlak sessizlik içinde patladı, Çerçi yi bir kolu dramatik bir biçimde kalkmış, ağzı açık yakaladı. İlk sözleri ile herkesin dikkatini toplamayı hedefleyen kemikli, ufak tefek adam, Rand’a keskin, sorgulayıcı bir bakış fırlattı.

Rand’ın yüzü kızardı, bu kadar kolay fark edilmemek için Ewin’in boyunda olmayı diledi. Arkadaşları da huzursuzca kıpırdandı. Fain onları ilk kez fark edeli, birer erkek kabul edeli yalnızca bir yıl olmuştu. Fain’in normalde, arabasından epey mal satın alamayacak kadar genç olanlar için zamanı olmazdı. Rand, Çerçi’nin gözünde yine çocuk konumuna dönmemiş olmayı diledi.

Fain yüksek bir homurtu ile ağır pelerinini çekiştirdi. “Hayır, daha sonra değil,” dedi ve bir kez daha elini ihtişamla kaldırdı. “Size şimdi anlatacağım.” Konuşurken geniş hareketler yapıyor, sözcüklerini kalabalığın üzerine saçıyordu. “İki Nehir de sorunlar yaşadığınızı düşünüyorsunuz, değil mi? Eh, tüm dünya sorunlar yaşıyor, Büyük Afet’ten güneye, Fırtına Denizi’ne, batıdaki Aryth Okyanusu’ndan doğudaki Aiel Kıraçları’na, hattâ daha ötesine kadar. Kış daha önce gördüğünüz tüm kışlardan daha sertti, kanınızı pelteye çevirecek, kemiklerinizi kıracak kadar soğuktu, değil mi? Ahhh! Kış her yerde soğuk ve sertti. Sınırboyları’nda sizin kışınıza bahar derler. Ama bahar gelmiyor mu diyorsunuz? Kurtlar koyunlarınızı mı öldürüyor? Hattâ belki kurtlar insanlara saldırıyor, değil mi? Öyle mi? Eh, şimdi. Bahar her yerde geç kaldı. Her yerde kurtlar var; hepsi, koyun, inek ya da insan olsun dişlerini geçirebilecekleri her tür ete aç. Ama kurtlar ve kıştan daha kötü şeyler var. Sizin ufak sorunlarınıza sahip olmaktan memnun olacaklar var.” Beklenti içinde sustu.

“Kurtların koyunları ve insanları öldürmesinden daha kötü ne olabilir?” diye sordu Cenn Buie. Diğerleri desteklercesine mırıldandılar.

“İnsanların insanları öldürmesi.” Çerçi’nin uğursuz bir tonda verdiği yanıt, o konuştukça artan, dehşet dolu mırıltılara neden oldu. “Savaştan bahsediyorum. Ghealdan’da savaş var, savaş ve delilik. Dhallin Ormanı’nın karları, insan kanı ile kızardı. Kuzgunlar ve haykırışları havayı doldurdu. Ghealdan’a ordular yürüyor. Uluslar, büyük aileler ve büyük adamlar savaşmaları için askerlerini gönderiyor.”

“Savaş mı?” Al’Vere Efendi’nin ağzı, aşina olmadığı sözcüğü beceriksizce telaffuz etti. İki Nehir’de kimsenin savaşla ilgisi yoktu. “Neden savaşıyorlar?”

Fain sırıttı ve Rand, köylülerin dünyadan yalıtılmışlığı, cahilliği ile alay ettiğini hissetti. Çerçi, Belediye Başkanı’na bir sır verecekmiş gibi eğildi, ama fısıltısının herkese yayılmasını istemişti ve öyle de oldu. “Ejder’in sancağı yükseldi ve insanlar ona karşı çıkmak için sürü sürü akıyorlar. Ve desteklemek için.”

Her gırtlaktan aynı anda uzun bir inleme çıktı. Rand elinde olmaksızın ürperdi.

“Ejder!” diye feryat etti biri. “Karanlık Varlık Ghealdan’da serbest!”

“Karanlık Varlık değil,” diye gürledi Haral Luhhan. “Ejder, Karanlık Varlık değil. Ve bu sahte bir Ejder zaten.”

“Fain Efendi’nin anlatacaklarını dinleyelim,” dedi Belediye Başkanı, ama kimse kolay kolay susmayacaktı. Her yönden insanlar bağrıştılar, erkekler ve kadınlar birbirlerinin üstünden haykırdılar.

“Karanlık Varlık kadar kötü!”

“Dünyayı Ejder kırdı, değil mi?”

“O başlattı! Delilik Zamanı’na sebep oldu!”

“Kehanetleri biliyorsunuz! Ejder yeniden doğduğu zaman, en kötü kabuslarınız, en sevdiğiniz rüyalarınız gibi görünecek!”

“Bu da sahte bir Ejder olmalı. Öyle olmalı!”

“Ne fark eder ki? Son sahte Ejder’i hatırlıyorsunuz. O da savaş başlattı. Binlerce insan öldü, öyle değil mi, Fain? Illian’a kuşatma düzenledi.”

“Kötü zamanlar bunlar! Son yirmi yıldır kimse Yenidendoğan Ejder olduğunu iddia etmedi ve son beş yılda üç tane çıktı. Kötü zamanlar! Hava durumuna bakın!”

Rand, Mat ve Perrin ile bakıştı. Mat’in gözleri heyecanla parlıyordu, ama Perrin’in kaşları endişeyle çatılmıştı. Rand kendilerine Yenidendoğan Ejder adını veren adamlar hakkındaki her hikayeyi hatırlıyordu. Hepsi ölerek ya da kehanetlerden hiçbirini gerçekleştirmeden ortadan kaybolarak sahteliklerini kanıtlamış olsalar da, yapmayı başardıkları yeterince kötüydü. Savaşın parçaladığı uluslar, ateşe verilen şehirler ve kasabalar. Ölüler güz yaprakları gibi düşmüş, mülteciler ağıldaki koyunlar gibi yolları doldurmuşlardı. Çerçiler ve tüccarlar böyle anlatmıştı ve İki Nehir’de sağduyu sahibi hiç kimse anlattıklarından kuşku duymamıştı. Ejder yeniden doğduğunda dünya sona erecekti, bazıları böyle söylüyordu.

“Kesin şunu!” diye bağırdı Belediye Başkanı. “Susun! Hayal gücünüzle kendi kendinizi korkutmayı bırakın. Bırakın Fain Efendi bu sahte Ejder’i anlatsın.” İnsanlar sessizleşmeye başladı, ama Cenn Buie susmayı reddetti.

“Bu sahte bir Ejder mi?” diye sordu çatı tamircisi ekşi ekşi.

Al’Vere Efendi şaşırmış gibi gözlerini kırpıştırdı, sonra terslendi. “İhtiyar bir aptal gibi konuşma, Cenn!” Ama Cenn kalabalığı yine ateşe vermişti.

“Yeniden Doğmuş Ejder olamaz! Işık bize yardım et, olamaz!”

“Seni ihtiyar aptal, Buie! Kötü şansı istiyorsun, değil mi?”

“Şimdi de Karanlık Varlık’ın ismini söylersin! Ejder seni ele geçirmiş, Cenn Buie! Hepimizin başını belaya sokmaya çalışıyorsun!”

Cenn meydan okurcasına çevresine bakındı, dik dik bakanları sindirmeye çalıştı ve sesini yükseltti. “Fain’in bunun sahte Ejder olduğunu söylediğini duymadım. Siz duydunuz mu? Gözlerinizi kullanın! En az diz boyu olması gereken ekinler nerede? Bahar geleli bir ay olması gerekirken neden hâlâ kış?” Dilini tutması için Cenn’e öfkeyle bağıranlar oldu. “Susmayacağım! Ben de bu konuşmalardan hoşlanmıyorum, ama başımı bir sepetin altına sokup, bir Taren Salı sakininin gelip boğazımı kesmesini beklemeyeceğim. Ve bu sefer Fain’in keyfinin gelmesini de beklemeyeceğim. Açık konuş, Çerçi. Ne işittin? Hı? Bu adam sahte Ejder mi?”

Fain getirdiği haberden ya da yarattığı huzursuzluktan rahatsız olmuşsa bile belli etmedi. Yalnızca omuzlarını silkti ve sıska parmağını burnunun yanına koydu. “Buna gelince, her şey olup bitene kadar kim bilebilir?” Sır dolu sırıtmalarından biri ile durdu, nasıl tepki göstereceklerini hayal edermiş ve bunu komik bulurmuş gibi bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdirdi. “Ama bildiğim bir şey var,” dedi abartılı bir kayıtsızlıkla. “Tek Güç’ü kullanabiliyor. Diğerleri kullanamıyordu. Ama o yönlendirebiliyor. Düşmanlarının ayaklarının altında yer yarılıyor, sağlam duvarlar, haykırışı ile ufalanıyor. O seslendiği zaman şimşekler geliyor ve işaret ettiği yere çarpıyor. Benim duyduğum bu, hem de inandığım adamlardan.”

Dehşet dolu bir sessizlik çöktü. Rand arkadaşlarına baktı. Perrin hoşlanmadığı şeyler görüyor gibiydi, ama Mat hâlâ heyecanlıydı.

Yüzü her zamankinden yalnızca biraz daha az sakin olan Tam, Belediye Başkanı’nı yakına çekti, ama o konuşamadan Ewin Finngar patladı.

“Delirecek ve ölecek! Hikayelerde Güç’ü yönlendirebilen adamlar hep delirir ve sonra tükenip ölürler. Yalnızca kadınlar ona dokunabilir. O adam bunu bilmiyor mu?” Buie Efendi’nin tokatından kaçınmak için eğildi.

“Bu kadar yeter, evlat.” Cenn boğum boğum yumruğunu Ewin’in yüzüne salladı. “Saygı göster ve bu konuyu büyüklerine bırak. Defol git!”

“Sakin ol, Cenn,” diye hırladı Tam. “Oğlan merak etti yalnızca. Bu aptallıklara gerek yok.”

“Yaşına göre davran,” diye ekledi Bran. “Ve bir kerelik Kurul üyesi olduğunu hatırla.”

Tam ve Belediye Başkanı’nın söylediği her sözcük ile Cenn’in kırışık yüzü daha da karardı, neredeyse mor olana kadar da kızarmaya devam etti. “Ne tür kadınlardan bahsettiğini biliyorsunuz. Bana dik dik bakmayı bırak, Luhhan, sen de Crawe. Bu, saygın insanların yaşadığı saygın bir köy ve Fain’in gelip Güç’ü kullanan sahte Ejderlerden bahsetmesi, bu Ejder çarpmış oğlan işe Aes Sedailerini karıştırmadan da yeterince kötü. Bazı şeylerin söylenmemesi gerekir ve bu aptal âşığın dilediği hikayeyi anlatmasına izin vermenizden hoşlanmıyorum. Bu ne doğru, ne de saygın.”

“Ben, bahsedilmemesi gereken bir şeyi ne gördüm, ne işittim, ne de kokusunu aldım,” dedi Tam, ama Fain’in söyleyecekleri bitmemişti.

“Aes Sedailer çoktan işe karıştı,” diye sesini yükseltti Çerçi. “Bir grup, atlarını Tar Valon’dan güneye sürdü. Adam, Güç’ü kullanabildiği için Aes Sedailer dışında hiç kimse onu altedemez, çünkü tüm savaşları onlar verir ve altedildikten sonra onunla onlar ilgilenirler. O da altedilirse.”

Kalabalıktan biri yüksek sesle inledi. Tam ve Bran bile huzursuzluk içinde bakıştılar. Köylüler birbirlerine sokuldular, bazıları, rüzgarın hızı azalmış olmasına rağmen pelerinlerine daha sıkı sarındı.

“Elbette altedilecek,” diye bağırdı biri.

“Sahte Ejderler sonunda hep yenilir.”

“Altedilecek, değil mi?”

“Ya yenilmezse?”

Tam, sonunda Belediye Başkanı’nın kulağına alçak sesle birşeyler söylemeyi başardı ve Bran çevresindeki patırtıyı duymazdan gelerek, zaman zaman başını sallayarak sözünü bitirmesini bekledi, sonra sesini yükseltti.

Hepiniz dinleyin. Susun ve dinleyin!” Bağırışlar kesilerek yine mırıltıya dönüştü. “Bu, dışarıdan gelen haberlerden öte bir şey. Köy Kurulu’nda tartışılmalı. Fain Efendi, handa bize katılırsan, sormak istediğimiz sorular var.”

“Şu anda bir kupa sıcak, baharatlı şarap hiç de fena olmaz,” diye yanıt verdi Çerçi gülerek. Arabadan aşağı atladı, ellerini ceketine sildi ve neşeyle pelerinini düzeltti. “Atlarımla ilgilenirsiniz, değil mi?”

“Söyleyeceklerini ben de dinlemek istiyorum!” Birden fazla ses itirazla yükseldi.

“Onu alıp götüremezsiniz! Karım beni iğne almaya gönderdi!” Bu Wit Congar’dı; bazılarının bakışları altında sırtını kamburlaştırdı, ama yerini korudu.

“Bizim de som sormaya hakkımız var,” diye bağırdı kalabalığın arkasından birisi. “Ben…”

“Sessiz olun!” diye kükredi Belediye Başkanı, ürkmüş bir sessizlik yaratarak. “Kurul soru sormayı bitirdiği zaman Fain Efendi haberlerini anlatmak için geri dönecek. Ve tencereleri ile iğnelerini satabilecek. Hu! Tad! Fain Efendi’nin atlarını ahıra yerleştirin.”

Tam ve Brand, Çerçi’nin iki yanına geçti. Kurul’un geri kalanı arkalarından kapandı ve hepsi birden Badeçay Hanı’na girip kapıyı arkalarından girmeye çalışanların yüzüne karşı sıkı sıkı kapattılar. Kapının yumruklanması karşısında, Belediye Başkanı yalnızca tek bir şey söyledi.

“Evinize gidin!”

İnsanlar Çerçi’nin söyledikleri, bunların ne anlama geldiği, Kurul’un neler sorduğu, neden dinleyip kendi sorularını sormalarına izin verilmediği hakkında mırıldanarak hanın önünde dolandılar. Bazıları hanın ön pencerelerinden içeriyi gözetledi, hattâ birkaçı Hu ile Tad’i sorguladı, ama onların ne biliyor olması gerektiği pek de açık değildi. İki vurdumduymaz ahır uşağı, yanıt olarak yalnızca homurdandı ve atların koşumlarını çıkarmaya devam ettiler. Fain’in atlarını teker teker götürdüler ve son koşum da çıktığında, geri dönmediler.

Rand kalabalığı görmezden geldi. Eski, taş temelin kenarına oturdu, pelerinine sarındı ve gözlerini han kapısına dikti. Ghealdan. Tar Valon. İsimlerin kendisi bile tuhaf ve heyecan vericiydi. Ancak çerçilerin haberlerinden ve tüccarların koruyucularının anlattığı hikayelerden bildiği yerlerdi bunlar. Aes Sedailer, savaşlar, sahte Ejderler: gece geç saatlerde, bir mum duvarda tuhaf gölgeler yaratırken ve rüzgar kepenklerin arkasında ulurken, şöminelerin önünde anlatılan hikayelerin konularıydı. Bütününe bakınca, tipileri ve kurtları tercih ederdi. Yine de, orada, uzakta, İki Nehir’in ötesinde farklı olmalıydı, bir âşığın hikayesinin ortasında yaşamak gibi olmalıydı. Macera. Uzun bir macera. Bir yaşam boyu.

Köylüler yavaş yavaş, mırıldanarak ve başlarını sallayarak dağıldı. Wit Congar, durarak, terk edilmiş arabaya, içinde saklanmış bir çerçi daha bulabilirmiş gibi baktı. Sonunda birkaç gençten başka kimse kalmadı. Mat ve Perrin Rand’ın oturduğu yere yürüdüler.

“Bir âşığın bunu nasıl geçebileceğini bilmiyorum,” dedi Mat heyecanla. “Bu sahte Ejder’i hiç görebilecek miyiz acaba?”

Perrin kıvırcık saçlarını salladı. “Ben onu görmek istemiyorum. Başka bir yerde belki, ama İki Nehir’de değil. Bu savaş anlamına geliyorsa değil.”

“Burada Aes Sedailerin görülmesi anlamına geliyorsa da değil,” diye ekledi Rand. “Yoksa Kırılış’a kimin sebep olduğunu unuttun mu? Ejder başlatmış olabilir, ama dünyayı kıran aslında Aes Sedailerdi.” “Bir zamanlar bir hikaye dinlemiştim,” dedi Mat yavaşça, “bir yün alıcısının koruyucusundan. Ejderin, insanoğlunun en büyük ihtiyaç anında doğacağını ve hepimizi kurtaracağını söylemişti.”

“Eh, buna inanıyorsa aptalın tekiymiş,” dedi Perrin kararlılıkla. “Ve sen de dinlediğin için aptalın tekiymişsin.” Sesi öfkeli gelmiyordu; Perrin kolay kolay öfkelenmezdi. Ama bazen Mat’in civa gibi hayalleri karşısında çileden çıkardı ve sesinde bundan bir parça işitiliyordu. “Herhalde sonra da yeni bir Efsaneler Çağı’nda yaşayacağımızı söylemiştir.”

“İnandığımı söylemedim,” diye itiraz etti Mat. “Yalnızca dinledim. Nynaeve de duydu ve hem koruyucunun hem de benim derilerimizi canlı canlı yüzeceğini sandım. Adam –koruyucu– bir sürü insanın inandığını, ama bunu açıklamaya korktuklarını söyledi. Aes Sedailerden ya da Işığın Evlatları’ndan korkuyorlarmış. Nynaeve, alev aldıktan sonra adam başka bir şey söylemedi. Nynaeve adamın anlattıklarını tüccara söyledi ve tüccar koruyucunun onunla yaptığı son yolculuk olduğunu söyledi.”

“İyi olmuş,” dedi Perrin. “Ejder bizi kurtaracakmış! Bana Coplin konuşması gibi geldi.”

“Ejder’in bizi kurtarmasını istememize sebep olacak kadar büyük nasıl bir ihtiyaç içinde olabiliriz ki?” diye düşündü Rand. “Karanlık Varlık’tan yardım istemekten bir farkı yok.”

“Adam söylemedi,” diye yanıt verdi Mat huzursuzca. “Ve yeni bir Efsaneler Çağı’ndan da bahsetmedi. Ejder’in gelişi ile dünyanın paramparça olacağını söyledi.”

“Bu bizi kesinlikle kurtanr,” dedi Perrin kuru kuru. “Yeni bir Kırılış.”

“Yak beni!” diye hırladı Mat. “Ben yalnızca koruyucunun söylediklerini anlatıyorum.”

Perrin başını iki yana salladı. “Umarım Aes Sedailer ve bu Ejder, sahte ya da değil, neredeyseler orada kalırlar. Belki böylece, İki Nehir sorundan uzak kalır.”

“Onların gerçekten Karanlıkdostları olduklarını mı düşünüyorsun?” Mat düşünceli düşünceli kaşlarını çatmıştı.

“Kim?” diye sordu Rand.

“Aes Sedailer.”

Rand Perrin’e baktı. Perrin omuzlarını silkti. “Hikayeler,” diye başladı yavaşça, ama Mat sözünü kesti.

“Hikayelerin hepsi Karanlık Varlık’a hizmet ettiklerini söylemiyor, Rand.”

“Işık, Mat,” dedi Rand, “Kırılış’a onlar sebep oldu. Başka ne istiyorsun?”

“Sanırım.” Mat içini çekti, fakat sonra yine sırıtmaya başladı. “İhtiyar Bili Congar var olmadıklarını söylüyor Aes Sedai, Karadostlar. Onların yalnızca hikaye olduklarını söylüyor. Karanlık Varlık’a da inanmadığını söylüyor.”

Perrin hıhladı. “Bir Congar’dan Coplin konuşması. Başka ne bekliyorsun?”

“İhtiyar Bili Karanlık Varlık’ın ismini telaffuz etti. İddiaya girerim bunu bilmiyorsundur.”

“Işık!” diye soludu Rand.

Mat’in sırıtması genişledi. “Geçen bahardı, tarlalarına fidekesen tırtılı girmesinden hemen önceydi. Başka kimsenin tarlasına girmeyen tırtıldan bahsediyorum. Evindeki herkes sarılık geçirmeden önce. Onun söylediğini duydum. İnanmadığını söylüyor, ama artık ne zaman Karanlık Varlık’ın ismini telaffuz etmesini istesem, bana bir şey fırlatıyor.”

“Bunu yapacak kadar aptalsın, değil mi, Matrim Cauthon?” Nynaeve al’Meara aralarına girdi. Omzunun üzerine çektiği siyah örgüsü öfkeden neredeyse diken diken olmuştu. Rand ayağa kalktı. İnce ve Mat’in omzundan daha uzun boylu olmayan Hikmet, o anda hepsinden uzun görünüyordu ve genç ve güzel olmasının da bir önemi yoktu. “Bili Congar hakkında böyle bir şeyden kuşkulanıyordum, ama en azından senin onu böyle bir şey yapmaya zorlamayacak kadar sağduyu sahibi olduğunu düşünüyordum. Evlenecek kadar büyüdün, Matrim Cauthon, ama gerçekte hâlâ annenin önlüğüne asılıyor olmalıydın. Karanlık Varlık’ın ismini şimdi de sen telaffuz edersin herhalde.”

“Hayır, Hikmet,” diye itiraz etti Mat, orada olmaktansa başka herhangi bir yerde olmayı tercih edermiş gibi görünerek. “İhtiyar Bil idi –yani Congar Efendi demek istiyorum, ben değildim! Kan ve küller, ben…”

“Diline dikkat et, Matrim!”

Nynaeve’in öfkeli bakışları ona dikilmemiş olsa da Rand doğruldu. Perrin de aynı ölçüde utanmış görünüyordu. Daha sonra içlerinden biri kendilerinden o kadar da büyük olmayan bir kadından fırça yemekten şikayet edecekti –Nynaeve’in paylamalarından sonra birisi hep şikayet ederdi, ama asla onun işitebileceği bir yerde değil– ama yaşlan arasında fark yüz yüzeyken hep yeterinden de fazla gelirdi. Özellikle de öfkeliyken. Elindeki sopanın bir ucu kalın, diğer ucu dal kadar inceydi, ve aptalca davrandığını düşündüğü herkese, yaşına ya da konumuna bakmadan sopasını savurması mümkündü –başına, ellerine ya da bacaklarına.

Hikmet, dikkatini öyle çekmişti ki, Rand başta yalnız olmadığını fark edemedi. Hatasını fark ettiğinde, Nynaeve daha sonra ne derse desin, ya da ne yaparsa yapsın, gitmeyi düşünmeye başladı.

Hikmet’in birkaç adım arkasında Egwene durmuş, dikkatle izliyordu. Nynaeve ile aynı boydaydı ve aynı koyu renklere sahipti. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, ağzı onaylamazlıkla gerilmiş, Nynaeve’in ruh halinin bir yansıması gibiydi. Yumuşak, gri pelerininin başlığı yüzünü gölgeliyordu ve iri, kahverengi gözlerinde bu sefer kahkahalar yoktu.

Adalet olsa, diye düşündü Rand, kızdan iki yaş büyük olmak ona avantaj sağlamalıydı, ama öyle değildi. Rand’ın dili, köylü kızlarla konuşurken bile asla yeterince çevik olmazdı, ama ne zaman Egwene gözlerini iri iri açarak, dikkatinin her gramı üzerindeymiş gibi ona baksa, Rand bir türlü sözcüklerin istediği gibi çıkmasını sağlayamıyordu. Belki Nynaeve sözünü bitirir bitirmez uzaklaşmayı başarabilirdi. Ama nedenini bilemese de, gitmeyeceğini biliyordu.

“Ay çarpmasına uğramış kuzu gibi bakmayı bitirdiysen, Rand al’Thor,” dedi Nynaeve, “sizin gibi üç buzağı irisinin bile ağzına almaması gerektiğini bildiği bir şeyden neden bahsettiğinizi bana söyleyebilirsin belki.”

Rand irkildi ve gözlerini Egwene’den ayırdı; Hikmet konuşmaya başladığında kızın yüzüne huzursuz edici bir gülümseme yerleşmişti. Nynaeve’in sesi iğneliydi, ama yüzünde çok bilmiş bir gülümsemenin başlangıcı vardı –ta ki Mat yüksek sesle gülene kadar. Hikmet’in gülümsemesi hemen yok oldu ve Mat’e fırlattığı bakış, kahkahasını boğuk bir yutkunmaya çevirdi.

“Ee, Rand?” dedi Nynaeve.

Rand gözucuyla Egwene’in hâlâ gülümsediğini gördü. Bu kadar komik olan ne? “Bundan bahsetmemiz doğaldı, Hikmet,” dedi telaşla. “Çerçi –Padan Fain… ah… Fain Efendi –Ghealdan’daki sahte Ejder, savaş ve Aes Sedailer hakkında haberler getirdi. Kurul, haberlerin, onunla konuşmalarını gerektirecek kadar önemli olduğunu düşündü. Başka neden bahsedebilirdik ki?”

Nynaeve başını iki yana salladı. “Demek bu yüzden Çerçi’nin arabası terk edilmiş duruyor. İnsanların karşılamaya koştuğunu duydum, ama ateşi düşmeden Ayellin Hanım’ın yanından ayrılamadım. Kurul, Çerçi’yi Ghealdan’da olanlar hakkında sorguluyor, öyle mi? Onları tanıyorsam, tamamen yanlış soruları soruyorlardır ve doğru sorular akıllarına bile gelmiyordur. Faydalı birşeyler öğrenmek Kadın Kurulu’na kalacak.” Pelerinini sıkıca omuzlarına geçirerek hanın kapısında kayboldu.

Egwene, Hikmet’i takip etmedi. Han kapısı Nynaeve’in arkasından kapandığında genç kız gelip Rand’ın önünde durdu. Yüzündeki kızgınlık yok olmuştu, ama bakışları Rand’ı huzursuz ediyordu. Gözlerini arkadaşlarına çevirdi, ama onlar geniş geniş sırıtarak gittiler ve onu yalnız bıraktılar.

“Mat’in aptallıklarına seni de karıştırmasına izin vermemelisin, Rand,” dedi Egwene, Hikmet in kendisi kadar büyük bir ağırbaşlılıkla. Sonra aniden kıkırdadı. “Cenn Buie on yaşındayken seni ve Mat’i elma ağaçlarının tepesinde yakaladığından beri seni böyle görmemiştim.”

Rand ayak değiştirdi ve arkadaşlarına bir bakış fırlattı. Fazla uzakta değildiler, Mat konuşurken heyecanlı hareketler yapıyordu.

“Yarın benimle dans edecek misin?” Söylemek istediği bu değildi. Onunla dans etmek istiyordu, ama aynı zamanda onun yanındayken hissettiği huzursuzluğu hiç istemiyordu. O anda hissettiği huzursuzluğu.

Kızın dudaklarının kenarları küçük bir gülümseme ile kıvrıldı. “Akşam,” dedi. “Sabah meşgul olacağım.”

Diğer ikisinden Perrin bağırdı. “Bir âşık mı!”

Egwene onlara döndü, ama Rand elini kızın koluna koydu. “Meşgul mü? Nasıl?”

Kız soğuğa rağmen pelerininin başlığını arkaya itti ve kayıtsızlıkla saçlarını omzunun üzerinden öne çekti. Rand onu son gördüğünde, saçları siyah dalgalar halinde omuzlarına düşüyor, yalnızca kırmızı bir kurdele onları yüzünden arkaya çekiyordu. Şimdi uzun bir örgü yapılmıştı.

Rand örgüye bir yılanmış gibi baktı, sonra, şimdi Otlak’ta yalnız duran, yarını bekleyen Bahar Direği’ne baktı. Sabah, evlenme çağı gelmiş bekar kadınlar Direk’in çevresinde dans edecekti. Rand yutkundu. Bir şekilde, kızın kendisi ile aynı zamanda evlenme çağına gireceği hiç aklına gelmemişti.

“İnsanın evlenecek yaşa gelmesi,” diye mırıldandı, “evlenmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Hemen değil.”

“Elbette hemen değil. Ya da aynı sebepten, asla.”

Rand gözlerini kırpıştırdı. “Asla mı?”

“Bir Hikmet asla evlenmez. Nynaeve bana ders veriyordu, biliyorsun. Yeteneğim olduğunu, rüzgarı dinlemeyi öğrenebileceğimi söylüyor. Nynaeve, yapabildiklerini söylemelerine rağmen her Hikmet’in rüzgarı dinlemeyi beceremediğini söylüyor.”

“Hikmet mi!” diye öttü Rand. Kızın gözlerindeki tehlikeli parıltıyı fark etmedi. “Nynaeve, en az elli yıl daha buranın Hikmet i olacak. Belki daha fazla. Hayatının kalanını onun çırağı olarak mı geçireceksin?”

“Başka köyler var,” diye yanıt verdi Egwene hararetle. “Nynaeve Taren’in kuzeyindeki köylerin, Hikmet’lerini hep uzaktan seçtiklerini söylüyor. Böylece köylüler arasında adam kayırması önleniyormuş.” Rand’ın keyfi, geldiği hızla soldu. “İki Nehir’in dışı mı! Seni bir daha asla göremeyebilirim.”

“Bu hoşuna gitmez miydi? Öyle ya da böyle, bir tercihin olduğu konusunda hiçbir işaret vermedin son zamanlarda.”

“Kimse İki Nehir’den ayrılmaz,” diye devam etti Rand. “Belki Taren Salı’ndan birileri, ama onlar zaten tuhaf. İki Nehir sakinleri hiç gitmez.”

Egwene çileden çıkmışcasına içini çekti. “Eh, belki ben de tuhafımdir. Belki hikayelerde dinlediğim yerlerden bazılarını görmek istiyorumdur. Bunu hiç düşündün mü?”

“Elbette düşündüm. Ben de bazen hayal kurarım, ama hayallerle gerçeklerin arasındaki farkı bilirim.”

“Ben bilmiyor muyum?” dedi kız öfkeyle ve sırtını döndü.

“Kastettiğim bu değildi. Kendimden bahsediyordum. Egwene?”

Kız, delikanlıyı dışarıda bırakan bir duvarmış gibi, pelerinine sarındı ve gergin gergin birkaç adım uzaklaştı. Rand hayal kırıklığı içinde başını ovaladı. Nasıl açıklayabilirdi? Kız, sözlerinden, Rand’ın asla içerdiğini düşünmediği anlamları, ilk kez çıkarmıyordu. Mevcut ruh hali içinde, yanlış bir adım her şeyi daha da kötü yapardı ve Rand söyleyeceği her şeyin yanlış bir adım olacağından emindi.

Mat ve Perrin o sırada geri döndü. Egwene onları görmezden geldi. Delikanlılar tereddütle ona baktılar, sonra Rand’a yaklaştılar.

“Moiraine Perrin’e de para vermiş,” dedi Mat. “Tıpkı bizimki gibi.” Durdu ve sonra ekledi, “Ve atlıyı da görmüş.”

“Nerede?” diye sordu Rand. “Ne zaman? Başka herhangi biri görmüş mü? Başkasına söyledin mi?”

Perrin yavaş bir hareketle iri ellerini kaldırdı. “Teker teker sor. Onu köyün kenarında, demirhaneyi izlerken gördüm. Dün, alacakaranlıkta. Beni baştan aşağı ürpertti. Luhhan Usta’ya söyledim, ama o baktığı zaman kimse yoktu. Gölge gördüğümü söyledi. Ama ateşi söndürürken ve aletleri kaldırırken en büyük çekicini hep yanında taşıdı. Bunu daha önce hiç yapmamıştı.”

“Demek sana inandı,” dedi Rand, ama Perrin omuz silkti.

“Bilmiyorum. Ona gölgeden başka bir şey görmediysem neden çekici yanında taşıdığını sordum. Kurtların köye inecek kadar cesurlaşması hakkında birşeyler söyledi. Belki gördüğümün bu olduğunu düşünmüştür, ama alacakaranlıkta bile bir kurt ile bir atlıyı ayırt edebileceğimi biliyor olmalı. Ben ne gördüğümü biliyorum ve kimse farklı bir şeye inanmamı sağlayamaz.”

“Ben sana inanıyorum,” dedi Rand. “Unutma, onu ben de gördüm.” Perrin, daha önce bundan emin değilmiş gibi, tatmin olmuş bir homurtu çıkardı.

“Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu Egwene aniden.

Rand birden daha alçak sesle konuşmuş olmayı diledi. Kızın dinlediğini fark etseydi bunu yapardı. Mat ve Perrin aptallar gibi sırıtarak ve birbirlerinin sözünü keserek siyah pelerinli atlıyı anlattılar, ama Rand sessiz kaldı. Sözleri bittiği zaman Egwene’in ne söyleyeceğini biliyordu.

“Nynaeve haklıymış,” dedi Egwene gökyüzüne doğru, iki delikanlı sustuğu zaman. “Hiçbiriniz anneninizin eteklerinden ayrılmaya hazır değilsiniz. İnsanlar ata biner, biliyorsunuz. Bu onları bir âşığın hikayesinden çıkmış bir canavar yapmaz.” Rand başını salladı; tıpkı düşündüğü gibiydi. Kız ona döndü. “Ve sen bu masalları yayıyorsun. Bazen aklın hiç çalışmıyor, Rand al’Thor. Sen çocukları korkutarak dolaşmadan da kış yeterince korkutucuydu.”

Rand ekşi ekşi yüzünü buruşturdu. “Ben hiçbir şey yaymıyorum, Egwene. Ama ne gördüysem gördüm ve bu, kaçan ineğini arayan bir çiftçi değildi.”

Egwene derin bir nefes aldı ve ağzını açtı, ama ne söylemeye niyetlendiyse, bu, hanın kapısının açılması ve dağınık, beyaz saçlı bir adamın kovalanıyormuş gibi telaşla dışarı çıkması ile unutuldu.

Загрузка...