40 KURTKARDEŞ

Elayne’i yakalayanlar Birgitte’e sersem sersem baktılar. Elayne fırsattan istifade ederek kenara kaçtı. Dönerek dizleri üzerinde doğruldu. Hamileliği yüzünden hantaldı, ama çaresiz de değildi. Mellar’ın derisine yapıştırdığı madalyon yere kaydı. Elayne saidarın parıltısının onu beklediğini gördü. Kendini Güç’le doldurdu ve karnını tuttu.

Bebekleri içeride kıpırdanıyordu. Elayne Hava akışları ördü ve onu tutsak alanları geriye devirdi. Yakında, Elayne’in Korumaları toplu halde Mellar’ın askerlerine saldırdılar. Birkaçı Birgitte’i görünce durdu.

“Savaşmaya devam edin sizi keçi çocukları!” diye bağırdı Birgitte, paralı askerlerin üzerinde ok yağdırarak. “Ölmüş olabilirim, ama hâlâ kahrolası kumandanınızım ve siz de emirlere uyacaksınız!”

Bu onları harekete geçirdi. Yükselen sis kıvrılıyor, savaş meydanını puslandırıyordu. Karanlıkta hafif hafif parlıyor gibiydi. Birkaç dakika içinde, Elayne’in yönlendirmesi, Birgitte’in yayı ve Korumalarının güçleri sayesinde, Mellar’ın kalan Karanlıkdostu askerleri kaçmaya başladı.

Birgitte kaçanların altısını oklarıyla devirdi.

“Birgitte,” dedi Elayne gözyaşları içinde. “Üzgünüm.”

“Üzgün mü?” Birgitte ona döndü. “Üzgün mü? Neden yas tutuyorsun Elayne? Hepsini geri aldım! Anılarım geri döndü.” Güldü. “Bu harika! Son birkaç hafta boyunca bana nasıl dayandın bilmiyorum. En sevdiği yayı kırılmış çocuk gibi surat asıyordum.”

“Ben… Ah, Işık.” Elayne’in içi ona yine de Muhafız’ını kaybettiğini söylüyordu ve bağın kopuşunun acısı mantıklı bir şey değildi. Birgitte’in önünde durması fark etmiyordu. “Belki seninle yine bağ kurmam lazım?”

“İşe yaramaz,” dedi Birgitte, elini aldırışsızca sallayarak. “Yaralandın mı?”

“Gururumdan başka hiçbir şey incinmedi.”

“Şanslısın, ama Boru tam zamanında çalındığı için daha da şanslısın.”

Elayne başını salladı.

“Ben diğer kahramanlara katılacağım,” dedi Birgitte. “Sen burada kal ve kendine gel.”

“Işık kavursun!” dedi Elayne, güçlükle ayağa kalkarak. “Şimdi geride kalacak değilim. Bebekler iyi. Ben gidiyorum.”

“Elayne…”

“Askerlerim öldüğümü sanıyor,” dedi Elayne. “Saflarımız dağılıyor, adamlarımız ölüyor. Hâlâ umut olduğunu anlamaları için beni görmeleri lazım. Bu sisin anlamını bilmiyorlardır. Kraliçelerine ihtiyaç duydukları bir zaman olmuşsa, o an bu andır. Karanlık Varlık’tan başka hiçbir şey beni geri dönmekten alıkoyamaz.”

Birgitte kaşlarını çattı.

“Artık Muhafızım değilsin,” dedi Elayne. “Ama hâlâ dostumsun. Benimle gelir misin?”

“İnatçı budala.”

“Ölü kalmayı reddeden ben değilim. Birlikte?”

“Birlikte,” dedi Birgitte, başını sallayarak.


Aviendha yeni ulumaları dinleyerek durdu. Bunlar pek kurt sesine benzemiyordu.

Shayol Ghul’deki fırtına devam ediyordu. Hangi tarafın kazandığını bilmiyordu. Her yer cesetlerle kaplanmıştı, bazıları kurtlar tarafından parçalanmıştı, diğerleri hâlâ Tek Güç saldırılarının ardından tütüyordu. Rüzgar esip gürlüyordu, ama yağmur yağmıyordu ve toz ve taş dalgaları Aviendha’yı süpürüyordu.

Kıyamet Çukuru’nda yönlendirildiğini hissediyordu, ama Rand’ın Kaynak’ı arındırdığı zamanki fırtınayla karşılaştırıldığında, sessiz bir nabız gibiydi. Rand. O iyi miydi? Neler oluyordu?

Rüzgarbulanların getirdiği beyaz bulutlar yukarıda, simsiyah fırtına bulutlarının arasında çalkalanıyordu. Bulutlar dağın zirvesinin üzerinde devasa, kıvranan bir kütle halinde dönüyordu. Aviendha’nın Rüzgarbulanlar hakkında duyduklarına bakılırsa –Shayol Ghul’den yukarı, mağaza girişinden daha yüksek bir çıkıntıya çekilmişlerdi ve hâlâ Rüzgarlar Çanağı üzerinde çalışıyorlardı– kırılma noktasındaydılar. Rüzgarbulanların üçte ikisi bitkinlikten yıkılmıştı. Yakında fırtına her şeyi yutacaktı.

Aviendha fırtınada dolaşarak o ulumaların kaynağını aradı. Rafaela Ejderyeminlilerin mağaradaki son direnişine katılmak için ayrıldıktan sonra, zincir kuracak başka yönlendirici kalmamıştı. Burada, vadide, farklı gruplar ilerleyip gerileyerek birbirlerini öldürüyorlardı. Mızrağın Kızları, Bilgeler, siswai’amanlar, Trolloclar, Soluklar. Ve kurtlar; şimdiye kadar yüzlercesi savaşa katılmıştı. Aynı zamanda Domanlılar, Tearlılar ve Ejderyeminliler vardı – ama bunların çoğu Rand’a giden patikada savaşıyorlardı.

Yanında bir şey kuğurdayarak yere indi ve Aviendha düşünmeden saldırdı. Draghkar, yüz gün güneşte kalmış sopa gibi alev aldı. Aviendha derin bir nefes alarak çevresine bakındı. Ulumalar. Yüzlercesi.

O ulumalara doğru koşmaya başladı ve vadiyi aştı. Bunu yaparken, tozlu gölgelerden biri çıktı; kır sakalı ve altın gözleri olan kaslı bir adam. Bir kurt sürüsü adama eşlik ediyordu. Kurtlar Aviendha’ya baktılar ve sonra geldikleri yöne döndüler.

Aviendha durdu. Altın rengi gözler.

“Hey, kurtlarla koşan!” diye seslendi adama. “Perrin Aybara’yı yanında getirdin mi?”

Adam donakaldı. Kurt gibi davranıyordu, dikkatli ama tehlikeli. “Perrin Aybara’yı tanıyorum,” diye karşılık verdi, “ama yanımda değil. O başka bir yerde avlanıyor.”

Aviendha adama yaklaştı. Adam ihtiyatla onu izledi ve kurtları uludu. Aviendha ve türüne, Trolloclara güvendiklerinden daha fazla güvenmiyormuş gibiydiler.

“Bu yeni ulumalar,” diye seslendi Aviendha rüzgarın uğultusunun üzerinden, “senin… dostlarından mı geliyor?”

“Hayır,” dedi adam, gözleri dalarak. “Hayır, artık değil. Yönlendirebilen kadınlar tanıyorsan Aiel, onları şimdi getirmelisin.” Seslere doğru uzaklaştı ve sürüsü de onunla birlikte koştu.

Aviendha kurtlardan uzak durarak, ama onların duyularına kendinin– kilerden daha fazla güvenerek adamı takip etti. Vadi zemininde küçük bir yükseltiye geldiler, Ituralde’nin zaman zaman geçidin savunmasını denetlemek için kullandığını gördüğü bir yere.

Geçitten düzinelerce karanlık şekil boşanıyordu. Küçük at boyunda, siyah kurtlar. Kayaların üzerinde koştular ve görüş alanından çıksalar da, Aviendha taşı eriten ayak izleri bıraktıklarını biliyordu.

Yüzlerce kurt, siyah şekillere saldırdı, sırtlarına atladı, ama yere fırlatıldı. Pek işe yarıyormuş gibi görünmüyorlardı.

Kurtların yanındaki adam hırladı.

“Karanlıktazılar mı?” diye bağırdı Aviendha.

“Evet,” diye seslendi adam, fırtınanın üzerinden duyulmak için bağırarak. “Bu Vahşi Av, türlerinin en kötüsü. Ölümlülerin silahlarından etkilenmezler. Sıradan kurtların dişleri onlara kalıcı zarar vermez.”

“O zaman neden savaşıyorlar?”

Kurtkardeş güldü. “Herhangi birimiz neden savaşıyoruz? Çünkü bir şekilde kazanmaya çalışmamız gerekiyor! Git! Aes Sedaileri getir! Bulabilirsen, şu Asha’manlardan birkaç tane! Bu yaratıklar, bir dalganın çakıl taşlarının üzerinden yuvarlanması kadar kolaylıkla ordularınızın üzerinden yuvarlanır.”

Adam, kurtlarıyla birlikte yamaç yukarı koşmaya başladı. Aviendha onların neden savaştığını anlıyordu. Karanlıktazıları öldüremeyebilirlerdi, ama yavaşlatabilirlerdi. Buradaki zaferleri buydu – Rand’a, yapması gereken şeye yetecek kadar zaman kazandırmak.

Korku içinde döndü ve diğerlerini toparlamaya koştu. Yakında güçlü bir yönlendiricinin saidar kullandığını hissedince olduğu yerde kalakaldı. Döndü ve duygunun kaynağına baktı.

Graendal oradaydı, ileride – zar zor görebiliyordu. Sakin sakin, Taşın Savunucuları’nın üzerine ölümcül dalgalar gönderiyordu. Küçük bir kadın grubu toplamıştı – Aes Sedailer ve Bilgeler. Birkaç da koruması vardı. Kadınlar çevresinde diz çökmüşlerdi. Graendal’ın kullandığı örgülerin gücüne bakılırsa, güçleriyle onu besliyor olmalıydılar.

Korumaları, kırmızı değil siyah peçeli dört Aiel adamdı. İçtepi altında oldukları kesindi. Aviendha duraksadı. Ya Karanlıktazılar?

Bu riske girmem lazım, diye düşündü. Ördü ve gökyüzüne mavi bir ışık yolladı – Amys ve Cadsuane’le birlikte anlaştıkları bir işaret.

Bu, elbette, Graendal’ın dikkatini çekti. Terkedilmiş, Aviendha’ya döndü ve Ateş’le saldırdı. Aviendha yuvarlanarak saldırıyı savuşturdu. Sonra bir kalkan geldi ve Aviendha’yı Kaynak’tan kesmeye çalıştı. Aviendha, çaresizlik içinde, kaplumbağa broşu aracılığıyla, tutabildiğince Tek Güç çekti. Bir kadını kalkanla kesmek, makasla halat kesmek gibiydi – halat ne kadar kalınsa, kesmek o kadar zor olurdu. Bu durumda, Aviendha kalkanı engelleyebilecek kadar saidar tutuyordu.

Dişlerini sıkarak kendi örgülerini ördü. Işık, ne kadar yorgun olduğunu fark etmemişti. Neredeyse hata yapıyor, Tek Güç iplikleri kontrolünden kaçıyordu.

İrade gücüye onları yerine oturttu ve tutsakların arasında dostları ve müttefikleri olduğunu bilmesine rağmen, bir Hava ve Ateş örgüsü yolladı.

Gölge tarafından kullanılmaktansa ölmeyi yeğlerler, dedi kendi kendine, bir başka saldırıyı savuştururken. Çevresinde yer patladı ve Aviendha yere daldı.

Hayır Hareket etmeyi sürdür.

Aviendha ayağa fırladı ve koştu. Bu hayatını kurtardı, çünkü geride bıraktığı yere yıldırım yağmaya başladı ve saldırının gücüyle Aviendha yine düştü.

Kalktığında, kolunda pek çok kesik kanıyordu. Aviendha örgüler hazırlamaya başladı. Karmaşık bir örgü yaklaşınca onları bırakmak zorunda kaldı. İçtepi. Eğer o örgü onu yakalarsa, Aviendha kadının kullarından biri olur, gücünü Işık’ın alt edilmesi için kullanmak zorunda kalırdı.

Aviendha yere Toprak ördü ve kaya, toz ve duman kaldırdı. Yuvarlanarak, içine girebileceği bir çukur aradı ve sonra dikkatle çukurdan dışarı baktı. Nefesini tuttu ve yönlendirmedi.

Sert rüzgarlar yarattığı bulutu dağıttı. Graendal alanın ortasında duraksadı. Daha önce, kendi üzerine yeteneğini gizleyen bir örgü yerleştirmiş olan Aviendha’yı sezemiyordu. Aviendha yönlendirirse Graendal anlardı, ama yönlendirmezse güvende olurdu.

Graendal’ın Aiel kulları peçelerini kaldırarak yürüdüler ve Aviendha’yı aradılar. Aviendha o anda, oracıkta yönlendirmek ve onların hayatlarını sona erdirmek istedi. Tanıdığı bütün Aieller bunun için ona teşekkür ederdi.

Ama yapmadı. Kendini ele vermek istemiyordu. Graendal fazla güçlüydü. Kadınla tek başına yüzleşemezdi. Ama eğer beklerse…

Bir Hava ve Ruh örgüsü Graendal’a saldırdı ve onu Kaynak’tan kesmeye çalıştı. Kadın küfrederek döndü. Cadsuane ve Amys gelmişti.


“Direnin! Andor ve Kraliçe için direnin!”

Elayne kargılı askerlerin içinde dörtnala ilerliyordu. Üstü başı darmadağındı, saçları arkasında savruluyordu ve Güç’le yükseltmiş bir sesle bağırıyordu. Bir kılıç kaldırmıştı, ama onu sallamak zorunda kalsa, kılıçla ne yapabileceğini bir tek Işık biliyordu.

O geçerken adamlar dönüyordu. Bazıları bunu yaparken Trolloclar tarafından biçildi. Yaratıklar savunmalarını aşıyor, dağılan saflara ve katliama seviniyordu.

Adamlarım fazla zayıfladı, diye düşündü Elayne. Ah, Işık. Zavallı askerlerim. Gördüğü, bir ölüm ve çaresizlik hikâyesiydi. Andorlu ve Cairhienli kargı sıraları, korkunç kayıplar verdikten sonra dağılmıştı. Şimdi askerler küçük kümeler halinde savaşıyorlardı ve çoğu dağılıp canlarını kurtarmak için kaçıyordu. “Direnin!” diye bağırdı Elayne. “Kraliçenizle direnin!”

Daha fazla adam kaçmayı bıraktı, ama savaşa geri dönmediler. Ne yapmalıydı?

Savaşmalıydı.

Elayne bir Trolloca saldırdı. Daha biraz önce onunla hiçbir şey yapamayacağını düşünmüş olmasına rağmen, kılıcı kullandı. Gerçekten de hiçbir şey yapamadı. Yabandomuzu kafalı Trolloc, Elayne kılıcı sallayınca şaşırmış göründü.

Neyse ki Birgitte oradaydı ve silahını Elayne’e sallayan yaratığı kolundan vurdu. Bu Elayne’in hayatını kurtardı, ama yine de lanet şeyi öldürmesine yaramadı. Atı –askerlerin birinden almıştı– dans ederek, Elayne kılıcını sallarken Trollocun onu biçmesini engelledi. Kılıç Elayne’in istediği yöne gitmiyordu. Tek Güç çok daha rafine bir silahtı. Gerekirse onu kullanacaktı, ama şu anda dövüşmeyi tercih ediyordu.

Uzun süre çabalaması gerekmedi. Askerleri çevresini alarak yaratığı öldürdüler ve Elayne’i, yaklaşmaya başlayan dört diğer yaratıktan korudular. Elayne alnını sildi ve geriledi.

“O da neydi?” diye sordu Birgitte, yanına gelip, askerlerden birini öldürmeye niyetlenen bir Trollocu okuyla vurarak. “Ratliff’in tırnakları Elayne! Budalalığının sınırını öğrendim sanıyordum.”

Elayne kılıcını kaldırdı. Yakında, adamları bağırmaya başladı. “Kraliçe yaşıyor!” diye bağırdılar. “Işık ve Andor adına! Kraliçenizle direnin!”

“Sen kaçarken Kraliçenin kılıcıyla Trolloc öldürmeye çalıştığını görsen ne hissederdin?” diye sordu Elayne usulca.

“Başka bir lanet ülkeye taşınmam gerektiğini hissederdim,” diye terslendi Birgitte, bir ok daha bırakarak, “hükümdarların sütlaç yerine beyin taşıdıkları bir ülkeye.”

Elayne burnunu çekti. Birgitte ne isterse söyleyebilirdi, ama manevrası işe yaramıştı. Bir parça maya gibi, topladığı adamların gücü büyüdü, iki yanına yayıldı ve yeni bir saf oluşturdu. Elayne kılıcını havada tutarak bağırmaya devam etti ve –bir anlık kararsızlıktan sonra– Tek Güç’le, başlarının üzerinde yüzen devasa bir Andor bayrağı oluşturdu. Kırmızı aslan geceyi aydınlatıyordu.

Bu, Demandred ve yönlendiricilerinin doğrudan ateşini çekecekti, ama adamlarının bir işaret ateşine ihtiyacı vardı. Elayne gelen saldırılan savuştururdu.

Saldırı gelmedi. Elayne hat boyunca at sürerken, adamlarına umut veren sözler bağırdı. “Işık ve Andor adına! Kraliçeniz yaşıyor! Direnin ve savaşın!”


Mat, eskiden muazzam olan bir ordunun kalıntılarıyla, Yayla’da güneybatıya doğru at koşturuyordu. Trolloclar ileride, solda toplanmıştı. Shara ordusu ise sağdaydı. Düşmanın karşısında kahramanlar, Sınırboylular, Karede ve adanılan, Ogierler, İki Nehir okçuları, Beyazcüppeler, Ghealdanlılar ve Mayeneliler, paralı askerler, Tinna ve Ejderyeminli mültecileri vardı. Ve Kızıl El Birliği. Kendi adamları.

Kendine ait olmayan anılardan, çok daha görkemli ordulara kumanda ettiğini hatırlıyordu. Parçalanmış, yan eğitimli, yaralı ve bitkin olmayan ordular. Ama Işık ona yardım etsin, hiç bu kadar gururlanmamıştı. Yaşanan her şeye rağmen, adamları savaş naralarını tekrarlamış, yenilenmiş bir şevkle savaşa atılmışlardı.

Demandred’in ölümü Mat’e bir şans vermişti. Orduların aktığını hissedebiliyordu. Onlarla birlikte, savaşın içgüdüsel ritmi de akıyordu. Beklediği an buydu. Sahip olduğu her şeyi üzerine yatıracağı kart buydu. Ona bir şansı vardı, ama Shara ordusu, Trolloclar ve Soluklar öndersizdi. Onlara rehberlik edecek bir generalleri yoktu. Soluklar ve Dehşetlordları emirler vermeye çalışırken, farklı birlikler farklı eylemlere girişiyordu.

O Sharalılara karşı gözümü açık tutmam lazım, diye düşündü Mat. Onlarda kumanda yapısını tekrar kurabilecek generaller vardır.

Şimdilik, sertçe ve kuvvetle saldırması gerekiyordu. Sharalıları ve Trollocları Yayla’dan aşağı püskürtmesi. Aşağıda, Trolloclar bataklıklarla Yayla arasındaki koridoru doldurmuşlar, ırmak yatağındaki savunuculara baskı yapıyorlardı. Elayne’in ölümü yalan çıkmıştı. Birlikleri dağılmıştı –askerlerinden üçte birinden fazlasını kaybetmişlerdi– ama tam Trolloclar tarafından bozguna uğratılacakken, Elayne ortalarında belirmiş, askerlerini tekrar toplamıştı. Şimdi, Shienar topraklarına sürülmüş olmalarına rağmen, mucizevi bir biçimde saflarını koruyorlardı. Ama, Elayne olsa da olmasa da, daha fazla dayanamazlardı. Gittikçe daha fazla kargılı asker kuşatılıyordu, meydanın her yerinde askerler düşüyordu ve Elayne’in süvarileriyle Aieller düşmanı tutmak için gittikçe daha büyük zorlukla, hırsla savaşıyorlardı. Işık, Gölge’yi bu lanet Yayla’dan aşağıdaki yaratıkların üzerine itebilirsem, hepsi birbirinin ayağına dolanır!

“Lord Cauthon!” diye bağırdı Tinna yakından. At sırtından kanlı mızrağını uzatarak güneyi gösterdi.

Uzakta, Erinin Nehri yönüne doğru ışık parlıyordu. Mat alnını sildi.

Gökyüzünde kapıyollar. Düzinelercesi. Ve içlerinden, fenerler taşıyarak uçan to’rakenler geçiyordu. Yaratıklar saf tutarak geçidin üzerinden uçtular ve ötedeki koridorun üzerine geldiler.

Mat savaş gürültülerinin üzerinden, düşmanın kanını dondurmuş olması gereken sesler duydu: gecenin içinde yüzlerce, binlerce boynuz boru haykırarak savaş çağrısı yaptı. Bir davul gümbürtüsü hep birlikte ritim tutmaya başladı ve sesleri yükseldikçe yükseldi. Ve ilerleyen bir ordudaki insan ve hayvan ayak seslerinin gürlemesi karanlıkta yavaş yavaş Polov Yaylası’na yaklaşmaya başladı. Şafak öncesi karanlığında kimse onları göremiyordu, ama savaş meydanındaki herkes kim olduklarını biliyordu.

Mat bir sevinç narası kopardı. Zihin gözüyle Seanchanların hamlelerini görebiliyordu. Ordunun yarısı Erinin’den, doğrudan kuzeye yürüyecek, Elayne’in Mora’daki perişan ordusuna katılacak, Shienar’a girmeye çalışan Trollocları ezecekti. Diğer yarı batıya gidip bataklıkların çevresinden dolanacak, Yayla’nın batı kenarına ilerleyecek, koridordaki Trollocları arkadan ezecekti.

Şimdi ok yağmuruna havada beliren parlak ışıklar eşlik ediyordu – damaneler ordunun görebilmesi için daha fazla ışık yaratıyorlardı. Havaifişekçileri bile gururlandıracak bir ışık gösterisi! Sahiden de, dev Seanchan ordusu Merrilor Meydanı’ndan geçerken yer sarsılıyordu.

Mat’in Yayla’daki sağ kanadının üzerinde gök gürledi – daha gür bir gök gürültüsü. Talmanes ve Aludra ejderleri onarmışlardı ve kapıyollar kullanarak, mağaradan direkt Shara ordusunun üzerine ateş ediyorlardı.

Bütün parçalar yerli yerinde sayılırdı. Zarlar son bir defa atılmadan, ilgilenilmesi gereken tek bir iş kalmıştı.

Mat’in orduları ilerlemeye başladı.


Jur Grady karısından gelen mektubu evirip çeviriyordu. Karısı mektubu Kara Kule’den, Androl eliyle yollamıştı. Karanlıkta mektubu okuyamıyordu, ama onu elinde tutabildiği sürece fark etmezdi. Sözleri ezbere biliyordu zaten.

Cauthon’un onu konuşlandırdığı, Mora Nehri’nin on beş kilometre kadar kuzeydoğusundaki bu kanyonu izliyordu. Merrilor’daki savaşı görebileceği bir yerde değildi.

Savaşmıyordu. Işık, zordu, ama savaşmıyordu. Buradaki ırmağı tutmaya çalışırken ölen o zavallı insanları düşünmemeye çalışarak izliyordu. Bunun için kusursuz bir yerdi – Mora burada bir kanyondan geçiyordu. Gölge burada nehri durdurabilirdi ve durdurmuştu da. Ah, Mat’in gönderdiği adamlar Dehşetlordları ve Sharalılarla savaşmaya çalışmışlardı. Ne kadar da gereksiz bir çaba! Grady, Cauthon’a duyduğu öfkeyle için için yanıyordu. Herkes onun iyi bir general olduğunu iddia ediyordu. Sonra da gidip bunu yapmıştı.

Eh, eğer o kadar büyük bir dahiyse, neden Murandy’nin beş yüz sıradan dağ köylüsünü bu ırmağı tutmaları için yollamıştı? Evet, Cauthon Birlik’ten de yüz asker yollamıştı, ama bu yeterli değildi. Adamlar ırmağı birkaç saat tuttuktan sonra ölmüşlerdi. Irmak kanyonunda yüzlerce Trolloc ve pek çok Dehşetlordu vardı!

Eh, Murandyliler son adama dek katledilmişti. Işık! O grupta çocuklar vardı. Kasabalılar ve birkaç asker iyi savaşmış, kanyonu Grady’nin hayal ettiğinden çok daha uzun süre savunmuşlardı. Ve Grady’ye onlara yardım etmemesi emredilmişti.

Eh, şimdi Grady kanyon duvarının üzerinde, karanlıkta, bir kayalığın arkasında saklanarak bekliyordu. Uzakta, belki yüz adım ötede, Trolloclar meşale ışıklarında ilerliyordu – Dehşetlordlarının görebilmesi gerekiyordu. Onlar da kanyon duvarlarındaydı, böylece aşağıdaki ırmağı görebilecek yükseklik ve pozisyondaydılar. Irmak bir göle dönüşmüştü. Üç Dehşetlordu kanyon duvarlarından büyük kayalar koparmış, ırmağın önünde kayadan bir set oluşturmuşlardı.

Böylece Mora, Merrilor’da kurumuş, Trollocların ırmağı kolaylıkla geçebilmesini sağlamıştı. Grady o seti bir anda açabilirdi – Tek Güç’le bir darbe seti yıkar, kanyondaki suyu serbest bırakabilirdi. Şimdiye dek buna cüret etmemişti. Cauthon ona saldırmamasını emretmişti, ama bunun ötesinde, kendi başına üç Dehşetlordunu yenebildiği olmamıştı hiç. Onu öldürür, sonra seti yine kurarlardı.

Grady karısının mektubunu okşadı ve sonra kendini hazırladı. Cauthon ona, şafakta aynı köye kapıyol açmasını emretmişti. Bunu yapınca yerini belli edecekti. Emrin amacını bilmiyordu.

Kanyon suyla dolmuş, ölenlerin cesetlerini kaplamıştı.

Şimdi açsam olur sanırım, diye düşündü Grady, derin bir nefes alarak. Şafak sökmek üzereydi, ama bulutlar yüzünden ortalık hâlâ karanlıktı.

Aldığı emirlere uyacaktı. Işık onu kavursun, uyacaktı. Ama Cauthon ırmak aşağısındaki savaştan canlı kurtulursa, Grady’nin ona edecek bir çift lafı vardı. Sert laflar. Cauthon gibi sıradan doğumlu bir adam, insanların canlarını boşa harcamamak gerektiğini bilmeliydi.

Derin bir nefes aldı ve sonra kapıyolu örmeye başladı. Onu, insanların dün geldiği köye açtı. Bunu neden yapması gerektiğini bilmiyordu. Köy, dün savaşan grubu oluşturmak için boşaltılmıştı. Geride kimse kaldığını sanmıyordu. Mat ne demişti oraya? Hinderstap mi?

Kapıyolun arkasında, satırlar, yabalar, paslı kılıçlar sallayan insanlar bağırıp çağırmaya başladı. Yanlarında, dünkü gibi, yüz Birlik askeri vardı. Yalnız…

Yalnız, Dehşetlordlarının ateşlerinin altında, askerlerin yüzleri, dün burada savaşan askerlerin yüzleriyle aynıydı… burada savaşan ve ölen askerlerin yüzleriyle aynı.

Grady karanlıkta, ağzı bir karış açık, durdu ve insanların saldırmasını izledi. Hepsi aynıydı. Aynı anaç kadınlar, aynı demirciler, nalbantlar, aynı köy halkı. Onların ölmesini izlemişti ve şimdi geri dönmüşlerdi.

Muhtemelen Trolloclar bir insanı diğerinden ayırt edemiyorlardı, ama Dehşetlordları bunu gördü – ve bunların aynı insanlar olduklarını anladı. O üç Dehşetlordu sersemlemiş görünüyordu. İçlerinden biri, Karanlık Varlık’ın onları terk ettiğini haykırdı. İnsanlara örgüler fırlatmaya başladı.

İnsanlar, aralarından pek çok kişi paramparça edilirken, tehlikeye aldırmadan saldırmaya devam ettiler. Dehşetlordlarının üzerine çullandılar ve mutfak bıçakları, çiftçi aletleriyle onları biçtiler. Trolloclar saldırana kadar, Dehşetlordları ölmüştü. Şimdi Grady…

Grady sersemliğini üzerinden atarak gücünü topladı ve kanyonu tıkayan seti yok etti.

Böylece ırmağı serbest bıraktı.

Загрузка...