36 DEĞİŞTİRİLEMEZ ŞEYLER

Rand’ın bir sorunu vardı.

Nynaeve, Kıyamet Çukuru’nun derinliklerinde, önündeki hiçliğe doğru esen rüzgarlar tarafından sürüklenmemek için bir dikite tutundu. Moiraine ona Karanlık Varlık’ın özü adını vermişti, ama bu, onun Gerçek Güç olduğu anlamına gelmiyor muydu? Daha da kötüsü, eğer onun özü dünyadaysa, bu kurtulduğu anlamına gelmez miydi? O her neyse, doğası gereği saf şerdi ve Nynaeve’in içini hayatı boyunca hiç hissetmediği bir dehşetle dolduruyordu.

Karanlık, çevresindeki her şeyi büyük bir kuvvetle kendine çekiyordu. Nynaeve dikiti bırakırsa, içine düşeceğinden korkuyordu. Şalı çoktan uçup gitmişti. Eğer o hiçlik onu içine çekerse hayatı sona ererdi. Belki ruhu da yok olurdu.

Rand! diye düşündü Nynaeve. Ona yardım etmek için bir şeyler yapabilir miydi? Rand Moridin’in önünde duruyordu, ikisi kılıç kılıca kilitlenmişlerdi. Bir ânın içinde donmuş gibi. Rand’ın yüzünden ter akıyordu. Konuşmuyordu. Gözünü bile kırpmıyordu.

Rand’ın ayağı karanlığa dokunmuştu. O anda hem o hem de Moridin donmuştu. Heykel gibiydiler. Hava çevrelerinde uluyordu, ama onları Nynaeve’i etkilediği gibi etkilemiyor gibiydi. En az on beş dakikadır o şekilde duruyorlardı.

Toplamda, grubun Karanlık Varlık’la yüzleşmek üzere çukura girmesinin üzerinden bir saat geçmişti.

Nynaeve kayaların yerde kayıp o karanlığa emilmesini izliyordu. Giysileri güçlü bir rüzgara kapılmış gibi savrulup dalgalanıyordu. Yakında, bir başka dikite sarılmış olan Moiraine de aynı durumdaydı. Neyse ki mağarayı dolduran sülfür kokusu burada karanlığa akıyordu.

Tek Güç kullanamazdı. Tutabildiği tüm gücü Rand kullanıyordu, ama onunla hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünüyordu. Moridin’in yanına ulaşabilir miydi? Moridin de kıpırdayamıyor gibiydi. Kafasına bir taşla vursa ne olurdu? Beklemekten daha iyiydi.

Nynaeve ilerideki hiçliğin çekişine karşı ağırlığını denedi ve dikitteki ellerini gevşetti. Hemen kaymaya başladı ve kendini geri çekti.

Son Savaş’ı bir kayaya tutunarak geçirmeyeceğim! diye düşündü. En azından aynı kayaya tutunarak geçirmeyeceğim. Hareket etme riskine girmesi gerekiyordu. Doğrudan ileri gitmek fazla tehlikeliydi, ama yan yan giderse… evet, yakında, sağında bir başka dikit vardı. Elini bıraktı ve yarı kayarak yarı koşturarak bir sonraki dikite ulaşmayı başardı. Oradan sonra yeni bir tane seçti, dikkatle ellerini bıraktı ve yenisini yakaladı.

Çok yavaş ilerliyordu. Rand, seni yün kafalı aptal, diye düşündü. Halkaya onun ya da Moiraine’in önderlik etmesine izin verseydi, o savaşırken onlar bir şey yapabilirdi belki!

Bir başka dikite ulaştı, sonra sağında bir şey görünce durdu. Neredeyse çığlık atıyordu. Orada, duvarın dibine büzülmüş, kayalar sayesinde rüzgarlardan korunan bir kadın vardı. Ağlıyor gibiydi.

Nynaeve, hâlâ Moridin’le kılıç kılıca, donmuş halde duran Rand’a baktı ve sonra kadına yaklaştı. Burada daha fazla dikit vardı ve kayalar hiçliğin çekişini kestiği için daha güvenli hareket edebiliyordu.

Nynaeve kadının yanına vardı. Kadın duvara zincirlenmişti. “Alanna?” diye bağırdı Nynaeve rüzgarın üzerinden. “Işık, burada ne işin var?”

Aes Sedai kızarmış gözlerini kırpıştırarak Nynaeve’e baktı. Kafası çalışmıyormuş gibi, donuk donuk bakıyordu. Nynaeve kadını incelerken, Alanna’nın bedenin sol tarafının tamamının karnındaki bıçak yarasıyla kanlanmış olduğunu fark etti. Işık! Nynaeve kadının yüzünün solukluğundan anlamalıydı.

Neden onu bıçaklayıp burada bırakmışlardı? Rand’la bağ kurmuştu, diye düşündü Nynaeve. Ah, Işık. Bu bir tuzaktı. Moridin, Alanna’yı kan kaybetmeye bırakmış ve sonra Rand’la yüzleşmişti. Alanna öldüğünde, Muhafızı olarak Rand öfkeden deliye dönecekti ve Moridin’in onu yok etmesi kolay olacaktı.

Rand bunu neden fark etmemişti? Nynaeve kesesinde şifalı otlar aradı ve sonra durdu. Bu noktada şifalı otların bir faydası olur muydu? Böyle bir yaraya Şifa vermek için Tek Güç kullanması gerekirdi. Nynaeve kadının giysilerini yırtarak sargılar yaptı ve sonra Şifa için saidar çekmeye çalıştı.

Gücünü Rand kullanıyordu ve bırakmadı. Nynaeve çılgın gibi onu kovalamaya çalıştı, ama Rand sıkı sıkı tuttu. Nynaeve zorladıkça daha da sıkı tuttu. Bir şekilde, onu kullanarak yönlendiriyor gibiydi, ama Nynaeve örgüleri göremiyordu. Bir şey hissedebiliyordu, ama uluyan rüzgar ve çukurun tuhaf doğası yüzünden, çevresinde dönen bir bora gibiydi. Bir şekilde Güç ona dolanmıştı.

Lanet olsun! Saidara ihtiyacı vardı! Bu Rand’ın suçu değildi Halkayı kendisi yönetirken Nynaeve’e güç veremezdi.

Nynaeve çaresizlik içinde elini Alanna’nın yarasına bastırdı. Rand’a seslenip, onu halkadan bırakmasını istemeye cesaret edebilir miydi? Bunu yaparsa, Moridin kuşkusuz o tarafa döner ve Alanna’ya saldırırdı.

Ne yapacaktı? Eğer bu kadın ölürse Rand kontrolünü kaybederdi. Muhtemelen bu onun… ve Son Savaş’ın sonu olurdu.


Mat baltasıyla tahtayı yontarak sivriltti. “Gördünüz mü,” dedi, “havalı bir şey olması gerekmiyor. Süslü marangozluğunuzu muhtarın kızını etkilemeye saklayın.”

İzleyen erkek ve kadınlar ciddi bir kararlılıkla başlarını salladılar. İki Nehir’de tanıdığı insanlar gibi çiftçi, köylü ve zanaatçılardan oluşuyorlardı. Mat’in emri altında bunlar gibi binlercesi vardı. Bu kadar çok olacaklarını hiç tahmin etmemişti. Bölgenin iyi insanları savaşmaya gelmişti.

Mat onların son adamına kadar deli olduğunu düşünüyordu. Kendisi kaçabilecek olsa, bir yerlerde bir mahzene saklanırdı. Kavrulsundu, ama denemişti.

O zarlar, Egwene Işık’ın tüm ordularının komutasını ona verdiğinden beri yaptıkları gibi, kafasının içinde takırdıyordu. Kahrolası bir ta’veren olmak beş para etmezdi.

Mat duvar örecekleri kazıkları yontmaya devam etti. Bir adam çok dikkatli izliyordu. Bu yaşlı çiftçinin öyle köselemsi bir derisi vardı ki, muhtemelen Trolloc kılıçları bile seker giderdi. Bir sebepten Mat’e tanıdık geliyordu.

Kahrolası anılar, diye düşündü Mat. Kuşkusuz bu adam Mat’e verilen eski anılardan birine benziyordu. Evet, bu kulağa doğru geliyordu. Tam olarak hatırlayamıyordu ama. Bir… araba mı vardı? Bir Soluk?

“Gel Renald,” dedi adamın arkadaşlarından biri – bir başka çiftçi, görünüşüne bakılırsa bir Sınırboylu. “Sıranın ucuna gidelim ve bakalım delikanlıları hızlandırabiliyor muyuz.”

İkisi uzaklaşırken Mat yonttuğu kazığı bitirdi ve alnını sildi. Bir başka tahta parçasına uzandı –bu koyun çobanlarına bir kez daha gösterse iyi olacaktı– ama o sırada cadin’sor giymiş biri hemen hemen bitmiş kazık duvar boyunca koşarak geldi.

Urien’in, arkadaki kuyruk dışında kısa kesilmiş, parlak kızıl saçları vardı. Mat’in yanından geçerken elini kaldırdı. “Heyecanlılar Matrim Cauthon,” dedi Urien, durmadan. “Bu yöne geliyorlar sanırım.”

“Teşekkürler,” diye seslendi Mat. “Sana borçlandım.”

Aiel koşarak döndü ve bir süre Mat’e bakarak geri geri koştu. “Bu savaşı kazan yeter! Başaracağın üzerine bir tulum oosquai üzerine iddiaya girdim.”

Mat hıhladı. Vurdumduymaz bir Aiel’den daha huzursuz edici bir şey varsa, o da sırıtan bir Aiel’di. İddiaya girmek? Bu savaşın sonucu üzerine? Ne biçim bir iddiaydı bu böyle? Kaybederlerse kimse kazancını tahsil edecek kadar yaşamayacaktı ki!

Mat kaşlarını çattı. Aslında bu oldukça iyi bir iddiaydı. “Kiminle iddiaya girdin?” diye seslendi Mat. “Urien?” Ama adam duyamayacak kadar uzaklaşmıştı.

Mat homurdandı, ama baltasını yakındaki zayıf Tearlı kadına uzattı. “Onları hizada tut Cynd.”

“Peki Lord Cauthon.”

“Ben lanet bir lord değilim,” dedi Mat alışkanlık gereği, ashandareisini alırken. Yürümeye başladı, sonra döndü ve yaptıkları kazıklı çite baktı. Çalışan insanların arasında yürüyen bir avuç Ölümnöbetçisi gördü. Koyunların arasındaki kurtlar gibi. Mat yoluna devam etti.

Orduların hazırlanacak fazla zamanı kalmamıştı. Kapıyollar kullanarak Trollocların önüne geçmişlerdi, ama kaçmamışlardı. Işık, kaçış yoktu. Ama savaş meydanını seçmeyi Mat’e bırakmışlardı ve en iyisi bu Merrilor denen yerdi.

Kendi mezarının yerini seçmek gibi, diye düşündü Mat. Bu mekânı hiç seçmemeyi tercih ederdim elbette.

Kazıklı çit meydanın doğusundaki ağaçlığın önünde uzanıyordu. Tüm bölgeyi kazıklı çitlerle çevirecek zamanı yoktu. Bunu yapmak zaten mantıksız olurdu. O Sharalı yönlendiriciler varken, Gölge duvarları bir kılıcın ipeği kesmesi gibi kolaylıkla biçebilirdi. Ama üzerinde yürüyüş yolları olan kazıklı çitler okçularına Trollocları hedef alacak yüksekliği sağlayacaktı.

Mat burada iki nehirden faydalanabilirdi. Mora Nehri güneybatı yönünde, Yayla ve Dashar Tepesi arasında uzanıyordu. Güney kıyısı Shienar’daydı, kuzey kıyısı ise Arafel’de. Meydanın hemen güneyinde, batıya doğru akan Erinin nehriyle birleşiyordu.

Bu nehirler duvarlardan daha iyi iş görecekti, özellikle de artık onları doğru düzgün savunacak kaynaklara sahip olduğundan. Eh, onlara kaynak diyebilirseniz. Askerlerinin yarısı bahar çimenleri kadar yeniydi ve diğer yarısı da geçen hafta ölümüne savaşmıştı. Sınırboylular üç adamdan ikisini kaybetmişti – Işık, üçte iki. Daha küçük bir ordu olsa dağılırdı.

Sahip olduğu tüm adamları saysa bile, Trolloclar geldiği zaman Mat’in ordusu düşmanın dörtte biri olacaktı, en azından Semavi Yumruk tan gelen raporlara göre öyleydi. Pis bir savaş olacaktı.

Mat şapkasını daha da aşağı çekti ve sonra Tuon’un verdiği göz yamasının kenarını kaşıdı. Kırmızı deri. Hoşuna gitmişti.

“Bakın şimdi,” dedi, yeni aldığı Kule Muhafızlarının yanından geçerken. Değneklerle çarpışmaktaydılar – uçlara takacakları mızrak uçları henüz yeni dövülmekteydi. Adamların kendilerini yaralama olasılığı, düşmana zarar verme olasılıklarından daha yüksek görünüyordu.

Mat ashandareisini adamlardan birine verdi, sonra ilki telaşla selam verirken İkincisinden değneğini aldı. Bu adamların çoğu, ayda bir kezden daha sık tıraş olacak kadar bile büyümemişti. Değneğini aldığı çocuk on beşinden gün almışsa Mat çizmelerini yerdi. Hem de önce kaynatmadan!

“Değneğin bir şeye çarptığı her seferde büzülemezsin!” dedi Mat. “Savaş meydanında gözlerinizi kapatırsanız ölürsünüz. Geçen sefer dikkat etmediniz mi?”

Mat değneği kaldırdı ve onu nereden tutacaklarını gösterdi. Sonra, henüz savaşın eğlenceli bir şey olduğunu düşünecek kadar küçükken babasının gösterdiği bloke etme hamlelerini gösterdi. Terleyene kadar yeni askerlere hamleler yaptı ve onları bloke etmeye zorladı.

“Kavrulayım, bunu öğreneceksiniz,” dedi Mat yüksek sesle, hepsine birden. “Kütükten daha zeki görünmediğiniz için umurumda bile değil, ama ölürseniz anneniz benden haber bekler. Onlara haber göndereceğimden değil. Ama zar oyunlarına mola verdiğim zamanlarda bir parça vicdan azabı çekebilirim ve vicdan azabı çekmekten nefret ederim, bu yüzden izleyin!”

“Lord Cauthon?” dedi değneğini ona vermiş olan delikanlı.

“Ben lanet olası bir…” Durdu. “Eh, evet, ne var?”

“Kılıç öğrensek olmaz mı?”

“Işık!” dedi Mat. “Adın ne senin?”

“Sigmont, efendim.”

“Eh, Sigmont, sence ne kadar zamanımız var? Belki bir dolaşmaya çıkıp Dehşetlordlarını ve Gölgedöllerini bulursun ve onlardan sizi doğru düzgün eğitebilmem için bana birkaç ay vermelerini istersin.”

Sigmont kızardı ve Mat değneğini geri verdi. Şehirli çocuklar. İçini çekti. “Buraya bakın, sizden tek istediğim kendinizi savunabilmeniz. Sizi büyük savaşçılar yapacak zamanım yok, ama birlikte çalışmayı, saf tutmayı ve Trolloclar geldiğim çekilmemeyi öğretebilirim. Bu süslü kılıç oyunlarından daha fazla işinize yarar, güvenin bana.”

Gençler başlarını gönülsüzce salladılar.

“İdmana geri dönün,” dedi Mat, alnını silip omzundan geriye bakarak. Kanlı küller! Ölümnöbetçileri bu yana geliyordu.

Ashandareiyi kaptı ve hızla uzaklaştı, sonra bir çadırın çevresinden dolandı, ama bu sefer de patikada ona doğru yürüyen bir grup Aes Sedai ile karşılaştı.

“Mat?” diye sordu Egwene, kadın grubunun ortasından. “İyi misin?”

“Kahrolasılar, beni kovalıyorlar,” dedi Mat, çadırın kenarından uzanıp bakarak.

“Kim kovalıyor seni?” dedi Egwene.

“Ölümnöbetçileri,” dedi Mat. “Tuon’un çadırına dönmem gerekiyormuş.”

Egwene birkaç parmağını sallayarak diğer kadınları gönderdi. Yalnızca iki gölgesi yanında kaldı – Gawyn ve şu Seanchan kadın. “Mat,” dedi Egwene, çile çekermiş gibi, “sonunda doğru yolu görüp Seanchan kampından ayrılmaya karar verdiğine sevindim, ama kaçmak için savaşın sonrasını beklesen olmaz mıydı?”

“Affedersin,” dedi Mat, yarım kulakla dinleyerek. “Ama kampın Aes Sedai bölümüne doğru yürüyebilir miyiz? Peşimden oraya kadar gelmezler.” Belki gelmezlerdi. Tüm Ölümnöbetçileri Karede gibiyse, belki de gelirlerdi. Karede bir adamı yakalamak için onun peşinden uçurumdan bile atlardı.

Egwene, Mat’in sözlerinden hoşlanmamış gibi geriledi. Nasıl oluyordu da Aes Sedailer, tamamen duygusuz davranırken, bir adamın yaptıklarını onaylamadıklarını anlamasını sağlayabiliyorlardı? Bir düşününce, belki Aes Sedailer de bir adamın peşinden uçurumdan atlayabilirdi. Sırf ona, kendini öldürürken ne tür hatalar yaptığı konusunda ayrıntılı bir söylev çekmek için bile olsa.

Mat son günlerde, uçurumdan atlayan kişi olduğunu hissetmekten başka bir şeye kafa yorabiliyor olmayı dilerdi.

“Neden kaçtığını Fortuona’ya açıklamanın bir yolunu bulmalıyız,” dedi Egwene, Aes Sedailerin bölgesine yaklaşırlarken. Mat bu kısmı Seanchanlardan olabildiğince uzağa yerleştirmişti. “Evlilik sorun olacak. Sana önerim…”

“Bir dakika Egwene,” dedi Mat. “Sen neden bahsediyorsun?”

“Seanchan korumalardan kaçıyorsun,” dedi Egwene. “Sen beni dinlemedin mi… Elbette dinlemedin. Dünya dağılıp giderken bazı şeylerin hiç değişmediğini bilmek pek hoş. Cuendillar ve Mat Cauthon.”

“Onlardan kaçıyorum,” dedi Mat, omzunun üzerinden arkaya bakarak, “çünkü Tuon yargıçlık yapmamı istiyor. Ne zaman bir asker bir suç için İmparatoriçe’den merhamet dilense, lanet davasını dinlemek zorunda kalan ben oluyorum!”

“Sen,” dedi Egwene, “yargıçlık yapıyorsun…”

“Biliyorum,” dedi Mat. “Bana sorarsan çok fazla zahmetli. Bütün gün kendime biraz zaman ayırabilmek için korumalardan kaçtım.”

“Bir parça dürüst emek seni öldürmez Mat.”

“Bunun doğru olmadığını biliyorsun. Askerlik dürüst bir meslek ve devamlı insan öldürüyor.”

Gawyn Trakand bir gün Aes Sedai olabilmek için alıştırma yapıyordu anlaşılan, çünkü Mat’e fırlattığı dik bakışlar Moiraine’i bile gururlandırırdı. Eh, bırak baksın. Gawyn bir prensti. Yargıçlık yapmak gibi işlerin eğitimini almıştı. Muhtemelen sırf alıştırma olsun diye her öğle yemeği vaktinde birkaç adamı darağacına gönderiyordu.

Ama Mat… Mat insanları idama göndermeyecekti, o kadar. Dövüş idmanı yapan bir grup Aielin yanından geçtiler. Urien bu gruba ulaşmak için mi koşuyordu? Aiellerin yanından geçtikten sonra –Seanchanların yetişmemesi için Mat diğerlerini daha hızlı yürütmeye çalıştı– Mat, Egwene’e yaklaştı.

“Buldun mu?” diye sordu alçak sesle.

“Hayır,” dedi Egwene, gözlerini önünden ayırmadan.

Neden bahsettiklerini söylemeye gerek yoktu. “O şeyi nasıl kaybedebilirsin? Onu bulmak için onca zahmet çektikten sonra?”

“Biz mi? Anlatılanlara bakılıra, onun bulunmasında senden çok Rand, Loial ve Sınırboylular rol oynamış.”

“Ben de oradaydım,” dedi Mat. “Koskoca lanet kıtayı at sırtında aştım, değil mi? Yak beni, önce Rand, şimdi de sen. Bugünlerde herkes bana fırça atıyor. Gawyn, sen de denemek ister misin?”

“Evet, lütfen.” Gawyn hevesli gibiydi.

“Kes sesini,” dedi Mat. “Benden başka hiç kimse doğru hatırlamıyor gibi. Deli gibi o kahrolası Boru’yu aradım. Ve hatırlatayım, ben o şeyi çaldığım için Falme’den kaçmayı başardınız.”

“Sen böyle mi hatırlıyorsun?” diye sordu Egwene.

“Elbette,” dedi Mat. “Demek istediğim, bazı boşluklar olabilir, ama parçaları bir araya getirdiğimde bu sonuç çıkıyor.”

“Ya hançer?”

“O süs eşyası mı? Zaman harcamaya değmez.” Mat kendini beline, eskiden hançeri taşıdığı yere uzanırken yakaladı. Egwene tek kaşını kaldırarak ona baktı. “Her neyse, konu bu değil. O lanet alete ihtiyacımız olacak Egwene. Ona ihtiyacımız olacak.”

“Adamlarımız onu arıyor,” dedi Egwene. “Tam olarak ne olduğundan emin değiliz. Yolculuk kalıntısı vardı, ama üzerinden zaman geçti ve… Işık, Mat. Elimizden geleni yapıyoruz. Yemin ederim. Son günlerde Gölge’nin bizden çaldığı tek şey o değil…”

Mat ona baktı, ama Egwene daha fazlasını söylemedi. Kahrolası Aes Sedailer. “Perrin’i gören oldu mu?” diye sordu Mat. “Karısının kaybolduğunu söyleyen kişi olmak istemiyorum.”

“Onu kimse görmedi,” dedi Egwene. “Rand’a yardım etmekle meşgul olduğunu varsayıyorum.”

“Hah,” dedi Mat. “Tepe’nin zirvesine kapıyol açabilir misin benim için?”

“Benim kampıma gitmek istediğini sanıyordum.”

“O da yolda zaten,” dedi Mat. Eh, öyle gibiydi. “Ve o Ölümnöbetçileri bunu beklemez. Yak beni Egwene, ama sanırım nereye gittiğimizi tahmin ettiler.”

Egwene bir an duraksadıktan sonra Tepe’deki yolculuk alanına kapıyol açtı. İçinden geçtiler.

Dashar Tepesi bir tepeden daha fazlası, ama bir dağdan daha azıydı. Savaş meydanının yakınında, otuz metre yükseliyordu. Kayalara tırmanmak imkansızdı ve zirvesine ancak kapıyollarla ulaşılabiliyordu. Mat ve kumandanları buradan tüm savaşı izleyebilirdi.

“İşten kaçınmak için bu kadar çok emek veren başka hiç kimse tanımıyorum Matrim Cauthon,” dedi Egwene ona.

“Askerlerin yanında o kadar fazla zaman geçirmedin.” Yolculuk alanından çıkarlarken Mat ona selam veren askerlere el salladı.

Kuzeye, Mora Nehri’ne ve onun ardındaki Arafel’e baktı. Sonra kuzeydoğuya, eskiden bir tür hisar ya da gözlem kulesi olan şeyin harabelerine. Doğuya, kazık duvara ve ormana. Dönmeye devam etti, güneye, uzaktaki Erinin Nehri’ne ve Loial’in hayran olduğu, yüksek ağaçlarla dolu o tuhaf küçük koruluğa baktı. O ağaçları, anlaşmayı imzaladıkları toplantı sırasında Rand’ın büyüttüğünü söylüyorlardı. Mat güneye, Mora üzerindeki tek düzgün geçide, buralı çiftçilerin Hawal Geçidi dediği yere baktı. Geçidin ötesinde, Arafel tarafında, geniş bir bataklık vardı.

Batıda, Mora’nın ötesinde, Polov Yaylası vardı – doğuda dik bir uçurumla biten, diğer yanlarda daha eğimli yamaçları olan, on iki metre yüksekliğinde bir plato. Güneybatı yamacının dibiyle bataklığın arasında, iki yüz adım genişliğinde bir koridor vardı. Arafel ile Shienar arasındaki geçidi kullanan yolcular tarafından epey aşındırılmış bir yoldu. Mat bu araziyi kendine avantaj sağlamak için kullanabilirdi. Hepsini kullanabilirdi. Bu yeterli olur muydu? Bir şeyin onu kuzeye çekiştirdiğini hissedebiliyordu. Yakında Rand’ın ona ihtiyacı olacaktı.

Biri Tepe’nin zirvesine yaklaşırken, Mat kaçmaya hazırlanarak döndü, ama Ölümnöbetçileri değildi. Kösele suratlı Jur Grady’ydi yalnızca.

“Bu askerleri sizin için getirdim,” dedi Grady, işaret ederek. Mat küçük bir gücün, kazık duvarın yakınındaki Yolculuk alanında, kapıyoldan çıktığını görebiliyordu. Delarn önderliğinde, Birlik’ten yüz adam. Kahrolası kırmızı bayrağı da açmışlardı. Kızılkollar’a yıpranmış giysiler içinde beş yüz kişi eşlik ediyordu.

“Bunun anlamı nedir?” diye sordu Grady. “O yüz kişiyi asker bulmak için güneydeki köye gönderdiniz sanırım?”

Bu ve daha fazlası. Hayatım kurtardım adam, diye düşündü Mat, grupta Delarn’ı seçmeye çalışarak. Sonra da sen bu işe gönüllü oldun. Kahrolası aptal. Delarn bu onun kaderiymiş gibi davranıyordu.

“Onları ırmak yukarı götür,” dedi Mat. “Haritalara göre Mora’yı bloke etmek için tek bir iyi yer var ve o da buranın birkaç fersah kuzeydoğusundaki dar bir kanyon. ”

“Tamam,” dedi Grady. “Yönlendiriciler de olacak.”

“Onları senin idare etmen gerekecek,” dedi Mat. “Ama senden daha çok, bu altı yüz erkek ve kadınla ırmağı savunmanı istiyorum. Kendinizi fazla riske atmayın. Bırak Delarn ve adamları işlerini yapsınlar.”

“Pardon,” dedi Grady. “Ama bu çok büyük bir güce benzemiyor. Çoğu asker olarak eğitim almadı.”

“Ne yaptığımı biliyorum,” dedi Mat. Umarım.

Grady başını gönülsüzce salladı ve uzaklaştı.

Egwene meraklı gözlerle Mat’i izledi.

“Bu savaşta gerileyenleyiz,” dedi Mat usulca. “Geri çekilmeyeceğiz. Gidecek hiçbir yer yok. Burada direneceğiz ya da her şeyi kaybedeceğiz.”

“Geri çekilmek her zaman mümkündür,” dedi Egwene.

“Hayır,” dedi Mat. “Artık değil.” Ashandareisini omzuna dayadı ve diğer elini, avcu dışarı bakacak şekilde uzattı. Manzarayı tararken, önündeki ışık ve tozun içinde adeta anılar belirdi. Hune Tepesi’nde Rion. Naath ve Sand’ma Shadar. Pipkin’in Düşüşü. Yüzlerce savaş meydanı, yüzlerce zafer. Binlerce ölüm.

Mat anı parçalarının meydanda çakıp yok olmasını izledi. “Levazımcılarla konuştun mu? Yiyeceğimiz tükendi Egwene. Savaşarak ve geri çekilerek uzun bir savaş veremeyiz. Bunu yaparsak düşman bizi ezer. Tıpkı Maighande Bataklıkları’nda Eyal’in başına geldiği gibi. Ne kadar zayıflamış olursak olalım, şu anda en güçlü halimizdeyiz. Geri çekilirsek kendimizi açlığa mahkum ederiz ve Trolloclar bizi yok eder.”

“Rand,” dedi Egwene. “O zafer kazanana kadar dirensek yeter.”

“Bu bir açıdan doğru,” dedi Mat, Yayla’ya doğru dönerek. Zihin gözüyle, neler olabileceğini, ihtimalleri görebiliyordu. Yayla’da gölgelere benzeyen biniciler hayal etti. Bu Yayla’yı tutmaya çalışırsa kaybederdi, ama belki… “Eğer Rand kaybederse fark etmez. Çark kırılmış olur ve şansımız varsa hepimiz yok oluruz. Eh, bu konuda başka hiçbir şey yapamayız. Ama mesele şu. Eğer o yapması gerekeni yaparsa biz yine de kaybedebiliriz – Gölge’nin ordularını durduramazsak kaybederiz.”

Gözlerini kırpıştırdı ve tüm savaşı, önünde seriliymiş gibi gördü. Geçitteki çatışmalar. Kazık duvardan yağan oklar. “Onları yenmekle yetinenleyiz Egwene,” dedi Mat. “Durup direnemeyiz. Onları yok etmemiz gerek, buradan sürmemiz, sonra son Trolloc’a kadar avlamamız gerek. Hayatta kalmamız yetmez… kazanmak zorundayız.”

“Bunu nasıl yapacağız?” diye sordu Egwene. “Mat, mantıklı konuşmuyorsun. Daha dün sayıca azınlıkta olduğumuzu söylemedin mi?”

Mat bataklığa baktı ve oradan geçmeye çalışan gölgeler hayal etti. Toz ve anıdan gölgeler. “Her şeyi değiştirmem lazım,” dedi Mat. Onların bekleyeceği şeyi yapamazdı. Casusların planladığını raporladığı şeyleri yapamazdı. “Kan ve lanet küller… son bir kez zar atmalıyım. Sahip olduğumuz her şeyi yığıp ortaya koymalıyım…”

Siyah zırhlar içinde bir grup adam Tepe’nin zirvesindeki kapıyoldan çıktı. Oraya ulaşabilmek için damane kovalamak zorunda kalmış gibi nefes nefeseydiler. Göğüs plakaları koyu kırmızı lake kaplıydı, ama bu adamların korkunç olmak için rol yapması gerekmiyordu. Sırf bakışlarıyla yumurta çırpabilecek kadar öfkeli görünüyorlardı.

“Sen,” dedi öndeki Ölümnöbetçisi, Gelen adındaki bir adam, Mat’i göstererek, “senin hemen…”

Mat elini kaldırarak onu susturdu.

“Beni yine reddetmene izin vermeyeceğim,” dedi Gelen. “Emirler doğrudan…”

Mat adama dik dik baktı ve adam sustu. Mat yine kuzeye döndü. Serin, bir şekilde tanıdık bir rüzgar eserek uzun ceketini savurdu, şapkasını süpürdü. Mat gözünü kıstı. Rand onu çekiştiriyordu.

Zarlar hâlâ kalasının içinde takırdıyordu.

“Geldiler,” dedi Mat.

“Ne dedin?” diye sordu Egwene.

“Geldiler.”

“İzciler…”

“İzciler yanılıyor,” dedi Mat. Başını kaldırdı ve iki rakenin hızla kampa doğru uçmakta olduğunu gördü. Onlar görmüşlerdi. Trolloclar gece boyunca yürümüş olmalıydılar.

İlk önce Sharalılar gelecek, diye düşündü Mat, böylece Trolloclara dinlenmeleri için zaman tanımış olacaklar. Sharalılar kapıyollarla gelmiş olmalı.

“Haberciler yollayın,” dedi Mat, Ölümnöbetçilerini işaret ederek, “herkes yerini alsın. Ve Elayne’i uyarın, savaş planını değiştireceğim.”

“Ne?”

“Geldiler!” dedi Mat, Ölümnöbetçilerine dönerek. “Neden hâlâ koşmuyorsunuz? Gidin, gidin!” Yukarıda rakenler cıyakladı. Gelen iyi bir asker olduğunu göstererek bir selam çaktı ve arkadaşlarıyla birlikte, ağır zırhları içinde koşmaya başladı.

“Vakit geldi Egwene,” dedi Mat. “Derin bir nefes al, brendinden son bir yudum çek ya da son tütün tutamını yak. Önündeki manzaraya iyice bak, çünkü yakında kanla kaplı olacak. Bir saat içinde, savaşın ortasında olacağız. Işık hepimizi korusun.”


Perrin karanlıkta süzülüyordu. Çok yorgun hissediyordu.

Katil hâlâ yaşıyor, diye düşündü bir parçası. Graendal büyük kumandanları yozlaştırıyor. Son yaklaştı. Şimdi gidemezsin! Tutun.

Neye tutunacaktı? Gözlerini açmaya çalıştı, ama öyle bitkin düşmüştü ki. Onun… onun kurt düşünden daha erken çıkmış olması gerekiyordu. Tüm vücudu uyuşmuştu, yalnız…

Yalnız böğrü uyuşmamıştı. Tuğla kadar ağır parmaklarını oynatarak sıcaklığa dokundu. Çekici. Alev kadar sıcaktı. O sıcaklık parmaklarına yayıldı ve Perrin derin bir nefes aldı.

Uyanması gerekiyordu. Uyanıklığın sınırlarında süzüldü. Uyumak üzereymiş ve yalnızca yarı bilinçliymiş gibi hissediyordu. Önündeki yol ikiye ayrılıyordu. Bir yol karanlığın derinliklerine gidiyordu. Diğeri… Göremiyordu, ama ne demek olduğunu biliyordu… Uyanmak anlamına geliyordu.

Çekicin sıcaklığı koluna yayıldı. Zihni keskinlik kazandı. Uyan.

Katil’in yaptığı buydu. Bir şekilde… uyanmıştı.

Perrin’in hayatı sızıp gidiyordu. Fazla zamanı kalmamıştı. Ölümün kucağına varmış sayılırdı. Dişlerini sıktı, derin bir nefes aldı ve kendini uyanmaya zorladı.

Kurt düşünün sessizliği parçalandı.

Perrin yumuşak toprağa düştü ve bağırışlarla dolu bir yere girdi. Cepheler ve safları hazırlamak hakkında bir şeyler…

Yakında biri bağırdı. Sonra biri daha. Başkaları.

“Perrin?” Bu sesi tanıyordu. “Perrin, evlat!”

Luhhan Efendi? Perrin’in gözkapakları çok ağırdı. Onları açamıyordu. Eller onu yakaladı.

“Dayan. Seni yakaladım evlat. Seni yakaladım. Dayan.”

Загрузка...