32 GÖLGEDE DÖRT KRAL

Köy, çoğundan daha büyüktü, ama yine de Dört Kral gibi bir isim taşımak için biraz yıkık döküktü. Caemlyn Yolu her zamanki gibi kasabanın tam ortasından geçiyordu, ama güneyden gelen ve trafiği yoğun olan bir başka yol daha vardı. Bölgedeki çoğu köy, pazar yeri ve çiftçilerin bir araya geldikleri yerlerdi, ama burada pek az çiftçi görülüyordu. Dört Kral, Caemlyn’e ve Baerlon’un ötesindeki, Puslu Dağlar’daki madenci kasabalarına giden tüccar arabası kafilelerinin konak yeri olarak hayatta kalmıştı. Güney yolu, Lugard’ın batıdaki madenlerle ticaretini taşıyordu; Caemlyn’e giden Lugardlı tüccarlar daha kısa bir yoldan gidiyordu. Çevredeki kırlarda pek az çiftlik vardı, kendilerini ve kasabayı beslemeye ancak yetecek kadar ve köydeki her şey tüccarlar, arabaları, onları süren adamlar ve malları yükleyen işçilerin üzerine odaklanmıştı.

Dört Kral’ın çevresinde ufalanıp toza dönüşmüş, saçılmış, tekerlek tekerleğe park edilmiş, birkaç sıkkın nöbetçi dışında terk edilmiş arabalarla dolu çıplak toprak alanlar vardı. Sokaklar dizi dizi ahırlar ve atların bağlanması için ayrılan yerlerle doluydu. Tüm sokaklar, arabaların geçmesine izin verecek kadar genişti ve derin tekerlek izleri ile oyulmuştu. Köy çayırı yoktu, çocuklar teker izlerinin içinde oynuyor, arabalardan ve sürücülerin küfürlerinden kaçıyorlardı. Başlarını eşarplarla örten köy kadınları gözlerini yerden kaldırmıyor, bazen arabacıların Rand’ın yüzünü kızartan yorumları eşliğinde çabuk çabuk yürüyorlardı. Mat bile bazı küfürleri duyunca irkilmişti. Çitlerin üzerinden sarkıp komşularıyla dedikodu eden kadınlar yoktu. Kasvetli, ahşap evler yan yana duruyordu. Aralarında daracık geçitlerden başka bir şey yoktu ve badanaları –eski tahtaları boyamaya zahmet edenlerin olduğu yerlerde– yıllardır yenilenmemiş gibi solmuştu. Evlerdeki ağır kepenkler o kadar uzun zamandır açılmamıştı ki, menteşeler kaskatı pas yığınlarına dönüşmüştü. Her yerde bir gürültü asılıydı: demircilerin tangırtıları, araba sürücülerinin bağrışmaları, hanlardan yükselen bet kahkahalar.

Çiğ renklere boyanmış, yeşilleri ve sarıları kurşun rengi evlerin öte yanından, dikkat çeken bir hanın önüne geldiklerinde Rand bir tüccarın kanvas tepeli arabasından aşağı atladı. Araba dizisi ilerlemeye devam etti. Sürücülerin hiçbiri onun ve Mat’in gittiğini fark etmedi; alacakaranlık çöküyordu ve hepsinin aklında hanlara ulaşıp atları çözmek vardı. Rand, bir tekerlek çukurunda sendeledi, sonra karşı yönden gelen, tıkabasa dolu bir arabanın yolundan kaçtı. Araba geçerken sürücü bir küfür salladı. Bir köy kadını yanından dolandı ve göz göze gelmekten kaçınarak uzaklaştı.

“Burası hakkında hiçbir şey bilmiyorsun,” dedi. Gürültülerin içinden müzik sesleri duyduğunu sandı, ama nereden geldiğini çıkaramıyordu. Belki handan, ama emin olmak güçtü. “Ama hoşlanmadım. Belki bu sefer yola devam etsek daha iyi olacak.”

Mut ona küçümseyerek baktı, sonra gözlerini gökyüzüne çevirdi. Yukarıda siyah bulutlar toparlanıyordu. Ve bu gece bir çalının dibinde uyuyalım, öyle mi? Bu havada mı? Ben yine yatakta uyumaya alıştım.” Dinlemek için başını bir yana eğdi, sonra homurdandı. “Belki o yerlerden birinin müzisyeni yoktur. Her durumda, bir jonglörleri olmadığından eminim.” Yayını omzuna astı ve her şeyi kısık gözlerle izleyerek parlak sarı kapıya yöneldi. Rand, kuşku içinde takip etti.

İçeride müzisyenler vardı, kanun ve davulları kaba kahkahalar ve sarhoş bağrışmaları arasında kayboluyordu. Rand, hancıyı bulmaya zahmet etmedi. Sonraki iki hanın da müzisyenleri vardı ve orada da aynı sağır edici şamata hüküm sürüyordu. Kaba giyimli adamlar masaları doldurmuş, ortalıkta sendeliyor, kupalarını sallıyor, sabit, sabırlı gülümsemeler ile masaların arasında seyirten kadın hizmetkarları ellemeye çalışıyorlardı. Binalar gürültü ile sallanıyordu, içeride ekşi bir beklemiş şarap ve yıkanmamış beden kokusu vardı. İpek ve kadifelere bürünmüş tüccarlardan iz yoktu; yukarı kattaki özel yemek odaları, kulaklarını ve burunlarını koruyordu. Rand ve Mat başlarını içeri uzattıktan sonra hemen ayrıldılar. Rand yola devam etmekten başka seçenekleri olmayacağını düşünmeye başlamıştı.

Dördüncü han olan Dans Eden Arabacı, sessiz duruyordu.

Diğer hanlar gibi çiğ renklere boyanmıştı: sarı çerçeveli parlak kırmızı ve göz çıkartan bir yeşil. Fakat burada boyalar çatlamış, soyuluyordu. Rand ve Mat içeri girdi.

Salonu dolduran masalarda yalnızca yarım düzine adam oturuyordu. Kupalarının üzerinde kamburlarını çıkarmışlar, her biri yalnız başına, asık suratlı bir halde düşüncelerine dalmıştı. Burada iş kesinlikle iyi değildi, ama bir zamanlar daha iyi olmuş olmalıydı. Müşteri adedi kadar hizmetkar odada oyalanıyordu. Aslında yapacak epey işleri vardı –yer, kir, tavanın köşeleri, örümcek ağları ile kaplıydı– ama çoğu faydalı hiçbir şey yapmıyor, yalnızca aylak görünmemek için ortada dolanıyordu.

Omuzlarına kadar uzanan tel tel saçları olan kemikli bir adanı, kapıdan girerlerken dönüp onlara kaşlarını çattı. Dört Kral’ın üzerinde ilk gökgürültüsü çaktı. “Ne istiyorsunuz?” Ayak bileklerine kadar uzanan yağlı önlüğüne ellerini siliyordu. Rand, önlüğün mü, yoksa adamın ellerinin mi daha kirli olduğunu merak etti. Rand’ın gördüğü ilk zayıf hancıydı bu. “Ee? Konuşun, bir içki alın ya da gidin! Ucube gösterisi gibi mi görünüyorum?”

Rand kızararak bundan önceki hanlarda mükemmelleştirdiği sözlere girişti. “Ben flüt çalıyorum ve arkadaşım top çeviriyor. Bir yıldır daha iyi iki kişi görmemişsindir. İyi bir oda ve iyi bir yemek karşılığında bu salonu doldururuz.” O akşam gördüğü diğer dolu salonları hatırladı, özellikle de sonuncusunda, tam önünde kusan adamı. Çizmelerini kurtarmak için çeviklikle sıçraması gerekmişti. Tereddüt etti, kendine hakim oldu ve devam etti. “Hanını, bize harcayacağın pek az paraya karşılık yirmi kat daha fazla kazandıracak kadar içki ve yemek satın alacak adamlarla doldururuz. Neden…”

“Santur çalan bir adamım var,” dedi hancı ekşi ekşi.

“Seninki ayyaşın biri, Saml Hake,” dedi hizmetkar kadınlardan biri. Üzerinde iki kupa olan bir tepsi ile yanlarından geçiyordu. Durup Rand ile Mat’e tombul yanaklarıyla gülümsedi. “Çoğu zaman salonu bulacak kadar bile göremiyor,” diye sır verdi yüksek bir fısıltı ile. “İki gündür onu görmedim.”

Hake, gözlerini Rand ve Mat’den ayırmadan kayıtsızlıkla kadının suratına elinin tersiyle bir tokat patlattı. Kadın şaşkın bir homurtu çıkardı ve tüm ağırlığıyla pis yere düştü; kupalardan biri kırıldı, dökülen şarap, pisliğin içinde yollar açtı. “Dökülen şarabın ve kupanın parası ücretinden kesilecek. Yeni içki getir. Ve acele et. İnsanlar sen tembellik edesin diye para ödemiyor.” Ses tonu da tokadı kadar kayıtsızdı. Müşterilerden hiçbiri şaraplarından başlarını kaldırmadılar ve diğer hizmetkar kadınlar bakışlarını kaçırdılar.

Tombul kadın yanağını ovuşturdu ve Hake’e sadece ölüm dolu gözlerle baktı, ama boş kupayı, kırık parçaları tepsisine topladı ve tek söz söylemeden uzaklaştı.

Hake, Rand ve Mat’i süzerek düşünceli düşünceli dişlerinin arasından nefes aldı. Bakışları balıkçıl damgalı kılıca takıldı, sonra gözlerini kaçırdı. “Bakın size ne söyleyeceğim,” dedi sonunda. “Arkadaki boş depodan iki palet kullanabilirsiniz. Odalar, ücretsiz vermek için fazla pahalı. Herkes gittikten sonra yersiniz. Yetecek kadar yemek kalır mutlaka.”

Rand, Dört Kralda henüz denemediği bir han olmasını diledi. Beyazköprü’den ayrıldığından beri, soğukluk, kayıtsızlık ya da açık düşmanlıkla karşılaşmıştı, ama bu adamın ve bu köyün verdiği huzursuzluk duygusunu hiçbir yerde görmemişti. Kendi kendine bunun sebebinin pislik ve gürültü olduğunu söyledi, ama huzursuzluk duygusu kaybolmadı. Mat tuzaktan şüphelenıyormuş gibi Hake’i izliyordu, ama Dans Eden Arabacı dan vazgeçip bir çalının dibinde uyumayı istiyormuş gibi görünmüyordu. Gökgürültüsü pencereleri sarstı. Rand içini çekti.

“Temizlerse ve yeterince temiz battaniye varsa palet olur. Ama karanlık çöktükten iki saat sonra yemek yeriz ve elindekinin en iyilerinden yeriz. Burada. Ne yapabileceğimizi sana gösterelim.” Flüt çantasına uzandı, ama Hake başını iki yana salladı.

“Fark etmez. Bu kalabalık, müziğe benzediği sürece her tür gıcırtıyı kabul eder.” Gözleri yine Rand’ın kılıcına gitti; ince gülümsemesi dudaklarından başka hiçbir şeye dokunmuyordu. “İstiyorsanız yiyin, ama kalabalık toplayamazsanız kendinizi sokakta bulursunuz.” Omzunun üzerinden duvarın dibinde oturan iki sert yüzlü adama işaret etti. Adamlar içki içmiyordu ve kollan, bacak kadar kalındı. Hake onlara başını salladığı zaman düz ve ifadesiz gözleri Rand ve Mat’e kaydı.

Rand, midesindeki burkulmayı belli etmemeyi umarak bir elini kılıcının kabzasına koydu. “Anlaştığımız şeyleri aldığımız sürece,” dedi ölçülü bir sesle.

Hake gözlerini kırpıştırdı ve bir an huzursuz göründü. Aniden başını salladı. “Söyleyeceğimi söyledim, değil mi? Eh, başlayın artık. Orada durarak burayı dolduramazsınız.” Kaşlarını çatarak, hizmetkarlara sanki içeride ihmal ettikleri elli müşteri varmış gibi bağırarak uzaklaştı.

Odanın uzak ucunda, arka kapının yakınında, küçük, yüksek bir platform vardı. Rand oraya bir sıra taşıdı, pelerinini, battaniye rulosunu ve Thom’un bohça yapılmış pelerinini sıranın arkasına koydu, en üste de kılıcını yerleştirdi.

Kılıcı herkesin görebileceği şekilde takmanın akıllıca olup olmadığını merak etti. Kılıçlar yeterince sıradandı, ama balıkçıl damgası, dikkat çekiyordu. Herkesten değil, ama en ufak bir dikkat bile onu rahatsız ediyordu. Myrddraaller için açık bir iz bırakıyor olabilirdi –Solukların böyle izlere ihtiyacı varsa. Varmış gibi görünmüyordu. Her durumda, kılıcı takmaktan vazgeçmeye gönülsüzdü. Kılıcı ona Tam vermişti. Babası. Kılıcı taktığı sürece aralarında bir bağlantı olacaktı, Tam’e baba deme hakkını veren bir bağ. Artık çok geç, diye düşündü. Ne demek istediğinden emin değildi, ama doğru olduğundan emindi. Çok geç.

“Kuzeyin Horozu”nun ilk notaları ile salondaki yarım düzine müşteri başlarını şaraplarından kaldırdılar. Hattâ iki azman, biraz öne eğildi. Çalmayı bitirdiğinde, iki kabadayı dahil herkes alkışladı ve Mat, ellerinde renkli topları bir sağanak gibi çevirdiğinde yine alkışladılar. Dışarıda, gökyüzü yine gürledi. Yağmur yağmıyordu, ama basınç açıkça hissedilebiliyordu; yağmur ne kadar gecikirse, o kadar şiddetli yağacaktı.

Söylenti yayıldı ve hava karardığı zaman, han, kahkahalar atan, konuşan adamlarla tıkabasa dolmuştu. Gürültü o kadar yüksekti ki, Rand ne çaldığını duyamıyordu. Salondaki şamatayı ancak gökgürültüsü bastırabiliyordu. Pencerelerde şimşekler çakıyordu ve gökgürültüsünün verdiği kısa aralarda yağmurun çatıyı dövdüğünü işitebiliyordu.

Ne zaman ara verse sesler gürültünün içinden şarkı isimleri bağırıyordu. Çoğu ismi tanımıyordu, ama birisine biraz söylettikten sonra, genellikle şarkıyı bildiğini anlıyordu. Başka yerlerde de böyle olmuştu. “Şen Jaim”, burada “Rhea’nın Sıçrayışı” olarak biliniyordu ve bir önceki duraklarında “Güneşin Renkleri” olmuştu. Bazı isimler aynı kalıyordu; başkaları on beş kilometre aralıklarla değişiyordu ve yeni şarkılar da öğrenmişti. “Sarhoş Çerçi” yeniydi, ama bazen “Tenekeci Mutfakta” deniyordu. “İki Kral Ava Geldi”, “Kaçan İki At”, ve daha bir sürü değişik isme sahipti. Rand, bildiklerini çaldı ve masalardaki adamlar daha fazlası için alkış tuttular.

Başkaları, Mat’in yine top çevirmesi için seslendiler. Bazen, müzik isteyenlerle top çevirme sevenler arasında kavgalar çıkıyordu. Bir kez bir hançer çıktı, bir kadın çığlık attı ve bir adam, yüzünden kan akarak arkaya devrildi, ama iki azman, Jak ve Strom hızla müdahale etti ve kesinlikle ayrım gözetmeden kavgaya karışan herkesi, kafalarında birer yumru ile sokağa attılar. Her tür soruna karşı taktikleri buydu. Kahkahalar ve konuşmalar, hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Azmanların kapıya giderken çarptıkları dışında kimse bakmadı bile.

Müşteriler, hizmetkar kadınlardan biri ihtiyatı elden bırakınca ellerini serbestçe kullanıyordu. Jak ve Strom birkaç kez kadınlardan birini kurtardı, ama pek de acele etmediler. Hake’in bağırmalarına ve ilgili kadını sarsmasına bakılırsa, hep kadının suçlu olduğunu düşünüyor gibiydi ve yaşlı gözler, kekeleyerek dilenen özürler, kadınların da onun fikrini kabullenmeye hazır olduğunu gösteriyordu. Hake ne zaman kaşlarını çatsa, başka yere bakıyor olsa da kadınlar yerlerinden sıçrıyordu. Rand, buna neden tahammül ettiklerini merak etti.

Hake Rand ve Mat’e baktığı zaman gülümsüyordu. Bir süre sonra Rand, Hake’in onlara gülümsemediğini fark etti; gülümsemesi, gözleri arkalarına, balıkçıl damgalı kılıcın yattığı yere kaydığında beliriyordu. Rand bir kez altın ve gümüş işlemeli flütü yanına koydu ve flüt de bir gülümseme kazandı.

Mat ile bir kez daha yer değiştirirlerken, Rand Mat’in kulağına eğildi. O kadar yakınken bile yüksek sesle konuşmak zorunda kalıyordu, ama onca gürültü varken, herhangi birinin duyabileceğinden kuşkuluydu. “Hake bizi soymaya çalışacak.”

Mat hiç de beklemediği bir şey değilmiş gibi başını salladı. “Bu gece kapımızı sürgülememiz gerekecek.”

“Kapıyı sürgülemek mi? Jak ve Strom yumrukları ile kapıyı kırabilir. Buradan gidelim.”

“En azından yemek yiyene kadar bekle. Açım. Burada bize hiçbir şey yapamazlar,” diye ekledi Mat. Tıklım tıklım dolu olan salondan, devam etmeleri için sabırsız bağırışlar yükseldi. Hake dik dik bakıyordu. “Her neyse, bu gece dışarıda mı uyumak istiyorsun?” Özellikle güçlü bir şimşek başka her şeyi bastırdı ve bir an pencerelerden gelen ışık lambalardan daha güçlüydü.

“Yalnızca kafam kırılmadan buradan ayrılmak istiyorum,” dedi Rand, ama Mat çoktan dinlenmek için taburesine çökmüştü. Rand içini çekti ve “Dun Aren Yolu”na başladı. Kalabalığın çoğu bunu sevmiş görünüyordu; Rand şimdiye dek dört kez çalmıştı ve hâlâ istek alıyordu.

Sorun, Mat’in haklı olmasıydı. O da açtı. Ve salon doluyken, zaman geçtikçe daha da dolarken Hake’in nasıl sorun çıkaracağını göremiyordu. Kapıdan çıkan ya da Jak ve Strom tarafından dışarıya atılan her adama karşılık, sokaktan iki kışı geliyordu. Top çevirme ya da özel bir ezgi için sesleniyorlardı, ama daha çok içki içmek ve hizmetkar kadınları ellemekle ilgileniyorlardı. Ama bir adam farklıydı.

Dans Eden Arabacı’daki kalabalığın içinde, her açıdan sırıtıyordu. Görünüşe göre tüccarlar bu harap handan hoşlanmıyordu; Rand’ın anlayabildiği kadarıyla, kendilerine özel odaları bile yoktu. Müşterilerin hepsi kaba giysili, kaba derili, güneşte ve rüzgarda çalışan adamlardı. Bu adam zarif ve etliydi, elleri yumuşak görünüyordu, kadife bir ceketi vardı, omuzlarına mavi ipek çevrili koyu yeşil kadifeden bir pelerin atılmıştı. Giysilerinin hepsi pahalı görünüyordu. Ayakkabıları –çizme değil yumuşak, kadife terliklerdi– Dört Kral’ın delik deşik so– kaklan için yapılmamıştı. Ya da herhangi bir sokak için.

Adam, karanlık çöktükten epey sonra geldi, ağzı tatsız tatsız bükülerek çevresine bakınırken pelerinindeki yağmur damlalarını silkeledi. Odayı bir kez taradı, gitmek için döndü, sonra aniden, Rand’ın görebildiği kadarıyla sebepsiz yere irkildi ve Jak ile Strom’un biraz önce boşalttığı bir masaya oturdu. Masasında bir hizmetkar durdu, sonra ona bir kupa şarap getirdi, ama adam kupayı bir kenara itti ve bir daha dokunmadı. Kadın iki seferinde de masayı terk etmek için acele eder göründü, ama adam ona dokunmaya çalışmadı, hattâ bakmadı bile. Adamda kadını rahatsız eden ne varsa, ona yaklaşan başkaları da fark etti. Yumuşak görüntüsüne rağmen, ne zaman elleri nasırlı bir araba sürücüsü masasını paylaşmaya karar verse, tek bir bakışı adamı başka yer aramaya gönderiyordu. Odada kendisinden –ve Rand ile Mat’ten– başka hiç kimse yokmuş gibi oturuyordu. Onları, her parmağında birer yüzük parıldayan ellerini önünde kenetleyerek izledi. Onları tatmin dolu bir tanıma gülümsemesi ile izledi.

Yine yer değiştirirlerken, Rand Mat’e mırıldandı ve Mat başını salladı. “Onu gördüm,” diye mırıldandı. “Kim o? Onu tanıyormuşum gibi geliyor.”

Aynı düşünce Rand’ın aklına da gelmiş, kafasını kurcalamış, ama adamın kim olduğunu bir türlü çıkartamamıştı. Ama o yüzü başka bir yerde gördüğünden emindi.

İki saat gösteri yaptıktan sonra Rand flütü çantasına yerleştirdi ve Mat eşyalarını topladı. Alçak platformdan inerlerken Hake, dar yüzü öfkeyle çarpılmış bir halde koştura koştura geldi.

“Yemek zamanı,” dedi Rand ondan önce, “ve eşyalarımızın çalınmasını istemiyoruz. Aşçıya söylemek ister misin?” Hake hâlâ öfkeli, tereddüt etti, başarısız bir şekilde bakışlarını Rand’ın kollarında tuttuklarından koparmaya çalıştı. Rand kayıtsızlıkla el değiştirdi ve bir elini kılıcının üzerine koydu. “Belki de bizi sokağa atmayı denersin.” Vurguyu bilerek yapmıştı, sonra ekledi, “Bu gece çalacağımız daha çok şey var. Bu kalabalığın para harcamaya devam etmesini sağlayacaksak gücümüzü korumamız gerek. Biz açlıktan bayılırsak, bu oda sence daha ne kadar dolu kalır?”

Hake’in gözleri, ceplerini dolduran adamlarla dolu odada gezindi, sonra döndü ve başını hanın arka kapısından içeri soktu. “Şunları besleyin!” diye bağırdı. Hızla Rand ile Mat’e döndü ve hırladı. “Çok sürmesin. Son adam da gidene kadar burada kalmanızı bekliyorum.”

Müşterilerden bazıları müzisyen ve jonglör için bağırmaya başlamıştı. Hake dönüp onları yatıştırdı. En heveslilerden biri kadife pelerinli adamdı. Rand Mat’e takip etmesini işaret etti.

Mutfağı hanın ön tarafından sağlam bir kapı ayırıyordu ve bir hizmetkarın geçmesi için kapının açıldığı zamanlar hariç, mutfakta çatıdan gelen yağmur sesleri salondaki gürültüden yüksekti. Büyük bir odaydı, sobalar, fırınlar yüzünden sıcak ve buharlıydı ve ortadaki dev masa hazırlanmakta olan yiyecekler ve servis edilmeye hazır tabaklarla doluydu. Hizmetkar kadınlardan bazıları arka kapının yanındaki bir sıraya toplanmış, ayaklarını ovuşturuyor, hep bir ağızdan şişman aşçı ile gevezelik ediyorlardı. Aşçı bir yandan konuşuyor, bir yandan sözlerini vurgulamak için iri bir kaşığı sallıyordu. Rand ve Mat girerken hepsi başlarını kaldırdı, ama ne sohbetlerini yavaşlattılar, ne de ayaklarını ovmaktan vazgeçtiler.

“Şansımız varken buradan gitmeliyiz,” dedi Rand yumuşak bir sesle, ama Mat gözlerini aşçının biftek, patates ve bezelyeyle doldurduğu tabaklara dikerek başını iki yana salladı. Kadın ikisine bakmadı bile, masanın üzerindeki eşyaları dirseği ile yana ittirip tabakları koyarken, birer de çatal çıkarırken diğer kadınlarla konuşmaya devam etti.

“Yemek yedikten sonra zamanımız olur.” Mat bir sıraya kaydı ve çatalını kürek gibi kullanmaya başladı.

Rand içini çekti, ama Mat’in yaptığını yaptı. Önceki geceden bu yana, yalnızca küçük bir ekmek parçası yiyebilmişti. Karnı bir dilencinin kesesi kadar boştu ve mutfağı dolduran yemek kokulan, dayanmasını daha güçleştiriyordu. Hızla ağzını doldurmaya başladı, ama Mat tabağını aşçıya tekrar doldurturken, Rand ancak kendisininkinin yarısını bitirmişti.

Kadınların konuşmalarına kulak misafiri olmak istememişti, ama bazı cümleler ona kadar geldi ve dikkatini çekti.

“Bana çılgınca geliyor.”

“Çılgınca ya da değil, işittiğim bu. Buraya gelmeden önce kasabadaki hanların yarısına gitmiş. İçeri girmiş, çevreye bakınmış ve tek söz söylemeden dışarı çıkmış. Kraliyet Hanı’nda bile. Sanki hiç yağmur yağmıyormuş gibi.”

“Belki en rahat yerin burası olduğunu düşünmüştür.” Bu, kahkaha fırtınaları yarattı.

“Benim işittiğim, Dört Kral’a gece çöktükten sonra geldiği. Atları çok zorlanmış gibi soluk soluğaymış.”

“Karanlığa kalacak şekilde nereden gelmiş ki? Yolculuğa çıkarken plan yapmamak için aptal olmak gerek.”

“Eh, belki aptalın biri, ama zengin bir aptal. Hizmetkarları ve çantaları için bir arabası daha olduğunu duydum. Orada çok para var. Pelerinini gördünüz mü? O pelerin bende olsa, hiç fena olmazdı.”

“Bence biraz tombul, ama hep derim. Yanında yeterince altın geliyorsa, hiçbir erkek çok şişman olamaz.” Hepsi kıkırdayarak iki büklüm oldular. Aşçı başını arkaya attı ve kahkahalarla kükredi.

Rand çatalını tabağa düşürdü. Kafasında hiç hoşlanmadığı bir düşünce belirmişti. “Birazdan dönerim,” dedi. Mat ağzına bir parça patates tıkarak başını salladı.

Rand ayağa kalkarken pelerini ile beraber kılıç kemerini de aldı, arka kapıdan çıkarken beline taktı. Kimse ona dikkat etmedi.

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Rand pelerinini omuzlarına attı ve başlığı kafasına çekti. Ahır avlusunda koşarken pelerininin önünü kapalı tuttu. Bir yağmur perdesi, şimşek çaktığı zamanlar hariç her şeyi gizliyordu, ama o aradığını buldu. Atlar ahıra götürülmüştü, ama iki siyah vernikli araba dışarıda ıslak ıslak parlıyordu. Gökgürültüsü homurdandı ve hanın üzerinde bir şimşek çaktı. Kısa ışık patlamalarında, Rand arabaların kapısına yazılmış ismi okudu. Howal Gode.

Onu döven yağmura aldırmadan, artık göremediği isme bakarak durdu. Siyah vernikli, kapılarında sahiplerinin ismi yazılı arabaları ve ipek çevrili kadife pelerinler ve kadife terlikler giymiş zarif, iyi beslenmiş adamları nerede gördüğünü hatırlamıştı. Beyazköprü. Beyazköprülü bir tüccarın Caemlyn’e gitmek için kesinlikle geçerli sebepleri olabilirdi. Buraya, senin bulunduğun bana gelmeden önce kasabadaki hanların yansına gitmesini sağlayan bir sebep mi? Sana, aradığı şeyi bulmuş gibi bakmasını sağlayan bir sebep mi?

Rand ürperdi ve aniden sırtından aşağı süzülen yağmur damlalarını hissetti. Pelerini sıkı dokunmuştu, ama bu tür sağanaklara dayanmak için yapılmamıştı. Gittikçe derinleşen birikintilere dalarak hana seyirtti. İçeri girecekken Jak kapıya dikildi.

“Vay vay vay. Karanlıkta tek başına. Karanlık tehlikelidir, evlat.” Islak saçlar Rand’ın alnına yapışmıştı. Ahır avlusu ikisi dışında boştu. Hake’in kılıcı ve flütü, salondaki kalabalığı feda edecek kadar çok istediğine mi karar verdiğini merak etti Rand.

Bir eliyle gözlerindeki suyu sildi, diğerini kılıcının üzerine koydu. Pürüzlü deri ıslakken bile sağlam bir kavrayış sağlıyordu. “Hake, o kadar adamın, eğlence olan başka bir yere gitmek yerine sırf birası için burada kalacağına mı karar verdi? Eğer öyleyse, şimdiye dek yaptıklarımızı yemeğe sayarız ve gideriz.”

Kapının içinde kuru kalan iriyarı adam yağmura baktı ve hıhladı. “Bu havada mı?” Gözleri, Rand’ın kılıcın kabzasındaki eline kaydı. “Biliyor musun, Strom ve ben iddiaya girdik. O, kılıcını ihtiyar büyükannenden çaldığını düşünüyor. Bense, büyükannenin seni eline geçirse, domuz ağılında evire çevire döveceğini ve kuruman için asacağını düşünüyorum.” Sırıttı. Dişleri çarpık ve sararmıştı ve sırıtmak, adamın daha da sert görünmesine neden oluyordu. “Daha gece uzun, evlat.” Rand, yanından geçti, Jak çirkin bir gülüş ile onu içeri aldı.

Rand içeri girince pelerini bir kenara attı ve kendini birkaç dakika önce terk ettiği sıraya bıraktı. Mat, ikinci tabağını bitirmiş, üçüncüsü üzerinde çalışıyordu. Daha yavaş, ama daha dikkatli yiyordu, bu onu öldürecek olsa bile, son lokmasına dek bitirmeye kararlı gibiydi. Jak, ahır avlusuna giden kapının yanında oturdu, duvara yaslandı ve onları izlemeye başladı. Aşçı bile o oradayken konuşma eğiliminde değildi.

“Adam Beyazköprü’den,” dedi Rand alçak sesle. Hangi adamdan bahsettiğini söylemesine gerek yoktu. Mat’in başı ona döndü. Tabak ile ağzı arasında, bir parça bifteğe saplanmış çatal havada asılı kaldı. Jak’ın izlediğini bilen, Rand, tabağındaki yiyecekleri karıştırdı. Açlıktan ölüyor bile olsa tek lokma yiyemezdi, ama Mat’e, arabaları ve dinlememiş olması olasılığına karşılık kadınların söylediklerini anlatırken bezelyelerle ilgileniyormuş gibi yaptı.

Anlaşılan Mat dinlememişti. Şaşkınlık içinde gözlerini kırptı, dişlerinin arasından ıslık çaldı, sonra çatalındaki ete bakıp kaşlarını çattı ve çatalını tabağa fırlatırken homurdandı. Rand hiç olmazsa tedbirli davranmayı akıl edebilmesini diledi.

“Bizim peşimizde,” dedi Mat, Rand sözünü bitirdiği zaman. “Karanlıkdostu mu?”

“Belki. Bilmiyorum.” Rand Jak’a baktı. İriyarı adam gerindi, bir demircinin omuzları kadar geniş omuzlarını silkti. “Sence onun yanından geçip gidebilir miyiz?”

“Hake ile diğerini getirecek kadar gürültü yapmadan geçemeyiz. Burada durmamamız gerektiğini biliyordum.”

Rand ağzını açtı, ama o bir şey diyemeden Hake ve diğer iri adam salonun kapısından içeri girdi. Strom’un iri bedeni Hake’in omzunun üzerinden görülebiliyordu. Jak arka kapının önüne geçti. “Tüm gece yemek mi yiyeceksiniz?” diye gürledi Hake. “Sizi burada yatasınız diye beslemedim.”

Rand arkadaşına baktı. Mat, daha sonra, diye sessizce dudaklarını oynattı ve Hake, Strom ve Jak’ın dikkatli gözleri altında eşyalarını toparladılar.

Rand ile Mat salona girer girmez, top çevirme talepleri ile istenilen ezgilerin isimleri şamatanın üzerinden yükseldi. Kadife pelerinli adam –Howal Gode– çevresindeki her şeyi hâlâ görmezden geliyor gibiydi, ama yine de sandalyesinin ucunda oturuyordu. Onları görünce arkasına yaslandı, dudaklarına tatmin dolu bir gülümseme döndü.

Rand, yükseltinin önünde ilk sırayı aldı ve kafasını vermeden “Kuyudan Su Çekerken”i çaldı. Kimse çıkardığı birkaç yanlış notayı fark etmiş görünmedi. Rand nasıl kaçacaklarını düşünmeye çalışıyor, bir yandan da Gode’a bakmaktan kaçınıyordu. Adam peşlerindeyse, bunu bildiklerini belli etmelerinin anlamı yoktu. Kaçmaya gelince…

Rand daha önce, bir hanın ne kadar iyi bir tuzak olduğunu fark etmemişti. Hake, Jak ve Strom onlara gözkulak olmak zorunda bile değildi; o ve Mat yükseltiyi terk ederse kalabalık onlara haber verirdi. Salon insanlarla dolu olduğu sürece Hake Jak ve Strom’u üstlerine gönderemezdi, ama salon dolu olduğu sürece Hakem haberi olmadan kaçamazlardı da. Ve Gode her hareketlerini izliyordu. O kadar komikti ki, kusmak üzere olmasa kahkaha atardı. Tedbirli olmaları ve fırsat beklemeleri gerekiyordu.

Mat ile yer değiştirdiğinde Rand kendi kendine homurdandı. Mat Hake’e, Strom’a, Jak’a, fark edilip edilmediğini, neden diye merak edeceklerini düşünmeden dik dik bakıyordu. Toplar elinde değilken, eli ceketinin altına gidiyordu. Rand ona tısladı, ama o dikkat etmedi. Hake o yakutu görürse, yalnız kalana kadar beklemeyebilirdi. Salondaki adamlar görürse, yansı Hake’e katılırdı.

En kötüsü, Mat Beyazköprülü tüccara –adam Karanlıkdostu muydu?– herkesten fazla bakıyordu ve Gode durumun farkındaydı. Fark etmemesi imkansızdı. Ama bu, onun soğukkanlılığını hiç etkilememişti. Tam tersine, gülümsemesi derinleşmiş, Mat’e eski bir tanıdığıymış gibi bakmış, sonra bakışlarını Rand’a çevirip tek kaşını sorarcasına kaldırmıştı. Rand, sorunun ne olduğunu bilmek istemiyordu. Adama bakmaktan kaçınmaya çalıştı, ama bunun için çok geç olduğunu biliyordu. Çok geç. Yine çok geç.

Kadife pelerinli adamın soğukkanlılığını yalnızca tek bir şey sarsmış gibiydi. Rand’ın kılıcı. Belinden çıkarmamıştı. İki, üç adam sendeleyerek yaklaşmış, kendini korumaya ihtiyaç duyacak kadar kötü çaldığını düşünüp düşünmediğini sormuşlardı, ama hiçbiri kabzadaki balıkçılı fark etmemişti. Gode fark etmişti. Solgun ellerini yumruk yaptı ve gülümsemesi dönmeden önce uzun uzun kılıca kaşlarını çattı. Tekrar gülümsediği zaman, kendinden eskisi kadar emin değildi.

En azından bir iyi şey, diye düşündü Rand. Balıkçıl damgasını benim kazandığımı düşünürse, belki bizi rahat bırakır. Sonra tek endişelenmemiz gereken, Hake ve kabadayıları olur. Hiç de rahatlatıcı bir düşünce değildi ve kılıç olsa da olmasa da, Gode izlemeye devam etti. Ve gülümsemeye.

Rand’a gece bir sene sürmüş gibi geldi. Tüm gözler üzerindeydi: Hake, Jak ve Strom bataklığa saplanmış bir koyunu izleyen akbabalar gibi, Gode daha da kötü bir şeyi bekler gibiydi. Rand odadaki herkesin aynı gizli amaç ile izlediğini düşünmeye başladı. Ekşi şarap kokuları, pis, terli bedenlerin kokuları başını döndürdü, gürültü üzerine üzerine geldi ve sonunda bakışları bulanıklaşmaya, kendi flütünün sesi bile kulaklarını tırmalamaya başladı. Gökgürültüsü kafasının içinde çatır– diyor gibiydi. Bitkinlik, üzerine demirden bir ağırlık gibi çökmüştü.

Zaman içinde, şafakla kalkma gerekliliği insanları gönülsüzce karanlığa sürüklemeye başladı. Bir çiftçi yalnızca kendisine hesap verirdi, ama tüccarların, arabacıların ücretini kendileri öderken akşamdan kalanlara karşı ne kadar duygusuz davrandığı iyi bilinirdi. Salon yavaş yavaş boşaldı, yukarıda odaları olanlar bile, yataklarını bulmak için sendeleyerek uzaklaştılar.

İçeride kalan son müşteri Gode idi. Rand esneyerek flüt çantasına uzanırken, Gode ayağa kalktı ve pelerinini koluna astı. Hizmetkar kadınlar, dökülmüş şarapların, kırık çanakların pisliğine söylenerek temizlik yapıyordu. Hake iri bir anahtarla ön kapıyı kilitledi. Gode bir an için Hake’i köşeye kıstırdı ve Hake ona bir oda göstermesi için kadınlardan birini çağırdı. Kadife pelerinli adam merdivende kaybolmadan önce Rand ile Mat’e bilmiş bilmiş gülümsedi.

Hake de, Rand ve Mat’e bakıyordu. Jak ve Strom yanında duruyordu.

Rand telaşla eşyalarını omuzlarına asma işini bitirdi ve kılıcına uzanabilmek için eşyaları sol eli ile arkada tuttu. Kılıcın kabzasını kavramadı, ama hazır olduğunu bilmek istiyordu. Esnemesini bastırdı; ne kadar yorgun olduğunu anlamamaları gerekiyordu.

Mat, yayını ve birkaç parça eşyasını omuzladı, ama Hake ile kabadayılarının yaklaştığını görünce elini ceketinin altına götürdü.

Hake bir gaz lambası taşıyordu. Rand şaşkınlık içinde adamın hafifçe eğildiğini ve yandaki bir kapıya işaret ettiğini gördü. “Paletleriniz bu tarafta.” Hareketi yalnızca dudaklarının hafifçe kıvrılması ile bozuldu.

Mat, Jak ve Strom’u işaret ederek. “Bize yataklarımızı göstermek için bu ikisine mi ihtiyacın var?” dedi.

“Ben malı mülkü olan bir adamım,” dedi Hake, kirli önlüğünü düzelterek, “ve malı mülkü olan adamlar ne kadar ihtiyatlı davransa yetmez.” Bir gökgürültüsü pencereleri sarstı ve adam anlamlı anlamlı tavana baktı, sonra dişlerini göstererek sırıttı. “Yataklarınızı görmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”

Rand gitmek istediklerini söylese ne olacağını merak etti. Lan’in gösterdiği egzersizlerin dışında o kılıcı kullanmayı gerçekten bilseydin… “Yolu göster,” dedi, sesinin sert çıkması için çaba göstererek. “Arkamda birisinin olmasından hoşlanmam.”

Strom kıkırdadı, ama Hake sakin sakin başını salladı ve yan kapıya döndü. İki iri adam arkasından sallana sallana yürüdü. Rand derin bir nefes alarak özlemle mutfak kapısına baktı. Hake arka kapıyı kilitlemişse, şimdi kaçmaya çalışmak kaçınmayı umduğu şeyi başlatırdı. Asık suratla hancıyı izledi.

Rand yan kapıda tereddüt etti ve Mat arkadan çarptı. Hake’in lambasını neden getirdiği belli olmuştu. Kapı zifiri karanlık bir koridora açılıyordu. Yalnızca Hake’in taşıdığı, Jak ile Strom’u siluet halinde gösteren lamba Rand’a yola devam etme cesareti verdi. Arkalarına dönecek olurlarsa, bilecekti. Sonra ne olacak? Zemin, çizmelerinin altında gıcırdıyordu.

Koridor kaba, boyasız bir kapı ile sona erdi. Rand yolda başka kapı olup olmadığını görmemişti. Hake ve kabadayıları kapıdan girdi ve Rand onlar bir tuzak hazırlayamadan çabucak takip etti, ama Hake yalnızca lambasını kaldırdı ve odaya işaret etti.

“İşte burası.”

Eski bir depo demişti ve görünüşüne bakılırsa epeydir kullanılmamıştı. Eski fıçılar ve kırık kasalar odanın yarısını doldurmuştu. Tavanda birçok yerden yağmur damlıyordu ve pis penceredeki kırık bir cam yağmurun serbestçe içeri dalmasına izin veriyordu. Raflar ne olduğu anlaşılmaz ıvır zıvırla doluydu ve hemen hemen her şeyin üstü kalın bir toz tabakası ile kaplıydı. Vaat edilen paletlerin varlığı şaşkınlık vericiydi.

Kılıç onu endişelendiriyor. Biz uykuya dalmadan bir şey denemeyecek. Rand’ın, Hake’in çatısı altında uyumaya hiç niyeti yoktu. Hancı gider gitmez pencereden çıkmayı planlıyordu. “Burası iş görür,” dedi. Gözlerini Hake’ten ayırmadı, hancının iki yanındaki iki sırıtan adama işaret göndermesi olasılığına karşı dikkatliydi. Dudaklarını yalamamak için kendini zor tutuyordu. “Lambayı bırak.”

Hake homurdandı, ama lambayı bir rafın üzerine koydu. Onlara bakarak tereddüt etti. Rand, Jak ile Strom’a üstlerine atlamalarını söyleyeceğinden emindi, ama adamın bakışları tartan bir kaş çatış ile Rand’ın kılıcına gitti ve kafasını iki iri adama doğru salladı. Adamların geniş yüzlerinden bir şaşkınlık geçti, ama arkalarına bakmadan hancıyı takip ettiler.

Rand, adımlarının gıcırtısının uzaklaşmasını bekledi, sonra elliye kadar sayıp başını koridora uzattı. Karanlık yalnızca ay kadar uzak bir dikdörtgenin ışığı ile bozuluyordu: salonun kapısı. Kafasını içeri çekerken uzak kapıda iri bir şey hareket etti. Nöbet tutan Jak ya da Strom.

Kapıyı hızla inceleyince bilmesi gereken her şeyi öğrendi ve öğrendikleri pek işe yaramıyordu. Tahtalar kalın ve sağlamdı, ama içeride ne bir kilit, ne bir sürgü vardı. Ama odaya açılıyordu.

“Bize saldıracaklarını düşünüyordum,” dedi Mat. “Neyi bekliyorlar?” Hançerini çıkarmış, beyaz boğumlu ellerinde kavrıyordu. Lambanın ışığı çeliğinde oynaştı. Yayı ve sadağı unutulmuş, yerde yatıyordu.

“Uyumamızı.” Rand, fıçıları ve kasaları karıştırmaya başladı. “Kapıya dayayacak bir şey bulmama yardım et.”

“Neden? Gerçekten burada uyumayı düşünmüyorsun, değil mi? Pencereden çıkalım ve gidelim. Ölü olmaktansa ıslak olmayı tercih ederim.”

“Adamlardan biri koridorun ucunda bekliyor. Gürültü yaparsak, göz açıp kapayana kadar burada olurlar. Sanırım Hake kaçmamıza izin vermektense, bizimle uyanıkken yüzleşmeyi tercih eder.”

Mat mırıldanarak aramaya katıldı, ama yerdeki öte berinin içinde pek az faydalı şey vardı. Fıçılar boşlu, kasalar kırıktı ve kapının önüne hepsini birden yığsalar bile açılmasını engellemeyezlerdi. Sonra bir rafın üzerinde tanıdık bir şey Rand’ın gözüne çarptı. Pas ve toz kaplı iki kama. Sırıtarak kamaları aldı.

Telaşla onları kapının altına soktu ve gökgürültüsü bir kez daha kükrediğinde iki tekmeyle sıkıştırdı. Gökgürültüsü kesildiği zaman nefesini tutup dinledi. Tek işittiği, çatıyı döven yağmurun sesiydi. Koşan ayakların altında gıcırdayan yer tahtaları yoktu.

“Pencere,” dedi.

Çevresinde kabuk kabuk biriken kire bakılırsa pencere yıllardır açılmamıştı. Sürme kanadı olanca güçleri ile yukarı ittirdiler Kanat yerinden kıpırdamadan önce Rand’ın dizleri titremeye başlamıştı bile; pencere gönülsüz gönülsüz kaydığı her santimetre için homurdanı– yordu. Açıklık geçmelerine yetecek kadar genişlediğinde Rand çöktü, sonra durdu.

“Kan ve küller!” diye hırladı Mat. “Hake’in kaçmamızdan endişelenmemesine şaşmamak gerek.”

Lambanın ışığı altında demir bir çerçevenin içinde demir parmaklıklar ıslak ıslak parladı. Rand parmaklıkları ittirdi; kaya kadar sağlamdılar.

“Bir şey gördüm,” dedi Mat. Telaşla raflardaki öte beriyi karıştırdı ve paslı bir levye ile döndü. Uçunu yanda, demir çerçevenin kenarına vurdu. Rand irkildi.

“Gürültüyü unutma, Mat.”

Mat yüzünü buruşturdu ve alçak sesle homurdandı, ama bekledi. Rand levyeyi yakaladı ve ayaklarını pencerenin dibinde büyümekte olan su birikintisinin altında, yere sıkı sıkı dayadı. Gökgürültüsü kükredi ve birlikte ittiler. Rand’ın ensesindeki tüyleri diken diken eden bir çivi gıcırtısı ile çerçeve kaydı –yarım santim, o kadar. Gökgürültüsü seslerine, şimşeklerin çatırtısına uyarak levyeyi tekrar tekrar ittirdiler. Hiçbir şey. Yarım santim daha. Hiçbir şey. Bir saç teli kadar. Hiçbir şey. Hiçbir şey.

Rand’ın ayakları aniden suda kaydı ve yere düştüler. Levye ellerinden fırlayıp bir gong gibi yere düştü. Rand birikintinin ortasına, nefesini tutup dinleyerek uzandı. Yağmur dışında her şey sessizdi.

Mat yaralı parmak boğumlarını emdi ve dik dik ona baktı. “Bu hızla gidersek asla dışarı çıkamayacağız.” Demir çerçeve pencereden ancak iki parmak ayrılmıştı. Dar açıklıktan düzinelerce çivi görülüyordu.

“Denemeye devam etmeliyiz,” dedi Rand ayağa kalkarak. Ama levyeyi çerçevenin altına yerleştirdiğinde, kapı birisi açmaya çalışırmış gibi gıcırdadı. Kamalar kapıyı yerinde tuttu. Kapı yine gıcırdadı.

Rand derin bir nefes aldı ve sesini sakin tutmaya çalıştı. “Defol, Hake. Uyumaya çalışıyoruz.”

“Korkarım yanlışlık yapıyorsunuz.” Ses o kadar zarif ve güven doluydu ki, sahibini hemen belli ediyordu. Howal Gode. “Hake Efendi ve… hizmetkarları bizi rahatsız etmeyecekler. Derin derin uyuyorlar ve ancak yarın sabah nereye kaybolduğunuzu merak edebilecekler. Bırakın içeri gireyim, genç dostlarım. Konuşmalıyız.”

“Seninle konuşacak bir şeyimiz yok,” dedi Mat. “Git ve bırak uyuyalım.”

Gode pis pis güldü. “Elbette konuşacak birşeylerimiz var. Bunu siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Gözlerinizde gördüm. Ne olduğunuzu, belki de sizden iyi biliyorum. Sizden dalgalar halinde yayıldığını hissedebiliyorum. Artık yarı yarıya sahibime ait sayılırsınız. Kaçmayı bırakın ve kabul edin. Her şey sizin için çok daha kolay olur. Tar Valon kocakarıları sizi bulursa, onların işi bitmeden kendi boğazınızı kesmeyi diliyor olacaksınız, ama bunu yapamayacaksınız. Sizi onlardan yalnızca benim efendim koruyabilir.”

Rand yutkundu. “Neyden bahsettiğini bilmiyoruz. Bizi rahat bırak.” Koridordaki döşeme tahtaları gıcırdadı. Gode yalnız değildi. İki arabada kaç adam getirmiş olabilirdi?

“Aptalca davranmayı bırakın, genç dostlarım. Biliyorsunuz. Çok iyi biliyorsunuz. Karanlığın Yüce Efendisi üzerinize nişanını koydu. Uyandığı zaman, yeni Dehşetlordları onu övmek üzere hazır olacak. İkiniz onlardan olmalısınız, aksi halde sizi bulmak için ben gönderilmezdim. Bir düşünün. Sonsuz ömür ve hayallerinizin ötesinde güç.” Sesi o güce duyduğu açlıkla boğuktu.

Rand bir şimşek gökyüzünü yararken pencereye baktı ve neredeyse inleyecekti. Kısa ışık çakması dışarıda adamlar olduğunu göstermişti, orada durmuş pencereyi izlerken onları sırılsıklam eden yağmuru görmezden gelen adamlar.

“Bundan sıkılmaya başlıyorum,” diye bildirdi Gode. “Efendime –efendinize– boyun eğeceksiniz, aksi halde boyun eğmeniz sağlanacak. Bu sizin için hiç de hoş olmaz. Karanlığın Yüce Efendisi ölüme hükmeder ve ölümde yaşam, yaşamda ölüm verebilir. Kapıyı açın. Öyle ya da böyle, kaçışınız sona erdi. Açın, diyorum!”

Bir şey daha demiş olmalıydı, çünkü aniden ağır bir beden kapıya çarptı. Kapı titredi ve kamalar tahtaların üzerinde pastan izler bırakarak birkaç milim oynadı. Bedenler çarparken kapı tekrar tekrar sarsıldı. Bazen kamalar yerinde kaldı, bazen biraz daha kaydı ve kapı yavaş yavaş içeriye doğru açıldı.

“Boyun eğin,” diye emretti Gode koridordan, “ya da sonsuza dek boyun eğmiş olmayı dileyin!”

“Başka seçeneğimiz yoksa…” Mat Rand’ın bakışları altında dudaklarını yaladı. Gözleri tuzağa yakalanmış bir porsuğun gözleri gibi çevrede dolanıyordu; yüzü solgundu, nefes nefese konuşuyordu. “Evet deyip, sonra kaçabiliriz. Kan ve küller, Rand, başka çıkış yolu yok!”

Sözcükler Rand’a kulaklarına tıkanan yünlerin içinden ulaşıyor gibiydi. Çıkış yok. Yukarıda gökgürültüsü kükredi ve bir şimşeğin çatırtısı ile boğuldu. Bir çıkış yolu bulmak zorundayım. Gode onlara sesleniyor, emirler yağdırıyor, yakarıyordu; kapı bir santim daha açıldı. Çıkış yolu!

Odayı ışık doldurdu, gözlerini kamaştırdı; hava kükredi ve yandı. Rand, havalandığını ve duvara vurulduğunu hissetti. Kulakları çınlayarak, bedenindeki bütün tüyler ürpererek yere yığıldı. Sersemlemiş halde, sendeleyerek ayağa kalktı. Dizleri titriyordu. Ayakta kalabilmek için elini duvara dayamak zorunda kaldı. Şaşkın bir biçimde çevresine bakındı.

Hâlâ duvarda kalmış birkaç raftan birinin üzerinde duran lamba devrilmiş, yanmaya ve ışık vermeye devam ediyordu. Tüm fıçılar ve kasalar, bazıları kararmış, tüterek, fırladıkları yerde kalmıştı. Pencereler, parmaklıklar ve duvarın çoğu yok olmuş, geriye kıymık kıymık bir delik bırakmıştı. Çatı sarkmış, açıklığın kenarlarında duman iplikçikleri yağmurla savaşıyordu. Kapı menteşelerinin üzerinde sarkmış, duvara saplanmış gibi bir açıyla kasasında asılı duruyordu.

Rand, sarhoş gibi lambayı düzeltti. Kırılmadığından emin olmak, dünyadaki en önemli şeymiş gibi geliyordu.

Aniden kasa yığınları aralandı ve ortasında Mat doğruldu. Ayaklarının üzerinde sallanarak gözlerini kırpıştırdı, hâlâ bütün olup olmadığını merak eder gibi üstünü başını yokladı. Rand’a baktı. “Rand? Sen misin? Canlısın. İkimizin de…” Sustu, titreyerek dudağını ısırdı. Güldüğünü, isteriye kapılmak üzere olduğunu fark etmek, Rand’ın bir dakikasını aldı.

“Ne oldu, Mat? Mat? Mat! Ne oldu?”

Mat son bir kez ürperdi, sonra durdu. “Yıldırım, Rand. Tam pencereden dışarı bakarken parmaklıklara çarptı. Yıldırım. Hiçbir şey göre…” Sustu, eğik kapıya doğru gözlerini kıstı ve sesi keskinleşti. “Gode nerede?”

Kapının ötesindeki karanlık koridorda hiçbir şey kıpırdamıyordu. Gode ve arkadaşlarından ne bir işaret, ne bir ses vardı, ama o karanlığın içinde herhangi bir şey saklanabilirdi. Rand, kendini öldüklerini umarken buldu, ama kendisine bir taç sunulduğundan emin olmak için başını delikten sokmayacaktı. Eskiden duvar olan yerin ötesinde, gecenin içinde hiçbir şey hareket etmiyordu, ama başkaları uyanmış, kalkmıştı. Yukarı kattan kargaşa, bağırışlar ve koşan ayak sesleri duyuluyordu.

“Fırsat varken kaçalım,” dedi Rand.

Telaşla eşyalarını molozlardan ayırıp Mat’in kolunu yakaladı ve geceye açılan deliğe doğru arkadaşını yarı sürükledi, yarı yol gösterdi. Mat, Rand’ın kolunu tuttu, görmek için başını öne uzatarak yanında yürüdü.

İlk yağmur damlası Rand’ın yüzüne vururken ve şimşek hanın üzerinde çatallanırken, sarsılarak durdu. Gode’un adamları hâlâ oradaydı, ayakları deliğe doğru uzanmış, yerde yatıyorlardı. Yağmurun altında, açık gözleri gökyüzüne bakıyordu.

“Ne oldu?” diye sordu Mat. “Kan ve küller! Kendi lanet elimi bile zor görüyorum.”

“Hiçbir şey,” dedi Rand. Şans. Işık’ın kendi… Öyle mi? Titreyerek, Mat’i dikkatle bedenlerin çevresinden dolandırdı. “Yalnızca yıldırım.”

Şimşekler dışında ışık yoktu ve handan sendeleyerek kaçarken ayakları tekerlek çukurlarına takıldı. Mat ona asılırken, her takılma ikisini de devirecek gibi oluyordu, ama nefes nefese koşmaya devam ettiler.

Rand bir kez arkasına baktı. Bir kez. Yağmur hızlanıp Dans Eden Arabacı’yı örtmeden önce. Şimşek, hanın arka tarafında bir adam silueti ortaya çıkardı, onlara yumruğunu sallayan bir adam. Ya da belki gökyüzüne. Gode ya da Hake, bilmiyordu, ama ikisi de bir diğeri kadar kötüydü. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, onları bir su duvarının içine hapsediyordu. Rand, fırtınanın kükremesinin üzerinden takip edildiklerine dair bir ses duymayı bekleyerek gecenin içinde koşturdu.

Загрузка...