9 İYİ ÖLÜMLER

Lan, Myrddraal’ın kafasını boynuna dek yardı. Mandarb’ın dizginlerini çekti ve at dans ederek geriledi. Soluk çırpınarak ölürken, kasılmaları boynundan çıkan kafatası parçalarını büktü. Daha önce düzinelerce kez kanlanmış olan kayaların üzerine kara kan döküldü.

“Lan Mandragoran!”

Lan çağrıyı duyunca döndü. Adamlarından biri kamplarını gösteriyordu. Kamptan havaya parlak kırmızı bir ışık fışkırıyordu.

Öğlen mi oldu? diye düşündü Lan, kılıcını kaldırıp Malkierlilere geri çekilme sinyalini vererek. Kandorlu ve Arafelli birlikler saldırıya geçmişlerdi. Okçu hafif süvariler Trolloc kitlesine dalga dalga ok gönderiyorlardı.

Koku dayanılır gibi değildi. Lan ve adamları ön saflardan uzaklaşırken, yönlendirerek Trolloc leşlerini ateşe veren iki Asha’man ve bir Aes Sedai’nin yanından geçtiler – Coladara, Kral Paitar’ın danışmanı olarak kalmakta ısrar etmişti. Bu, bir sonraki Gölgedölü dalgasının işini güçleştirecekti.

Lan’in orduları zorlu işlerine devam etmişler, tıpkı dibi delik bir tekneye dolan suyu tutan zift gibi, Geçit’teki Trollocları yerlerinde tutmuşlardı. Ordu bir saatlik rotasyonlarla savaşıyordu. Yaktıkları ateşler ve Asha’manlar geceleyin ışık sağlamış, Gölgedöllerinin ilerlemesine fırsat vermemişti.

İki günlük yorucu bir savaştan sonra, Lan bu taktiğin eninde sonunda Trollocların işine yarayacağını biliyordu. İnsanlar arabalar dolusu Trolloc öldürüyordu, ama Gölge senelerdir bu orduyu hazırlamaktaydı. Her gece, Trolloclar ölülerle besleniyordu. Erzak konusunda endişelenmeleri gerekmiyordu.

Lan ön saflardan uzaklaşıp bir arkadaki birliklere doğru at sürerken omuzlarının çökmesine izin vermedi, ama olduğu yere yıkılmak ve günlerce uyumak istiyordu. Yenidendoğan Ejder’in gönderdiği ordunun büyüklüğüne rağmen, gün boyunca adamlarının birden fazla kez ön saflarda savaşması gerekiyordu. Lan her zaman onlardan birkaç tur daha fazlasını yapıyordu.

Askerleri için uyumak kolay değildi, çünkü aynı zamanda araçlarının bakımını yapmaları, ateşler için odun toplamaları, kapıyollar aracılığıyla erzak getirmeleri gerekiyordu. Onunla birlikte ön saflardan ayrılanları izlerken, Lan onları güçlendirmenin bir yolunu aradı. Yakında, sadık Bulen’in omuzları çökmüştü. Adamlarının daha fazla uyumasını sağlaması gerekiyordu, ya da…

Bulen eyerden kaydı.

Lan bir küfür savurarak Mandarb’ı durdurdu ve aşağı atladı. Bulen’in yanma koştu ve adamı boş gözlerle gökyüzüne bakarken buldu. Bulen’in böğründe çok büyük bir yara vardı. Zincir zırhı, çok fazla rüzgar görmüş yelken gibi yırtılmıştı. Bulen ceketini zırhının üzerine örterek yarayı kapatmıştı. Lan onun darbe aldığını görmemişti, adamın yarayı örttüğünü de fark etmemişti.

Aptal! diye düşündü, Bulen’in boynunu yoklayarak.

Nabız yoktu. Ölmüştü.

Aptal! diye düşündü yine, başını eğerek. Yanımdan ayrılmak istemedin, değil mi? Bu yüzden sakladın. Sen Şifa için geri döndüğünde benim orada öleceğimden korktun.

Ya bu, ya da yönlendiricilerin gücünü harcamak istemedin. Onların sınırlarının zorlandığını biliyordun.

Lan dişlerini sıkarak Bulen’in cesedini kaldırdı ve omzuna attı. Sonra bedeni atının sırtına kaldırdı ve eyere bağladı. Andere ile Prens Kaisel – Kandorlu genç ve yüz kişilik birliği genellikle Lan’le at sürüyordu– yakında oturup ciddi ifadelerle izlediler. Onların bakışlarının farkında olan Lan elini cesedin omzuna koydu.

“İyi iş başardın dostum,” dedi. “Nesiller sana övgüler düzecek. Yaratıcı’nın avucunda sığınak bulasın. Annenin son kucaklayışı seni karşılasın.” Diğerlerine döndü. “Yas tutmayacağım! Yas tutmak pişman olanlar içindir ve ben burada yaptığımız şeyden pişman olmayacağım! Bulen bundan daha iyi bir ölüm bulamazdı. Onun için ağlamayacağım, sevineceğim!”

Bulen’in atının dizginlerini tutarak Mandarb’ın sırtına tırmandı ve dimdik oturdu. Yorgunluğunu görmelerine izin vermeyecekti. Üzüntüsünü de. “Aranızda Bakh’ın düştüğünü gören oldu mu?” diye sordu yanındakilere. “Atının arkasına arbalet bağlamıştı. O şeyi her zaman yanında taşırdı. O arbalet kazayla ateşlenecek olursa, o Asha’man’ı ayak parmaklarından bir uçurumun tepesine bağlayacağıma yemin etmiştim.

“Bakh dün, kılıcı bir Trolloc’un zırhına takıldığında öldü. Kılıcı bırakıp yedeğine uzandı, ama iki yeni Trolloc atını altından çekip aldı. O zaman onun öldüğünü sandım ve ona ulaşmaya çalıştım, ama onun o Işık– kavurası arbaletle doğrulduğunu ve bir Trolloc’u altmış santim uzaktan, gözünden vurduğunu gördüm. Ok yaratığın kafatasını delip geçti. İkinci Trolloc Bakh’ın bağırsaklarını deşti, ama o çizme hançerini onun boynuna saplamadan değil.” Lan başını salladı. “Seni hatırlıyorum Bakh. İyi öldün.”

Birkaç dakika at sürdüler ve sonra Prens Kaisel ekledi. “Ragon. O da iyi öldü. Atını doğrudan yandan saldıran otuz Trollocluk grubun üzerine sürdü. Muhtemelen o hamleyle bize zaman kazandırarak bir düzine adamın hayatını kurtardı. Onu yere çekerlerken bir tanesinin yüzünü tekmeledi.”

“Evet, Ragon kaçığın tekiydi,” dedi Andere. “Kurtardığı adamlardan biri de benim.” Gülümsedi. “O da iyi öldü. Işık, ama iyi öldü. Elbette, son birkaç gün içinde gördüğüm en çılgın şey, Kragil’in o Soluk’la savaşırken yaptığıydı. Gördünüz mü…”

Kampa geldiklerinde adamlar kahkahalar atıyor, düşmüş adamların peşinden övgüler düzüyordu. Lan onlardan ayırdı ve Bulen’i Asha’manlara götürdü. Narishma bir erzak arabası için kapıyol açmış, tutuyordu. Lan’e başını salladı. “Lord Mandragoran?”

“Onu soğuk bir yere koymam lazım,” dedi Lan, atından inerek. “Bu iş bittiği, Malkier geri alındığı zaman, asil şehitlerimiz için doğru düzgün bir dinlenme yeri kurmak isteyeceğiz. O zamana kadar, onun yakılmasını ya da çürümeye bırakılmasını istemiyorum. Malkier kralına dönen ilk Malkierliydi o.”

Narishma, örgülerinin ucundaki çanları çınlatarak başını salladı. Kapıyoldan gelen bir arabaya el etti, sonra elini kaldırarak diğerlerini durdurdu. O kapıyolu kapattı, sonra bir dağın tepesine açılan yeni bir kapıyol açtı.

Kapıyoldan buz gibi bir rüzgar esti. Lan, Bulen’i atının sırtından indirdi. Narishma yardım etmek istedi, ama Lan elini sallayarak istemediğini belirtti. Homurdanarak cesedi omzuna aldı ve karların içine adım attı. Acı rüzgar hançer kadar keskindi ve yanaklarını yakıyordu.

Lan, Bulen’i yere uzattı, sonra diz çöktü ve Bulen’in kafasındaki hadoriyi nazikçe aldı. Lan onu savaşa taşıyacaktı –Bulen’in savaşmaya devam etmesi için– ve savaş bittiğinde cesede iade edecekti. Eski bir Malkier geleneği. “İyi iş başardın Bulen,” dedi Lan usulca. “Benden umudunu kesmediğin için teşekkür ederim.”

Ayağa kalktı ve karları ezerek, elinde hadoriyle kapıyoldan geçti. Narishma kapıyolu kapattı ve Lan dağın nerede olduğunu sordu ki, Narishma savaşta ölecek olursa Bulen’i bir daha bulabilsin.

Tüm Malkierli cesetlerini bu şekilde saklayamazlardı, ama bir tanesini saklamak, hiçbirini saklamamaktan iyiydi. Lan deri hadoriyi kılıcının kabzasına, koruma parçasının hemen altına sardı ve sıkıca düğümledi. Mandarb’ın dizginlerini bir seyise uzattı, parmağını ata kaldırdı ve onun kara, parlak gözlerine baktı. “Bir daha seyis ısırmak yok,” diye hırladı aygıra.

Bunun ardından Lan, Lord Agelmar’ı aramaya gitti. Kumandanı, kampın Saldaea kısmının dışında, Tenobia ile konuşurken buldu. Adamları yüzer kişilik iki sıra halinde, yayları ellerinde durmuş, gökyüzünü seyrediyorlardı. Bazı Draghkar saldırıları yaşanmıştı. Lan yaklaşırken yer sarsılmaya ve gürlemeye başladı.

Askerler bağırmadı. Buna alışmaya başlamışlardı. Toprak inledi.

Lan’in yakınında çıplak kayalar yarıldı. Lan korkuyla geri sıçradı. Sarsıntı devam etti ve kayalarda ince yarıklar açıldı – saç teli kadar ince yarıklar. Yarıklarda son derece yanlış bir taraf vardı. Fazla siyah, fazla derindiler. Bölge hâlâ sarsılsa da, Lan yaklaştı, minik çatlaklara baktı ve gürleyen deprem eşliğinde ayrıntılarını çıkarmaya çalıştı.

Yarıklar hiçliğe açılıyor gibiydi. Işığı içlerine çekiyor, soğuruyorlardı. Gerçekliğin doğasında açılmış yarıklara bakıyordu sanki.

Sarsıntılar dindi. Çatlaklardaki karanlık birkaç nefes daha durdu, sonra onlar da soldu ve saç teli kadar ince yarıklar, taştaki sıradan kırıklara dönüştü. Lan ihtiyatla diz çöktü ve onları dikkatle inceledi. Gördüğünü sandığı şeyi mi görmüştü gerçekten? Bunun anlamı neydi?

Ürpererek ayağa kalktı ve yoluna devam etti. Yorulan yalnızca adamlar değil, diye düşündü. Anne uyanıyor.

Saldaea kampına seğirtti. Geçit’te savaşanların arasında en düzenli kamp Saldaealılara aitti ve subay eşlerinin disiplinli eliyle yönetiliyorlardı. Lan savaşmayan Malkierlilerin çoğunu Fal Dara’da bırakmıştı ve diğer güçler de yanlarında savaşçılardan başka pek az kişi getirmişti.

Saldaealıların âdetleri farklıydı. Kadınlar normalde Afet’e girmiyordu, ama bunun dışında, kocaları nereye gidiyorsa oraya gidiyorlardı. Her biri hançerle savaşmayı biliyordu ve gerekirse kampı ölümüne savunabilirlerdi. Burada, erzak toplayıp dağıtmak, yaralılara bakmak konusunda son derece faydalı olmuşlardı.

Tenobia yine Agelmar’la taktik tartışıyordu. Shienarlı büyük kumandan Tenobia’nın taleplerine başını sallarken Lan de dinledi. Tenobia durumu iyi kavramıştı, ama aşın cüretkardı. Afet’e girmelerini ve savaşı Trolloc üretilen bölgelere götürmelerini istiyordu.

Sonunda Lan’i fark etti. “Lord Mandragoran,” dedi onu süzerek. Çakmak çakmak gözleri ve uzun siyah saçlarıyla güzel bir kadın sayılırdı. “En son saldırın başarılı oldu mu?”

“Daha fazla Trolloc öldü,” dedi Lan.

“Görkemli bir savaş veriyoruz,” dedi Tenobia gururla.

“İyi bir dostumu kaybettim.”

Tenobia duraksadı, sonra, belki içlerinde bir duygu kırıntısı arayarak Lan’in gözlerine baktı. Lan’de hiçbir duygu kırıntısı yoktu. Bulen iyi ölmüştü. “Savaşan adamlar görkem sahibi,” dedi ona, “ama savaşın kendisi görkemli değildir. Savaş savaştır. Lord Agelmar, seninle biraz konuşabilir miyim?”

Tenobia kenara çekildi ve Lan, Agelmar’ı alıp uzaklaştı. Yaşlı general Lan’e minnetle baktı. Tenobia bir an izledi, sonra peşinden seğirten iki korumasıyla, çekip gitti.

O kadına dikkat etmezsek başını alıp tek başına savaşmaya gider, diye düşündü Lan. Kafası şarkılar ve hikâyelerle dolu.

Biraz önce kendisi de adamlarını aynı türden hikâyeler anlatması için cesaretlendirmemiş miydi? Hayır. Bir fark vardı, bir fark olduğunu hissedebiliyordu. Adamlara ölebileceklerini ve düşenlerin şerefine saygı duymayı öğretmek… bu, ön saflarda savaşmanın ne kadar harika olduğu hakkında şarkılar söylemekten farklıydı.

Ne yazık ki farkı bilmek için savaşmış olmak gerekiyordu. Işık izin verse de Tenobia pervasız bir şey yapmasa. Lan gözlerinde o bakışı taşıyan çok genç görmüştü. Söz konusu genç adamlar olduğunda, çözüm onları tüketene kadar çalıştırmak ve bir gün bulacaklar ‘ihtişamı’ değil, yalnızca yatıp uyumayı düşünebilecek hale gelene kadar idman yaptırmaktı. Bu çözümün Kraliçe için uygun olduğunu sanmıyordu.

“Kalyan Ethenielle’le evlendiğinden beri daha da pervasız oldu,” dedi Lord Agelmar sessizce, Lan’le birlikte kampın arkasına yürür, yanından geçen askerlere baş sallayarak selam verirken. “Kalyan onu azıcık sakinleştirebiliyordu, ama şimdi – o ya da Bashere ona göz kulak olmazken…” İçini çekti. “Eh, yine de. Benden ne istemiştin Dai Shan?”

“Burada iyi savaş veriyoruz,” dedi Lan. “Ama adamların çok yorulduğundan endişeleniyorum. Trollocları tutmaya devam edebilecek miyiz?”

“Haklısın; düşman eninde sonunda bizi aşıp geçecek,” dedi Agelmar.

“O zaman ne yapacağız?” diye sordu Lan.

“Burada savaşacağız,” dedi Agelmar. “Sonra, tutunamaz hale gelince, zaman kazanmak için geri çekileceğiz. “

Lan gerildi. “Geri çekilmek mi?”

Agelmar başını salladı. “Buraya Trollocları yavaşlatmak için geldik. Bunu, bir süre burada tutunarak ve sonra Shienar boyunca geri çekilerek başaracağız.”

“Ben Tarwin Geçidi’ne geri çekilmek için gelmedim Agelmar.”

“Dai Shan, bana buraya ölmek için geldiğini söylediler.”

Bu salt gerçekti. “Malkier’i ikinci defa Gölge’ye terk etmeyeceğim Agelmar. Geçit’e, Karanlık Varlık’a yenilmediğimizi göstermek için geldim ve Malkierliler de beni takip etti. Buraya yerleşmeyi başardıktan sonra çekilmek…”

Yürürlerken, “Dai Shan,” dedi Lord Agelmar daha yumuşak bir sesle, “savaşma kararına saygı duyuyorum. Hepimiz saygı duyuyoruz; buraya yürüyüşün binlerce kişiye ilham verdi. Amacın bu olmayabilir, ama Çark’ın senin için dokuduğu amaç bu. Adalet arayan bir adamın kararlılığı hafife alınacak, görmezden gelinecek bir şey değildir. Bununla birlikte, kendini bir kenara koyup daha önemli şeyleri görmenin de bir zamanı vardır.”

Lan durdu ve yaşlı generali süzdü. “Dikkatli ol Lord Agelmar. Bana bencil dediğin izlenimi edineceğim neredeyse.”

“Dedim zaten Lan,” dedi Agelmar. “Bencilsin de.”

Lan irkilmedi.

“Malkier uğruna hayatını harcamaya geldin. Bu kendi başına asil bir hareket. Bununla birlikte, Son Savaş gelmişken, aynı zamanda aptalca bir hareket. Senin inadın yüzünden insanlar ölecek.”

“Beni izlemelerini ben istemedim. Işık! Onları durdurmak için elimden geleni yaptım.”

“Görev dağdan ağırdır Dai Shan.”

Bu sefer Lan irkildi. En son ne zaman biri onu sırf sözcüklerle irkiltmeyi başarmıştı? Aynı kavramı İki Nehirli bir delikanlıya öğrettiği günleri hatırladı. Bir koyun çobanı, dünyadan habersiz, Desen’in önüne serdiği kader karşısında ürkek.

“Bazı adamlar,” dedi Agelmar, “ölmeye yazgılıdır ve bundan korkarlar. Diğerleri yaşamaya ve önderlik etmeye yazgılıdır ve bunu bir yük olarak görürler. Son adam düşene kadar burada savaşmayı istiyorsan yapabilirsin ve adamların savaşın görkemi hakkında şarkılar söyleyerek yaparlar bunu. Ya da ikimizin de yapması gereken şeyi yaparsın. Zorunlu olduğunda çekilirsin, uyum sağlarsın, Gölge’yi elinden geldiğince oyalamaya devam edersin. Ta ki diğer ordular bize yardım yollayana kadar.

“Olağanüstü hareketli bir ordumuz var. Her ordu sana en iyi süvarilerini yolladı. Dokuz bin Saldaealı hafif süvarinin karmaşık manevraları hatasızca yaptığını gördüm. Burada Gölge’ye zarar verebiliriz, ama sayıları çok fazla. Benim tahmin ettiğimden daha fazla. Geri çekilirken de onlara zarar vereceğiz. Geriye attığımız her adımda, onları cezalandırmanın yollarını bulacağız. Evet Lan. Beni saha komutanı yaptın. Sana tavsiyem bu. Bugün olmayacak, belki bir hafta olmayacak, ama eninde sonunda geri çekilmek zorunda kalacağız.”

Lan sessizlik içinde yürümeye devam etti. Verecek bir yanıt bulamadan, havada mavi bir ışığın patladığını gördü. Geçit’ten gelen acil durum sinyali. Savaş meydanına yeni gelmiş birliklerin yardıma ihtiyacı vardı.

Dikkate alacağım, diye düşündü Lan. Bitkinliğini bir kenara iterek atların bağlandığı yere koştu. Seyis orada Mandarb’ı ona teslim edecekti.

Bu saldırıda at sürmesi gerekmiyordu. Daha yeni attan inmişti. Yine de gitmeye karar verdi ve Bulen’e atını hazırlamasını bağırırken kendine gelerek aptal gibi hissetti. Işık, adamın yardımına çok alışmıştı.

Agelmar haklı, diye düşündü, Lan seyisler Mandarb’ı eyerlemek için yarışırken. Aygır onun ruh halini sezmiş, huzursuzdu. Beni takip edecekler. Bulen’in yaptığı gibi. Düşmüş bir krallık adına onları ölüme götüreceğim… kendimi de aynı ölüme götüreceğim… bunun Tenobia’nın tavrından ne farkı var?

Kısa süre sonra, savunma hattına doğru dörtnala gidiyordu. Oraya varınca, Trollocların hattı aşmak üzere olduğunu gördü, savunmaya katıldı ve bu gece dayanmayı başardılar. Eninde sonunda, dayanamayacakları bir gün gelecekti. O zaman ne olacaktı?

O zaman… o zaman Malkier’i yine terk edecek ve yapılması gereken şeyi yapacaktı.


Egwene’in ordusu Merrilor Meydanı’nın güneyinde toplanmıştı. Elayne’in ordusu Caemlyn’e ulaştıktan sonra Kandor’a Yolculuk etmeyi planlamışlardı. Rand’ın orduları henüz Thakan’dar’a ulaşmamıştı, bunun yerine Meydan’ın kuzeyindeki, erzakın daha kolay toparlanabileceği hazırlık alanlarına geçmişlerdi. Rand saldırı zamanının gelmediğini iddia ediyordu. Işık izin verse de, Seanchanlar konusunda ilerleme kaydetse…

Bu kadar çok insanın yerini değiştirmek feci bir baş ağrısıydı. Aes Sedailer büyük bir ziyafet salonunun duvarındaki kapılar gibi, uzun bir dizi halinde kapıyollar açıyorlardı. Askerler toplanmış, kapıyoldan geçme sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Bu işe yönlendirebilenlerin en güçlüleri verilmemişti; onlar yakında savaşta yönlendireceklerdi ve kapıyol açmak, asıl önemli iş başlamadan güçlerini tüketmekten başka işe yaramazdı.

Askerler Amyrlin’i görünce yol açtılar elbette. İleri güçleri yerli yerindeyken ve diğer tarafta kamp kurulmuşken, kapıyoldan geçme zamanı gelmişti. Egwene o sabahı Salon’la toplantı yaparak, erzak raporlarının ve bölge değerlendirmelerinin üzerinden geçerek harcamıştı. Salon’un savaşta daha büyük bir rol oynamasına izin verdiği için memnundu; çoğu yüz yaşını aşkın Temsilciler büyük bilgelik sahibiydi.

“Bu kadar beklemek zorunda kalmak hiç hoşuma gitmiyor,” dedi Gawyn, yanında at sürerek.

Egwene onu süzdü.

“Ben General Bryne’ın savaş meydanı değerlendirmesine güveniyorum. Salon da öyle,” dedi Egwene, Illianlı Yoldaşların önünden geçerlerken. Her adamın plaka zırhının önüne Ilhan’ın Dokuz Arısı işlenmişti. Önü ızgaralı koni miğferleri yüzlerini saklayan askerler selam verdiler.

Egwene onların ordusunda bulunmasından memnun olduğundan emin değildi –ondan ziyade Rand’a sadık olmalıydılar– ama Bryne ısrar etmişti. Egwene’in ordusu büyük olsa da, Yoldaşlar gibi seçkin bir gruptan yoksun olduğunu söylemişti.

“Ben hâlâ daha erken çıkmış olmamız gerektiğini düşünüyorum,” dedi Gawyn, ikisi kapıyoldan Kandor sınırına geçerken.

“Daha birkaç gün oldu.”

“Kandor’un yandığı birkaç gün.” Egwene onun kızgınlığını hissedebiliyordu. Gawyn’in onu büyük bir aşkla sevdiğini de hissedebiliyordu. Gawyn artık onun kocasıydı. Bir önceki gece, Silviana’nın yaptığı basit bir törenle evlenmişlerdi. Kendi evliliğine izin vermiş olması Egwene’e hâlâ tuhaf geliyordu. En yüksek yetkili sizseniz, başka ne yapabilirdiniz ki?

Kandor tarafındaki kampta ilerlerlerken, Bryne keşif kollarına emirler yağdırarak yaklaştı. Egwene’in yanına geldiğinde eyerden indi ve yüzüğünü öperek yerlere kadar eğildi. Sonra yine atına bindi ve yoluna devam etti. Bu orduyu yönetme işinin zorla dayatıldığı düşünülürse, çok saygılıydı. Elbette Bryne taleplerde bulunmuştu ve o talepler karşılanmıştı, bu yüzden belki Bryne’ın da onlara bir şeyler dayattığı söylenebilirdi. Beyaz Kule’nin ordularına önderlik etmek onun için bir fırsattı; meraya salınmaktan kimse hoşlanmazdı. Büyük kumandan kendini orada hiç bulmamalıydı zaten.

Egwene, Siuan’ın Bryne’ın yanında at sürdüğünü fark etti ve tatminle gülümsedi. Bryne artık bize sıkıca bağlı.

Egwene, Kandor’un güneydoğu sınırındaki tepeleri inceledi. Artık dünyadaki çoğu yer gibi yeşillikten yoksun olsalar da, huzurlu dinginlikleri arkalarındaki ülkenin yandığına dair ipucu vermiyordu. Başkent Chachin moloz yığınına dönüşmüştü. Kraliçe Ethenielle diğer Sınırboylularla birlikte savaşa katılmak üzere buradan ayrılmadan önce, kurtarma operasyonlarının yönetimini Egwene ve Salon’a devretmişti. Ellerinden geleni yapmışlar, kapıyollardan ana yollara izciler yollayarak mülteciler aramışlar, bulduklarını güvenliğe götürmüşlerdi – artık güvenli denebilecek bir yer kaldıysa.

Ana Trolloc ordusu artık şehir yakmayı bırakmış, güneydoğuya, Kandor-Arafel sınırını oluşturan tepelere ve ırmağa doğru harekete geçmişti.

Silviana, Egwene’in diğer yanına, Gawyn’in karşısına yaklaştı. Gawyn’e dik dik baktıktan sonra Egwene’in yüzüğünü öptü – bu ikisi gerçekten de birbirlerini terslemeyi bırakmalıydılar; bıkkınlık vermeye başlamıştı. “Anne.”

“Silviana.”

“Elayne Sedai’den yeni haber aldık.”

Egwene gülümsedi. İkisi de, birbirlerinden bağımsız olarak, Elayne’in sivil ünvanını değil, Beyaz Kule ünvanını kullanmaya başlamıştı. “Ve?”

“Yaralıların Şifa için gönderilebileceği bir mekân belirlememizi öneriyor.”

“Sarıların savaş meydanları arasında dolaşacağı konusunda konuşmuştuk,” dedi Egwene.

“Elayne Sedai Sarıların saldırıya açık olmasından kaygılanıyor,” dedi Silviana. “Sabit bir hastane istiyor.”

“Bu gerçekten de daha verimli olurdu Anne,” dedi Gawyn, çenesini ovalayarak. “Bir savaştan sonra yaralıları bulmak zor iştir. Ölülerin arasında canlı aramak için Aes Sedai göndermek konusunda ben ne düşünürdüm, bilmiyorum. Büyük kumandanlar haklıysa bu savaş haftalar, hatta aylar sürebilir. Gölge eninde sonunda savaş meydanındaki Aes Sedaileri hedef almaya başlayacaktır.”

“Elayne Sedai oldukça… ısrarcı,” dedi Silviana. Yüzü bir maske gibiydi ve ses tonu sakindi, ama aynı zamanda büyük bir hoşnutsuzluk ifade etmeyi başarmıştı. Silviana bu konuda ustaydı.

Elayne’in başa geçmesine yardım ettim, diye hatırlattı Egwene kendi kendine. Önerisini reddetmek kötü bir başlangıç olur. Ona itaat etmek de kötü bir başlangıç olurdu. Belki bütün bunları yaşarken arkadaş kalabilirlerdi.

“Elayne Sedai bilgece konuşmuş,” dedi Egwene. “Romanda’ya söyle, bu şekilde yapılsın. Tüm San Ajah Şifa için toplansın, ama toplanacakları mekân Beyaz Kule olmasın.”

“Anne?” diye sordu Silviana.

“Seanchanlar,” dedi Egwene. Ne zaman onlar hakkında düşünse karnında kıvranan yılanı boğmak zorunda kalıyordu. “Sanların Kule’de yalnızken ve Şifa vererek bitkin düşmüşlerken saldırıya uğraması riskine girmeyeceğim. Beyaz Kule saldırıya açık ve düşmanın dikkati üzerinde – Seanchanlar saldırmasa, Gölge saldırır.”

“Geçerli bir nokta.” Silviana’nın sesi gönülsüzdü. “Ama başka neresi olabilir? Caemlyn düştü ve Sınırboyları tehlikeye çok açık. Tear?”

“Olmaz,” dedi Egwene. Orası Rand’ın bölgesiydi ve fazla aşikardı. “Elayne’e bir öneri ilet. Belki Mayene Başı uygun bir yer gösterebilir. Çok büyük bir bina olmalı.” Egwene eyerin yan tarafını tıkırdattı. “Sarılarla birlikte Kabuledilmişleri ve çömezleri de yolla. O kadınları savaş meydanında istemiyorum, ama güçlerini Şifa için kullanabiliriz.”

Bir Sarı ile zincir kurmuşken, en zayıf çömez bile gücünün bir parçasını vererek hayat kurtarabilirdi. Çoğu çömez hayal kırıklığına uğrardı; onlar Trolloc biçmeyi hayal ediyordu. Eh, savaş eğitimi almamışlardı ve bu şekilde kimsenin ayağına dolaşmadan savaşa katılabilirlerdi.

Egwene omzunun üzerinden arkasına baktı. Kapıyollardaki hareketlilik yakın zamanda bitecek gibi değildi. “Silviana, sözlerimi Elayne Sedai’ye aktar,” dedi Egwene. “Gawyn, yapmanı istediğim bir şey var.”

Chubain’i ırmağın batısında, Kandor ile Arafel arasında sınır oluşturan bir vadide kumanda kampı kurulmasına göz kulak olurken buldular. Yaklaşan Trollocları karşılamak için bu tepelik bölgeyi kullanacaklar, yan vadilerdeki güçlerle Trollocları taciz edeceklerdi. Sırtlara yerleştirilmiş okçular savunma birliklerine destek verecekti. Plan, tepeleri ele geçirmek için saldıran Trolloclara şiddetle yanıt vermek ve mümkün olduğunca çok zarar oluşturmaktı. Savunma birlikleri tepeleri tutarken, taciz birlikleri düşmanın kanatlarını yok edebilirdi.

Eninde sonunda bu tepelerden Arafel sınırının ötesine püskürtülmeleri olasılığı yüksekti, ama Arafel’in geniş ovalarında süvarileri daha avantajlı bir biçimde kullanılabilirdi. Egwene’in güçleri de, tıpkı Lan’inkiler gibi, Elayne güneydekileri alt edene kadar Trollocları yavaşlatmak amaçlıydı. Destek kuvvetler gelene kadar dayanacakları umuluyordu.

Chubain selam verdi ve onları yakına dikilmiş çadıra götürdü. Egwene atından indi ve çadıra girecek oldu, ama Gawyn elini onun koluna koydu. Egwene içini çekti, başını salladı ve ilk önce onun girmesine izin verdi.

İçeride, Nynaeve’in Egeanin dediği Seanchan kadın bağdaş kurup oturmuştu. Kadın kendine Leilwin diye hitap edilmesi konusunda ısrar ediyordu. Kule Muhafızları’nın üç üyesi kadını ve Illianlı kocasını izliyordu.

Egwene girerken Leilwin başını kaldırıp baktı, hemen dizleri üzerinde doğrularak zarifçe eğildi ve alnını çadır zeminine dokundurdu. Kocası da aynısını yaptı, ama onun hareketleri daha gönülsüz görünüyordu. Belki de yalnızca kadından daha kötü bir oyuncuydu.

“Dışarı,” dedi Egwene üç nöbetçiye.

Adamlar itiraz etmediler, ama çıkmakta da acele etmediler. Sanki Egwene, Muhafız’ı yanındayken, yönlendiremeyen iki kişiyle baş edemeyecekmiş gibi. Erkekler.

Gawyn çadırın kenarına geçti ve Egwene’i iki tutsakla konuşmak üzere yalnız bıraktı.

“Nynaeve bana senin güvenilir sayıldığını söyledi,” dedi Egwene Leilwin’e. “Ah, doğrul. Beyaz Kule’de kimse o kadar eğilmez, en düşük hizmetkar bile.”

Leilwin doğrulup oturdu, ama bakışlarını yerden kaldırmadı. “Bana verilen görevde çok başarısız oldum ve bu şekilde Desen’i tehlikeye attım.”

“Evet,” dedi Egwene. “Bileklikler. Farkındayım. Bu borcu ödeme şansı ister misin?”

Kadın yine eğilerek alnını yere dokundurdu. Egwene içini çekti, ama kadına kalkmasını emredemeden Leilwin konuştu. “Işık adına, kurtuluş ve yeniden doğum umudum adına,” dedi Leilwin, “sana hizmet etmeye ve seni korumaya yemin ediyorum, Beyaz Kule’nin hükümdarı Amyrlin. Kristal Taht ve İmparatoriçe’nin kanı adına, kendimi sana bağlıyorum ve her konuda emredileni yapacağıma, kendi canımdan önce senin canını savunacağıma söz veriyorum. Işık altında, öyle olsun.” Yeri öptü.

Egwene şaşkın şaşkın bakakaldı. Böyle bir yeminden dönmek için Karanlıkdostu olmak gerekirdi. Elbette, Seanchanlar Karanlıkdostlarından o kadar da farklı değildi.

“İyi korunmadığımı mı düşünüyorsun?” diye sordu Egwene. “Bir hizmetkara daha mı ihtiyacım olduğunu düşünüyorsun?”

“Yalnızca borcumu ödemeyi düşünüyorum,” dedi Leilwin.

Egwene kadının ses tonunda bir gerginlik, bir keskinlik sezdi. İçinde gerçeklik tınısı vardı. Bu kadın bu şekilde kendini alçaltmaktan hoşlanmıyordu.

Canı sıkılan Egwene kollarını kavuşturdu. “Bana Seanchan ordusu, birlikleri ve gücü hakkında, İmparatoriçe’nin planları hakkında ne anlatabilirsin?”

“Bazı şeyler biliyorum Amyrlin,” dedi Leilwin. “Ama ben bir gemi kaptanıydım. Bildiklerim Seanchan donanması hakkında ve sizin pek işinize yaramaz.”

Elbette, diye düşündü Egwene. Gawyn’e baktı ve o da omuz silkti.

“Lütfen,” dedi Leilwin alçak sesle. “Bir şekilde kendimi size kanıtlamama izin verin. Bana kalmış pek az şey var. Artık adım bana ait değil.”

“İlk önce,” dedi Egwene, “Seanchanlardan bahsedeceksin. Senin ilgisiz olduğunu düşünmen umurumda değil. Bana söyleyeceğin her şey işe yarayabilir.” Ya da Leilwin’in yalancı olduğunu kanıtlardı, ki bu da aynı ölçüde işe yarardı. “Gawyn, bana bir sandalye getir. Leilwin’in anlatacaklarını dinleyeceğim. Ondan sonra, bakacağız… ”

Rand harita, not ve rapor yığınını karıştırdı. Kollarını arkasında kavuşturmuş, duruyordu. Masada tek bir lamba yanıyordu. Rand’ın tek başına durduğu çadırda esintiler dolaşırken cam fanusun koruduğu alev dans ediyordu.

Alev canlı mıydı? Besleniyordu, tek başına hareket ediyordu. Onu boğabilirdiniz, demek ki bir açıdan nefes alıyordu. Canlı olmak ne demekti?

Bir fikir yaşayabilir miydi?

Karanlık Varlıksız bir dünya. Şer olmayan bir dünya.

Rand haritalara döndü. Gördüklerinden etkilenmişti. Elayne’in hazırlıkları başarılıydı. Rand cephe savaşlarının planladığı toplantılara katılmamıştı. O dikkatini kuzeye vermişti. Shayol Ghul’e. Kaderine. Mezarına.

Üzerine saflar ve birlikler hakkında notlar alınmış bu savaş haritalarının insanların hayatını bir kâğıt parçasındaki yazılara dönüştürmesinden nefret ediyordu. Sayılara ve istatistiklere. Ah, açıklığın –mesafenin– bir saha kumandanı için hayati öneme sahip olduğunu biliyordu. Yine de nefret ediyordu.

Burada, önünde, yaşayan bir alev vardı, ama aynı zamanda ölmüş adamlar vardı. Artık savaşı bizzat yönetemeyeceğinden, buna benzer haritalardan uzak durabilmeyi umuyordu. Bu hazırlıkları görünce, kurtaramayacağı askerler için yas tutmaya başlayacağını biliyordu.

Aniden her yanı ürperdi, kollarındaki tüyler diken diken oldu – heyecan ile dehşet arasında bir ürperti. Bir kadın yönlendiriyordu.

Rand başını kaldırdı ve Elayne’i çadır kapısında donakalmış halde buldu. “Işık!” dedi Elayne. “Rand! Burada ne yapıyorsun? Beni korkudan öldürmeye mi çalışıyorsun?”

Rand döndü ve parmaklarını savaş haritalarına dayayarak Elayne’i süzdü. İşte bu hayattı. Kızarmış yanaklar, içinde bal ve gül tonları olan altın rengi saçlar, çakmak çakmak gözler. Elayne’in kırmızı elbisesindeki kabarıklık, taşıdığı çocukları sergiliyordu. Işık, ne güzel bir kadındı.

“Rand al’Thor?” diye sordu Elayne. “Benimle konuşacak mısın, yoksa bir süre daha bön bön bakmayı mı tercih edersin?”

“Sana bön bön bakamayacaksam, kime bön bön bakayım?” diye sordu Rand.

“Bana öyle sırıtma çiftçi çocuk,” dedi Elayne. “Çadırıma gizlice girmek? Gerçekten. İnsanlar ne derdi?”

“Seni görmek istediğimi söylerdi. Dahası, gizlice girmedim. Nöbetçiler aldı beni.”

Elayne kollarını kavuşturdu. “Bana söylemediler.”

“Söylememelerini istedim.”

“Demek ki, benim açımdan bakılınca, gizlice girmişsin.” Elayne, Rand’ın yanı başından geçti. Harika kokuyordu. “Gerçekten, Aviendha yetmezmiş gibi…”

“Sıradan askerlerin beni görmesini istemedim,” dedi Rand. “Kampındaki düzeni bozacağından korktum. Nöbetçilerden, burada olduğumu kimseye söylememelerini istedim.” Elayne’e yaklaştı ve ellerini omuzlarına koydu. “Seni bir kez daha görmem gerekiyordu. Ondan sonra…”

“Beni Merrilor’da gördün.”

“Elayne…”

“Özür dilerim,” dedi Elayne, ona dönerek. “Seni gördüğüme mutlu oldum, geldiğine de sevindim. Yalnızca bütün bunlardaki rolünü kavramaya çalışıyorum. Bizim bütün bunlardaki yerimizi.”

“Bilmiyorum,” dedi Rand. “Ben hiç kavrayamadım. Üzgünüm.”

Elayne içini çekti ve masasının yanındaki sandalyeye oturdu. “Elini sallayarak çözemeyeceğin şeyler olduğunu görmek iyi bir şey sanırım.”

“Çözemediğim çok şey var Elayne.” Rand masaya ve haritalara baktı. “Hem de çok.”

O konuda düşünme.

Rand, Elayne’in önünde diz çöktü ve Elayne tek kaşını kaldırdı. Rand elini onun karnına koydu – başlangıçta tereddütle. “Bilmiyordum,” dedi. “Toplantıdan önceki geceye kadar. İkiz diyorlar?”

“Evet.”

“Tam dede olacak,” dedi Rand. “Ben de…”

Bir erkek böyle bir habere nasıl tepki vermeliydi? Onu sarsması, altüst etmesi mi gerekiyordu? Rand hayatı boyunca yeterince sürpriz görmüştü. Artık dünya değişmeden iki adım atamıyormuş gibi görünüyordu.

Ama bu… bu sürpriz değildi. İçten içe, bir gün baba olmayı umduğunu fark ediyordu. Olmuştu işte. Bu ona bir sıcaklık veriyordu. Bir sürü şey yolunda gitmese de, dünyada doğru olan bir şey vardı.

Çocuklar. Onun çocukları. Gözlerini yumdu, nefes aldı ve düşüncenin keyfini çıkardı.

Onları tanıyamayacaktı. Daha doğmadan babasız bırakacaktı onları. Ama diğer yandan, Janduin de Rand’ı babasız bırakmıştı – ve Rand iyi yetiştirilmişti. Yalnızca, orada burada bazı yontulması gereken tarafları vardı.

“Adlarını ne koyacaksın?” diye sordu Rand.

“İçlerinden biri erkek olursa Rand demeyi düşünmüştüm.”

Rand, eli Elayne’in karnında, donakaldı. Hareketlenme mi vardı? Tekmelemiş miydi?

“Hayır,” dedi Rand usulca. “Lütfen çocuğa benim adımı koyma Elayne. Bırak onlar kendi hayatlarını yaşasınlar. Gölgem yeterince uzun olacak zaten.”

“Pekala.”

Rand onun gözlerinin içine baktı ve Elayne’in sevgiyle gülümsemekte olduğunu gördü. Elayne pürüzsüz elini Rand’ın yanağına koydu. “İyi bir baba olacaksın.”

“Elayne…”

“Tek kelime etme,” dedi Elayne, parmağını kaldırarak. “Ölümden ve görevden bahsetmek yok.”

“Olacakları görmezden gelemeyiz.”

“Kara kara düşünmemiz de gerekmiyor,” dedi Elayne. “Sana hükümdar olmak hakkında çok şey öğrettim Rand. Bir dersi unutmuşum gibi görünüyor. En kötü olasılıklar için plan yapmak iyidir, ama onların ağırlığı altında ezilmemen gerek. Sabit fikir haline getirmemelisin. Bir kraliçe, her şeyden önce, umut sahibi olmalıdır ”

“Umudum var,” dedi Rand. “Dünya için, senin için, savaşması gereken herkes için umudum var. Bu, kendi ölümümü kabullendiğim gerçeğini değiştirmiyor.”

“Yeter,” dedi Elayne. “Bu gece bundan bahsetme artık. Bu gece âşık olduğum adamla sakin bir akşam yemeği yiyeceğim.”

Rand içini çekti, ama kalktı ve Elayne’in yanındaki sandalyeye oturdu. Elayne çadır kapısındaki nöbetçilere seslenerek yemek istedi.

“En azından taktik konuşabilir miyiz?” diye sordu Rand. “Burada yaptıklarından gerçekten etkilendim. Ben olsam daha iyisini yapamazdım.”

“Çoğunu büyük kumandanlar yaptı.”

“Aldığın notları gördüm,” dedi Rand. “Bashere ve diğerleri harika generaller, hatta hepsi dâhi, ama onlar yalnızca belli savaşlar hakkında düşünüyor. Birinin onları koordine etmesi gerekiyor ve sen bunu olağanüstü başarıyla yapıyorsun. Bu konuda yeteneğin var.”

“Hayır, yok,” dedi Elayne. “Benim sahip olduğum şey, Andor’un Kız– Veliahtı olarak geçmiş bir ömür. Bende gördüklerin için General Bryne’a ve anneme teşekkür et. Notlarında, değiştirmek istediğin herhangi bir şey gördün mü?”

“Caemlyn’le Braem Ormanı arasında iki yüz kırk kilometreden fazla mesafe var. Gölge’yi orada pusuya düşürmeyi planlıyorsun,” dedi Rand. “Bu riskli. Ya güçlerin ormana varamadan alt edilirse?”

“Her şey onların ormana Trolloclardan önce varmasına bağlı. Taciz güçlerimiz bulabildiğimiz en güçlü, en hızlı atları kullanacak. Zor bir yarış olacak kuşkusuz. Atlar ormana vardığında ölmek üzere olacak. Ama Trollocların da o zamana kadar çok yorulmuş olacağını umuyoruz. Bu işimizi kolaylaştıracak.”

Taktik konuştular ve akşam geceye döndü. Hizmetkarlar çorba ve yabandomuzundan oluşan akşam yemeğiyle geri döndüler. Rand kampa geldiğini kimse bilmesin istemişti, ama artık hizmetkarlar da bildiğine göre elden bir şey gelmezdi.

Yemek yemeye oturdu ve Elayne’le sohbete daldı. En büyük tehlike altındaki savaş meydanı hangisiydi? Aralarında anlaşmazlık doğduğunda –ki bu sık sık oluyordu– Elayne hangi büyük kumandana arka çıkmalıydı? Hâlâ Shayol Ghul’e saldırmak için doğru zamanı bekleyen Rand’ın ordusunun bütün bunlardaki rolü neydi?

Sohbet ona Tear’da geçirdikleri zamanı, siyaset dersleri arasında Taş’ta gizlice öpüşmelerini hatırlattı. Rand, Elayne’e o günlerde âşık olmuştu. Gerçek aşk. Duvardan düşüp bir prensesle yüz yüze gelen bir oğlan çocuğunun hayranlığı değil – o zamanlar, kılıç sallayan bir çiftçi çocuk savaştan ne kadar anlarsa, Rand da aşktan o kadar anlıyordu.

Aşkları, paylaştıkları şeylerden doğmuştu. Elayne’le politika ve hükümdarlığın nasıl bir yük olduğu hakkında konuşabiliyordu. Elayne onu anlıyordu. Sahiden anlıyordu, Rand’ın tanıdığı herkesten daha iyi. Binlerce insanın hayatını değiştiren kararlar almanın nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Bir ulusun halkının hizmetkarı olmayı anlıyordu. Rand, sık sık ayrı düşseler de, aralarındaki bağın sürmesini olağanüstü buluyordu. Aslında o bağın daha da güçlü olduğunu hissediyordu. Elayne kraliçe olduktan sonra, karnında büyüyen çocuklarıyla, güçlenmişti.

“İrkildin,” dedi Elayne.

Rand çorbasından başını kaldırdı. Elayne yemeğini bitirmemişti – Rand onu daha fazla konuşturuyordu. Yine de artık yemiyormuş gibiydi ve elinde bir fincan sıcak çay vardı.

“Ne yaptım?” diye sordu Rand.

“İrkildin. Andor için savaşan birliklerden bahsettiğim zaman azıcık irkildin. ”

Fark etmiş olması şaşırtıcı değildi – konuştuğu kişilerin yüzlerindeki küçük ifade değişikliklerine dikkat etmesini ona Elayne öğretmişti.

“Bunca insan benim adıma savaşıyor,” dedi Rand. “Hiç tanımadığın bunca insan benim için ölecek.”

“Bu öteden beri savaşa giren hükümdarların yükü olmuştur.”

“Onları koruyabilmem gerek,” dedi Rand.

“Herkesi koruyabileceğini düşünüyorsan, Rand al’Thor, göründüğünden çok daha akılsızsın.”

Rand onun gözlerinin içine baktı. “Herkesi koruyabileceğime inanmıyorum, ama ölümleri bana ağır geliyor. Artık hatırlayabildiğime göre, daha fazlasını yapmam gerektiğini hissediyorum. O beni yıkmaya çalıştı ve başarısız oldu.”

“O gün, Ejderdağı’nın zirvesinde olan bu muydu?”

Rand kimseye bundan bahsetmemişti. Sandalyesini Elayne’e yaklaştırdı. “Orada, gücüm hakkında çok fazla düşündüğümü fark ettim. Sert olmak istiyordum, çok sert. Sert olmaya çalışırken, insanları önemseme yeteneğimi kaybetmeme ramak kaldı. Bu yanlıştı. Kazanmam için insanları önemsemem lazım. Ne yazık ki bu, öldüklerinde acı çekmem anlamına geliyor.”

“Lews Therin’i artık hatırlayabiliyor musun?” diye fısıldadı Elayne. “Onun bildiği her şeyi? Yalnızca hatırlıyormuş gibi davranmıyorsun yani?”

“Ben oyum. Her zaman oydum. Artık hatırlıyorum.”

Elayne, gözleri irileşerek nefes verdi. “Ne büyük bir avantaj.”

Rand’ın bunu anlattığı onca insan içinde, yalnızca Elayne böyle tepki vermişti. Ne harika bir kadın.

“Elimde bunca bilgi var, ama bana ne yapmam gerektiğini söylemiyor.” Rand ayağa kalktı ve çadırı adımlamaya başladı. “Bunu çözebilmem gerek Elayne. Artık kimsenin benim için ölmesi gerekmemeli. Bu benim savaşım. Neden başka herkes bunca ıstırabı çekmek zorunda olsun?”

“Savaşma hakkımızı inkar mı ediyorsun?” dedi Elayne, sırtını dikleştirerek.

“Hayır, elbette etmiyorum,” dedi Rand. “Sana hiçbir şeyi inkar edemem. Ama keşke… keşke bir şekilde bütün bunların durmasını saglayabilseydim. Benim fedakarlığım yeterli olmalı, değil mi?”

Elayne ayağa kalktı ve Rand’ın kolunu tuttu. Rand ona döndü.

Sonra Elayne onu öptü.

“Seni seviyorum,” dedi Elayne. “Sen gerçekten de bir kralsın. Ama Andor’un iyi halkına kendilerini savunma, Son Savaş’ta direnme hakkını tanımazsan…” Elayne’in gözleri çakmak çakmak oldu, yanakları kızardı. Işık! Söyledikleri onu sahiden çok kızdırmıştı.

Rand onun ne söyleyeceğinden, ne yapacağından asla tam olarak emin olamıyordu ve bu onu heyecanlandırıyordu. Geceçiçeklerini izlemek, göreceklerinin güzel olacağını bilmek, ama o güzelliğin tam olarak hangi biçimi alacağını asla bilememek gibiydi.

“Sana savaşma hakkını reddetmeyeceğimi söyledim,” dedi Rand.

“Bu benden daha fazlası hakkında Rand. Herkes hakkında. Bunu anlayabiliyor musun?”

“Anlayabiliyorum sanırım.”

“Güzel.” Elayne oturup arkasına yaslandı. Çayından bir yudum aldı ve yüzünü buruşturdu.

“Bozulmuş mu?” diye sordu Rand.

“Evet, ama alıştım artık. Yine de, her şey böyle bozulurken, hiçbir şey içmemekten de kötü neredeyse.”

Rand ona yaklaştı ve fincanı onun elinden aldı. Bir an durdu, ama yönlendirmedi. “Sana bir şey getirdim. Söylemeyi unutmuşum.”

“Çay mı?”

“Hayır, yalnızca yanına bir şey.” Fincanı ona geri verdi ve Elayne bir yudum aldı.

Elayne’in gözleri irileşti. “Bu harika. Nasıl yaptın?”

“Ben yapmadım,” dedi Rand, oturarak. “Desen yapıyor.”

“Ama…”

“Ben bir ta’veren’im,” dedi Rand. “Benim çevremde beklenmedik olaylar oluyor. Çok uzun süre, bir denge vardı. Bir kasabada biri beklenmedik bir biçimde merdivenlerin altında büyük bir hazine keşfediyordu. Ziyaret ettiğim bir sonraki kasabada, insanlar paralarının sahte olduğunu, akıllı bir kalpazan tarafından onlara verildiğini fark ediyordu.

“İnsanlar korkunç şekillerde ölüyordu; başkaları mucize eseri ölümden kurtuluyordu. Ölümler ve doğumlar. Evlilikler ve ayrılıklar. Bir seferinde bir kuştüyünün gökyüzünden süzüle süzüle geldiğini, ucunun çamura saplandığını ve o şekilde dik durduğunu görmüştüm. Peşinden düşen on tüy de aynısını yaptı. Tamamen tesadüf eseri. Para attığında yazı ya da tura gelmesi gibi.”

“Bu çayın tatlanması tesadüf değil.”

“Evet, öyle,” dedi Rand. “Ama, anlarsın, bu günlerde bana devamlı paranın aynı yüzü denk geliyor. Kötülüğü bir başkası yapıyor. Karanlık Varlık dünyaya kötülük saçıyor, ölümlere, şerre, deliliğe sebep oluyor. Ama Desen… Desen dengedir. Bu yüzden, benim aracılığımla, insanlara diğer tarafı veriyor. Karanlık Varlık ne kadar çok kötülük yaparsa, benim çevremdeki etki o kadar güçleniyor.”

“Büyüyen çimenler,” dedi Elayne. “Aralanan bulutlar. Bozulmuşken düzelen yiyecekler…”

“Evet.” Eh, zaman zaman kendi yaptığı bazı numaralar da işe yarıyordu, ama Rand onlardan bahsetmedi. Cebinde küçük bir kese arandı.

“Eğer söylediğin doğruysa,” diye yanıt verdi Elayne, “o zaman dünyada asla iyilik olamaz.”

“Elbette olabilir.”

“Desen onu da dengelemez mi?”

Rand duraksadı. Bu mantık, Ejderdağı’na gitmeden önceki düşünce tarzına çok yakındı – hayatta hiçbir seçeneği olmadığını, hayatının onun adına planlandığını düşünüyordu. “Biz önemsediğimiz sürece,” dedi Rand, “iyilik olacaktır. Desen duygulara aldırmaz – iyiliğe ve kötülüğe bile aldırmaz. Karanlık Varlık, onun dışında bir güçtür ve güç kullanarak Desen’i etkiler.”

Ve Rand buna son verecekti. Elinden gelirse.

“İşte,” dedi Rand. “Bahsettiğim armağan bu.” Keseyi Elayne’e uzattı.

Elayne merakla Rand’a baktı. İpleri çözdü ve kesenin içinden küçük bir kadın biblosu çıkardı. Biblodaki kadın dimdik duruyordu ve omuzlarında bir şal vardı, ama Aes Sedai’ye benzemiyordu. Olgun bir yüzü vardı, yaşlı ve bilge. Genel hal ve tavrında da bilgelik vardı ve gülümsüyordu.

“Bu bir angreal mi?” diye sordu Elayne.

“Hayır, bu bir Tohum.”

“Bir… tohum mu?”

“Sen ter’angreal yapma Yetisine sahipsin,” dedi Rand. “Angreal yapmak için farklı bir süreç gerekiyor. Bunlardan biriyle başlıyorsun. Bu nesne Gücünü çekiyor ve o Gücü bir başka şeye aşılıyor. Bu işlem zaman alıyor ve sebep olduğu zayıflık aylar sürüyor, bu yüzden savaş bitene kadar denememelisin. Ama onu bir yerde unutulmuş halde bulduğumda, aklıma sen geldin. Sana ne verebileceğimi merak ediyordum.”

“Ah, Rand, benim de sana verecek bir armağanım var.” Elayne bir kamp masasında duran fildişi mücevher kutusuna seğirtti ve içinden küçük bir nesne aldı. Çeliği kısa ve kör bir hançerdi ve geyik boynuzundan kabzasına altın tel sarılmıştı.

Rand hançeri inceledi. “Alınma, ama bu kötü bir silaha benziyor Elayne.”

“Bu bir ter’angreal, Shayol Ghul’e gittiğinde işine yarayabilecek bir şey. Bunu kullandığında Gölge seni göremez.” Uzanıp Rand’ın yüzüne dokundu.

Rand da elini onunkinin üzerine koydu.

Gecenin ilerleyen saatlerine dek çadırda kaldılar.

Загрузка...