15 DOSTLAR VE YABANCILAR

Dar yatağına sızan güneş ışığı sonunda Rand’ı derin, fakat huzursuz uykusundan uyandırdı. Başının üzerine bir yastık çekti, ama ışığı uzak tutamadı ve zaten tekrar uyumak istemiyordu. İlkinden sonra başka rüyalar da görmüştü. İlki dışında hiçbirini hatırlamıyordu, ama daha fazlasını istemediğini biliyordu.

İçini çekerek yastığı bir kenara fırlattı ve doğrulup oturdu. İrkilerek uzandı. Banyonun akıtıp yok ettiğini sandığı bütün ağrılar geri dönmüştü. Ve başı da ağrıyordu. Bu onu şaşırtmadı. Öyle bir rüya herkesin başını ağrıtmaya yeterdi. Diğerleri çoktan solmuştu, ama o kalmıştı.

Diğer yataklar boştu. Işık pencereden dik bir açı ile yansıyordu; güneş ufukta epey yükselmişti. Bu saatte çiftlikte çoktan yiyecek birşeyler hazırlamış, işlerine başlamış olurdu. Kendi kendine öfkeyle homurdanarak yataktan çıktı. Görecek bir şehir vardı ve onu uyandırmamışlardı bile. En azından biri sürahide su bırakmayı akıl etmişti; hâlâ ılıktı.

Yıkandı ve giyindi. Tam’in kılıcı konusunda bir an tereddüt etti. Lan ve Thom heybeleriyle battaniyelerini odanın arkasında bırakmışlardı elbette, ama Muhafız’ın kılıcı görünürde yoktu. Lan, Emond Meydanı’nda kılıcını sorun çıkmadan önce bile takıyordu. Rand yaşça kendinden büyük olan adamdan örnek almaya karar verdi. Bu kararı vermesinin asıl sebebinin gerçek bir şehrin sokaklarında, belinde kılıç yürümeyi hayal etmiş olmasından ileri gelmediğini söyledi kendi kendine. Kılıç kemerini taktı ve pelerinini çuval gibi bir omzuna attı.

Merdivenleri çifter çifter inerek mutfağa seyirtti. Mutfak, yiyecek bir lokma bir şey bulabileceği en kolay yerdi ve Baerlon’daki ilk gününde şimdiye dek harcadığından daha fazla zaman harcamak istemiyordu. Kan ve küller, beni uyandırabilirlerdi.

Fitch Efendi mutfakta, kollan dirseklerine kadar unla kaplı, tombul bir kadına meydan okuyordu. Kadının aşçı olduğu açıktı. Daha doğrusu kadın ona meydan okuyordu; parmağını adamın burnunun altında sallıyordu. Hizmetçiler, uşaklar ve bulaşıkçılar, önlerinde olan biteni özenle görmezden gelerek işlerinin peşinde koşturuyorlardı.

“… benim Cirri iyi bir kedidir,” diyordu aşçı keskin bir sesle, “ve aksini söyleyen tek bir söz işitmeyeceğim, beni duydun mu? İşini fazla iyi yaptığından şikayet ediyorsun, bana sorarsan.”

“Şikayetler aldım,” demeyi başardı Fitch Efendi. “Şikayet, hanım! Konukların yarısı…”

“Dinlemeyeceğim. Dinlemeyeceğim işte. Kedimi şikayet etmek istiyorlarsa, gelsinler yemeklerini kendileri pişirsinler bakalım. Yalnızca işini yapan zavallı, ihtiyar kedim ve ben, takdir edileceğimiz bir yere gideriz. Bak bakalım gitmiyor muyuz.” Önlüğünü çözdü ve başının üzerine kaldırmaya kalktı.

“Hayır!” diye bağırdı Fitch Efendi ve onu durdurmak için atıldı. Aşçı önlüğü çıkarmaya, hancı geri takmaya uğraşırken, çemberler çizerek dans ettiler. “Hayır, Sara,” dedi hancı nefes nefese. “Buna gerek yok. Gerek yok, dedim! Sensiz ben ne yaparım? Cirri iyi bir kedi. Mükemmel bir kedi. Baerlon’daki en iyi kedi. Eğer başka şikayet eden olursa kedi işini yaptığı için minnettar olmaları gerektiğini söylerim. Evet, minnettar. Gitmemelisin. Sara? Sara!”

Aşçı, çemberler çizmeyi bıraktı ve önlüğü adamdan kurtarmayı başardı. “Tamam o zaman. Tamam.” Önlüğü iki eliyle tuttu, ama bağlamadı. “Ama öğlene kadar birşeyler hazırlamamı bekliyorsan, buradan çıkıp işimi yapmama izin versen iyi olacak. Bu senin hanın olabilir, ama mutfak benim. Tabii yemekleri sen pişirmek istemiyorsan.” Önlüğü hancının eline tutuşturacak gibi yaptı.

Fitch Efendi ellerini kaçırarak geriledi. Ağzını açtı, sonra durdu, ilk kez çevresine bakındı. Mutfaktakiler hâlâ özenle aşçı ile hancıya bakmaktan kaçınıyordu. Rand, ceketinin ceplerini baştan aşağı aradı, ama Moiraine’in verdiği para, birkaç bakır kuruş ve bir avuç ıvır zıvır dışında pek az şey vardı. Bir çakı ve biley taşı. İki yedek yay ipi ve faydalı olabileceğini düşündüğü bir ip parçası.

“Sara,” dedi Fitch Efendi dikkatle, “eminim her şey her zamanki kadar mükemmel olacaktır.” Ardından mutfak yamaklarına son bir şüpheli bakış fırlattı ve elinden gelen vakarı takınarak gitti.

Sara, adam gidene kadar bekledi, sonra önlüğünün iplerini bağladı ve gözlerini Rand’a dikti. “Herhalde yiyecek bir şey istiyorsundur, değil mi? Eh, içeri gir o zaman.” Delikanlıya sırıttı. “Görmemen gereken her ne görmüş olursan ol, ısırmam, korkma. Ciel, delikanlıya ekmek, peynir ve süt getir. Şu anda başka bir şey yok. Otur, evlat. Kendini çok iyi hissetmeyen biri dışında dostlarının hepsi gitti ve sanırım sen de aynısını yapmak istersin.”

Rand masanın yanında bir tabureye otururken hizmetçilerden biri bir tepsi getirdi. Aşçı ekmek hamuru yoğurmaya dönerken Rand yemeye başladı, ama kadının lafı bitmemişti.

“Gördüklerini dikkate almamalısın. Fitch Efendi iyi bir adamdır, ama sizin en iyiniz bile eşi bulunmaz değilsinizdir zaten. İnsanların şikayet etmesi sinirlerini bozdu. Hem de ne için şikayet ediyorlar? Ölü sıçan yerine canlılarını bulsalar daha mi iyiydi? Ama Cirri’nin işlerini arkasında bırakması normal değil. Hem de bir düzineden fazla. Cirri o kadar çok sıçanın hana girmesine izin vermezdi. Vermezdi! Burası temiz bir yerdir ve böyle sorunlar yaşanmaz. Hem de hepsinin beli kırılmış.” Kadın bütün bunların tuhaflığı karşısında başını iki yana salladı.

Rand’ın ağzındaki ekmek ve peynir küle döndü. “Belleri mi kırılmış?”

Aşçı unlu elini salladı. “Daha mutlu şeyler düşün, ben her şeye böyle bakarım. Bir Âşık var, biliyorsun. Şu anda salonda. Ama sen onunla geldin, değil mi? Sen dün gece Alys Hanımla gelenlerden birisin, değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm. Sanırım ben bu Âşığı görme fırsatı bulamayacağım, han bu kadar doluyken olmaz. Çoğu da madenlerden gelen serseriler.” Hamuru sertçe tahtaya vurdu. “Çoğu zaman hana aldığımız türden adamlar değil, ama kasaba onlarla dolu. Yine de herhalde bazılarından iyiler. Kıştan beri bir âşık görmemiştim ve…”

Rand düşünmeden, hiçbir şeyin tadını almadan, aşçının söylediklerini dinlemeden yedi. Belleri kırılmış, ölü sıçanlar. Kahvaltısını acele acele bitirdi, bir teşekkür kekeledi ve dışarı fırladı. Binleriyle konuşmak zorundaydı.

Geyik ve Aslan’ın salonu, Badeçay Hanı’ndaki aynı isimli oda ile amaç dışında pek az ortak özelliğe sahipti. İki kat daha büyük, üç kat daha uzundu ve duvarlara yüksek ağaçları ve parlak duvarları olan süslü binalara dair renkli resimler yapılmıştı. Tek bir iri şömine yerine her duvarda birer tane vardı. Oda masalarla doluydu ve hemen hemen her sandalye, sıra ya da tabure doluydu.

Müşteri kalabalığının içindeki her adam, dişlerinin arasında birer pipo, ellerinde birer kupa, tek bir şeye bakıyordu: Odanın ortasında bir masaya çıkmış, rengarenk pelerini yakındaki bir sandalyenin üzerine atılmış, Thom. Fitch Efendi bile elinde gümüş bir maşrapa ve bir kumaş parçası, kıpırdamadan duruyordu.

“… sıçrıyorlardı. Gümüş toynakları ve gururlu, yay gibi boyunları vardı,” diyordu Thom, bir şekilde yalnızca at sürüyormuş gibi değil, bunu uzun bir süvari alayında yapıyormuş gibi görünmeyi başararak.

Başlarını salladıkça ipek yeleleri dalgalanıyordu. Bin uçuşan sancak sonsuz gökyüzü önünde gökkuşağı gibi açılmıştı. Yüz pirinç boru, havayı titretiyor, davullar gökgürültüsü gibi kükrüyordu. Binlerce izleyiciden dalga dalga tezahüratlar kopuyor, Illian çatılarında ve kulelerinde yuvarlanıyor, gözleri ve yürekleri kutsal arayış ile parlayan bin atlının kulaklarına gelmeden kırılıp sönüyordu. Büyük Boru Avı, Işık için savaşmak üzere geçmiş Çağların kahramanlarını çağıracak Valere Borusu’nun aranması başlamıştı…”

Bu Âşığın, kuzeye at sürdükleri gecelerde, ateşin yanında Sade Anlatım dediğindendi. Hikayeler, demişti, üç sesle anlatılır, Yüksek Anlatım, Sade Anlatım ve Sıradan Anlatım. Sonuncusu, komşularınıza ekinlerinizi anlatırken kullandığınız sesti. Thom hikayelerini Sıradan Anlatım ile aktarırdı, ama bu sesi hor gördüğünü saklamazdı.

Rand içeri girmeden kapıyı kapattı ve duvara yaslandı. Thom’dan tavsiye alamayacaktı. Moiraine –bilse o ne yapardı?

Gelip geçen insanların ona baktığını gördü ve alçak sesle mırıldanmakta olduğunu fark etti. Ceketini düzelterek doğruldu. Birileriyle konuşması gerekliydi. Aşçı diğerlerinden birinin dışarı çıkmadığını söylemişti. Koşmamak için kendini zor tuttu.

Diğer delikanlıların uyuduğu odanın kapısını çalıp başını içeri uzattığı zaman, yatağın üzerinde uzanmış, yatan, henüz giyinmemiş olanın Perrin olduğunu gördü. Perrin Rand’a bakmak için başını çevirdi, sonra yine gözlerini kapattı. Mat’in yayı ve sadağı bir köşeye yaslanmıştı.

“Kendini iyi hissetmediğini duydum,” dedi Rand. İçeri girip yandaki yatağa oturdu. “Yalnızca konuşmak istiyorum. Den…” Konuyu nasıl açacağını bilemediğini fark etti. “Eğer hastaysan,” dedi, yarı doğrularak, “belki uyumalısın. Ben giderim.”

“Bir daha hiç uyuyabilir miyim, bilmiyorum.” Perrin içini çekti. “Eğer bilmen gerekiyorsa, kötü bir rüya gördüm ve tekrar uyuyamadım. Mat sana anlatacaktır. Bu sabah, ona neden dışarı çıkamayacak kadar yorgun olduğumu anlattığımda güldü, ama o da rüya gördü. Gecenin çoğunda onu dinledim. Devamlı dönüyor ve mırıldanıyordu. Onun güzel bir uyku çektiğini hiç sanmıyorum.” Kalın kolunu gözlerinin üzerine koydu. “Işık, çok yorgunum. Belki bir iki saat burada kalırsam kalkabilirim. Bir rüya yüzünden Baerlon’u görme fırsatını kaçırırsam Mat’in dilinden asla kurtulamam.”

Rand yavaşça yatağa oturdu. Dudaklarını yaladı, sonra çabuk çabuk sordu, “Bir sıçan mı öldürdü?”

Perrin kolunu indirip ona baktı. “Sen de mi?” dedi sonunda. Rand başını salladığında, “Keşke evde olsaydım. Bana dedi ki… bana… Ne yapacağız? Moiraine’e söyledin mi?”

“Hayır. Henüz değil. Belki söylemem. Bilmiyorum. Ya sen?”

“Dedi ki… Kan ve küller, Rand, bilmiyorum.” Perrin aniden dirseğine dayanıp doğruldu. “Sence Mat de aynı rüyayı mı görmüştür? Güldü, ama zorlama gibiydi ve bir rüya yüzünden uyuyamadığımı söylediğimde tuhaf tuhaf baktı.”

“Belki görmüştür,” dedi Rand. Rüyayı gören tek kişi kendisi olmadığı için, suçluluk dolu bir rahatlık hissetmişti. “Thom’dan tavsiye isteyecektim. O çok yeri gezmiştir. Sen… sence de Moiraine’e söylememeliyiz, değil mi?”

Perrin yastığına uzandı. “Aes Sedailer hakkındaki hikayeleri sen de duydun. Thom’a güvenebileceğimizi düşünüyor musun? Güvenebileceğimiz herhangi biri varsa. Rand, bundan canlı kurtulursak, eve dönmeyi başarırsak ve Emond Meydanı’nı terk etmek konusunda bir şey söylersem, Seyrantepe’den öteye gitmeyecek olsam bile, bana sıkı bir tekme salla, olmaz mı?”

“Böyle konuşma,” dedi Rand. Elinden geldiğince neşeli bir gülümseme takındı. “Elbette eve döneceğiz. Hadi, kalk. Bir şehirdeyiz ve onu görmek için tüm bir günümüz var. Giysilerin nerede?”

“Sen git. Ben yalnızca bir süre uzanmak istiyorum.” Perrin kolunu yine gözlerinin üzerine koydu. “Sen git. Bir iki saat sonra sana yetişirim.”

“Bu senin kaybın,” dedi Rand ayağa kalkarken. “Neler kaçıracağını düşün.” Kapıda durdu. “Baerlon. Bir gün Baerlon’u göreceğimiz hakkında kaç kez konuştuk?” Perrin gözleri örtülü yattı ve tek söz söylemedi. Rand bir dakika sonra dışarı çıktı ve kapıyı arkasından kapattı.

Koridorda duvara yaslandı, gülümsemesi soldu. Başı hâlâ ağrıyordu; daha iyiye gideceğine kötüleşmişti. Kendisi de Baerlon hakkında fazla hevesli değildi. Hiçbir şey için hevesli değildi.

Kolları çarşaflarla dolu bir hizmetçi geldi ve ona endişeyle baktı. Kadın konuşamadan Rand pelerinini giyerek koridorda yürüdü. Thom’un salondaki işi daha saatlerce bitmeyecekti. Rand ne görebilecekse görse daha iyi olacaktı. Belki Mat’i bulur, o da rüyasında Ba’alzamon’u görmüş mü, anlardı. Bu sefer merdivenleri daha yavaş, şakaklarını ovarak indi.

Merdiven mutfağın yanında bitiyordu, bu yüzden dışarıya oradan çıktı ve geçerken Sara’ya başını salladı, ama kadının lafına bıraktığı yerden devam etmeye niyetlendiğini görünce hızlandı. Ahır avlusu, ahırın kapısında duran Mutch ile omzuna vurduğu çuvalı ahıra taşıyan ahır uşaklarından biri dışında boştu. Rand Mutch’a da başını salladı, ama adam sert sert baktı ve içeri girdi. Rand şehrin kalanının Mutch’dan çok Sara’ya benzediğini umuyordu. Şehrin neye benzediğini görmeye hazır, hızlandı.

Açık ahır avlusu kapısında durdu ve bakakaldı. İnsanlar, ağıldaki koyunlar gibi sokakları doldurmuştu. Gözlerine kadar pelerinlere ve ceketlere sarınmış, soğuğa karşı şapkalarını aşağı indirmiş, çatılarda ıslık çalan rüzgarla savruluyormuşcasına içeri dışarı seyirten, tek söz söylemeden, tek bakış fırlatmadan birbirini dirsekleyen insanlar. Hepsi yabancı, diye düşündü Rand. Hiçbiri birbirini tanımıyor.

Kokular da yabancıydı, keskin, ekşi ve tatlı, hepsi burnunu ovuşturmasına sebep olacak şekilde karışmıştı. Festival’in doruğunda bile bu kadar çok insanı bir arada görmemişti, Hattâ yarısı kadarını. Ve bu yalnızca bir sokaktı. Fitch Efendi ve aşçı, tüm şehrin dolu olduğunu söylemişti. Tüm şehir… böyle mi?

Yavaş yavaş kapıdan, insanlarla dolu sokağa doğru ilerledi. Aslında gidip, Perrin’i yatağında hasta bırakması doğru değildi. Ya Thom, Rand şehirdeyken bitirirse? Âşık da dışarı çıkabilirdi ve Rand’ın birisiyle konuşması gerekiyordu. Biraz daha beklemek iyi olacaktı. İnsan kaynayan sokağa sırtını dönünce rahatlayarak içini çekti.

Ama hana girmek çekici gelmedi, başı böyle ağrırken değil. Hanın arkasında ters çevrilmiş bir fıçının üzerine oturdu ve soğuk havanın baş ağrısını gidereceğini umdu.

Mutch zaman zaman ahır kapısına gelip ona bakıyordu. Avlunun karşı tarafından bile adamın onaylamayan kaş çatışını hissedebiliyordu. Adamın hoşlanmadığı köylüler miydi? Yoksa o arka taraftan onları kovalamaya çalıştıktan sonra Fitch Efendi’nin hoşnutlukla karşılamasından mı utanmıştı? Belki bir Karanlıkdostu’dur, diye düşündü Rand, bu fikirle gülmeyi umarak, ama hiç de gülünç bir düşünce değildi. Elini Tam’in kılıcının kabzasında gezdirdi. Gülünç olan hiçbir şey kalmamıştı artık.

“Balıkçıl damgalı bir kılıç taşıyan bir çoban,” dedi alçak bir kadın sesi. “Neredeyse her şeye inanacağım geliyor. Ne tür bir soruna bulaştın, köylü çocuk?”

Rand irkilerek ayağa fırladı. Banyo odasından çıktığı zaman Moiraine ile beraber gördüğü kısa saçlı, genç kadındı. Hâlâ erkek ceketi ve pantolonu giyiyordu. Rand, kendisinden biraz daha büyük olduğunu düşündü. Egwene’inkilerden de büyük, koyu renk gözleri vardı ve bakışları tuhaf bir şekilde dikkatliydi.

“Sen Rand’sın, değil mi?” diye devam etti kadın. “Benim adım Min.”

“Hiçbir soruna bulaşmadım,” dedi Rand. Moiraine’in ona ne söylediğini bilmiyordu, ama Lan’in dikkat çekmeme uyarısını hatırlıyordu. “Sorun yaşadığımı düşünmene sebep olan ne? İki Nehir sakin bir yerdir ve biz de sakin insanlarız. Ekinler ya da koyunlar konusunda olmadığı sürece, sorun yaşamayız.”

“Sakin mi?” dedi Min hafif bir gülümseme ile. “Siz İki Nehirlilerden bahseden adamlar duydum. Tahta kafalı koyun çobanları hakkında şakalar duydum, ama bir de gerçekten aşağı köylerde bulunan adamlar vardı.”

“Tahta kafalı mı?” dedi Rand kaşlarını çatarak. “Ne şakası?”

“Bilen insanlar,” diye devam etti kadın, sanki Rand hiç konuşmamış gibi, “ve sizin hep gülümseyerek, pür nezaket, tereyağı kadar uysal ve yumuşak bir biçimde dolanıp durduğunuzu anlattılar. Ama yalnızca yüzeyde. Altta, sizin eski meşe kökleri kadar sert olduğunuzu anlattılar. Çok dürtersen, alttan kayalar çıkacağını anlattılar. Ama kayalar çok derine gömülü değil. Ne sende, ne de arkadaşlarında. Sanki bir fırtına, üstünü örten her şeyi temizlemiş gibi. Moiraine bana her şeyi anlatmadı, ama ben göreceğimi gördüm.”

Eski meşe kökleri mi? Kaya mı? Tücarların ya da o çevre halkının söyleyeceği şeylere hiç benzemiyordu. Ama sonuncusu, yerinde sıçramasına sebep oldu.

Hızla çevresine bakındı; ahır avlusu boştu ve en yakın pencere kapalıydı. “O isme sahip kimseyi tanımıyorum –ne demiştin?”

“Alys Hanım o zaman, tercihin buysa,” dedi Min Rand’ın yanaklarını kızartan alaylı bir bakışla. “Çevrede duyabilecek kimse yok.” “Alys Hanım’ın başka bir isme sahip olduğunu düşündüren ne?” “Çünkü bana söyledi,” dedi Min. Sesi o kadar sabırlı çıkmıştı ki, Rand yine kızardı. “Fazla seçeneği olduğundan değil, sanırım, Onun… farklı… olduğunu hemen gördüm. Daha önce, aşağı köylere giderken burada kaldığında. Beni biliyordu. Ona benzer… diğerleri ile konuşmuştum.”

“‘Görmek’ mi?” dedi Rand.

“Eh, koşa koşa Çocuklara gideceğini sanmıyorum. Yol arkadaşlarının kim olduğunu düşününce! Beyazcübbeler benim yaptığımdan, onun yaptıklarından daha fazla hoşlanmaz.”

“Anlamıyorum.”

“Alys Hanım, benim Desen’in parçalarını gördüğümü söyledi.” Min küçük bir kahkaha attı ve başını salladı. “Bana çok gösterişli bir lafmış gibi geliyor. Yalnızca insanlara baktığımda bazı şeyler görüyorum ve bazen ne anlama geldiklerini biliyorum. Birbiriyle hiç konuşmamış bir adama ve bir kadına bakıyorum ve evleneceklerini biliyorum. Ve evleniyorlar da. Bu tür şeyler. Alys Hanım sana bakmamı da istedi. Hepinize birden.”

Rand ürperdi. “Ne gördün peki?”

“Grup halindeyken mi? Çevrenizde dönen kıvılcımlar, binlercesi ve geceyarısından daha karanlık, büyük bir gölge. O kadar güçlü ki, neden başkalarının göremediğini merak edeceğim neredeyse. Kıvılcımlar karanlığı doldurmaya çalışıyor ve gölge, kıvılcımları yutmaya çalışıyor.” Omuzlarını silkti. “Hepiniz tehlikeli bir şeyle birbirinize bağlısınız, ama daha fazlasını anlayamıyorum.”

“Hepimiz mi?” diye mırıldandı Rand. “Egwene de mi? Ama onlar onun peşinde… yani…”

Min, dilinin sürçmesini fark etmemiş göründü. “Kız mı? O da parçası. Âşık da. Hepiniz. Sen kıza âşıksın.” Rand bakakaldı. “Bunu imgeler görmeden de anlayabiliyorum. O da seni seviyor, ama ne o senin için, ne de sen onun için değilsiniz. İkinizin de dilediği şekilde değil.”

“Bu da ne demek oluyor?”

“Kıza baktığım zaman… Alys Hanım a baktığım zaman gördüklerimi görüyorum. Başka şeyler, anlamadığım şeyler, ama bunun ne anlama geldiğini biliyorum. Kız bunu reddetmeyecek.”

“Bütün bunlar aptallık,” dedi Rand huzursuzca. Baş ağrısı sersemliğe dönüşüyordu; başı yün dolu gibi geliyordu. Kızdan ve gördüğü şeylerden uzaklaşmak istiyordu. Ama… “Kalanımıza… baktığın zaman ne görüyorsun?”

“Her tür şey,” dedi Min, delikanlının aslında ne sormak istediğini biliyormuşçasına sırıtarak. “Savaş… Andra Efendi’nin başının çevresinde yedi yıkık kule var. Ve bir kılıç tutan, beşikte bir bebek ve…” Başını iki yana salladı. “Onun gibi adamlar –anlıyor musun?– öyle çok imge taşırlar ki, birbirine kanşır. Âşığın çevresindeki imgelerin en güçlüsü bir adam, ateş çeviren bir adam –ama kendisi değil– ve Beyaz Kule, ama bütün bunlar bir erkek için hiç de mantıklı gelmiyor. İri, kıvırcık saçlı delikanlı ile ilgili en güçlü şeyler bir kurt, kırık bir taç ve çevresinde çiçeklenen ağaçlar. Ve diğer delikanlı –bir kızıl kartal, terazide bir göz, yakutlu bir hançer, bir boru ve kahkaha atan bir yüz. Başka şeyler de var, ama ne demek istediğimi anlıyorsun. Bu sefer hiçbir şey anlamıyorum.” Sonra sırıtmaya devam etti ve Rand boğazını temizleyip sorana dek bekledi.

“Ya ben?”

Sırıtış, kahkaya dönüşmeden durdu. “Diğerleri ile aynı türden şeyler. Aslında bir kılıç olmayan, defne yapraklarından bir taç olan bir kılıç, bir dilenci asası, kumlara su döken sen, kanlı bir el ve kor beyaz bir demir, senin içinde bulunduğun bir tabutun çevresinde üç kadın, kanla ıslanmış siyah kaya…”

“Tamam,” diye araya girdi Rand huzursuzca. “Hepsini anlatman gerekmez.”

“Daha çok, çevrende ışık görüyorum, bazıları sana çarpıyor, bazıları senden çıkıyor. Tek bir şey dışında bütün bunların ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sen ve ben yine karşılaşacağız.” Kadın, Rand’a sorgularcasına, sanki bunu da hiç anlamamış gibi baktı.

“Neden karşılaşmayalım ki?” dedi Rand. “Eve dönerken bu yoldan geleceğim.”

“Sanırım geleceksin.” Kadının sırıtışı aniden, kurnaz ve gizemli, geri döndü. Rand’ın yanağını okşadı. “Ama sana gördüğüm her şeyi anlatırsam, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı arkadaşın gibi olursun.”

Rand, kadının eli kızıl kormuş gibi çekildi, “Ne demek istiyorsun? Sıçanlar hakkında bir şey görüyor musun? Ya da rüyalar?”

“Sıçanlar mı! Hayır, sıçan yok. Rüyalara gelince, belki sen bunun rüya olduğunu sanmışsındır, ama ben benimkinin öyle olduğunu düşünmedim.”

Rand kadının neden öyle sırıttığını, yoksa deli mi olduğunu merak etti. “Gitmeliyim,” dedi, yanından sıyrılarak. “Ben… ben gidip arkadaşlarımı bulmalıyım.”

“Git o zaman. Ama kaçma.”

Rand tam olarak koşmadı, ama attığı her adım bir öncekinden daha hızlıydı.

“İstiyorsan koşabilirsin,” diye seslendi kadın arkasından. “Benden kaçamazsın.”

Kahkahası, koşarak ahır avlusuna, sokağa çıkmasına, insan kalabalığına karışmasına sebep oldu. Son sözleri Ba’alzamon’un söylediklerine yakındı. Rand telaşla kalabalığın içinde yürürken insanlara çarptı, sert bakışlar ve sert sözlere hedef oldu, ama handan birkaç sokak uzaklaşana kadar yavaşlamadı.

Bir süre sonra nerede olduğuna dikkat etmeye başladı. Başı balon gibi geliyordu, ama yine de izledi ve zevk aldı. Baerlon’un, Thom’un hikayelerindeki şehirler gibi olmasa da, yine de büyük bir şehir olduğunu düşündü. Çoğu taş döşeli, geniş caddelerde, dar, kıvrımlı sokaklarda dolaştı. Şans ve devamlı ilerleyen kalabalıklar onu nereye götürdüyse. Gece yağmur yağmıştı ve taş döşenmemiş sokaklar kalabalıkların ayakları altında çamur deryasına dönüşmüştü, ama çamurlu sokaklar Rand için yeni bir şey değildi. Emond Meydanı’ndaki sokakların hiçbiri taş döşeli değildi.

Kesinlikle hiç saray yoktu ve yalnızca birkaç ev, köydeki evlerden büyüktü, ama her evin çatısı, Badeçay Hanı’nınki gibi kiremit ya da taştı. Rand Caemlyn’de bir iki saray olması gerektiğini düşündü. Hanlara gelince, dokuz tane saydı ve hiçbiri Badeçay Hanı’ndan küçük değil, çoğu Geyik ve Aslan kadar büyüktü. Ve henüz görmediği epey sokak vardı.

Her sokakta dükkanlar dizilmişti, kumaştan kitaba, kapkacaktan çizmelere, her tür mal kaplı masaları koruyan tenteler sokağa uzatılmıştı. Sanki yüz çerçi arabası mallarını dışarı boşaltmış gibiydi. Rand gözlerini öyle bir dikip bakıyordu ki, birkaç kez şüphelenen dükkan sahiplerinin bakışları karşısında uzaklaşmak zorunda kaldı. İlk dükkan sahibinin bakışını anlamamıştı. Anladığı zaman öfkelenmeye başladı, ama sonra burada yabancı olduğunu hatırladı. Zaten çok şey satın alamazdı. Bir düzine renksiz elma ya da bir avuç büzülmüş, İki Nehirde ancak atlara verilecek şalgam için kaç bakır paranın el değiştirdiğini gördüğünde nefesi kesilmişti, ama insanlar ödemeye gönüllü görünüyordu.

Rand’a göre, kesinlikle gerektiğinden fazla insan vardı. Bir süre sırf sayıları onu şaşkınlık içinde bıraktı. Bazılarının giysileri İki Nehir’de görülenlerden daha iyi biçilmişti –neredeyse Moiraine’inkiler kadar iyi– ve birkaçı, ayak bileklerinde dalgalanan uzun, kürk çevrili ceketler giymişti. Handaki herkesin bahsedip durduğu madenciler, yeraltında kazıp duranların kambur görünüşüne sahiptiler. Ama insanların çoğu birlikte büyüdüklerinden farklı görünmüyordu, ne giyimleriyle, ne yüzleriyle. Bir şekilde farklı görüneceklerini düşünmüştü. Gerçekten de, bazılarının yüzü öyle İki Nehirli görünüyordu ki, Emond Meydanı çevresinde tanıdığı ailelerden birinden gelmemelerine şaşardı. Hanlardan birinin dışında, bir sıranın üzerinde oturan ve hüzünle boş bir kupaya bakan, kulakları sürahi sapı gibi, dişsiz, gri saçlı adam pekala Bili Congar’ın kuzeni olabilirdi. Dükkanının önünde dikiş diken lamba çeneli terzi, kafasının arkasındaki kel noktaya kadar, Jon Thane’in kardeşi olabilirdi. Samel Crawe’a aynadaki yansıması kadar benzeyen bir adam bir köşeyi dönerken Rand’ı ittirip geçti ve…

İnanamayarak uzun kollu, iri burunlu, kemikli, ufak tefek bir adamın. paçavraya dönmüş giysiler içinde telaşla kalabalığın arasından seyirttiğini gördü. Günlerdir yemek yememiş, uyku uyumamış gibi görünen adamın gözleri çökmüş, kirli yüzü kurumuştu, ama Rand yemin edebilirdi ki… Perişan adam onu gördü ve ona çarpan insanlara aldırmadan, adımının ortasında kalakaldı. Rand’ın kafasındaki son kuşku da yok oldu.

“Fain Efendi!” diye bağırdı. “Hepimiz senin…”

Çerçi göz açıp kapatana kadar fırlayıp kaçtı, fakat Rand, çarptığı insanlara omzunun üstünden özürler dileyerek arkasından fırladı. Kalabalığın içinden Fain’in bir yan yola saptığını gördü ve arkasından döndü.

Çerçi yan yolda birkaç adım attıktan sonra durdu. Yüksek bir çıt burayı çıkmaz sokak haline getiriyordu. Rand kayarak dururken Fain hızla ona döndü, ihtiyatla çöktü ve gerilemeye başladı. Kirli ellerini sallayarak Rand’a uzak durmasını işaret etti. Ceketi yırtıklar içindeydi ve pelerini, çok kötü kullanılmış gibi yıpranmış, lime lime olmuştu.

“Fain Efendi?” dedi Rand tereddütle. “Sorun ne? Benim, Rand al’Thor, Emond Meydanı’ndan. Hepimiz seni Trollocların yakaladığını sandık.”

Fain çömelmeye devam ederek keskin bir işaret yaptı ve yan yan sokağın açık ucuna doğru birkaç adım koştu. Rand’ın yanından geçmeye, hattâ yaklaşmaya çalışmadı. “Yapma!” dedi hırıltılı bir sesle. Başı Rand’ın arkasındaki sokağı görmeye çalışırken devamlı dönüyordu. “Onlardan” –sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü ve Rand’ı hızlı, yan bakışlarla izleyerek başını çevirdi– “bahsetme. Kasabada Beyazcübbeler var.”

“Bizi rahatsız etmeleri için sebep yok,” dedi Rand. “Benimle Geyik ve Aslan’a gel. Arkadaşlarımla beraber orada kalıyorum. Çoğunu tanıyorsun zaten. Seni görmekten memnun olacaklardır. Hepimiz öldüğünü sanmıştık.”

“Ölmek mi?” diye terslendi Çerçi öfkeyle. “Padan Fain ölmez. Padan Fain ne yana atlayacağını ve nereye konacağını bilir.” Festival kıyafetleriymiş gibi giysilerini düzeltti. “Hep öyle olmuştur ve hep öyle olacak. Ben uzun yaşayacağım. Şeyden bile uzun…” Aniden yüzü gerildi ve elleri ceketinin önünü kavradı. “Arabamı ve bütün mallarımı yaktılar. Bunu yapmaları gerekmiyordu, değil mi? Atlarımı alamadım. Benim atlarım, ama o şişman, ihtiyar hancı onları ahırına kilitlemiş. Hemen kaçmalıydım, yoksa gırtlağımı keseceklerdi. Peki bu bana ne kazandırdı? Üzerimdekilerden başka hiçbir şeyim kalmadı. Bu hiç de adil değil, değil mi?”

“Atların al’Vere Efendi’nin ahırında güvende. İstediğin zaman alabilirsin. Benimle birlikte hana gelirsen, kuşkusuz Moiraine İki Nehir’e dönmene yardım eder.”

“Aaaah! O… o bir Aes Sedai, değil mi?” Fain’in yüzüne ihtiyatlı bir ifade yerleşti. “Ama belki…” Dudaklarını sinirli sinirli yalayarak durdu. “Ne kadar bu –Adı neydi? Ne demiştin?– Geyik ve Aslan’da kalacaksınız?”

“Yarın gidiyoruz,” dedi Rand. “Ama bunun ne ilgisi var…?”

“Orada dolu bir mide ve yumuşak bir yatakta çektiğin iyi bir uykuyla, asla anlayamazsın,” diye sızlandı Fain. “O geceden bu yana bir saniye bile uyuyamadım. Çizmelerim koşmaktan aşındı. Ve ne yediğime gelince…” Yüzü buruştu. “Bir Aes Sedai’nin bir kilometre yakınına bile gelmek istemiyorum,” diye tükürdü sözleri, “kilometrelerce yakınına bile gelmek istemiyorum, ama zorunluyum. Başka seçeneğim yok, değil mi? Onun gözlerini üzerimde düşünmek, nerede olduğumu bildiğini hayal etmek…” Ceketini yakalayacakmış gibi Rand’a uzandı, ama elleri titreyerek durdu, hattâ bir adım geriledi. “Ona söylemeyeceğine söz ver. Beni korkutuyor. Ona söylemene gerek yok. bir Aes Sedai’nin hayatta olduğumu bile bilmesine gerek yok. Söz vermelisin. Vermelisin!”

“Söz veriyorum,” dedi Rand yatıştırırcasına. “Ama ondan korkman için sebep yok. Benimle gel. En azından sıcak bir yemek yersin.”

“Belki. Belki.” Fain dalgın dalgın çenesini ovuşturdu. “Yarın mı dedin? O zamana kadar… Sözünü unutmazsın, değil mi? Ona söylemezsin…?”

“Seni incitmesine izin vermem,” dedi Rand, bir Aes Sedai bir şey yapmak istediğinde onu nasıl durdurabileceğini merak ederek.

“Beni incitmeyecek,” dedi Fain. “Hayır, incitmeyecek. Ona izin vermeyeceğim.” Şimşek gibi Rand’ın yanından geçip kalabalığa daldı.

“Fain Efendi!” diye seslendi Rand “Dur!”

Sokaktan fırladı ve perişan bir ceketin bir sonraki köşede kaybolduğunu gördü. Seslenmeye devam ederek arkasından koştu ve köşeyi döndü. Bir adamın sırtını gördüğü anda ona çarptı ve bir yığın halinde çamura düştüler.

“Nereye gittiğine dikkat edemez misin?” diye mırıltı geldi alt taraftan ve Rand şaşkınlık içinde doğruldu.

“Mat?”

Mat pis pis bakarak doğrulup oturdu ve elleriyle pelerininden çamur silkelemeye başladı. “Gerçekten de şehirliye dönüşüyorsun anlaşılan. Bütün sabah uyu, insanlara çarp.” Ayağa kalktı, çamurlu ellerine baktı, sonra mırıldanarak pelerinine sildi. “Dinle, kimi gördüğümü sandığımı asla bilemezsin.”

“Padan Fain,” dedi Rand.

“Padan Fa… Nereden bildin?”

“Onunla konuşuyordum, ama kaçtı.”

“Demek Tro…” Mat durup ihtiyatla çevresine bakındı, ama kalabalık onlara bakmadan geçip gidiyordu. Rand arkadaşı biraz dikkat etmeyi öğrendiği için memnun oldu. “Demek onu yakalamamışlar. Acaba neden tek söz söylemeden Emond Meydanı’ndan ayrıldı? Muhtemelen o an koşmaya başladı ve buraya varana kadar da durmadı. Ama neden şimdi kaçıyor?”

Rand başını salladı ve sallamamış olmayı diledi. Sanki boynundan düşecekmiş gibi geliyordu. “Bilmiyorum, ama M… Alys Hanımdan korkuyor.” Söylediklerine dikkat etmek pek de kolay olmuyordu. “Kadının onun burada olduğunu bilmesini istemiyor. Ona söylemeyeceğime söz verdirdi.”

“Eh, benden laf çıkmaz,” dedi Mat. “Ben de onun nerede olduğumu bilmemesini dilerdim.”

“Mat?” İnsanlar onlara dikkat etmeden yanlarından akıyordu, ama Rand yine de sesini alçalttı ve iyice yaklaştı. “Mat, dün gece kabus gördün mü? Sıçan öldüren bir adam hakkında?”

Mat gözlerini kırpmadan bakakaldı. “Sen de mi?” dedi sonunda. “Ve Perrin, sanırım. Bu sabah neredeyse soracaktım ona, ama… Görmüş olmalı. Kan ve küller! Şimdi de birisi rüyalar görmemize sebep oluyor. Rand, keşke nerede olduğumu biç kimse bilmeseydi.”

“Bu sabah hanın her yanında ölü sıçanlar bulmuşlar.” Bunu söylerken, daha önce korktuğu kadar çok korkmuyordu. Pek bir şey hissetmiyordu. “Belleri kırılmış.” Sesi kendi kulaklarında çınladı. Hastalanmaya başladıysa. Moiraine’e gitmek zorunda kalabilirdi. Tek Güç’ün üzerinde kullanılması düşüncesinin bile onu fazla rahatsız etmemiş olmasına şaşırdı.

Mat pelerinini toparlayarak derin bir nefes aldı ve gidecek yer arar gibi çevresine bakındı. “Bize neler oluyor, Rand? Ne?”

“Bilmiyorum. Thom’dan tavsiye isteyeceğim. Başka birine söylememiz gerekir mi, gerekmez mi, diye.”

“Hayır! Kadına olmaz. Adama belki, ama kadına olmaz.”

Sesinin keskinliği Rand’ı şaşırttı. “O zaman ona inanıyorsun, öyle mi?” Hangi “o”yu kastettiğini söylemesi gerekmiyordu; Mat’in yüzünü buruşturmasından kimden bahsettiğini anladığını gördü.

“Hayır,” dedi Mat yavaşça. “Yalnızca seçenekler, o kadar. Eğer kadına söylersek ve adam yalan söylemişse, belki hiçbir şey olmaz. Belki. Ama belki adamın rüyalarımıza girmesi şey için yeterli bir sebep… Bilmiyorum.” Susup yutkundu. “Eğer kadına söylemezsek, belki yine rüyalar görürüz. Sıçanlı ya da sıçansız, rüyalar daha iyi… Salı unuttun mu? Bence sessiz kalalım.”

“Tamam.” Rand salı hatırlıyordu –ve Moiraine’in tehdidini de– ama bir şekilde üzerinden çok zaman geçmiş gibi geliyordu. “Tamam.”

“Perrin bir şey söylemez, değil mi?” diye devam etti Mat, ayak parmaklarının ucunda yaylanarak. “Ona dönmemiz gerek. Kadına söylerse, kadın hepimizin aynı rüyayı gördüğünü anlar. Emin olabilirsin. Haydi gel.” Kalabalığın içinde hızla yürümeye başladı.

Rand, Mat geri gelip kolunu yakalayana kadar orada, arkasından bakarak durdu. Arkadaşı koluna dokununca irkildi, sonra onu takip etti.

“Sana neler oluyor?” diye sordu Mat. “Yine uykuya mı dalacaksın?”

“Sanırım üşüttüm,” dedi Rand. Başı davul gibi gergin ve neredeyse aynı ölçüde boştu.

“Hana döndüğümüzde biraz tavuk çorbası içebilirsin,” dedi Mat. Kalabalık sokaklarda yürürlerken devamlı gevezelik ediyordu. Rand dinlemek, hattâ arada bir yanıt vermek için çaba gösterdi, ama gerçekten de çabalaması gerekiyordu. Yorgun değildi; uyumak istemiyordu. Yalnızca süzülüyormuş gibi geliyordu. Bir süre sonra kendini Mat’e Min’den bahsederken buldu.

“Yakutlu bir hançer mi?” dedi Mat. “Bunu sevdim. Ama gözü bilmem. Uydurmadığından emin misin? Bir kahin olsaydı, neden bahsettiğini bilirdi gibi geliyor bana.”

“Kahin olduğunu söylemedi,” dedi Rand. “Sanırım bazı şeyler görüyor. Unutma, banyolarımızı bitirdiğimiz zaman Moiraine onunla konuşuyordu. Ve kadın Moiraine’in kim olduğunu biliyordu.”

Mat ona kaşlarını çattı. “O ismi kullanmayacağız sanıyordum.”

“Hayır,” diye mırıldandı Rand. Başını iki eliyle ovuşturdu. Hiçbir şeye yoğunlaşamıyordu.

“Belki gerçekten de hastalanıyorsundur,” dedi Mat, kaşlarını çatmaya devam ederek. Aniden Rand’ı kol yeninden çekip durdurdu. “Şunlara bak.”

Göğüs plakaları ve parlayana kadar ovulmuş, huni şeklinde çelik şapkalar takmış üç adam Rand ile Mat’e doğru geliyordu. Kollarındaki zincir zırhlar bile parlıyordu. Bembeyaz, sol göğüslerine desen işlenmiş uzun cüppeleri, sokaktaki çamurların ve birikintilerin hemen üzerinde dalgalanıyordu. Ellerini kılıçlarının kabzalarına koymuşlardı ve çürük bir kütüğün altında kıvranan şeylere bakıyormuş gibi çevrelerini süzüyorlardı. Ama kimse bakışlarına karşılık vermiyordu. Kimse onları fark etmiş görünmüyordu. Yine de üç adamın yürümek için kalabalığı ittirip kaktırmasına gerek kalkmıyordu; kalabalık tesadüfmüş gibi beyaz pelerinli adamların önünde ikiye ayrılıyor, önlerinde onlarla ilerleyen, yürüyebilecekleri açık bir alan bırakıyordu.

“Sence bunlar Işığın Evlatları mı?” diye sordu Mat yüksek sesle. Yanından geçen biri dik dik Mat’e baktı, sonra adımlarını hızlandırdı.

Rand başını salladı. Işığın Evlatları. Beyazcübbeler. Aes Sedailerden nefret eden adamlar. İnsanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyen, itaat etmeyi reddedenlerin başına bela açan adamlar. Yanmış çiftlikler ve daha kötüsüne bela gibi ılımlı bir isim verilebilirse. Korkmalıyım, diye düşündü. Ya da meraklanmalıyım. Birşeyler hissediyor olmalıydı. Ama bunun yerine donuk donuk onlara baktı.

“Bana çok bir şeymiş gibi görünmüyorlar,” dedi Mat. “Ne kadar kendileriyle dolular, değil mi?”

“Fark etmez,” dedi Rand. “Han. Perrin ile konuşmalıyız.”

“Eward Congar gibi. O da hep burnunu havaya diker.” Mat gözleri parlayarak, aniden sırıttı. “Araba Köprüsü’nden aşağı düşüp, eve sırılsıklam gitmek zorunda kaldığı zamanı hatırlıyor musun? Bir ay yatmasına sebep olmuştu.”

“Bunun Perrin’le ne ilgisi var?”

“Şunu görüyor musun?” Mat Çocukların hemen önünde, yol üstünde millerinin üstünde duran bir arabaya işaret etti. Arabanın üstündeki bir düzine fıçıyı tek bir kama yerinde tutuyordu. “İzle.” Gülerek sollarındaki çatal bıçakçıya daldı.

Rand, birşeyler yapması gerektiğini bilerek arkasından bakakaldı. Mat’in gözlerindeki o bakış, numaralarından birini yapacağı anlamına geliyordu. Ama tuhaf bir şekilde, kendini Mat’in yapacağı şeyi hevesle beklerken buldu. Bir şey ona bu duygunun yanlış olduğunu söylüyordu, ama yine de beklenti içinde gülümsedi.

Mat bir dakika sonra yukarıda belirdi. Tavanarası penceresinden dükkanın kiremit çatısına tırmanıyordu. Sapanı elindeydi ve dönüyordu. Rand’ın gözleri arabaya gitti. Neredeyse aynı anda keskin bir çatırtı duyuldu ve fıçıları yerinde tutan kama, Beyazcübbeler tam arabanın önüne geldiğinde kırıldı. Fıçılar boş bir gümbürtü ile arabadan aşağı yuvarlanır, her yöne çamur ve çamurlu sular sıçratırken insanlar yoldan kaçıştı. Üç Çocuk da herkes kadar çabuk sıçradı, ama üstün bakışlarının yerini şaşkınlık almıştı. Yoldan geçenlerin bazıları düştü ve daha fazla çamur sıçrattı, ama üçü çevik hareketlerle fıçılardan kaçındılar. Ama beyaz pelerinlerini lekeleyen çamurlardan kaçamadılar.

Uzun önlüklü, sakallı bir adam, kollarını sallayıp, öfkeyle bağırarak bir yan sokaktan fırladı, ama pelerinlerindeki çamuru silkelemeye çalışan üç adama bir bakış fırlattı ve geldiğinden daha hızlı, yan sokağa daldı. Rand dükkanın çatısına baktı; Mat yok olmuştu. Herhangi bir İki Nehir çocuğu için kolay bir atıştı, ama etkisi kesinlikle beklediği gibiydi. Kendini gülmekten alamıyordu; olayın gülünçlüğü yüne sarılmış gibiydi, ama yine de gülünçtü. Yine sokağa döndüğünde Beyazcübbeler doğrudan ona bakıyordu.

“Komik bir şey gördün, öyle mi?” Konuşan diğer ikisinin biraz önünde duruyordu. Gözlerini kırpmadan, kibirle bakıyordu. Gözlerinde, çok önemli bir şey, başka kimsenin bilmediği bir şey biliyormuş gibi bir ışık vardı.

Rand’ın kahkahası kesildi. O ve Çocuklar çamur ve fıçıların arasında yalnızdı. Çevrelerindeki kalabalık bir yerde yapacak acil işler bulmuştu.

“Dilini Işık korkusu mu bağladı?” Öfke Beyazcübbe’nin dar yüzünün daha da ince görünmesine sebep oluyordu. Önemsemezce Rand’ın pelerininden çıkan kılıç kabzasına baktı. “Belki de bundan sen sorumlusundur, öyle mi?” Diğerlerinin aksine, pelerinindeki güneşin altında altın bir düğüm vardı.

Rand, kılıcı örtmek için hareketlendi, ama bunun yerine pelerini omzunun üzerinden arkaya attı. Kafasının arkasında ne yaptığını merak eden çılgına dönmüş bir yer vardı, ama bu çok uzak bir düşünceydi. “Kazalar olabilir,” dedi. “Işığın Evlatları’nın başına bile gelebilir.”

İnce ve uzun yüzlü adam bir kaşını kaldırdı. “O kadar mı tehlikelisin, ufaklık?” Rand’dan çok büyük değildi aslında.

“Balıkçıl damgası, Lord Bornhald,” dedi diğerlerinden biri uyarırcasına.

Dar yüzlü adam Rand’ın kılıcının kabzasına yine baktı –bronz balıkçıl açıkça görülüyordu– ve gözleri bir anlığına irileşti. Sonra bakışları Rand’ın yüzüne kaydı ve önemsemezce burnunu çekti. “Çok genç. Buralı değilsin, öyle mi?” dedi soğuk soğuk Rand’a. “Nereden geliyorsun?”

“Baerlon’a yeni geldim.” Rand’ın kollarına ve bacaklarına ürpertili bir heyecan yayılıyordu. Kızardığını, ısındığını hissetti. “İyi bir han biliyor olamazsınız, değil mi?”

“Sorularımdan kaçınıyorsun,” diye terslendi Bornhald. “İçindeki nasıl bir kötülüktür ki, bana yanıt vermiyorsun?” Arkadaşları sert ve ifadesiz yüzlerle iki yanına yaklaştı. Pelerinlerindeki çamur lekelerine rağmen şimdi üstlerinde tuhaf bir hal vardı.

Rand’ın içini bir ürperti doldurdu; sıcaklık, ateşi varmışcasına artıyordu. Kahkaha atmak istedi, kendini o kadar iyi hissediyordu. Kafasının içinde küçük bir ses bir şeyin yanlış olduğunu söylüyordu, ama Rand’ın düşünebildiği tek şey ne kadar enerji dolu hissettiği, enerjiyle neredeyse patlayacağı idi. Gülümseyerek topuklarının üzerinde sallandı ve olacakları bekledi. Uzaktan uzağa, belirsizce bunun ne olacağını merak etti.

Önderin yüzü karardı. Diğerlerinden biri kılıcını iki santim çelik görünmesine yetecek kadar çekti ve öfkeyle titreyen bir sesle konuştu. “Işığın Evlatları soru sorduğu zaman, seni gri gözlü hödük, yanıt bekleriz, aksi halde…” Dar yüzlü adam kolunu göğsüne uzatınca sustu. Bornhald başını sokağa çevirdi.

Kasaba Nöbetçileri gelmişti. Yuvarlak, çelik şapka ve çivili deri zırh giymiş, ellerindeki değnekleri[1] nasıl kullanıldığını bilircesine taşıyan bir düzine adam. On adım uzakta durmuş, izliyorlardı.

“Bu kasaba Işık’ı kaybetmiş,” diye hırladı kılıcını yarı çekmiş adanı. Sesini yükselterek Nöbetçilere bağırdı. “Baerlon, Karanlık Varlık’ın Gölgesi’nde duruyor!” Bornhald’in bir hareketi ile kılıcını kınına soktu.

Bornhald, dikkatini Rand’a çevirdi. Gözlerinin içinde bilmişlik yanıyordu. “Karanlıkdostları bizden kurtulamaz, ufaklık, Gölge’de duran bir kasabada bile. Yine karşılaşacağız. Bundan emin olabilirsin!”

Topuklarının üzerinde döndü ve iki arkadaşı, sanki Rand hiç var olmamışcasına peşinde yürüp gitti. Sokağın kalabalık kısmına ulaştıklarında, aynı tesadüfi boşluk çevrelerinde açıldı. Nöbetçiler Rand’ı süzerek tereddüt etti, sonra değneklerini omuzladılar ve üç Beyazcübbeli’yi takıp ettiler. Ama onların kalabalığı ittirip kaktırmaları, “Nöbetçilere yol açın!” diye bağırmaları gerekiyordu. Pek az insan, istemeye istemeye de olsa, yol açmaya zahmet etti.


Rand hâlâ bekleyerek topuklarının üzerinde sallanıyordu. Ürperti o kadar güçlüydü ki, neredeyse titriyordu; yanıp tükeniyormuş gibi hissediyordu.

Mat ona bakarak dükkandan çıktı. “Sen hasta değilsin,” dedi sonunda. “Delisin!”

Rand derin bir nefes aldı ve içindeki ürperti aniden, iğne batırılmış kabarcık gibi yok oldu. Sendeledi, kavrayış içini doldurdu. Dudaklarını yalayarak Mat’in bakışlarına karşılık verdi. “Sanırım artık hana dönsek iyi olacak,” dedi sesi titreyerek.

“Evet,” dedi Mat. “Evet. Sanırım dönsek iyi olacak.”

Sokak yine dolmaya başlamıştı ve birkaç kişi geçerken iki delikanlıya bakıp arkadaşlarına birşeyler mırıldandı. Rand hikayenin yayılacağını biliyordu. Deli bir adam üç Işığın Çocuğu’na karşı kavga başlatmaya çalışmıştı. Bu konuşmaya değer bir şeydi. Belki rüyalar beni delirtiyordur.

İkisi sokaklarda defalarca yollarını kaybettiler, ama bir süre sonra tek başına kalabalığın içinde görkemli bir alay oluşturan Thom Merrilin’e rastladılar. Âşık, bacaklarını biraz uzatmak, biraz temiz hava almak istediğini söylüyordu, ama herhangi biri pelerinine bakmak için ikinci kez dönünce yankılı bir sesle, “Yalnızca bu gece, Geyik ve Aslan’dayım,” diye bildiriyordu.

Thom’a kesik kesik, rüyalarını, Moiraine’e anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kaldıklarını anlatmaya başlayan Mat oldu, ama Rand da katıldı, çünkü rüyalarını biraz farklı hatırlıyorlardı. Ya da belki her rüya diğerlerinden biraz farklıdır, diye düşündü. Ama rüyaların büyük kısmı aynıydı.

Thom onlara ilgi göstermeye başlayana kadar epey anlatmışlardı. Rand, Baalzamon’dan bahsettiği zaman Âşık dillerini tutmalarını emrederek ikisini birer omzundan yakaladı, kalabalığa bakmak için ayak uçlarında yükseldi, sonra birkaç kasa ve soğukta büzülmüş, kemikleri çıkmış bir köpek dışında boş olan bir çıkmaz sokağa sürükledi.

Thom dinlemek için duran var mı diye kalabalığa baktı, sonra dikkatini Rand ile Mat’e çevirdi. Mavi gözleri, çıkmaz sokağın ağzına bakmak için döndüğü zamanlar haricinde delikanlıların gözlerine dikiliyordu. “Bir daha o ismi yabancıların duyabileceği bir yerde asla ağzınıza almayın.” Sesi alçak, ama ısrarlıydı. “Bir yabancının duyma ihtimalinin olduğu bir yerde bile. Bu çok tehlikeli bir isim, hattâ sokaklarında İşığın Evlatları dolaşmayan yerlerde bile.”

Mat homurdandı. “Ben sana Işığın Evlatları’nı anlatabilirim,” dedi, Rand’a yan yan bakarak.

Thom onu duymazdan geldi. “Eğer içinizden yalnızca bir kişi rüya görmüş olsaydı…” Öfkeyle bıyığını çekiştirdi. “Bana hatırladığınız her şeyi anlatın. Her ayrıntıyı.” Dinlerken sokağın ağzını gözetlemeye devam etti.

“… kullandığı adamların isimlerini söyledi,” dedi Rand sonunda. Başka her şeyi anlattığını sanıyordu. “Guaire Amalasan. Karanlıkbelası Raolin.”

“Davian,” diye ekledi Mat, Rand devam etmeye fırsat bulamadan. “ve Taşyay Yurian.”

“Ve Logain,” diye bitirdi Rand.

“Tehlikeli isimler,” diye mırıldandı Thom. Gözleri onlara öncekinden de ısrarla dikilmiş gibiydi. “Neredeyse o diğeri kadar tehlikeli isimler. Öyle ya da böyle. Logain dışında hepsi öldü. Bazıları uzun zaman önce. Karanlıkbelası Raolin neredeyse iki bin yıl önce. Ama yine de tehlikeli. En iyisi, yalnızken bile yüksek sesle söylemeyin. Çoğu insan tekini bile bilmez, ama yanlış biri duyarsa…”

“Ama kim onlar?” dedi Rand.

“Erkekler,” diye mırıldandı Thom. “Gökyüzünün dayanaklarını sallayan, dünyanın temellerini sarsan erkekler.” Başını iki yana salladı. “Fark etmez. Onları unutun. Onlar artık yalnızca toz.”

“Onlar… söylediği gibi… kullanılmışlar mıydı?” diye sordu Mat. “Ve öldürüldüler mi?”

“Beyaz Kule’nin onları öldürdüğünü söyleyebilirsiniz. Bunu söyleyebilirsiniz.” Thom’un ağzı bir anlığına gerildi, sonra başını yine iki yana salladı. “Ama kullanılmak…? Hayır, bunu anlamıyorum. Işık bilir Amyrlin Makamı yeteri kadar entrika çeviriyor, ama bunu anlamıyorum.”

Mat ürperdi. “Çok şey söyledi. Çılgınca şeyler. Lews Therin Kardeşkatili, Şahinkanadı Artur hakkında. Ve Dünyanın Gözü. Işık adına, bu ne olabilir ki?”

“Bir efsane,” dedi Âşık yavaşça. “Belki. En azından Sınırboyları’nda, Valere Borusu kadar büyük bir efsane. Oralarda, Ilhan’daki genç adamların Boru yu aramaları gibi, delikanlılar Dünyanın Gözü’nü arar. Belki bir efsane.”

“Ne yapacağız, Thom?” dedi Rand. “Moiraine’e söyleyecek miyiz? Buna benzer başka rüya görmek istemiyorum. Belki o birşeyler yapabilir.”

“Belki yapacaklarından hoşlanmayız,” dedi Mat homurdanırcasına.

Thom düşünerek, bir parmak boğumu ile bıyığını sıvazlayarak onları inceledi. “Bence sessiz kalın,” dedi sonunda. “Kimseye söylemeyin. En azından bir süreliğine. Zorunlu kalırsanız, dilediğiniz zaman fikrinizi değiştirebilirsiniz, ama bir kez söylerseniz bitmiştir ve ondan… ondan daha kötüleri ile uğraşmanız gerekir.” Aniden doğruldu, kamburu neredeyse yok oldu. “Diğer çocuk! Onun da mı aynı rüyayı gördüğünü söylüyorsunuz? Ağzını kapalı tutacak kadar aklı var mı?”

“Sanırım,” dedi Rand, Mat ile aynı anda. “Onu uyarmak için hana dönüyorduk.”

“Işık aşkına geç kalmamış olsak!” Thom pelerini bileklerine çarparak, yamaları rüzgarda dalgalanarak sokaktan çıktı, durmadan omzunun üzerinden baktı. “Ee? Ayaklarınız yere mi çakıldı?”

Rand ve Mat arkasından seyirttiler, ama Âşık yetişmelerini beklemedi. Bu sefer pelerinine bakan ya da ona seslenen insanlar için durmadı. Sokaklar boşmuş gibi aldırışsızca yürüdü, Rand ile Mat arkasında koşturarak takip etti. Rand tahmin ettiğinden kısa sürede kendini Geyik ve Aslan’a varmış buldu.

İçeri girerlerken, Perrin pelerinini omuzlarına atmaya çalışarak dışarı çıkıyordu. Çarpmamaya çalışırken neredeyse düşecekti. “Ben de siz ikinizi aramaya geliyordum,” dedi nefes nefese, dengesini sağladiktan sonra.

Rand Perrin’in kolunu yakaladı. “Kimseye rüyadan bahsettin mi?”

“Etmediğini söyle,” dedi Mat.

“Çok önemli,” diye ekledi Mat.

Perrin şaşkınlık içinde onlara baktı. “Hayır, etmedim. Bir saat öncesine kadar yataktan bile çıkmadım.” Omuzları çöktü. “Bırak bahsetmeyi, o konu hakkında düşünmemeye çalışırken başıma ağrılar girdi. Neden ona söylediniz?” Başını aşığa doğru salladı.

“Binleriyle konuşmazsak delirecektik,” dedi Rand.

“Daha sonra açıklarım,” diye ekledi Thom, anlamlı anlamlı yanlarından geçen insanlara bakarak.

“Tamam,” diye yanıt verdi Perrin yavaşça, hâlâ şaşkın görünerek. Aniden başına vurdu. “Neredeyse sizi neden aradığımı unuttunıyordunuz. Gerçi unutmayı istemediğimden değil. Nynaeve içeride.”

“Kan ve küller!” diye bağırdı Mat. “Buraya nasıl gelmiş? Moiraine… Sal…”

Perrin homurdandı. “Sence batmış bir sal gibi ufak şeyler onu durdurur mu? Yüksekkule’yi bulmuş –adam ırmağı nasıl geçti, bilmiyorum, ama Hikmet yatağında saklandığını ve ırmağa yaklaşmayı reddettiğini söyledi– her neyse, onu kendisini ve atını taşıyacak kadar büyük bir tekne bulmaya ve kürek çekmeye zorlamış. Kendi kendine. Nynaeve ona yalnızca diğer bir çift küreği çekecek bir adam bulacak kadar zaman tanımış.”

“Işık!” dedi Mat, soluk soluğa.

“Burada ne yapıyor?” diye sordu Rand. Mat ve Perrin öfkeyle ona baktı.

“Arkamızdan gelmiş,” dedi Perrin. “Şimdi şimdi Alys Hanım ile beraber ve orası kar yağıyormuş gibi soğuk.”

“Başka bir yere gidip biraz bekleyemez miyiz?” diye sordu Mat. “Babam der ki, ancak bir aptal zorunlu olmadığı sürece eşekarısı yuvasına kafasını sokar.”

Rand araya girdi. “Bizi geri dönmeye zorlayamaz. Kış Gecesi bunu anlamasına yetmiş olmalı. Anlamamışsa, anlatmamız gerek.”

Mat’in kaşları her sözcüğü ile daha da yükseğe kalktı ve Rand sözünü bitirdiğinde alçak sesle ıslık çaldı. “Hiç Nynaeve’e görmek istemediği bir şeyi göstermeye çalıştın mı? Ben çalıştım. Bence geceye kadar uzak kalalım, sonra gizlice girelim.”

“Genç kadını gözlediğim kadarıyla,” dedi Thom, “söyleyeceğini söyleyene kadar durmayacaktır. Eğer kısa sürede söyleyemezse, hiçbirimizin istemediği birinin dikkatini çekene kadar devam edecektir.”

Bu hepsini şaşkınlık içine düşürdü. Bakıştılar, derin nefesler aldılar ve Trolloclarla yüzleşecekmişcesine içeri yürüdüler.

Загрузка...