37 SON SAVAŞ

O sabah Polov Yaylası’nda şafak söktü, ama güneş Işığın Savunucuları’nın üzerine parlamadı. Batıdan ve kuzeyden Karanlığın orduları geliyordu. Bu son savaşı kazanmak ve yeryüzüne Gölge’yi yaymak için. Acı çekenlerin feryatlarının işitilmeden kalacağı bir Çağ başlatmak için.

(Halan oğlu Arent oğlu Loial’ın defterinden, Dördüncü Çağ)

Lan kılıcını kaldırarak, Mandarb’ı kampta dörtnala sürüyordu.

Yukarıda, sabah bulutları kırmızı kırmızı kanamaya başladı ve batıdan yaklaşan dev Shara ordusundan yükselen büyük ateş toplarını yansıttı. Ateş topları, mesafe yüzünden yavaş hareket ediyormuş gibi görünerek, zarifçe gökyüzüne yükseliyordu.

Birtakım biniciler kamptan ayrılarak Lan’e katıldılar. Kalan Malkierliler hemen arkasından geliyordu, ama gücü dalga dalga büyüyordu. Andere önde ona katıldı. Malkier bayrağı, Altın Turna, tüm Sınırboylular için sancak görevi görüyordu.

Yaralanmışlardı, ama yenilmemişlerdi. Bir adamı devirirsen hamurunu anlarsın. O adam kaçabilir. Kaçmazsa –ağzının kenarında kan ve gözlerinde kararlılıkla doğrulursa– o zaman anlarsın. O adam gerçekten tehlikeli olmak üzeredir.

Ateş topları düşerken hızlanmış gibiydi. Kırmızı öfke patlamaları gibi kampa çarptılar. Patlamalar yeri sarstı. Yakında çığlıklar yükselerek nal seslerine eşlik etti. Adamlar ona katılmaya devam ediyordu. Mat Cauthon tüm kamplara, Lan’in ileri gücüne katılacak ve kaybettiği askerlerin yerini alacak süvarilere ihtiyaç olduğu haberini yaymıştı.

Bunun bedelini de açıklamıştı. Süvari savaşın en önünde olacaktı, Trolloc ve Sharalı saflarını kıracaktı ve pek az dinlenebilecekti. Bugünkü kayıpların çoğu onlardan çıkacaktı.

Yine de adamlar ona katıldı. At süremeyecek kadar yaşlı olması gereken Sınırboylular. Para keselerini bir kenara bırakıp kılıç almış tüccarlar. Şaşırtıcı ölçüde çok sayıda güneyli, ki aralarında göğüs plakası, çelik ya da kösele şapkalar takmış, mızrak taşıyan kadınlar da vardı. Herkese yetecek kadar kargı bulamamışlardı.

“Katılanların yarısı askerden çok çiftçiye benziyor!” diye seslendi Andere, nal seslerinin üzerinden.

“Sen hiç İki Nehirli bir erkeğin ya da kadının nasıl at sürdüğünü gördün mü Andere?” diye yanıt verdi Lan.

“Gördüğümü söyleyemem.”

“İzle de şaşır.”

Lan’in süvarileri Mora Nehri’ne ulaştı. Orada, uzun kıvırcık saçlı, siyah ceketli bir adam ellerini arkasında kavuşturmuş dikiliyordu. Logain’in yanında kırk Aes Sedai ve Asha’man vardı. Lan’in gücünü süzdü, sonra elini gökyüzüne kaldırdı ve devasa bir ateş topunu, kâğıttan yapılmış gibi, buruşturuverdi. Gökyüzü şimşek çakmış gibi çıtırdadı ve kırılan ateş topu dumanlar çıkararak her yana kıvılcımlar saçtı. Küller yere yağdı ve söndü, hızla akan ırmağa düştü ve yüzeyine siyah-beyaz taneler saçtı.

Yayla’nın hemen güneyinde, Hawal Geçidi’ne yaklaştıklarında Lan yavaşladı. Logain diğer elini ırmağa doğru uzattı. Sular çalkalandı, sonra görünmez bir rampanın üzerinden akarmış gibi havaya fırladı. Şiddetli bir çağlayan biçiminde diğer yana döküldü. Suyun bir kısmı ırmağın kıyılarına yayıldı.

Lan, Logain’e başını salladı ve yoluna devam etti. Mandarb’ı çağlayanın altından geçirdi ve ıslak taşların üzerinden karşıya geçti. Yukarıdaki sular güneşin ışıklarını süzüyor, peşinde Andere ve Malkierliler ile, dörtnala tünelden geçen Lan’in üzerinde ışıldıyordu. Çağlayan kükreyerek soluna dökülüyor, havaya bir sis bulutu yayıyordu.

Işığa çıktığında Lan ürperdi ve sonra koridordan Sharalılara doğru atıldı. Sağında Yayla yükseliyordu, solunda bataklık vardı, ama aralarında sağlam, düz zemin uzanıyordu. Yayla’nın tepesinde, okçular, arbaletçiler ve ejderciler yaklaşan düşmanın üzerine ölüm yağdırmak üzere bekliyordu.

Önde Sharalılar vardı, arkalarında dev bir Trolloc gücü toplanıyordu ve hepsi Yayla’nın hemen batısındaydı. Yayla’nın tepesinde, ateşlenen ejderlerin gürlemeleri havayı sarstı ve kısa süre sonra Sharalılar da kendi patlamalarıyla karşılık verdiler.

Lan kargısını indirdi, karşısındaki, Polov Yaylası’na doğru saldırıya geçen Sharalı askere nişan aldı ve çarpışmaya hazırlandı.


Elayne yana dönerek başını yukarı kaldırdı. O korkunç şarkıyı duymuştu, bir kuğurdama, bir uğultu, aynı anda hem güzel hem korkunç. Aygölgesi’ni topukladı ve yumuşak sese doğru gitti. Neredeydi?

Dashar Tepesi’nin dibindeki Seanchan kampının içlerinden geliyordu. Savaş planını ona söylemediği için Mat’i fırçalamak bekleyebilirdi. O sesin, o harika sesin kaynağını bulması gerekiyordu…

“Elayne!” dedi Birgitte.

Elayne atını tekmeledi.

“Elayne! Draghkarlar!”

Draghkar. Elayne silkelendi, sonra başını kaldırdı. Yaratıklar su damlaları gibi kampa yağıyorlardı. Kuğurtular devam ederken asker kadınlar kılıçlarını indirmiş, iri iri açılmış gözlerle izliyorlardı.

Elayne gök gürültüsü ördü. Örgü tepesinde patladı, havayı yardı ve Asker kadınların üzerine yayıldı, onların bağırarak kulaklarını tıkamalarına sebep oldu. Başına bir acı saplanan Elayne şokla gözlerini yumarak küfretti. Sonra… sonra hiçbir şey duymadı.

Amaç da buydu.

Gözlerini açılmaya zorladığında, sıska bedenleri ve hayvansı gözleriyle, Draghkarlar her yerdeydi. Kuğurdamak için dudaklarını araladılar, ama Elayne’in sağırlaşmış kulakları şarkıyı duyamadı. Elayne gülümsedi, sonra ateşten kırbaçlar örerek yaratıklara vurdu. Acı çığlıklarını da duyamadı. Ne yazık.

Elayne’in Asker kadınları kendilerine geldiler ve dizlerinin üzerinden kalkarak ellerini kulaklarından çektiler. Sersem ifadelerine bakarak, onların da sağırlaştığını anlayabiliyordu. Birgitte kısa sürede şaşkın Draghkarlara saldırı düzenledi. Yaratıkların üçü sıçrayıp uçmaya çalıştı, ama Birgitte her birini beyaz tüylü oklarla vurdu. Sonuncusu yakındaki çadıra düştü.

Elayne, Birgitte’in dikkatini çekmek için el salladı. İlk Draghkar sesi, yukarıdan değil kampın içinden gelmişti. Elayne işaret etti, Aygölgesi’ni tekmeleyerek harekete geçirdi ve Seanchanların arasındaki askerlerinin başını çekti. Her yerde, herkes ağızları bir karış açık, gökyüzüne bakıyordu. Çoğu nefes alıyor gibiydi, ama gözlerinde ölü ifadeler vardı. Draghkarlar ruhlarını tüketmişti ve bedenlerini, zengin bir adamın kesilmiş ekmek kabuğu gibi, canlı bırakmıştı.

Beceriksizce. Bu Draghkar grubu –Işık, yüzden fazla yaratık vardı– birer adamı yakalayabilir, öldürebilir, varlıkları keşfedilmeden önce geri çekilebilirdi. Uzaktan gelen savaş gürültüleri –öten borular, gürleyen ejderler, Elayne’in her birini hissedebildiği, ama sağırlaşmış kulakları yüzünden duyamadığı tıslayan ateş topları– Draghkar saldırısını bastırmıştı. Yaratıklar vurup kaçabilirlerdi, ama açgözlü davranmışlardı.

Korumaları dağılarak hazırlıksız yakalanmış Draghkarları biçmeye başladı – çoğu birer asker yakalamıştı. Kaba güçle ölçüldüğünde, yaratıklar iyi savaşçılar değildiler. Elayne örgüler hazırlayarak bekledi. Kaçmaya çalışan Draghkarları havada kavurdu.

Hepsi öldükten sonra –en azından görebildikleri– Elayne, Birgitte’in yaklaşmasını bekledi. Havada kesif bir yanık et kokusu vardı. Elayne burnunu kırıştırdı, at sırtından eğilerek Birgitte’in başını ellerine aldı ve kadının kulaklarına Şifa verdi. O bunu yaparken bebekler tekmeledi. Birine Şifa verdiği zaman mı tepki veriyorlardı, yoksa ona mı öyle geliyordu? Birgitte çevresine bakınarak geri çekilirken Elayne karnını tuttu.

Muhafızı yayına bir ok taktı ve Elayne onun korkusunu hissetti. Birgitte oku fırlattı ve bir Draghkar yakındaki bir çadırın içinde saklandığı yerden geri geri çıktı. Gözleri donuklaşmış bir Seanchan dışarı sendeledi. Yaratığın beslenmesi yarıda kesilmişti. Zavallı adamın aklı bir daha yerine gelmeyecekti.

Elayne atını çevirdi ve alana dalan Seanchan birlikleri gördü. Birgitte onlarla konuştu, sonra Elayne’le konuşmak için döndü. Elayne başını iki yana salladı ve Birgitte duraksadı, sonra Seanchanlara başka bir şey söyledi.

Elayne’in korumaları yine çevresini aldılar ve güvensiz ifadelerle Seanchanları izlediler. Elayne onları çok iyi anlıyordu.

Birgitte ona ilerlemesini işaret etti ve gittikleri yönde devam ettiler. Onlar bunu yaparken bir damane ile bir sul’dam yaklaştı ve –şaşırtıcı bir şekilde– diz kırarak Elayne’e selam verdi. Belki Fortuona denen kadın onlara yabancı hükümdarlara saygı gösterme emri vermişti.

Elayne duraksadı, ama ne yapabilirdi? Şifa için kendi kampına dönebilirdi, ama bu zaman alırdı ve Mat’le hemen konuşması şarttı. Mat her şeyi çöpe atacaksa, günlerce savaş planı yapmanın ne anlamı vardı? Elayne ona güveniyordu –Işık, güvenmek zorundaydı– ama yine de, ne yapmayı planladığını bilmesi gerekiyordu.

İçini çekti, sonra ayağını damaneye uzattı. Kadın kaşlarını çattı, sonra sul’dam’a baktı. İkisi de bunu hakaret kabul etmiş gibiydi. Elayne kesinlikle hakaret olsun diye yapmıştı zaten.

Sul’dam başını salladı ve damanesi Elayne’in bacağına, tam botunun üzerine denk gelen yere dokundu. Elayne’in sağlam botları bir kraliçenin değil, bir askerin giyeceği türdendi, ama savaşa terlikle girmeye niyeti yoktu.

İçinden küçük, buz gibi bir şok dalgası geçti ve işitme duyusu yavaş yavaş geri geldi. İlk önce pes sesleri duydu. Patlamalar. Ejder ateşlerinin uzak gümlemeleri, yakında akan ırmak. Konuşan Seanchanlar. Sonra orta derecedeki sesler geldi, sonra da bir ses seli. Hışırdayan çadır kapakları, askerlerin çığlıkları, boru sesleri.

“Söyle diğerlerine de Şifa versinler,” dedi Elayne, Birgitte’e.

Birgitte tek kaşını kaldırdı. Elayne’in emri neden bizzat vermediğini merak ediyordu muhtemelen. Eh, bu Seanchanlar kimlerin kimlerle konuşabileceğine çok dikkat ediyordu. Elayne bu kadınlara onlarla doğrudan konuşma şerefini bahşetmeyecekti.

Birgitte emri iletti ve suldamın dudakları gerildi. Saçlarının iki yanı tıraşlanmıştı; asil bir kadındı. Işık izin verdiyse, Elayne ona yine hakaret etmeyi başarmıştı.

“Yapacağım,” dedi kadın. “Ama neden bir hayvandan Şifa görmek istediğinizi anlamıyorum.”

Seanchanlar damanelerin Şifa vermesine izin vermiyorlardı. En azından kendileri öyle iddia ediyordu – ama savaşta nasıl bir avantaj sağladığını gördükten sonra, gönülsüzce de olsa, tutsak kadınlara örgüleri öğretmelerini engellememişti bu. Elayne’in işittiklerine bakılırsa, asiller bu Şifa’yı nadiren kabul ediyorlardı.

“Gidelim,” dedi Elayne, yola çıkarak. Askerlerine geride kalıp Şifa görmelerini işaret etti.

Birgitte onu süzdü, ama itiraz etmedi. İkisi yollarına devam etti. Birgitte atına bindi ve Elayne’le birlikte, Seanchanların kumanda binasına gittiler. Belki küçük bir çiftlik evi büyüklüğünde, tek katlı bir binaydı. Dashar Tepesi’nin güneyinde, yüksek duvarlı, büyük bir yarığın içine inşa edilmişti – Mat fazla açıkta olduklarından endişelendiği için tepeden aşağı inmişlerdi. Hâlâ arada bir tepeye çıkıp savaşı gözlemliyorlardı.

Elayne atından inerken Birgitte’in yardımını kabul etti – Işık, iyice hantallaşmıştı. Kuru havuzdaki bir gemi gibi hissediyordu. Bir an durup kendini toparladı. Yüz hatları pürüzsüz, duyguları kontrol altında. Saçlarını sıvazladı, elbisesini düzeltti ve sonra binaya girdi.

“Matrim Cauthon,” diye gürledi içeri girerken, “kahrolası iki parmaklı Trolloc saman yığını homuru adına, ne yaptığını sanıyorsun sen?”

Şaşırtıcı şekilde, küfür adamın sırıtarak başını harita masasından kaldırmasına sebep oldu. Şapkasının rengine uyacak şekilde dikilmiş, son derece kaliteli ipek giysilerin üzerine ceketini giymiş, şapkasını takmıştı ve buna, yersiz kaçmaması için işlenmiş deriden kol manşetleri ve yaka da dahildi. Bir tür ödün gibi görünüyordu. Ama neden şapkaya pembe kurdeleden bir bant takılmıştı?

“Selam Elayne,” dedi Mat. “Seni yakında görebileceğimi düşünmüştüm.” Odanın kenarındaki, Andor’un kırmızı-altın renklerini taşıyan bir sandalyeyi gösterdi. Sandalyeye fazladan minder konmuştu ve yanındaki sehpada dumanı tüten bir fincan sıcak çay vardı.

Kavrul Matrim Cauthon, diye düşündü Elayne. Ne zaman bu kadar akıllandın?

Odanın başında, Seanchan İmparatoriçesi kendi tahtında oturuyordu. Min de yanındaydı ve Caemlyn’de bir manifaturacıya iki hafta yetecek kadar çok yeşil ipekle donanmıştı. Elayne, Fortuona’nın tahtının kendisininkinden iki parmak daha yüksek olduğu gerçeğini gözden kaçırmadı. Kahrolası çekilmez kadın. “Mat. Kampında Draghkarlar var.”

“Kavrulası,” dedi Mat. “Nerede? ”

“Kampında Draghkarlar vardı demeliydim,” dedi Elayne. “Biz işlerini gördük. Okçularına gözlerini daha açık tutmalarını söylemelisin.”

“Söyledim zaten,” diye yakındı Mat. “Kanlı küller. Biri okçuları kontrol etsin, ben…”

“Yüce Prens!” dedi bir Seanchan haberci, kapıdan içeri dalıp kayarak durarak. Dizlerinin üzerine çöktü ve konuşmasına hiç ara vermeden rahat bir hareketle yere kapandı. “Okçular yok oldu! Bir Shara kolunun saldırısına uğradı – saldırılarını ateş toplarının dumanıyla örttüler.”

“Kan ve lanet küller!” dedi Mat. “Oraya hemen on altı damane ve sul’dam yollayın! Kuzeydeki okçu birliklerine gidin ve kırk ikinci ve ellinci birlikleri aşağı getirin. Keşif kollarına söyleyin, bir daha böyle bir şey olmasına izin verirlerse hepsini kamçılatacağım.”

“Yüce Varlık,” dedi izci. Selam verdi, ayağa kalktı ve Mat’le göz göze gelmemek için, başını kaldırmaktan kaçınarak geri geri çıktı.

Elayne izcinin itaatkarlığını raporuyla nasıl birleştirebildiğinden etkilenmişti. Aynı zamanda midesi bulanmıştı. Hiçbir hükümdar uyruklarından bunu talep etmemeliydi. Bir ulusun gücü, halkının gücünden gelirdi. Onları yıkarsanız kendi omurganızı kırmış olurdunuz.

“Geleceğimi biliyordun,” dedi Elayne, Mat yardımcılarına birkaç emir daha verdikten sonra. “Ve planları değiştirmenin sebep olduğu öfkeyi bekliyordun. Kavrul Matrim Cauthon, neden bunu yapma ihtiyacı duydun? Savaş planımızın sağlam olduğunu düşünüyordum.”

“Sağlamdı,” dedi Mat.

“O zaman neden değiştirdin!”

“Elayne,” dedi Mat, ona bakarak. “Ben istemediğim halde kumandayı bana verdiniz, çünkü zihnimin Terkedilmişler tarafından değiştirilemeyeceğini biliyorsunuz, değil mi?”

“Fikir genel olarak buydu,” dedi Elayne. “Ama bana sorarsan madalyonun yüzünden değil, kafanın İçtepi’den etkilenmeyecek kadar kalın olması yüzünden.”

“Aynen öyle,” dedi Mat. “Her neyse, Terkedilmişler kampımızdaki insanlar üzerinde İçtepi kullanıyorlarsa, muhtemelen toplantılarımıza da birkaç casusları katılıyordur.”

“Öyledir, herhalde.”

“O zaman planımızdan haberleri var. Hazırlamak için bunca zaman harcadığımız büyük planımızdan. Biliyorlar.”

Elayne duraksadı.

“Işık!” dedi Mat, başını iki yana sallayarak. “Bir savaşı kazanmanın ilk ve en önemli kuralı, düşmanının ne yapacağını bilmektir.”

“İlk kuralın araziyi bilmek olduğunu sanıyordum,” dedi Elayne, kollarını kavuşturarak.

“O da var. Her neyse, düşman ne yapacağımızı biliyorsa, değiştirmek zorundayız. Hemen. Kötü savaş planları, düşmanın bildiği savaş planlarından iyidir.”

“Bunun olacağını neden tahmin edemedin?” diye sordu Elayne.

Mat ifadesiz bir yüzle ona baktı. Ağzının kenarı seyirdi, sonra şapkasını aşağı çekerek göz yamasını gölgeledi.

“Işık,” dedi Elayne. “Biliyordun. Bu koca haftayı bizimle plan yaparak geçirdin ve onu çöpe atacağını en başından biliyordun.”

“Övgünün tamamını bana ayırıyorsun,” dedi Mat, haritalarına bakarak. “Sanırım bir parçam en baştan beri biliyordu, ama Sharalılar buraya gelmeden kısa süre önce kavrayabildim.”

“Ee, yeni plan nedir?”

Mat yanıt vermedi.

“Kafanda saklayacaksın,” dedi Elayne, dizlerinin titrediğini hissederek. “Savaşı sen yöneteceksin ve Işık altında ne planladığını hiçbirimiz bilmeyeceğiz, öyle değil mi? Aksi halde biri kulak misafiri olabilir ve Gölge’ye haber gidebilir.”

Mat başını salladı.

“Yaratıcı bizi korusun,” diye fısıldadı Elayne.

Mat kaşlarını çattı. “Biliyor musun, Tuon da aynı şeyi söyledi.”


Yayla’da, yakındaki ejderler batıdaki Trolloclara ve Sharalılara ateş kusarken Uno elleriyle kulaklarını kapatıyordu. Havada ekşi bir yanık kokusu vardı ve patlamalar o kadar sağır ediciydi ki, kendi kahrolası küfürlerini bile duyamıyordu.

Aşağıda, Lan Mandragoran’ın süvarileri saldırganların kanatlarını süpürüyor, onların hareket kabiliyetlerini kısıtlayarak ejderlerin daha fazla hasar vermesini sağlıyordu. Sharalıların yanında Trolloclar vardı. Yönlendiricileri de vardı elbette, hem de pek çok yönlendirici. İrmağın daha yukarısında, bir başka büyük Trolloc ordusu, Dai Shan’ın güçlerine bunca zarar verenler, kuzeydoğudan gelmişti ve yakında Merrilor Meydanı’na ulaşırdı.

Ejderler bir anlığına durdu ve ejderciler topların ağzına, her neyle çalışıyorlarsa ondan doldurdular. Uno onların yakınına bile yaklaşmıyordu. Kötü şanstı o şeyler. Bundan emindi.

Ejdercilerin önderi sının gibi bir Cairhienliydi ve Uno o adamları hiçbir zaman sevmemişti. Ne zaman onlarla konuşmaya kalksa ona kaşlarını çatarak bakıyorlardı. Bu adam atının sırtında kibirle oturuyordu; ejderler yeniden ateşlendiğinde kılını bile kıpırdatmadı.

Amyrlin Makamı bu adamlara güvenmeyi seçmişti. Seanchanlara da. Uno kahrolası yakınmayacaktı. Cairhienliler ve lanet Seanchanlar dahil, bulabildikleri her kılıca ihtiyaçları vardı.

“Ejderlerimizi beğendin mi Kumandan?” diye seslendi önderleri –Talmanes– Uno’ya. Kumandan. Uno kahrolası terfi etmişti. Şimdi yeni askere alınmış Kule kargılılarından ve hafif süvarilerden oluşan bir gücü yönetiyordu.

Onun hiçbir lanet şeyin kumandanı olmaması lazımdı; sıradan bir asker olarak mutluydu. Ama hem eğitimliydi hem de savaş deneyimi vardı; bugünlerde çok talep gören şeyler, ya da Kraliçe Elayne öyle demişti. Bu yüzden şimdi kahrolası bir subay olmuştu. Hem de süvarileri ve piyadeleri yönetiyordu! Eh, kullanması gerekirse kargının ucunu dibinden ayırabiliyordu, ama genellikle at sırtından savaşmayı tercih ediyordu.

Düşman yamaca kadar gelirse, adamları Yayla’nın kenarını savunmaya hazırdı. Şimdiye dek ejdercilerin önüne konuşlanmış okçular bunu önlemişti, ama yakında okçuların geri çekilmesi gerekecekti ve o zaman kahrolası savaşı lanet piyadeler vermek zorunda kalacaktı. Aşağıda, Sharalılar kenara çekildi ve ana Trolloc güçlerinin yamaç yukarı atılmasına izin verdi.

Kargılı askerler ilerleyecek, Trolloc saldırısına direnecekti ve Trolloclar yokuş yukarı saldırdığı için, burada kargılılar işe yarayacaktı. Kanatlara lanet süvarileri de ekle, kahrolası okçular da havada açtıkları şu kapıyollardan ok fırlatırsa, muhtemelen burayı günlerce tutabilirlerdi. Belki haftalarca. Düşman daha kalabalık bir güçle saldırırsa, her karışa tutunurlar, santim santim çekilirlerdi.

Uno bu kahrolası savaştan canlı çıkacağını sanmıyordu. Bu kadar dayandığına hayret ediyordu. Sahiden de, kahrolası Masema kellesini almış olmalıydı, ya da Falme’de Seanchanlar, ya da orada burada Trolloclar. Onu şu lanet kazanlardan birine attıklarında tadı berbat olsun diye kilo almamaya çalışmıştı.

Ejderler yine patladı ve yaklaşan Trolloc ordusunda kocaman delikler açtı. Uno elleriyle kulaklarını kapadı. “Şunu yaptığında adamı uyarsan ya, seni keçinin şeyinden sarkan…’’

Bir sonraki atışlar sesini boğdu.

Aşağıdaki Trolloclar havaya uçtular; ejderler altlarındaki toprağı toza çevirdi. O yumurtalar o lanet silindirlerden fırlatıldıktan sonra patlıyorlardı. Tek Güç dışında ne tür bir şey metali patlatabilirdi ki? Uno bilmek istemediğinden emindi.

Talmanes, Yayla’nın kenarına yaklaştı ve hasarı inceledi. Ona bu silahları icat eden Tarabonlu kadın da katıldı. Kadın döndü ve Uno’yu gördü, sonra ona bir şey fırlattı. Küçük bir parça mum. Tarabonlu kadın kulağına dokundu, sonra ellerini oynatarak Talmanes’le konuşmaya başladı. Adam birlikleri yönetiyor olabilirdi, ama araçlardan kadın sorumluydu. Adamlara ejderleri nereye yöneltmeleri gerektiğini o söylüyordu.

Uno homurdandı, ama mumu cebine attı. Yaklaşık yüz Trolloc’tan oluşan bir yumruk yumurtaların patladığı yeri aşmıştı ve Uno’nun kulaklarıyla uğraşacak zamanı yoktu. Uno bir kargı kaptı, uzattı ve adamlarına da aynısını yapmalarını işaret etti. Hepsi Kule beyazlarına bürünmüşlerdi. Uno da beyaz bir önlük giymişti.

Emirler bağırarak yamacın tepesinde yan döndü ve dipçiğini kaldırarak kargıyı hazır etti. Hamlesine yol göstersin ve güç versin diye bir eliyle sapın önünü tutuyordu. Avuç içi aşağı bakacak şekilde, dipçikten bir kol boyu uzakta bir yeri kavrayan diğer el, Trolloclar menzile girdiğinde hamleyi yapacaktı. Uno’nun arkasındaki kargılı asker sıraları, ilk çarpışmadan sonra ilerlemek üzere hazır bekliyorlardı.

“Kargıları sağlam tutun sizi kahrolası koyun çobanları!” diye bağırdı Uno. “Hazır!”

Trolloclar yamaç yukarı koşarak kargı sırasına çarptılar. Öndeki yaratıklar silahlarını savurarak kargıları yana süpürmeye çalıştılar, ama Uno’nun adamları öne çıkarak Trollocları, bazen ikişer ikişer kargıya geçirdiler. Uno homurdanarak kargısını çekti ve bir Trolloc’un boğazına sapladı.

“İlk sıra geriye!” diye bağırdı, kargısını çekip öldürdüğü Trolloctan kurtararak. Askerleri de aynı şeyi yaptı; silahlarını çekip kurtardılar ve leşleri yamaçtan aşağı yuvarlanmaya bıraktılar.

Öndeki kargılı askerler geri çekilirken, ikinci sıradakiler aralarından geçip öne çıktılar ve kargılarını hırlayan Trolloclara sapladılar. Saflar nöbetleşe savaştılar ve sonunda, birkaç dakika sonra, tüm Trolloclar ölmüştü. “İyi iş çıkardınız,” dedi Uno, kargısını kaldırarak. İğrenç Trolloc kanı kargının ucundan sapına kaydı. “İyi iş.”

Silindirleri yeni yumurtalarla dolduran ejdercilere baktı. Hemen cebindeki mumu çıkardı. Evet, bu kahrolası pozisyonu koruyabilirlerdi. İyi korurlardı. Tek gereken…

Yukarıdan gelen bir feryat üzerine mumla uğraşmayı bıraktı. Yanında, yere bir şey çarptı. Gökyüzünden yere, flamaları olan kurşun bir küre düşmüştü. “Kahrolası Seanchan keçisi!” diye bağırdı Uno, yumruğunu gökyüzüne sallayarak. “Neredeyse tepeme inecekti seni çürük solucan sevici!”

Raken uçarak uzaklaştı. Muhtemelen binicisi Uno’nun tek kelimesini bile duymamıştı. Lanet Seanchanlar. Uno eğildi ve kürenin içindeki mektubu çıkardı.

Yayla’nın güneybatı yamacından geri çekil.

“Kahrolası tekmeliyorsun beni,” diye mırıldandı Uno. “Ben uyurken kafamı tekmeliyorsun. Allin, seni kahrolası aptal, bunu okuyabiliyor musun?”

Siyah saçlı bir Andorlu olan Allin, yanları tıraşlanmış yarım bir sakal uzatmıştı. Uno öteden beri sakalı gülünç bulurdu.

“Geri çekilmek mi?” dedi Allin. “Şimdi mi?”

“Lanet olası akıllarını oynatmışlar,” dedi Uno.

Yakında, Talmanes ve Tarabonlu kadına da bir haberci gelmişti – ve kadının nasıl kaş çattığına bakılırsa haber aynıydı. Geri çekilme.

“Cauthon ne yaptığını biliyor olsa iyi olacak,” dedi Uno, başını iki yana sallayarak. Neden Cauthon’u her şeyin başına geçirmişlerdi, hâlâ anlamıyordu. O oğlanı hatırlıyordu. Gözleri kafatasının içine kaçmış, önüne geleni tersliyordu. Yarı ölü, yarı şımarık. Uno başını iki yana salladı.

Ama söyleneni yapacaktı. Kahrolası Beyaz Kule’ye yemin etmişti. Bu yüzden yapacaktı. “Haberi iletin,” dedi Allin’e, kulaklarını mumla tıkayarak. Aludra, ejderlerin yanında, gitmeden önce son bir yaylım hazırlıyordu. “Kahrolası Yayla’dan çekiliyoruz ve…”

Bir gümbürtü Uno’ya fiziksel olarak çarptı, içinde titreşti ve neredeyse kalbini durdurdu. Uno düştüğünü fark etmeden kafası yere çarptı.

Toz dolan gözlerini kırpıştırarak inledi ve yuvarlandı. Tam o anda bir başka çakma, sonra bir başkası Yayla’da, ejderlerin olduğu yere düştü. Yıldırımlar! Askerleri dizlerinin üzerine çökmüş, gözlerini yummuş, elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Ama Talmanes çoktan kalkmış, Uno’nun zar zor duyabildiği emirler bağırıyor, el işaretleriyle adamlarına geri çekilmelerini söylüyordu.

Trollocların arkasındaki Shara ordusundan on iki devasa ateş topu inanılmaz bir hızla yükseldi. Uno bir küfür savurdu ve kendini bir çukura attı. O çukura saklandıktan birkaç saniye sonra tüm tepe depreme tutulmuş gibi sarsıldı. Üzerine yağan toprak kesekleri onu neredeyse gömecekti.

Her şey üstlerine üstlerine geliyordu. Her şey. Ordudaki her bir kahrolası Shara yönlendiricisi aynı anda Yaylaya odaklanmış gibiydi. Uno’nun tarafında, ejderleri korumak için konuşlanmış Aes Sedailer vardı, ama görünüşe bakılırsa bu saldırıya karşı koymakta güçlük çekeceklerdi.

Saldırı bitmek tükenmek bilmedi. Sonunda dindiğinde, Uno emekleyerek çukurdan çıktı. Lanet ejderlerin bazıları paramparça olmuştu ve Aludra onları kurtarmak ve kalanları korumak için ejdercilerle birlikte çalışıyordu. Kanlı eliyle başını tutmakta olan Talmanes bağırıyordu. Uno bir kulağındaki mumu çıkardı –muhtemelen o mumlar kulaklarını kurtarmıştı– ve Talmanes’e doğru koştu.

“Lanet Aes Sedailerin nerede?” diye bağırdı Uno. “Bu kahrolası saldırıyı durdurmaları gerekiyordu!”

Dört düzine Aes Sedaileri vardı ve havadaki örgüleri keserek ya da savuşturarak ejderleri koruma emri almışlardı. Yaylayı, Karanlık Varlık’ın gelişi hariç her şeyden koruyabileceklerini iddia etmişlerdi. Yıldırımlar tam ortalarına düştüğü için onlar da darmadağın olmuşlardı.

Trolloclar yine tepeye doğru ilerliyorlardı. Uno, Allin’e bir kargı duvarı oluşturmasını ve yaratıkları uzak tutmasını emretti ve sonra birkaç korumayla birlikte Aes Sedailere doğru koştu. Kadınların kalkmasına yardım eden Muhafızlara katıldı ve önderlerini aradı.

“Kwamesa Sedai?” diye sordu Uno, başlarındaki Aes Sedai’yi bularak. Kadın üstünü başını silkeliyordu. İnce, esmer tenli Arafelli alçak sesle söyleniyordu.

“O da neydi?” diye sordu.

“Ah…” dedi Uno.

“Bu soruyu sana sormadım,” dedi kadın, gökyüzünü tarayarak. “Einar! Neden o örgüleri görmedin?”

Bir Asha’man koşarak geldi. “Çok hızlı belirdiler. Ben uyarı yapmaya vakit bulamadan tepemizde bittiler. Ve… Işık! Onları her kim gönderdiyse, güçlü biri. Gördüğüm herkesten güçlü, hatta…”

Arkalarında bir ışık çizgisi havayı yardı. Devasaydı ve Fal Dara kalesi kadar yüksekti. Çizgi kendi etrafında döndü ve Yayla’nın ortasında kocaman bir kapıyol açıldı. Diğer yanda gümüş madeni paralara benzeyen disklerden yapılmış parlak bir zırh kuşanmış, miğfersiz, siyah saçlı ve belirgin burunlu bir adam duruyordu. Adamın öne doğru uzattığı altın asanın topuzu, kum saatine ya da ince bir kadehe benziyordu.

Kwamesa hemen tepki vererek elini kaldırdı ve bir ateş seli salıverdi. Adam elini salladı ve ateş yön değiştirdi. Sonra kayıtsızca işaret etti ve adamla Kwamesa arasında ince, kızgın, beyaz bir çubuk belirdi. Kwamesa’nın bedeni parladı ve bir sonraki anda gitmişti. Zerreler yere doğru süzüldü.

Uno sıçrayarak uzaklaştı. Einar da ona katıldı ve kırık bir ejderin kalıntılarının arkasına yuvarlandı.

“Yenidendoğan Ejder için geldim!” diye bildirdi gümüşlü adam. “Onu çağıracaksınız. Ya da onu buraya sizin çığlıklarınız getirecek.”

Uno’dan birkaç metre ötede, ejderlerin altındaki yer kabardı ve patladı. Uno yüzünü korumak için kollarını kaldırdı ve tahta ve toprak parçaları uçuştu.

“Işık bize yardım etsin,” dedi Einar. “Onu durdurmaya çalışıyorum, ama adam bir halkaya katılmış. Tam bir halka. Yetmiş iki kişilik. Hiç bu kadar büyük bir güç görmemiştim! Ben…”

Kor beyaz bir ışık çubuğu kırık ejderi yararak geçti ve Einar’a çarparak buharlaştırdı. Adam bir anda yok oldu ve Uno küfürler savurarak geriledi. Ejderin parçaları çevresinde yere düşerken eğildi.

Uno adamlarına geri çekilmelerini bağırarak onları harekete geçirdi ve yalnızca yaralı bir adamı kolundan yakalayıp kaçmasına yardım etmek için durdu. Artık Yayla’dan çekilme emrini sorgulamıyordu. Bir adamın alabileceği en iyi kahrolası emirdi!


Logain Ablar, Tek Güç’ü salıverdi. Yayla’nın altında, Mora’nın yanında dikiliyordu ve yukarıdaki saldırıyı hissedebiliyordu.

Bugün Tek Güç’ü salıvermek, hayatı boyunca yaptığı en zor şeylerden biriydi. Kendine Ejder demekten daha zor, Kara Kule’de geçirdikleri ilk günlerde Taim’i boğmamaya çalışmaktan daha zor.

Damarları kesilmiş ve kanı yere saçılıyormuş gibi, Güç akıp gitti. Logain derin bir nefes aldı. Onca Tek Güç tutmak —halkayı oluşturan otuz dokuz kişinin gücü– sarhoş ediciydi. Salıverdiği zaman ehlileştirildiği, Güç’ün ondan çalındığı zamanı hatırladı. Her nefeste, bir bıçak bulup kendi gırtlağını kesmek istediği bir zaman.

Kendi deliliğinin de bu olduğunu tahmin ediyordu: Tek Güç’ü salıverdiği zaman onu sonsuza dek kaybedeceği korkusu.

“Logain?” diye sordu Androl.

Logain başını kısa boylu adama ve yoldaşlarına çevirdi. Sadıktılar. Neden bilmiyordu, ama sadıktılar. Her biri. Aptallar. Sadık aptallar.

“Bunu hissedebiliyor musun?” diye sordu Androl. Diğerleri –Canler, Emarin, Jonneth– Yayla’ya bakıyorlardı. Orada kullanılan Güç… hayret vericiydi.

“Demandred,” dedi Emarin. “O olmalı.”

Logain başını usulca salladı. Onca güç… Terkedilmişlerden biri bile o kadar güçlü olamazdı. Muazzam güce sahip bir sa’angreal taşıyor olmalıydı.

Öyle bir aletle, diye fısıldadı düşünceleri, hiçbir erkek ya da kadın bir daha Güç’ü senden alamaz.

Logain’i hapsettiğinde Taim yapmıştı bunu. Onu tutsak etmiş, kalkan koymuş, Tek Güç’e dokunmasını engellemişti. Onu Döndürme girişimleri acı verici ve ezici olmuştu. Ama saidin olmazsa…

Güç, diye düşündü, o kuvvetli yönlendirmeyi izleyerek. O kadar güçlü olma arzusu, Taim’e duyduğu nefreti neredeyse boğuyordu.

“Şimdilik ona bulaşmayacağız,” dedi Logain. “Önceden planladığımız ekiplere bölünün.” Her ekipte bir kadın ve beş-altı erkek olacaktı. Bir kadın ve iki erkek halka olabilirdi ve diğer ikisi destek verecekti. “Kara Kule hainlerini avlayacağız.”

Androl’ün yanında duran Pevara tek kaşını kaldırdı. “Gidip şimdiden Taim’i avlayacağımızı mı söylüyorsun? Cauthon burada insanları nakletmelerine yardım etmeni istememiş miydi?”

“Cauthon’a açıkça söyledim,” dedi Logain. “Bu savaşı meydanlar arasında asker naklederek geçirmeyeceğim. Emirlere gelince, ben bizzat Yenidendoğan Ejder’den emir aldım.”

Rand al’Thor bunların onun ‘son’ emirleri olduğunu söylemişti. Not, kılıç tutan adam biçiminde, küçük bir angrealle gelmişti. Gölge, Karanlık Varlık’ın mühürlerini çaldı. Onları bul. Elinden geliyorsa, lütfen onları bul.

Tutsaklığı sırasında, Androl Taim’in mühürler hakkında böbürlendiğini duyduğunu sanıyordu. Ellerindeki tek ipucu buydu. Logain uzakları taradı. Güçleri Yayla’dan çekiliyordu. Logain durduğu yerden ejder sıralarını göremiyordu, ama yoğun duman bulutları onların güvenliği konusunda pek umut vaat etmiyordu.

Emirleri hâlâ o veriyor, diye düşündü Logain. İtaat etmeye devam edecek miyim?

Taim’den intikam alma şansı için mi? Evet, Rand al’Thor’un emirlerine itaat edecekti. Eskiden olsa, emirlere itaat etmeyi bu kadar sorgulamazdı. Bu, tutsak alınıp işkenceden geçirilmeden önceydi.

“Gidin,” dedi Logain, Asha’manlarına. “Lord Ejder’in yazdıklarını okudunuz. Ne pahasına olursa olsun mühürleri geri almalıyız. Bu her şeyden önemli. Onların gerçekten Taim’de olduğunu umalım. Yönlendiren adamlara dair işaret izleyin, onları bulun ve öldürün.”

Yönlendiren adamların Sharalı olması önemli değildi. Asha’manlar bu savaşa, düşmanın yönlendiricilerini yok ederek yardım edecekti. Taktiği daha önce tartışmışlardı. Erkeklerin yönlendirdiğini sezdiklerinde, kapıyollarla sıçrayarak tam olarak nerede yönlendirildiğini bulacaklar, sonra onları hazırlıksız yakalayıp saldıracaklardı.

“Taim’in adamlarından birini görürseniz,” dedi Logain, “onu yakalamaya çalışın ki Taim’in üssünün yerini ağzından alabilelim.” Duraksadı. “Şansımız varsa M’Hael’in kendisi de buradadır. Mühürleri yanında taşıyor olması ihtimaline hazırlıklı olun. Saldırımızla onları da yok etme riskine girmeyelim. Onu görürseniz, geri dönün ve bana nerede olduğunu bildirin.”

Logain’in ekipleri uzaklaştı. Geriye Gabrelle, Arel Laevin ve Karlin Manfor kaldı. Taim’in ihaneti sırasında yetenekli adamlarından bazılarının Kule’de bulunmaması iyi olmuştu.

Gabrelle sakin gözlerle Logain’e baktı. “Ya Toveine?” diye sordu.

“Onu bulabilirsek öldüreceğiz.”

“Senin için bu kadar basit mi?”

“Evet.”

“O…”

“Onun yerinde olsan yaşamak ister miydin Gabrelle? Yaşamak ve ona hizmet etmek?”

Gabrelle ağzını kapattı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Gabrelle hâlâ Logain’den korkuyordu; Logain bunu hissedebiliyordu. Güzel.

Ejder bayrağını açtığın zaman dilediğin bu muydu, diye fısıldadı zihni. İnsanlığı kurtarmayı hedeflediğin zaman? Korkulmak için mi yaptın? Nefret edilmek için mi?

Logain zihnindeki sesi duymazdan geldi. Hayatı boyunca, bir şey başardığı yegane zamanlar, insanların ondan korktuğu zamanlardı. Siuan ve Leane’e karşı sahip olduğu tek avantaj buydu. İçinde bir hayatta kalma dürtüsü taşıyan ilkel Logain, insanların ondan korkmasına ihtiyaç duyuyordu.

“Onu sezebiliyor musun?” diye sordu Gabrelle.

“Bağı kopardım.”

Gabrelle’in kıskançlığı keskin ve aniydi. Logain’i şok etti. Logain birlikte çalışmalarından zevk almaya, ya da en azından tahammül etmeye başladığını sanıyordu.

Ama bütün bunlar Gabrelle’in onu kontrol etmek için oynadığı bir oyundu elbette. Aes Sedailer böyle davranırdı. Evet, Logain daha önce ondan gelen şehvet, hatta belki sevgi duygularını hissetmişti. Ondan geldiğini zannettiği duygulara güvenebileceğinden emin değildi. Güçlü ve özgür olmak için ne kadar çabalarsa çabalasın, gençliğinden beri birileri onu kukla gibi oynatıyor gibiydi.

Demandred’in yönlendirmesi güç yayıyordu. Onca güç.

Yayla’dan yüksek bir gümleme geldi. Logain başını arkaya devirerek kahkaha attı. Bedenler Yayla’dan havaya yapraklar gibi uçuştu.

“Bana bağlanın!” diye emretti yanındakilere. “Benimle halka kurun. M’Hael’i ve adamlarını avlayalım. Işık izin verse de onu bulsam – sofram yalnızca etlerin en iyisini hak ediyor, baş erkek geyiğin kendisini!”

Ondan sonra? … Kim bilir… Logain öteden beri kendini Terkedilmişlerden birinin karşısında sınamak istemişti. Kaynak’ı yine kavradı. Kıvranan ve onu ısırmaya çalışan saidin akışlarını yakaladı. Angreali kullanarak daha fazlasını çekti. Diğerlerinin Güç’ü de ona aktı. Logain’in kahkahaları yükseldi.


Gawyn çok yorgun hissediyordu. Bu hazırlık haftasında dinlenmesi gerekirdi, ama bugün fersahlarca yol yürümüş gibi hissediyordu.

Elinden bir şey gelmezdi. Kendini, önündeki masaya açılmış, savaş meydanına bakan kapıyola odaklanmaya zorladı. “Bunu göremediklerinden emin misin?” diye sordu Yukiri’ye.

“Eminim,” diye yanıt verdi Yukiri. “Ayrıntılı bir şekilde sınandı.”

Yukiri bu gözlem kapıyolları konusunda beceri kazanıyordu. Bu kapıyolu kampa Tar Valon’dan getirilen bir masanın üzerinde açmıştı. Gawyn savaş meydanına, adeta bir haritaymış gibi bakıyordu.

“Gerçekten diğer yanı görünmez yaptıysan,” dedi Egwene düşünceli düşünceli, “çok faydalı bir araç olabilir.”

“Yakından görmek daha kolay olurdu,” diye itiraf etti Yukiri. “Bu kapıyol o kadar yüksekte ki, aşağıdaki hiç kimse seçemez.”

Gawyn, Egwene’in orada, başı ve omuzları savaş meydanına doğru uzanmış halde durmasından hoşlanmıyordu. Dilini tuttu. Kapıyol olabildiğince güvenliydi. Egwene’i her şeyden koruyamazdı.

“Işık,” dedi Bryne usulca, “bizi lokma lokma dogruyorlar.”

Gawyn ona baktı. Adam malikanesine dönme önerilerini –hatta ısrarlarını– geri çevirmişti. Hâlâ kılıç tutabildiği konusunda ısrar ediyordu; yalnızca, önderlik etmesine izin verilmeyecekti. Dahası, diyordu, aralarından herhangi biri İçtepi altında olabilirdi. Bir açıdan, onun İçtepi’nin etkisi altında olduğunu bilmek onlara avantaj veriyordu. En azından onu izleyebilirlerdi.

Ve Siuan korumak istercesine Bryne’ın kolunu tutmuş, izliyordu. Silviana ve Doesine de çadırdaydı.

Savaş iyi gitmiyordu. Cauthon, Yayla’yı kaybetmişti –ilk plan orayı mümkün olduğunca uzun süre tutmaktı– ve ejderler paramparça olmuştu. Demandred’in Tek Güç saldırısı beklediklerinden çok daha güçlüydü. Üstelik diğer büyük Trolloc ordusu kuzeydoğudan gelmiş, Cauthon’un ırmak yukarısındaki savunmalarına baskı uyguluyordu.

“Ne planlıyor?” dedi Egwene, masanın kenarını tıkırdatarak. Açıklıktan uzak bağırışlar geliyordu. “Eğer böyle devam ederse ordularımız kuşatılacak.”

“Tuzağı yemlemeye çalışıyor,” dedi Bryne.

“Ne tür bir tuzak?”

“Yalnızca tahmin yürütüyorum,” dedi Bryne, “ve Işık biliyor ya, benim değerlendirmelerime eskisi kadar güvenilemez. Cauthon her şeyi tek bir cepheye yığmayı planlıyor gibi. Gecikme yok, Trollocları yormak yok. Böyle giderse birkaç gün içinde sonuç belli olacak. Belki birkaç saat içinde.”

“Bu tam olarak Mat’in yapacağı bir şeye benziyor,” dedi Egwene, pes ederek.

“O örgülerin gücü,” dedi Lelaine, “o kudret…”

“Demandred halka kurmuş,” dedi Egwene. “Tanıklar tam halka diyor. Efsaneler Çağı’ndan beri görülmemiş bir şey. Ve bir sa’angreali var. Askerlerden bazıları bir… asa görmüş.”

Gawyn, eli kılıcında, çok aşağıdaki savaşı izliyordu. Demandred üzerlerine dalga dalga ateş yağdırırken, adamların çığlıklarını duyabiliyordu.

Aniden Terkedilmiş’in sesi gürledi ve havadaki deliğe kadar ulaştı. “Neredesin Lews Therin! Kılık değiştirmiş halde her cephede görülmüşsün. Buraya da mı geldin? Savaş benimle!”

Gawyn kılıcın kabzasını sıktı. Askerler geçidi aşmak için Yayla’nın güneybatı tarafına akıyordu. Birkaç küçük grup yamaçları tutmuştu ve oradaki ejderciler –Gawyn’e karınca gibi görünüyorlardı– kalan ejderleri çeken katırları güdüyordu.

Demandred kaçan birliklerin üzerine yıkım yağdırıyordu. Adam başlı başına bir orduydu, insanları havaya fırlatıyor, atları patlatıyor, yakıyor, yok ediyordu. Çevresinde, Trolloclar tepeyi ele geçirdi. Zalim tezahüratları kapıyoldan içeri doldu.

“Onunla başa çıkmamız gerekecek Anne,” dedi Silviana. “Yakında.”

“Bizi yakına çekmeye çalışıyor,” dedi Egwene. “Sa’angreali var. Biz de yetmiş iki kişilik bir halka kurabiliriz, ama sonra ne olacak? Tuzağına mı düşeceğiz? Bizi katletmesine izin mi vereceğiz?”

“Başka ne seçeneğimiz var Anne?” diye sordu Lelaine. “Işık. Binlerce insanı öldürüyor.”

Binlerce insanı öldürüyordu. Onlar burada dikilirken.

Gawyn geriledi.

Onun geri çekildiğini Yukiri’den başka kimse fark etmiş görünmedi. Yukiri hevesle yaklaştı ve Egwene’in yanında, Gawyn’in boşalttığı yeri doldurdu. Gawyn çadırdan çıktı ve çadır korumaları ona baktığı zaman, biraz temiz havaya ihtiyaç duyduğunu söyledi. Egwene bilse onaylardı. Son zamanlarda Gawyn’in ne kadar yorgun hissettiğini sezebiliyordu. Bundan defalarca bahsetmişti. Gawyn’in gözkapakları, demirden ağırlıklar bağlanmış da aşağıya çekiliyormuş gibi ağırdı. Kararmış gökyüzüne baktı. Uzaktan gelen gümlemeleri duyabiliyordu. İnsanlar ölürken daha ne kadar hiçbir şey yapmadan duracaktı?

Söz verdin, diye düşündü kendi kendine. Onun gölgesinde kalmaya gönüllü olduğunu söyledin.

Ama bu, önemli işler yapmayı bırakmak anlamına gelmiyordu, değil mi? Kesesini karıştırdı ve Kanhançerlerinin yüzüğünü çıkardı. Onu taktı ve bitkinliğinin yok olduğunu, gücünün geri geldiğini hissetti.

Duraksadı, sonra diğer yüzükleri çıkardı ve onları da taktı.


Mora Nehri’nin güney kıyısında, Dashar Tepesi’nin kuzeydoğusundaki harabelerin önünde, Tam al’Thor seneler önce Kimtin’in öğrettiği gibi Boşluk’u çağırdı. Tam tek bir alev olduğunu hayal etti ve tüm duygularını o aleve boşalttı. Sakinleşti, sonra sükunet de onu terk etti ve geriye hiçbir şey kalmadı. Yeni badanalanmış, güzel, beyaz bir duvar gibi. Her şey eriyip gitti.

Tam boşluktu. Yayını kaldırdı, sağlam siyah porsukağacı eğildi ve oku yanağına kadar çekti. Nişan aldı, ama bu yalnızca bir formaliteydi. Boşluğa bu kadar derin daldığında, ok tam olarak ne emredilirse onu yapacaktı. Bunu bilmiyordu. Güneş de doğacağını, dallar yapraklarını dökeceğini bilmezdi. Bunlar bilinen şeyler değildi; olan şeylerdi.

Kirişi bıraktı, kiriş şakladı ve ok havayı yararak uçtu. Sonra bir tane daha takip etti, sonra bir tane daha. Aynı anda havada beş oku vardı ve her biri değişen rüzgarlar öngörülerek fırlatılmıştı.

İlk beş Trolloc, ırmağın bu kesimine yerleştirmeyi başardıkları pek çık sal köprüden birini aşmaya çalışırken düştü. Trolloclar sudan nefret ederdi. Sığ su bile yıldırırdı onları. Mat yukarıda ırmağı savunmak için her ne yapmışsa, şu anda işe yarıyordu ve ırmak hâlâ akıyordu. Gölge bunu durdurmaya çalışacaktı. Durdurmaya çalışıyordu. Zaman zaman ırmak yukarısından bir Trolloc ya da katır leşi yüzerek geliyordu.

Tam ok fırlatmaya devam etti. Abell ve diğer İki Nehirliler de ona katıldı. Bazen belli bir Trolloc’u değil, genel olarak kitleyi hedef alıyorlardı – ama bu nadirdi. Sıradan bir asker nişan almadan ok fırlatabilir, okunun birini bulacağını varsayabilirdi, ama iyi bir İki Nehirli okçu bunu yapmazdı. Askerler için ok ucuzdu, ama ormancılar için değildi.

Trolloclar dalga dalga düşüyordu. Tam ve İki Nehirlilerin yanında, arbaletçiler silahlarını kurdular ve Gölgedöllerinin üzerine yaylım üzerine yaylım açtılar. Arkadaki Soluklar, Trollocları kırbaçlayarak ırmağı aşmaya zorluyordu – ama pek fazla başarı elde edemiyorlardı.

Tam’in oku bir Soluk’un gözleri olması gereken yeri vurdu. Yakında, baltasına yaslanmış, okların uçuşunu izleyen Bayrd adlı iriyarı bir adam takdirle ıslık çaldı. Adam, Trolloclar ırmağı aşmayı başardıklarında okçuları korumak için arkalarına yerleştirilmiş asker grubundandı.

Bayrd orduya katılmış paralı asker önderlerinden biriydi ve Andorlu olmasına rağmen, ne o ne de önderlik ettiği yüz kadar adam nereden geldiklerini söylüyordu. “O yaylardan bir tane edinmem lazım,” dedi Bard arkadaşlarına. “Yak beni, bunu gördünüz mü?”

Yakında, Abell ile Azi ok fırlatmaya devam ederek gülümsediler. Tam gülümsemedi. Boşluğun içinde mizah yoktu, ama boşluğun dışında bir düşünce kıpırdandı. Tam, Abell ile Azi’nin neden gülümsediğini biliyordu. İki Nehir yayma sahip olmak, insanı İki Nehirli okçu yapmazdı.

“Bence,” dedi Galad Damodred yakından, atının sırtından, “onlardan birini kullanmaya kalkarsan düşmandan çok kendine zarar verirsin. Al’Thor, daha ne kadar kaldı?”

Tam bir ok daha bıraktı. “Beş tane daha,” dedi, sadağındaki bir sonraki oka uzanarak. Yayı kaldırdı, oku fırlattı, sonra devam etti. İki, üç, dört, beş.

Beş Trolloc daha öldü. Toplamda otuz ok fırlatmıştı. Bir tanesinde ıskalamıştı, ama sırf nişan aldığı Trolloc’u Abell öldürdüğü için.

“Okçular, durun!” diye bağırdı Tam.

İki Nehirliler geri çekildiler ve Tam boşluğu salıverdi. Dağınık bir Trolloc grubu sendeleyerek kıyıya çıktı. Tam hâlâ bir ölçüye kadar Perrin’in birliklerine komuta ediyordu. Beyazcüppeler, Ghealdanlılar ve Kurt Muhafızları, her birinin kendi önderi olmasına rağmen, son karan Tam’den bekliyorlardı. Tam kişisel olarak okçuları yönetiyordu.

Perrin, bir an önce iyileşsen iyi olacak. Haral önceki gün delikanlıyı kanlar içinde, ölmek üzere, kampın dışındaki çimenlerde yatarken bulduğunda… Işık, hepsinin ödü patlamıştı.

Perrin sağ salim Mayene’e gönderilmişti. Muhtemelen Son Savaş’ın kalan günlerini orada geçirecekti. Öyle bir yara alan biri, Aes Sedai Şifa’sına rağmen, kolay kolay iyileşmezdi. Muhtemelen savaşı kaçırmak Perrin’i çılgına çevirecekti, ama bu bazen olurdu. Askerliğin parçasıydı.

Tam ve okçular savaşı izleyecek iyi bir nokta bulmak için harabelere çekildiler. Ulaklar yeni ok getirmeye giderken, Tam ihtiyaç duyulması ihtimaline karşı okçuları düzene soktu. Mat Perrin’in tüm birliklerim, heykel gibi bir kadın olan Tinna’nın komuta ettiği Ejderyeminlilerin yanına konuşlandırmıştı. Tam kadının nereden geldiğini ve komutanın neden ona verildiğini bilmiyordu – kadında bir leydinin tavırları, bir Aiel’in yapısı ve bir Saldaealının renkleri vardı. Adamları ona itaat ediyordu. Tam, Ejderyeminlileri hiç anlamıyordu, bu yüzden yollarına çıkmaktan kaçınıyordu.

Tam’in ordusuna tutunmaları emredilmişti. Mat batıdan gelecek Sharalı ve Trolloc saldırısının en güçlü saldırı olacağını düşünüyordu. Bu yüzden Tam, Mat’in geçitten ırmak yukarısına destek kuvvetler yolladığını görünce şaşırmıştı. Beyazcüppeler yeni gelmişti ve pelerinlerini savurarak ırmak kıyısında saldırıya geçmiş, sallanan köprüleri üzerinde sendeleyerek gelen Trollocları biçiyorlardı.

Diğer yakadaki Trolloclardan, Galad ve adamlarına doğru oklar uçmaya başladı. Beyazcüppelerin zırhlarına ve kalkanlarına çarpan ok başlarının tangırtısı ve çınlaması, çatıya yağan dolu seslerini andırıyordu. Tam, Arganda’ya piyadelerini getirmesini emretti, ki Bayrd ve paralı askerleri de bunlara dahildi.

Yeterince kargıları yoktu, bu yüzden Arganda’nın adamları baltalı kargı ve mızrak taşıyorlardı. Adamlar çığlıklar içinde ölmeye başladılar. Trolloclar uluyorlardı. Alliandre at sırtında, iyice silahlanmış piyadelerce çevrilmiş halde, Tam’in arka taraftaki konumuna yaklaştı. Tam yayını kaldırarak ona selam verdi ve Alliandre de başını salladı, sonra oturup izlemeye başladı. Savaşa dahil olmak istiyordu. Tam onu suçlayamazdı; savaşın aleyhlerine dönmesi durumunda askerlerinin onu buradan kaçırmasını emrettiği için de suçlayamazdı.

“Tam! Tam!” Dannil at sırtında yaklaştı ve Tam, Abell’a okçuların komutasını almasını işaret etti. Dannil’e doğru yürüdü ve delikanlıyı harabelerin gölgesinde karşıladı.

Bu yıkık duvarların içinde, Tam’in yedek askerleri endişe içinde savaşı izliyordu. Çoğu paralı askerlerden ve Ejderyeminlilerden toparlanmış okçulardı. Ejderyeminlilerin büyük kısmı daha önce hiç savaş görmemişti. Eh, birkaç ay öncesine kadar İki Nehirliler de hiç savaş görmemişlerdi. Hızlı öğrenmeleri gerekecekti. Bir Trolloc’u okla vurmak, bir geyiği vurmaktan çok da farklı değildi.

Ama geyiği ıskalarsanız, birkaç saniye sonra kılıcıyla bağırsaklarınızı dökmezdi.

“Ne var Dannil?” diye sordu Tam. “Mat’ten haber mi var?”

“Size Ejder Alayı’ndan piyade bayrakları gönderiyor,” dedi Dannil. “Ne pahasına olursa olsun burada ırmağı tutmanızı söylüyor.”

“O çocuk ne peşinde?” dedi Tam, Yayla’ya bakarak. Ejder Alayı’nda iyi piyadeler ve burada işe yarayabilecek eğitimli arbaletçiler vardı. Ama Yayla’da neler oluyordu?

Yayla’dan yukandaki bulutlara yükselen yoğun siyah dumanlardan ışık çakmaları yansıyordu. Orada çatışmalar yoğundu.

“Bilmiyorum Tam,” dedi Dannil. “Mat… değişti. Artık onu tanımadığımı hissediyorum. Her zaman serserinin teki olmuştur, ama şimdi… Işık, Tam. Masallardan fırlamışa benziyor.”

Tam homurdandı. “Hepimiz değiştik. Muhtemelen Mat de senin hakkında benzer şeyler söylerdi.”

Dannil güldü. “Ah, bundan kuşkuluyum Tam. Ama bazen, ben de o üçüyle gitsem neler olurdu diye merak ediyorum. Demek istediğim, Moiraine Sedai belli yaşta delikanlılar arıyordu ve sanırım ben biraz fazla büyüktüm…”

Efkarlı gibiydi. Dannil ne isterse düşünüp söyleyebilirdi – ama Tam onun Mat, Perrin ve Rand’ı şimdi oldukları kişilere dönüştüren güçlüklere dayanmak isteyeceğini sanmıyordu. “Bu grubun kumandasını al,” dedi Tam, başını yedek okçulara doğru sallayarak. “Ben Arganda ve Galad’a destek kuvvet geleceğini bildireceğim.”


Pevara çaresizlik içinde Hava örerken çevresine kalın Trolloc okları yağıyordu. Yarattığı rüzgar, öfkeli bir oyuncunun tahtadaki taşları süpürmesi gibi, okları süpürüp götürüyordu. Pevara ter içinde saidara tutundu ve daha da güçlü bir Hava kalkanı örerek, yeni oklara karşı kendilerini savunmak için gökyüzüne oturttu.

“Güvenli!” diye bağırdı. “Koşun!”

Bir grup asker Yayla’nın ırmağa bakan dik yamacındaki bir kaya çıkıntısının altından fırladı. Yukarıdan siyah oklar yağmaya devam etti. Pevara’nın ördüğü kalkana çarptılar. Kalkan okları yavaşlattı ve oklar tüy kadar yavaşça düştüler.

Yardım ettiği askerler Hawal Geçidi’ndeki toplantı yerine koştular. Diğerleri durup, yamaçlara akın eden Trolloclarla savaşmaya karar verdi. Gölgedöllerinin çoğu, konumlarını sağlamlaştırmak ve insanların işini bitirmek için Yayla’nın tepesinde kaldı.

Neredesin? Androl’ün öfkeli düşüncesi, zihninde hafif bir fısıltı gibi geldi.

Buradayım, dedi Pevara. Tam bir düşünceden ziyade bir imge ve mekân duygusuydu.

Yanında bir kapıyol açıldı ve Androl kapıyoldan bu yana atladı, Emarin de peşinden geldi. İki adam da kılıç taşıyordu, ama Emarin dönüp elini arkaya uzattı ve açık kapıyolun diğer yanına bir ateş seli yolladı. Diğer yandan çığlıklar geldi. İnsan çığlıkları.

“Ta Shara ordusunun olduğu yere mi gittiniz?” diye sordu Pevara. “Logain bir arada kalmamızı istemişti!”

“Demek artık onun ne istediği umurunda,” dedi Androl sırıtarak.

Çekilmez bir adamsın, diye düşündü Pevara. Çevrelerinde, oklar yere düştü. Yukarıdaki Trolloclar öfkeyle uluyordu.

“İyi örgü,” dedi Androl.

“Teşekkür ederim.” Pevara onun kılıcına baktı.

“Artık bir Muhafız’ım.” Androl omuzlarını silkti. “Muhafız gibi görünsem de olur ha?”

Adam bir kapıyol açarak bir Trolloc’u ikiye bölebiliyor, Ejderdağı’nın içinden ateş çağırabiliyordu, ama yine de kılıç taşımak istiyordu. Pevara bunun erkeklere özgü bir şey olduğuna karar verdi.

Onu duydum, dedi Androl. “Emarin, yanıma gel. Pevara Sedai, sen de bize eşlik etme nezaketini gösterebilirsen…”

Pevara burnunu çekti, ama diğer ikisine katıldı. Hep birlikte Yayla’nın güneybatı duvarı boyunca ilerlediler ve sallana sallana toplanma noktasına doğru giden yaralıların yanından geçtiler. Androl yaralılara baktı ve sonra kampa giden bir kapıyol açtı. Yaralı adamlar şaşkınlık ve minnet içinde bağırdılar, sonra sendeleyerek güvenliğe geçtiler.

Kara Kule’den ayrıldıklarından beri Androl daha… güven dolu olmuştu. İlk tanıştıklarında her konuda tereddütlüydü. Bir tür huzursuz tevazu. Artık o tevazunun yerinde yeller esiyordu.

“Androl…” dedi Emarin, kılıcıya yamacın yukarısını işaret ederek.

“Görüyorum,” dedi Androl. Yukarıda, kaynar kazandan taşan zift gibi, Yayla’ya Trolloclar akıyordu. Arkada, Androl’ün askerleri kampa götüren kapıyolu kapandı. Kapandığını gören diğerleri bağırdılar.

Hepsini kurtaramazsın, diye düşündü Pevara sertçe, onun hissettiği ıstırabı sezerek. Eldeki işe odaklan.

Üçü askerlerin arasından geçerek, ileride hissettikleri yönlendiricilere yöneldiler. Jonneth, Canler ve Theodrin oradaydılar ve Trolloc gruplarına ateş yağdırıyorlardı. Konuşlandıkları yeri kaybetmek üzereydiler.

“Jonneth, Canler, yanıma gelin,” dedi Androl, koşarak yanlarından geçip, önünde bir kapıyol açarak. Pevara ve Emarin onun peşinden kapıyoldan geçtiler ve kendilerini birkaç yüz adım ötede, Yayla’nın tepesinde buldular.

Jonneth ve diğerleri de takip ederek onlara katıldı. Grup koşarak şaşkın Trollocların yanından geçti.

“Yönlendiren biri var!” diye bağırdı Pevara. Işık, bu eteklerle koşmak zordu. Androl bunu biliyordu, değil mi?

Yayla’nın tepesindeki birkaç Sharalıdan ateş patlamaları gelirken, Androl bir kapıyol daha açtı. Pevara nefes nefese koşarak kapıyoldan geçti. Sharalıların diğer yanına çıktılar. Sharalılar, Pevara’nın birkaç saniye önce durduğu yere ateş fırlatıyorlardı.

Pevara duyularını açarak avlarının yerini belirlemeye –hissetmeye– çalıştı. Sharalılar onlara dönerek ellerini uzattılar, ama sonra Androl yandaki kapıyoldan tepelerine bir kar çığı boca edince bağırdılar. Androl diğer Asha’manların kullandığı Ölümkapılarından yapmaya çalışmıştı, ama belli ki örgü çok farklı olduğundan yapamamıştı. Bunun yerine, başarılı olduğu şeyi kullanıyordu.

Hâlâ Yayla’da savaşan ve emirlere karşı gelerek orayı tutan Kule Muhafızı grupları vardı. Ejder parçaları ve büyük tunç ateşleme silindirleri yakında, yanık cesetlerin arasında dumanları tüterek yatıyordu. Binlerce Trolloc uluyordu. Çoğu Yayla’nın kenarındaydı ve aşağıdakilere ok yağdırıyordu. Onların neşeli kükremeleri Pevara’nın sinirlerini bozuyordu. Toprak ördü ve akışları yakındaki bir Trolloc grubuna doğru yolladı. Yerin büyük bir parçası titredi, sonra yarılarak iki düzine Trolloc’u kenardan aşağı düşürdü.

“Yine dikkat çekiyoruz!” dedi Emarin, sinsice yaklaşmakta olan bir Myrddraal’i tutuşturarak. Ölmeyi reddeden Soluk insanlıkdışı bir sesle cıyaklayarak alevler içinde kıvrandı. Pevara ter içinde, Ateş’ini Emarin’inkine kattı ve yaratığı kemiklerine dek kavurdu.

“Eh, bu o kadar da kötü değil!” dedi Androl “Yeterince dikkat çekersek, eninde sonunda Kara Ajah’tan ya da Taim’in adamlarından biri bizimle yüzleşmeye karar verir.”

Jonneth küfretti. “Bu karınca tümseğine basmak ve ısırılmayı beklemeye benziyor biraz!”

“Aslında bayağı benziyor,” dedi Androl. “Siz gözünüzü açın. Ben Trolloclarla başa çıkabilirim!”

Bu oldukça iddialı bir laf, dedi Pevara ona.

Androl’ün yanıtı, yemek tabağından yükselen hararet gibi ılıktı. Kahramanca bir laf.

Biraz ek güç işine yarar sanırım?

Evet, lütfen, dedi Androl.

Pevara zinciri başlattı. Androl onun gücünü çekti ve halkalarının kontrolünü aldı. Her zamanki gibi, onunla bağ kurmak etkileyici bir deneyimdi. Kendi duygularının ona akıp yansıdığını, tekrar içini doldurduğunu hissetti ve bu kızarmasına sebep oldu. Pevara’nın onu nasıl görmeye başladığını hissedebiliyor muydu?

Hâlâ diz boyu etek giyen bir kız çocuğu kadar aptalım, diye düşündü kendi kendine –düşüncelerini ondan saklamaya özen göstermişti– kızlarla oğlanlar arasındaki farkı yeni öğrenmiş bir kız çocuğu kadar aptal. Hem de bir savaşın tam ortasında.

Androl’le bağ kurarken, bir Aes Sedai’nin yapması gerektiği gibi duygularını sertleştirmekte güçlük çekiyordu. Aynı çanağa dökülmüş boyalar gibi, benlikleri birbirine karışıyordu. Pevara, kimliğini koruma kararlılığıyla buna karşı mücadele etti. Bağ kurarken bu yaşamsal öneme sahipti ve Pevara bu dersi tekrar tekrar almıştı.

Androl elini, ona ok atmaya başlamış bir Trolloc grubuna doğru uzattı. Kapıyol açılarak okları yuttu. Pevara çevresine bakındı ve okların bir başka Trolloc grubunun üzerine yağdığını gördü.

Yerde kapıyollar açıldı ve Trolloclar içlerine düştüler, ama sonra onlarca metre yüksekte tekrar belirdiler. Minik bir kapıyol, bir Myrddraalin kafasını uçurdu. Kafasız Myrddraal, mürekkep karası kanını toprağa saçarak çırpınmaya başladı. Androl’ün ekibi Yayla’nın batı kısmının yakınında, önceden ejderlerin yerleştirilmiş olduğu yerde duruyorlardı. Her tarafta Gölgedölleri ve Sharalılar vardı.

Androl, yönlendiren var! Pevara yukarıdan, Yayla’dan gelen yönlendirmeyi sezebiliyordu. Güçlü bir yönlendirme.

Taim! Androl’ün bir anda yükselen öfkesi Pevara’yı kavuracak gibi geldi. Öfkenin içinde arkadaşlarını kaybetmesi ve onları koruması gereken birinin ihaneti vardı.

Dikkatli ol, dedi Pevara. O olduğundan emin değiliz.

Onlara saldıran kişi, erkek ve kadınlardan oluşmuş bir halkaya aitti, aksi halde Pevara onu hissedemezdi. Yalnızca saidar örgülerini görebiliyordu tabii. Tam bir adım genişliğinde bir hava sütunu onlara çarptı. Hava, altındaki kayalık zemini kızartacak kadar sıcaktı.

Androl son anda bir kapıyol açarak ateş sütununu yakaladı ve geldiği yöne fırlattı. İki akış Trolloc cesetlerini yaktı ve yabani otların ve çalıların tutuşmasına sebep oldu.

Pevara sonra olanları görmedi. Androl’ün kapıyolu, elinden koparılmış gibi yok oldu ve tam yanlarına bir yıldırım düştü. Pevara yere yığıldı ve Androl de ona çaptı.

O anda Pevara kendini bıraktı.

Darbenin şokuyla, kazara yapmıştı bunu. Çoğu durumda halka kaybolurdu, ama Androl kontrolü sıkıca kavramıştı. Pevara’nın benliğini onunkinden uzak tutan baraj yok oldu ve birbirlerine karıştılar. İnsanın bir aynaya girip kendisine bakması gibiydi.

Pevara kendini zorla geri çekti, ama tarif edilemez bir farkındalık yaşamıştı. Buradan gitmemiz lazım, diye düşündü, hâlâ Androl’le halka içinde. Diğerleri yaşıyor gibiydi, ama düşman daha fazla yıldırım yollarsa bu uzun sürmeyecekti. Pevara içgüdüyle kapıyol açacak karmaşık bir örgüye başladı, ama örgüsü bir şey yapamazdı. Halkayı yöneten Androl’dü, bu yüzden yalnızca o…

Kapıyol açıldı. Pevara’nın ağzı açık kaldı. Bunu Androl değil, kendisi yapmıştı. Bu bildiği en karmaşık, en zor, en çok güç kullanan örgülerden biriydi, ama elini sallarcasına kolaylıkla yapmıştı. Hem de bir başkasının yönettiği bir halkaya dahilken.

Theodrin sendeleyerek kapıyoldan geçti. Kıvrak Domanlı kadın, ayakta sallanan Jonneth’i de peşinden sürükledi. Emarin aksayarak, bir kolu faydasızca sarkarak peşlerinden gitti.

Androl hayretler içinde kapıyola bakıyordu. “Dahil olduğun halkayı bir başkası yönetirken senin yönlendirmemen gerekir sanıyordum.”

“Öyle,” dedi Pevara. “Kazayla yaptım.”

“Kaza mı? Ama…”

“Kapıyoldan geç kütük kafa,” dedi Pevara, onu iteleyerek. Androl’ün peşinden geçti ve diğer yanda yere yığıldı.


“Damodred, olduğun yerde kalmana ihtiyacım var,” dedi Mat. Başını kaldırıp bakmamıştı, ama Galad’ın atının kapıyolun diğer yanında hıhladığını duymuştu.

“İnsan aklının başında olup olmadığını sorgulama dürtüsü hissediyor Cauthon,” diye yanıt verdi Galad.

Mat sonunda başını haritalarından kaldırdı. Bir gün bu kapıyollara alışacağından emin değildi. Tuon’un Dashar Tepesi’nin eteklerindeki bir yarıkta kurdurduğu kumanda binasında dikiliyordu ve duvarda bir kapıyol vardı. Kapıyolun dışında, Galad Işığın Çocukları’nın altın-beyaz üniforması içinde, atının sırtında oturuyordu. Hâlâ harabelerin yakınında, Trolloc ordusunun Mora’yı aşmaya çalıştığı yerde konuşlanmış durumdaydı.

Galad Damodred birkaç kadeh sert içki içmesi gereken birine benziyordu. O güzel surat ve asla değişmeyen yüz ifadesiyle heykelden farksızdı. Hayır, heykeller daha canlı görünürdü.

“Sana söyleneni yapacaksın,” dedi Mat, haritalarına geri dönerek. “Orada ırmağı tutacaksın ve Tam’in emirlerine uyacaksın. Bulunduğun yerin yeterince önemli olmadığını düşünmen umurumda değil.”

“Pekala,” dedi Galad, kardaki bir ceset kadar soğuk bir sesle. Atını döndürdü ve damane Mika kapıyolu kapattı.

“Orası tam bir kan gölü Mat,” dedi Elayne. Işık, sesi Galad’ınkinden de soğuktu!

“Beni başa siz getirdiniz. Bırakın da işimi yapayım.”

“Seni orduların kumandanı yaptık,” dedi Elayne. “Başa getirmedik.”

Her küçük kelimeden tartışma çıkarabilmek tam da Aes Sedailerin yapacağı bir işti. Bu… Mat kaşlarını çatarak başını kaldırdı. Min biraz önce Tuon’a bir şey fısıldamıştı. “Ne dedin?” diye sordu.

“Galad’ın bedenini bir alanda tek başına gördüm,” dedi Min. “Ölmüş gibi.”

“Matrim,” dedi Tuon. “Ben… endişeliyim.”

“Bu sefer aynı fikirdeyiz,” dedi Elayne odanın diğer yanındaki tahtından. “Mat, onların generalleri seni alt ediyor.”

“O kadar basit değil,” dedi Mat, parmakları haritanın üzerinde. “Hiçbir zaman o kadar basit olmadı.”

Gölge’yi yöneten adam gerçekten iyiydi. Çok iyi. O Demandred, diye düşündü Mat. Kahrolası Terkedilmişlerden biriyle savaşıyorum.

Birlikte, Mat ve Demandred muhteşem bir resim yapıyorlardı. Her biri diğerinin hamlelerine incelikli bir özenle karşılık veriyordu. Mat boyalarından birinde biraz fazla kırmızı kullanmaya çalışıyordu. Yanlış resmi yapmaya çalışıyordu, ama yine de mantıklı bir resimdi.

Zordu. Demandred’i uzak tutabilecek kadar yetenekli, ama onu saldırmaya teşvik edecek kadar zayıf olmalıydı. Çok incelikli bir aldatmaca. Tehlikeli, hatta muhtemelen felaketlere yol açabilecek bir hamle. Bıçak sırtında yürüyordu. Ayaklarını kesmekten kaçınması imkansızdı. Mesele ne zaman kan dökeceği değil, diğer yana ulaşıp ulaşmayacağıydı.

“Ogierleri harekete geçir,” dedi Mat usulca, parmakları haritanın üzerinde. “Geçitteki adamları desteklemelerini istiyorum.” Orada Aieller savaşıyor, Beyaz Kule’nin adamları ve Kızıl El Birliği’nin üyeleri Mat’in emriyle Yayla’ya çekilirken yolu koruyorlardı.

Emir Ogierlere iletildi. Güvende kal Loial, diye düşündü Mat, Ogierleri gönderdiği yeri haritada işaretleyerek. “Lan’e haber verin. Hâlâ Yayla’nın batı tarafında. Gölge ordusunun büyük kısmı tepede olduğuna göre, onun Yayla’nın arkasına dolanmasını ve Mora tarafına dönüp, harabelerin yakınında ırmağı aşmaya çalışan Trolloc ordusunun arkasına geçmesini istiyorum.”

Haberciler dediğini yapmak üzere koşarak çıktılar ve Mat haritaya bir not daha aldı. So’jhinlerden biri, çilli, güzel bir kız, ona kaf getirdi. Mat ona gülümseyemeyecek kadar dalmıştı savaşa.

Mat kafını yudumlayarak, damaneye savaşı görmesini sağlayacak bir kapıyol açtırdı. Kapıyolun üzerine eğildi, ama bir eliyle masanın kenarına tutundu. Ancak kahrolası bir aptal, birinin onu iki yüz metreden aşağı itmesine izin verirdi.

Kafını masanın kenarına bıraktı ve dürbününü çıkardı. Trolloclar Yayla’dan aşağı, bataklıklara doğru ilerliyordu. Evet, Demandred başarılıydı. Bataklıklara gönderdiği iriyarı yaratıklar yavaştı, ama tıpkı bir kaya çığı gibi güçlü ve yoğundular. Aynı zamanda, bir grup Sharalı süvari Yayla’dan aşağı inmeye hazırlanıyordu. Hafif süvariler. Mat’in Hawal Geçidi’ni tutan birliklerine saldıracaklardı ve onların Trollocların sol kanadına saldırmasını engelleyeceklerdi.

Savaş, bir kılıç dövüşünün daha büyük ölçekteki haliydi. Her hamle için bir karşı hamle olurdu – genellikle üç ya da dört hamle. Buraya bir birlik, şuraya bir birlik kaydırıp, düşmanınızın hamlesine karşılık vermeye ve aynı zamanda zayıf olduğu yerlerde ona baskı yapmaya çalışırdınız. İleri geri, ileri geri. Mat’in güçleri sayıca zayıftı, ama bunu avantaj olarak kullanabilirdi.

“Talmanes’e şu emri ilet,” dedi Mat, dürbünüyle bakmaya devam ederek. “Hanın diğer duvarının dibinden bir kupaya sikke atamayacağım konusunda benimle iddiaya girdiğin zamanı hatırlıyor musun?”

“Evet Yüce Varlık,” dedi Seanchan haberci.

Mat iddia teklifine, daha da sarhoş olduğunda bir kez deneyeceğini söyleyerek karşılık vermişti – aksi halde eğlencesi kaçardı. Sonra Mat sarhoş olmuş numarası yapmıştı ve Talmanes’in ortaya koyduğu gümüşü altına yükseltmeye ikna etmişti.

Talmanes onun ne yapmaya çalıştığını anlamış, daha fazla içmesi için ısrar etmişti. Bu yüzden hâlâ ona birkaç marka borçluyum, değil mi? diye düşündü Mat dalgın dalgın.

Dürbünü Yayla’nın kuzeyine yöneltti. Bir grup Sharalı ağır süvari, yamaçtan aşağı inmek üzere toplanmıştı; Mat çelik uçlu uzun kargılarını seçebiliyordu.

Lan’in Yayla’nın kuzeyine dolanan adamlarını karşılamak için aşağı atılmaya hazırlanıyorlardı. Ama Mat’in emri henüz Lan’e ulaşmamıştı.

Bu, Mat’in kuşkularını doğruluyordu: Demandred kampa casus göndermekle yetinmemişti; kumanda binasında da casusu vardı. Mat emri verir vermez biri mesaj gönderiyordu. Bu, muhtemelen binada yeteneğini gizleyen bir yönlendirici olduğu anlamına geliyordu.

Kanlı küller, diye düşündü Mat. Bu iş yeterince zor değilmiş gibi.

Talmanes’e gönderdiği haberci geri döndü. “Yüce Varlık,” dedi, burun üstü yere kapanarak, “adamınız güçlerinin tamamen perişan olduğunu söylüyor. Emrinizi yerine getirmek istiyor, ama günün geri kalanı boyunca ejderleri kullanamayacağını söylüyor. Onları onarmak haftalar alırmış. Onlar… özür dilerim Yüce Varlık, ama kullandığı sözcükler tam olarak şöyle: Sabinel’deki bir barcı kadından daha kötüler. Ne demek istediğini bilmiyorum.”

“Oradaki barlarda kadınlar bahşiş karşılığı çalışırlar,” dedi Mat homurdanarak, “ama Sabinel’deki insanlar bahşiş vermezler. ”

Bu yalandı elbette. Sabinel, Mat’in barda iki kadının gönlünü kazanmak için Talmanes’ten yardım istediği bir kasabaydı. Talmanes kadınların sempatisini kazanmak için savaşta yaralanmış numarası yapmasını tavsiye etmişti.

İyi adam. Ejderler hâlâ savaşabilirdi, ama muhtemelen epey hırpalanmış görünüyorlardı. Orada avantajlıydılar; nasıl çalıştıklarını Mat ve Aludra dışında kimse bilmiyordu. Kanlı küller, Mat bile ejderler her patladığında, bir şekilde yanlış tarafa patlayacağından endişeleniyordu.

Beş-altı ejder kusursuz çalışıyordu, Mat kapıyol kullanarak onları güvenli bir yere çekmişti. Aludra onları geçidin güneyine kurmuş ve namlularını Yayla’ya çevirmişti. Mat onları kullanacaktı, ama bırak casus ejderlerin çoğunun yok olduğunu düşünsün. Talmanes onları onarabilir, sonra Mat onları yine kullanabilirdi.

Ama ejderleri kullandığım anda, diye düşündü, Demandred tüm gücüyle onlara saldıracak. Tam olarak doğru anda kullanması gerekiyordu. Kanlı küller, son zamanlarda hayatı her zaman tam olarak doğru anı bulmaya çalışmakla dolmuştu. Mat’in bu tür anları gittikçe azalıyordu. Şimdilik Aludra’ya, çalışan yarım düzine ejderle ırmağın karşısındaki, Yayla’nın güneybatı yamacından inmekte olan Trollocları hırpalamasını emretti.

Aludra Yayla’dan yeterince uzaktaydı ve devamlı yer değiştirecekti, bu yüzden Demandred onun yerini bulmakta ve ejderleri yok etmekte güçlük çekecekti. Çıkardıkları duman Aludra’nın yerini gizleyecekti.

“Mat,” dedi Elayne, odanın kenarındaki tahttan. Mat neşeyle, Elayne’in ‘rahat etmeye’ çalışırken Birgitte’e tahtı birkaç santim yükselttirdiğini ve şimdi Tuon’la aynı hizada oturduğunu fark etti. Hatta belki iki santim yüksekte. “Lütfen. En azından ne yaptığını kısmen açıklayabilir misin?”

Casus da duymadan açıklayamam, diye düşündü Mat, odada çevresine bakınarak. Kimdi? Üç damane ve sul’dam çiftinden biri mi? Sul’dam anlamadan bir damane Karanlıkdostu olabilir miydi? Ya tersi? Saçlarında beyaz bir tutam bulunan asil kadın şüphe uyandırıcı görünüyordu.

Yoksa generallerden biri miydi? Galgan? Tylee? Bayrak-General Gerisch? Kadın odanın diğer yanında dikilmiş, dik dik Mat’e bakmaktaydı. Gerçekten. Kadınlar. Kadının cidden güzel bir poposu vardı, ama Mat yalnızca dost canlısı davranmak için belirtmişti. O evli bir adamdı.

Gerçek şuydu: etrafta dolaşan o kadar çok insan vardı ki, Mat yere arpa dökse akşama un olurdu. Sözde hepsi güvenilirdi ve İmparatoriçe’ye, sonsuza dek yaşasın, ihanet edemezlerdi. Ama içeri casuslar girmeye devam ederse sonsuza dek falan yaşayamayacaktı.

“Mat?” dedi Elayne. “Neler planladığını birisinin daha bilmesi gerekiyor. Sen ölürsen plana devam etmeliyiz.”

Eh, bu yeterince iyi bir savdı. Bunu Mat de düşünmüştü. Verdiği emirlere uyuldugundan emin olduktan sonra Elayne’e yaklaştı. Odada çevresine bakındı, sonra diğerlerine masum masum gülümsedi. Onlardan kuşkulandığını bilmemeleri gerekiyordu.

“Neden herkese pis pis sırıtıyorsun?” diye sordu Elayne usulca.

“Ben kimseye pis pis sırıtmıyorum,” dedi Mat. “Dışarı. Yürümek ve biraz temiz hava almak istiyorum.”

“Knotai?” diye sordu Tuon, ayağa kalkarak.

Mat ona bakmadı – o gözler katı çelikte delikler açabilirdi. Bunun yerine, kumanda binasından kayıtsızca çıktı. Birkaç saniye sonra Elayne ve Birgitte de takip ettiler.

“Bu da nedir?” diye sordu Elayne usulca.

“Orada pek çok kulak var,” dedi Mat.

“Kumanda binasında casus olduğunu mu…”

“Bekle,” dedi Mat, onun kolunu tutup uzağa çekerek. Birkaç Ölümnöbetçisine dostça baş salladı. Onlar da karşılık olarak homurdandı. Bir Ölümnöbetçisi için epey konuşkan bir tavırdı bu.

“Serbestçe konuşabilirsin,” dedi Elayne. “Kulak misafirlerine karşı örgü yaptım.”

“Teşekkürler,” dedi Mat. “Kumanda binasından uzaklaşmanı istiyorum. Sana ne yaptığımı anlatacağım. Eğer sorun çıkarsa başka bir general seçersin, tamam mı? ”

“Mat,” dedi Elayne, “eğer binada casus olduğunu…”

“Casus olduğunu biliyorum,” dedi Mat, “ve bu kişiyi kullanacağım. İşe yarayacak. Güven bana.”

“Evet, üstelik planına o kadar güveniyorsun ki, işe yaramaması ihtimaline karşı yedek plan yaptın.”

Mat bunu duymazdan gelerek Birgitte’e başını salladı. Birgitte, fazla yaklaşmaya çalışan birileri olma ihtimaline karşı aylak aylak çevresine bakınıyordu.

“İskambil oyunlarında ne kadar iyisindir Elayne?” diye sordu Mat.

“İs… Mat, kumar oynamanın zamanı değil.”

“Kumar oynamanın tam zamanı. Elayne, sayıca ne kadar zayıf olduğumuzu görüyor musun? Demandred saldırdığında zemini hissedebiliyor musun? O doğrudan kumanda binasına Yolculuk yapıp bize saldırmadığı için şanslıyız – Rand’ın burada bir yerlerde saklandığından ve pusuya düşeceğinden korktuğunu tahmin ediyorum. Ama, kan ve lanet küller, gerçekten güçlü. Kumar oynamazsak öldük. Bittik. Gömüldük.”

Elayne sustu.

“İskambil oyunlarının özelliği şu,” dedi Mat, bir parmağını kaldırarak. “Kartlar zar gibi değildir. Zar oyunlarında, mümkün olduğunca çok atış kazanmak istersin. Çok atış, çok kazanç. Gelişigüzeldir, anladın mı? Kartlarda, diğer oyuncuların ortaya para koymasını istersin. Çok para koymasını. Bunu önce biraz kazanmalarına izin vererek yaparsın. Ya da çok kazanmalarına.

“Burada bu zor değil, çünkü sayıca azınlıktayız ve eziliyoruz. Kazanmanın tek yolu tüm paramızı doğru ele yatırmak. Kartlarda doksan dokuz kere kaybedebilirsin, ama o doğru eli kazanırsan kazançlı çıkarsın. Düşman ortaya pervasızca çok para koymaya başlarsa. Kayıplarını kullanmayı başarırsan.”

“Yaptığın şey bu mu?” diye sordu Elayne. “Kaybettiğimiz numarasını mı yapıyorsun?”

“Kanlı küller, hayır,” dedi Mat. “Böyle bir numara yapamam. Demandred kesin anlar. Gerçekten kaybediyorum, ama aynı zamanda izliyorum. O son bahsi bekliyorum, tüm kaybettiklerimi kazanacağım oyunu.”

“Ne zaman hamle yapacağız?”

“Doğru kartlar geldiği zaman,” dedi Mat. Elini kaldırarak Elayne’in itirazını engelledi. “Bileceğim Elayne. Kahrolası bileceğim. Tek söyleyebileceğim bu.”

Elayne şişkin karnının üzerinde kollarını kavuşturdu. Işık, o göbek her gün daha da büyüyor gibiydi. “İyi. Andor güçleri için planların ne?”

“Tam ve adamları ırmak boyunda, harabelerin yakınına konuşlandı,” dedi Mat. “Ordularının kalanına gelince, geçide yardım etmeni istiyorum. Demandred muhtemelen buranın kuzeyindeki Trollocların ırmağı geçebileceğini ve Shienar tarafında bizim askerlerimizi ırmak aşağı sürebileceğini düşünüyor. Bu arada, Trollocların kalanı ve Sharalılar Yayla’dan inerek, bizi geçitten karşıya ve ırmak yukarı sürecek.

“Bizi iki yandan sarıp sıkıştırmaya ve işimizi bitirmeye çalışacaklar. Yalnız, Demandred ırmağın akmasını engellemek için Mora’dan yukarı bir güç gönderdi ve yakında bu işte başarılı olacaklar. Bakalım bunu lehimize döndürmenin bir yolunu bulabilecek miyiz. Ama ırmak dindiği zaman, ırmak yatağını geçerek saldıracak Trollocları durdurmak için sağlam bir savunmaya ihtiyacımız olacak. Senin güçlerin işte bu işe yarayacak.”

“Gideceğiz,” dedi Elayne.

“Biz mi?” diye sordu Birgitte.

“Ben de birliklerimle at süreceğim,” dedi Elayne, atların bağlandığı yere doğru yürüyerek. “Burada bir şey yapamayacağım gittikçe daha fazla belli oluyor. Mat de kumanda binasından uzaklaşmamı istiyor. O zaman ben de giderim.”

“Savaşa mı?” dedi Birgitte.

“Zaten savaştayız Birgitte,” dedi Elayne. “Sharalı yönlendiriciler dakikalar içinde Dashar Tepesi’ne ve bu yarığa binlerce adamla saldırabilir. Gel. Söz veriyorum, çevreme o kadar çok Muhafız koymana izin vereceğim ki, bir düzinesinin üzerine tükürük sıçratmadan hapşıramayacağım bile.”

Birgitte içini çekti ve Mat ona teselli edercesine baktı. Birgitte başını sallayarak Mat’e veda etti ve sonra Elayne’le birlikte uzaklaştı.

Tamam, diye düşündü Mat, kumanda binasına geri dönerek. Elayne yapması gerekeni yapıyordu ve Talmanes de işaretini anlamıştı. Şimdi sıra asıl işe gelmişti.

Tuon’u istediği şeyi yapmaya ikna edebilir miydi?


Galad, Işığın Çocukları’nın süvarilerinin başında, Mora boyunda, harabelerin yakınında geniş bir saldırıya geçmişti. Trolloclar burada daha fazla sal köprü kurmuşlardı ve ırmaktaki cesetler bir göletteki güz yaprakları kadar yoğundu. Okçular işlerini iyi yapmışlardı.

Irmağı geçmeyi başaran Trolloclar da Işığın Çocukları’yla karşı karşıya geleceklerdi. Galad mızrağını sıkıca tutarak eğildi ve iriyarı, ayı suratlı bir Trolloc’un boynunu yardı. O mızrağının ucundan kan akarak yoluna devam ederken Trolloc arkasında dizleri üzerine çöktü.

Galad atı Sidama’yı Trolloc yığınının içine doğru sürerek devrilmelerine ya da sıçrayarak kaçışmalarına sebep oldu. Bir süvari saldınsının gücü sayısal üstünlükteydi ve Galad’ın kenara kaçırttığı Trolloclar arkadan gelen atların altında ezilecekti.

Saldırısını Tam’in adamlarından bir ok yaylımı izledi. Sendeleyerek ırmak kıyılarına çıkan ana Trolloc ordusunu ok yağmuruna tuttular. Arkadakiler öndekileri ittiler ve yaralıları ezdiler.

Golever ve pek çok Işığın Çocuğu, Galad’a katılırken saldırı –Trollocların ön saflarını tarayarak boylu boyunca ilerliyorlardı– düşman sırasının sonunu buldu. Galad ve adamları atlarını şahlandırarak durdular, mızraklarını kaldırarak döndüler ve dörtnala kalkarak ana güçten ayrılmış, tek başlarına savaşan küçük insan gruplarını aramaya başladılar.

Buradaki savaş meydanı devasaydı. Galad bir saatten fazla zamanı bu tür gruplar bulup kurtarmaya ve onları harabelere yollamaya ayırdı. Orada, Tam ya da kumandanlarından biri onlardan yeni birlikler oluşturacaktı. Sayıları yavaş yavaş azaldı ve önceki saflar birbirine kanştı. Artık Işığın Çocukları’na yalnızca paralı askerler eşlik etmiyordu. Galad’ın Ghealdanlılardan, Kanatlı Muhafızlardan adamları vardı. İki de Muhafız vardı: Kline ve Alix. İkisi de Aes Sedaisini kaybetmişti. Galad o ikisinin çok uzun sûre hayatta kalmasını beklemiyordu, ama korkunç bir vahşetle savaşıyorlardı.

Bir grup adamı daha harabelere gönderdikten sonra, Galad Sidama’yı yavaşlattı ve atının sık nefeslerini dinledi. Irmak kenarındaki bu alan kanlı bir ceset ve çamur yığınına dönüşmüştü. Cauthon burayı Işığın Çocukları’na bırakmakta haklı çıkmıştı. Belki de Galad adama biraz güvenmiş olmalıydı.

“Ne zamandır savaşıyoruz, ne dersin?” diye sordu Golever, yanından. Diğer Çocuk’un önlüğü yırtılmış, altından zırhı görünüyordu. Bir Trolloc kılıcı zırhın yan tarafındaki halkaları ezmişti. Zırh dayanmıştı, ama kan lekesi oradaki pek çok halkanın Golever’in kapitone ceketini yırtıp böğrüne gömüldüğünün göstergesiydi. Kanama çok kötü görünmüyordu, bu yüzden Galad bir şey söylemedi.

“Öğlen oldu,” diye tahmin yürüttü Galad, ama bulutlar yüzünden güneşi göremiyordu. Dört-beş saattir savaştıklarından emin sayılırdı.

“Sence gece dururlar mı?” diye sordu Golever.

“Bundan kuşkuluyum,” dedi Galad. “Bu savaş o kadar sürerse.”

Golever ona endişeyle baktı. “Sence…”

“Neler olduğunu takip edemiyorum. Anlayabildiğim kadarıyla Cauthon buraya bir sürü birlik gönderdi ve Yayla’daki herkesi geri çekti. Neden bilmiyorum. Ve ırmaktaki su… sence de kesik kesik akmıyor mu? Irmak yukarısındaki savaş kötü gidiyor olmalı…” Başını iki yana salladı. “Belki savaş meydanının daha geniş bir kısmını görsem Cauthon’un planını anlayabilirdim.”

Galad bir askerdi. Bir askerin emirleri uygulamak için tüm savaşı görmesi gerekmezdi. Ama Galad genelde aldığı emirlere bakarak stratejiyi çıkartabilirdi.

“Hiç bu kadar büyük bir savaş hayal etmiş miydin?” diye sordu Golever, başını çevirerek. Arganda’nın piyadeleri ırmaktaki Trolloclara saldırıyordu. Gittikçe daha fazla Gölgedölü karşıya geçiyordu – Galad korkuyla, ırmağın akmayı bıraktığını fark etti.

Son saat içinde Gölgedölleri bu tarafta tutunmayı başarmıştı. Zorlu bir savaş olacaktı, ama en azından, önceden öldürdükleri Trolloclar sayesinde, sayılar şimdi daha eşitti. Cauthon ırmağın duracağını biliyordu. Bu yüzden buraya bu kadar çok birlik göndermişti; bu hücumu diğer yandan kesmek için.

Işık, diye düşündü Galad, savaş meydanında Evler Oyunu seyretmek gibi. Evet, Cauthon’a yeterince güvenmemişti.

Aniden gökten kırmızı kurdeleli kurşun bir küre düştü ve yirmi adım ileride ölü bir Trolloc’un kafasına çarptı. Daha ileride, raken cıyakladı ve yoluna devam etti. Galad, Sidama’yı topukladı ve Golever atından inip mektubu getirdi. Kapıyollar faydalıydı, ama rakenler savaş meydanını daha geniş görebiliyor, birlikleri tarayarak belli adamları bulup emirleri iletebiliyordu.

Golever mektubu uzattı ve Galad çizmesinin tepesinde taşıdığı deri zarftaki şifre listesini çekip çıkardı. Şifreler basitti – yanlarında sözcükler olan bir dizi sayı. Emirler doğru sözcükleri ve doğru sayıları yan yana kullanmıyorsa şüpheliydiler.

Damodred, diyordu mektup, sen ve yirmi ikinci birliğin en iyi adamlarından bir düzinesi, ırmak boyunca Hawal Geçidi’ne doğru gitsin. Elayne’in bayrağını gördüğünde dur ve orada yeni emir bekle. Not: değnekli Trolloc görürsen sen dur, Golever savaşsın, çünkü senin o tiplerle sorun yaşadığını biliyorum. Mat.

Galad içini çekerek mektubu Golever’e gösterdi. Şifre mektubu doğruluyordu; yirmi iki sayısı ve ‘değnek’ sözcüğü eşleşiyordu.

“Bizden ne istiyor?” diye sordu Golever.

“Keşke bilseydim,” dedi Galad. Sahiden bilmeyi diliyordu.

“Ben gidip adamları toparlayayım,” dedi Golever. “Herhalde istediklerin Harnesh, Mallone, Brokel…” Tüm listeyi saydı.

Galad başını salladı. “İyi bir liste. Eh, bu emre üzüldüğümü söyleyemem. Görünüşe göre kız kardeşim meydana inmiş. Ona göz kulak olmak isterim.” Bunun ötesinde, savaş meydanının başka köşelerini görmek istiyordu. Belki bu Cauthon’un ne yaptığını anlamasına yardımcı olurdu.

“Emredersin Lord Kumandan,” dedi Golever.


Karanlık Varlık saldırdı.

Rand’ı paralamak, onu paramparça etmek için bir teşebbüstü. Karanlık Varlık, Rand’ın özünü oluşturan unsurları ele geçirmek ve sonra yok etmek istiyordu.

Rand inleyemedi, bağıramadı. Bu saldırı bedenine yöneltilmemişti, çünkü bu mekânda gerçek bir bedeni yoktu, yalnızca bir bedenin anısı vardı.

Rand kendini bir arada tuttu. Güçlükle. Bu korkunç saldırı karşısında, Karanlık Varlık’ı yenme –öldürme– fikri yok oldu. Rand hiçbir şeyi yenemezdi. Ancak direnebilirdi.

Denese de hislerini ifade edemezdi. Sanki Karanlık Varlık onu aynı anda hem lime lime ediyor, hem de tamamen eziyordu. Bir dalga halinde, aynı anda sonsuz yönlerden saldırıyordu.

Rand dizleri üzerine çöktü. Bunu yapan yansımasıydı, ama ona gerçekmiş gibi geldi.

Bir sonsuzluk geçti.

Rand acıyı çekti. Ezici basıncı, yıkımın gürültüsünü. Parmaklarını pençe gibi gererek, alnından ter akarak, dizleri üzerinde dayandı. Dayandı ve başını kaldırdı.

“Hepsi bu kadar mı?” diye hırladı Rand.

KAZANACAĞIM.

“Beni güçlendirdin,” dedi Rand, hırıltılı bir sesle. “Sen ya da hizmetkarların beni yok etmeyi her denediğinde, başarısızlığınız metali döven demirci çekici gibiydi. Bu teşebbüs…” Rand derin bir nefes aldı. “Bu teşebbüsün hiçbir şey. Pes etmeyeceğim.”

YANILIYORSUN. BU SENİ YOK ETME TEŞEBBÜSÜ DEĞİL. BU BİR HAZIRLIK.

“Neyin hazırlığı?”

SANA GERÇEĞİ GÖSTERMENİN.

Desen’in parçaları… iplikler… aniden Rand’ın önünde döndü ve yüz minik dere gibi ışığın gövdesinden ayrıldı. Rand, kendisi olarak gördüğü şeyin bedeni olmadığını bildiği gibi, bunun da gerçekte Desen olmadığını biliyordu. Yaratımın dokusu gibi engin bir şeyi yorumlamak için, zihnin bir tür imgeye ihtiyacı vardı. Bilinci bu imgeyi seçmişti.

İplikler, bir Tek Güç örgüsündeki iplikler gibi döndü. Ama burada binlercesi vardı ve renkler daha çeşitli, daha canlıydı. Her biri, çekiştirilen bir sicim gibi, dümdüzdü. Ya da bir ışın gibi.

İplikler dokuma tezgahından geçercesine bir araya geldiler ve Rand’ın çevresinde bir görüntü oluşturdular. Kaygan çamur kaplı bir yer, siyah lekeli ağaçlar, dalları güçsüz kalmış gibi sarkan ağaçlar.

İmge, bir mekâna dönüştü. Bir gerçekliğe. Rand ayağa kalktı. Toprağı hissedebiliyordu. Havadaki duman kokusunu alabiliyordu. Kulaklarına… hüzünlü inlemeler geliyordu. Rand döndü ve siyah, taş duvarları olan karanlık bir şehrin üzerindeki, hemen hemen çıplak bir yamaçta olduğunu gördü. Duvarların içinde, ranzalar gibi birbirine sokulmuş alçak, donuk binalar vardı.

“Bu da ne?” diye fısıldadı Rand. Mekânda bir şey tanıdık geliyordu. Başını kaldırdı, ama gökyüzünü kaplayan bulutlar yüzünden güneşi göremedi.

OLACAK OLAN.

Rand Tek Güç’ü yokladı, ama tiksinti içinde geri çekildi. Leke geri dönmüştü, ama daha kötüydü… çok daha kötü. Eskiden eriyik saidin ışığı üzerinde yalnızca karanlık bir tabaka varken, şimdi leke o kadar kalındı ki, onu delemiyordu. Karanlığı içmesi, kendini onunla kuşatması, altındaki Tek Güç’ü araması gerekecekti – eğer hâlâ oradaysa. Bunu düşünmek bile midesini kaldırdı. Rand kusma dürtüsüyle savaştı.

Bir şey onu yakındaki kaleye çekiyordu. Neden bu mekânı tanıdığını hissediyordu? Afet’teydi; bitkilerden açıkça anlaşılıyordu. Bu yeterli değilse, havadaki çürük kokusunu da duyuyordu. Hava, yaz vakti bir bataklıktaki kadar sıcaktı – bulutlara rağmen boğucu, ezici.

Hafif eğimli yamaçtan aşağı yürüdü ve civarda çalışan kişiler gördü. Ağaç kesen adamlar. Yaklaşık bir düzineydiler. Rand yaklaşırken bakışlarını yana çevirdi ve uzakta, ufuktaki bir çukur gibi, manzaranın bir parçasını yutan, Karanlık Varlık’ı temsil eden hiçliği gördü. Gördüklerinin gerçek olmadığını hatırlatmak için mi?

Kesilmiş ağaçların geride kalan kütüklerini geçti. Adamlar ateş için odun mu topluyorlardı? Baltaların tak takları –işçilerin duruşları– Rand’ın oduncularla bağdaştırdığı kuvvetten yoksundu. Darbeler yumuşaktı, adamlar kamburlarını çıkararak çalışıyordu.

Soldaki adam… Rand yaklaştığında, iki büklüm duruşuna ve kırışık derisine rağmen onu tanıdı. Işık. Tam en az yetmiş, belki seksen yaşında olmalıydı. Neden bu kadar zor bir iş yapıyordu?

Bu bir imge, diye düşündü Rand. Bir kâbus. Karanlık Varlık’ın yaratımı. Gerçek değil.

Ama imgenin içinde dururken gerçekmiş gibi tepki vermemek zordu. Ve bir anlamda gerçekti de. Karanlık Varlık bunu yaratmak için desenin gölgeli ipliklerini –bir gölete atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi yaratımda dalgalanan olasılıkları– kullanmıştı.

“Baba?” diye sordu Rand.

Tam döndü, ama gözleri Rand’a odaklanmadı.

Rand, Tam’in omuzlarını yakaladı. “Baba!”

Tam bir an donuk donuk durdu, sonra baltasını kaldırdı ve işine döndü. Yakında, Dannil ve Jori bir kütüğü kesiyordu. Onlar da yaşlanmıştı; orta yaşlı adamlardı artık. Dannil korkunç bir hastalığa yakalanmış gibi görünüyordu. Beti benzi atmış, derisini çıbanlar kaplamıştı.

Jori’nin baltası acı toprağa saplandı ve topraktan siyah bir şey sızdı – kütüğün dibine saklanmış böcekler. Balta, yuvalarını yarmıştı.

Böcekler dışarı aktı ve balta sapından geçerek Jori’yi kapladı. Jori çığlık atarak böcekleri kovalamaya çalıştı, ama böcekler açık ağzından içeri girdi. Rand böyle bir şey duymuştu: bir ölümsürüsü, Afet’in tehlikelerinden biri, Elini Jori’ye doğru uzattı, ama adam yana devrildi ve bir nefeslik süre geçmeden öldü.

Tam dehşetle bağırdı ve dönüp kaçmaya başladı. Rand döndüğünde, babası ölümsürüsünden kaçma gayretiyle yakındaki çalıya daldı. Bir daldan kırbaç kadar hızla bir şey fırladı ve Tam’in boynuna sarılarak onu çekip durdurdu.

“Hayır!” dedi Rand. Bu gerçek değildi. Yine de babasının ölümüne tanık olamazdı. Kaynak’a uzandı ve lekenin hastalıklı karanlığını yumruklayarak delmeye çalıştı. Leke onu boğacak gibi oldu ve Rand Saidini bulabilmek için acı verici ölçüde uzun bir süre çabaladı. Sonunda kavramayı başardığında, yalnızca ince bir sızıntı geldi.

Yine de kükreyerek ördü ve babasını yakalayan sarmaşığı öldürmek için bir alev kurdelesi yolladı. Sarmaşık kuruyarak ölürken, Tam yere yığıldı.

Tam kıpırdamadı. Ölü gözleri gökyüzüne dikildi.

“Hayır!” Rand ölümsürüsüne döndü. Onu da bir Ateş örgüsüyle yok etti. Yalnızca birkaç saniye geçmişti, ama Jori’den geriye kemiklerden başka bir şey kalmamıştı.

Böcekler yandıklarında patladılar.

“Bir yönlendirici,” diye nefes verdi Dannil. Yakında büzülmüştü ve iri iri açılmış gözlerle Rand’a bakıyordu. Diğer oduncular kırlara kaçmıştı. Rand pek çok çığlık duydu.

Rand elinde olmadan öğürdü. Leke… o kadar korkunç, o kadar kokuşmuştu ki. Artık Kaynak’ı tutamıyordu.

“Gel,” dedi Dannil ve Rand’ın kolunu yakaladı. “Gel, sana ihtiyacım var!”

“Dannil,” diye gakladı Rand, ayağa kalkarak. “Beni tanımadın mı?”

“Gel,” diye tekrarladı Dannil, Rand’ı kaleye doğru çekerek.

“Ben Rand’ım. Rand, Dannil. Yenidendoğan Ejder.”

Dannil’in gözlerinde kavrayış yoktu.

“O sana ne yaptı?” diye fısıldadı Rand.

SENİ TANIMIYORLAR DÜŞMAN. ONLARI YENİDEN YAPTIM. HER ŞEY BENİM. NE KAYBETTİKLERİNİ BİLMEYECEKLER. BENDEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY BİLMEYECEKLER.

“Seni inkar ediyorum,” diye fısıldadı Rand. “Seni inkar ediyorum.”

GÜNEŞİ İNKAR ETMEK ONUN BATMASINI SAĞLAMAZ, BENİ İNKAR ETMEN ZAFERİMİ ENGELLEMEYECEK.

“Gel,” dedi Dannil, Rand’ı çekerek. “Lütfen. Beni kurtarmalısın!”

“Buna son ver,” dedi Rand.

SON VERMEK Mİ? SON YOK DÜŞMAN. SON BU. ONU BEN YARATTIM.

“Bunu hayalinde yarattın.”

“Lütfen,” dedi Dannil.

Rand, Dannil’in onu karanlık kaleye doğru sürüklemesine izin verdi. “Orada ne yapıyordunuz Dannil?” diye sordu Rand. “Neden Afet’te odun topluyorsunuz? Güvenli değil.”

“Bu bizim cezamız,” diye fısıldadı Dannil. “Efendimizi hayal kırıklığına uğratanlar dışarı gönderiliyor ve kendi elleriyle kestikleri bir ağacı getirmeleri söyleniyor. Ölümsürüleri ve dallar seni yakalamasa da, odun kesilirken çıkan ses başka şeyleri çekiyor…”

Rand kaşlarını çattı. Kasabaya ve karanlık kalesine giden yola çıktılar. Evet, bu mekân gerçekten tanıdıktı. Taşocağı Yolu, diye düşündü Rand hayretle. Ama ilerideki… Kale, eskiden Emond Meydanının ortasındaki Çayır olan yere inşa edilmişti.

Afet, İki Nehir’i yutmuştu.

Tepedeki bulutlar Rand’ın üzerine üzerine geliyordu sanki. Kafasının içinde Jori’nin çığlıklarını duyuyordu. Bir kez daha, sarmaşık tarafından boğulurken çırpınan Tam’i gördü.

Bu gerçek değil.

Rand başarısız olursa bu olacaktı. Onca insanın kaderi ona bağlıydı… onca insanın. Bazılarını çoktan hayal kırıklığına uğratmıştı. Ona hizmet ederken ölenlerin isimlerini saymamak için kendini tutmak zorunda kaldı. Diğerlerini kurtarmayı başarsa bile, bunları korumayı başaramamıştı.

Bu saldırı, özünü yok etmeye çalışan saldırıdan daha farklı türdeydi. Rand hissediyordu, Karanlık Varlık dokunaçlarını Rand’ın içine sokmaya çalışıyor, zihnini endişe, kuşku ve korkuyla zehirliyordu.

Dannil onu köyün duvarlarına götürdü. Orada, hiç kıpırdamayan pelerinler içinde iki Myrddraal kapıları koruyordu. Kapılar yana kaydı. “Odun toplamaya yollanmıştınız,” diye fısıldadı biri, aşırı beyaz dudaklarla.

“Ben… ben bunu getirdim!” dedi Dannil, Rand’dan uzaklaşarak. “Efendimiz için bir armağan! Yönlendirebiliyor. Sizin için buldum onu!”

Rand hırladı, sonra yine Tek Güç’e uzandı ve pislik içinde yüzdü. Saidin sızıntısını buldu ve yakaladı.

Tek Güç bir anda elinden alındı. Onunla Kaynak arasına bir kalkan kaydı.

“Bu gerçek değil,” diye fısıldadı Rand, kimin yönlendirdiğini görmek için dönerken.

Nynaeve siyah bir elbise içinde şehir kapısına doğru yürüyordu. “Bir yabani mi?” diye sordu. “Keşfedilmemiş? Bu kadar zaman nasıl hayatta kalmış? İyi iş başardın Dannil. Canını bağışlıyorum. Bir daha başarısız olma.”

Dannil sevinçten ağlamaya başladı, sonra Nynaeve’in yanından geçerek şehre yöneldi.

“Bu gerçek değil,” dedi Rand, Nynaeve onu Hava örgüleriyle bağlar, sonra Emond Meydanı’nın Karanlık Varlık versiyonuna doğru sürüklerken. İki Myrddraal önünden koştu. Burası büyük bir şehir olmuştu. Evler, bir kedinin önünde birbirine sokulmuş farelere benziyordu. Her biri aynı tekdüze donukluğa sahipti. İnsanlar başlarını kaldırmadan dar sokaklarda koşuşuyordu.

İnsanlar Nynaeve’e ‘hanımefendi’ diyerek önünden kaçışıyordu. Diğerleri ona Seçilmiş diyordu. İki Myrddraal şehirde gölgeler gibi, hızla ilerliyordu. Rand ve Nynaeve kaleye ulaştığında, avluda küçük bir grup toplanmıştı. On iki kişi – Rand gruptaki dört adamın saidin tuttuğunu hissedebiliyordu, ama aralarında yalnızca Damer Flinn’i tanıyordu. Gruptaki iki kadın, İki Nehir’den tanıdığı kızlardı.

On üç kişi. Ve o bulutlu gökyüzünün altında toplanan on üç Myrddraal. İmge başladığından beri, Rand ilk defa korktuğunu hissetti. Bu olmaz. Ne olursa olsun, ama bu olmasın.

Ya onu Döndürürlerse? Bu gerçek değildi, ama gerçekliğin bir versiyonuydu. Karanlık Varlık’ın yarattığı bir ayna dünya. Onu burada Döndürürlerse Rand’a ne olurdu? Bu kadar kolay mı tuzağa düşmüştü?

Rand paniğe kapılarak Hava bağları içinde çırpınmaya başladı. Nafileydi elbette.

“İlginç birisin,” dedi Nynaeve, ona dönerek. Rand’ın onu mağarada bıraktığı yaşta görünüyordu, ama başka değişiklikler vardı. Saçlarını yine örmüştü, ama yüzü daha zayıf, daha… sertti. Ve o gözler…

Gözler tamamen yanlıştı.

“Orada nasıl hayatta kaldın?” diye sordu Nynaeve ona “Bunca zaman nasıl keşfedilmedin?”

“Karanlık Varlık’ın hüküm sürmediği bir yerden geliyorum.”

Nynaeve kahkaha attı. “Saçma. Çocuk masalı. Yüce Efendi ezelden beri hüküm sürüyor.”

Rand görebiliyordu. Desen’le bağlantısını, yan gerçeklerin ve gölgeli yolların ışıltısını. Bu olasılık… gerçekleşebilirdi. Dünyanın dönebileceği yollardan biriydi. Burada Karanlık Varlık, Son Savaş’ı kazanmıştı ve Zaman Çarkı’nı kırmıştı.

Bu, onu yeniden yaratmasını, deseni yeni bir şekilde dokumasını mümkün kılmıştı. Yaşayan herkes geçmişi unutmuştu ve artık yalnızca Karanlık Varlık zihinlerine ne sokmuşsa onu biliyorlardı. Rand Desen’in daha önce dokunduğu ipliklerinde gerçeği, bu mekânın tarihini okuyabiliyordu.

Nynaeve, Egwene, Logain ve Cadsuane istekleri hilafına Gölge’ye Döndürülmüşlerdi ve artık Terkedilmişlere dahildiler. Fazla zayıf olduğu için Moiraine idam edilmişti.

Elayne, Min, Aviendha… onlar Shayol Ghul’de sonsuz işkenceye mahkum edilmişti.

Dünya canlı bir kâbustu. Terkedilmişlerin her üyesi, dünyanın kendi küçük köşelerinde birer despot olarak hüküm sürüyordu. Sonsuz bir güzün içinde, ordularını, Dehşetlordlarını ve hiziplerini çarpıştırıyorlardı. Sonsuz bir savaş.

Afet her okyanusa uzanmıştı. Seanchan artık yoktu; yıkılmış, kavrulmuştu ve artık orada sıçanlar ve kargalar bile yaşayamıyordu. Yönlendirebilen herkes daha gençken bulunuyor ve Döndürülüyordu. Karanlık Varlık, birinin dünyaya umut getirmesi riskine girmiyordu.

Ve kimse dünyaya umut getirmeyecekti.

On üç kişi yönlendirmeye başladığında Rand çığlık attı.

“Yapabildiğinin en kötüsü bu mu?” diye bağırdı Rand.

On üç kişi iradelerini onunkine dayattılar. Rand onları, kafatasını pençeleyen, etini yırtan tırnaklar gibi hissetti. Tüm gücüyle itti, ama diğerleri zonklayan bir baskı başlattı. Her darbe, bir balta darbesi gibi, içine saplanmaya daha da fazla yaklaşıyordu.

BÖYLECE BEN KAZANIYORUM.

Başarısızlık Rand’ı fena etkiledi – burada olanların onun suçu olduğu bilgisi. Nynaeve, Egwene, onun yüzünden Gölge’ye Döndürülmüştü. Sevdikleri Gölge için oyuncağa dönüşmüştü.

Rand onları koruyabilmiş olmalıydı.

BEN KAZANDIM. YİNE.

“Ishamael’in korkutmak için elinden geleni yaptığı aynı genç mi sanıyorsun beni?” diye bağırdı Rand, dehşeti ve utancıyla savaşarak.

SAVAŞ BİTTİ.

“DAHA BAŞLAMADI BİLE!” diye haykırdı Rand.

Çevresindeki gerçeklik parçalanarak yine ışıktan ibrişimlere dönüştü. Nynaeve’in yüzü dağıldı ve ipi çekilmiş dantel gibi lime lime oldu. Yer bozuldu ve kale yok oldu.

Rand, aslında hiç orada olmamış Hava bağlarından kurtuldu. Karanlık Varlık’ın yarattığı kırılgan gerçek, onu oluşturan unsurlara dönüştü. Işık iplikleri, bir arpın telleri gibi titreyerek, döne döne dağıldı.

Dokunmayı beklediler.

Rand dişlerinin arasından derin bir nefes aldı ve ipliklerin ötesindeki karanlığa baktı. “Bu sefer hiçbir şey yapmadan oturup acı çekmeyeceğim Shai’tan. Kâbuslarına tutsak olmayacağım. Ben, eskiden olduğum kişiden daha büyük birine dönüştüm.”

Rand çevresinde dönen iplikleri yakaladı ve topladı – yüzlercesini. Burada Ateş, Hava, Toprak, Su ya da Ruh yoktu… bunlar daha temel, daha çeşitliydi. Her biri tek ve benzersizdi. Beş Güç yerine, binlercesi vardı.

Rand onları yakaladı, toparladı ve yaratımın dokusunu elinde tuttu.

Sonra yönlendirdi ve onları kullanarak farklı bir gerçeklik dokudu.

“Şimdi,” dedi Rand, derin derin nefes alarak ve gördüklerinin dehşetini unutmaya çalışarak. “Şimdi ben sana neler olacağını göstereceğim.”


Bryne eğildi. “Adamlar yerlerini aldılar Anne.”

Egwene derin bir nefes aldı. Mat, Beyaz Kule’nin güçlerini geçidin aşağısındaki kuru nehir yatağından geçirip, bataklıkların batısından dolaştırmıştı. Egwene’in onlara katılma zamanı gelmişti. Bir an duraksayarak, kapıyoldan Mat’in kumanda binasına baktı. Masanın karşısında, azametle tahtında oturan Seanchan kadınla göz göze geldi.

Henüz seninle işim bitmedi, diye düşündü Egwene.

“Gidelim,” dedi ve Yukiri’nin Mat’in binasına açılan kapıyolu kapatmasını işaret ederek döndü. Bir elinde tuttuğu Vora’nın sa’angrealini yoklayarak çadırından çıktı.

Orada bir şey görünce durdu. Yerde ince bir şey vardı. Kayalarda ince örümcek ağlan. Eğildi.

“Bunlar çevrede gittikçe daha fazla görülüyor Anne,” dedi Yukiri, yanında eğilerek. “Dehşetlordları yönlendirdiğinde çatlakların yayıldığını düşünüyoruz. Özellikle de şerateş kullandıklarında…”

Egwene onları hissedebiliyordu. Dokununca sıradan çatlaklar gibi gelse de, saf hiçliğe bakıyorlardı. Sıradan çatlakların ışıkta yaratabileceğinden çok daha derin bir karanlık.

Ördü. Beş gücün tamamını kullanarak çatlakları sınadı. Evet…

Tam olarak ne yaptığından emin değildi, ama örgü çatlakları sargı gibi kapladı. Karanlık soldu ve geride yalnızca sıradan çatlaklar kaldı… ve ince bir kristal tabakası.

“İlginç,” dedi Yukiri. “O örgü neydi?”

“Bilmiyorum,” dedi Egwene. “Bana doğru geldi. Gawyn, sen…” Sesi solup gitti.

Gawyn.

Egwene ürkerek doğruldu. Onun biraz hava almak için kumanda çadırından çıktığını belli belirsiz hatırlıyordu. Üzerinden ne kadar zaman geçmişti? Yavaşça dönerek nerede olduğunu hissetmeye çalıştı. Bağ yönünü gösteriyordu. Ona döndüğünde durdu.

Geçidin hemen yukarısında, ırmak yatağına, Mat’in Elayne’in güçlerini konuşlandırdığı yöne doğru bakıyordu.

Ah, Işık

“Ne oldu?” diye sordu Silviana.

“Gawyn savaşmaya gitti,” dedi Egwene, sesini güçlükle sakin tutarak. Yün kafalı ahmak! Egwene’in orduları yerini alana kadar, bir-iki saat bekleyemez miydi? Egwene onun savaşmaya can attığını biliyordu, ama en azından izin istemeliydi!

Bryne alçak sesle homurdandı.

“Birini gönder, onu geri getirsin,” dedi Egwene. Şimdi sesi soğuk ve öfkeliydi. Başka türlüsü elinden gelmiyordu. “Andor ordularına katılmış görünüyor.”

“Ben yaparım,” dedi Bryne, bir eli kılıcında. Diğer elini seyislerden birine doğru kaldırdı. “Orduları yönetemiyorum. En azından bunu yapayım.”

Mantıklı geliyordu. “Yukiri’yi yanına al,” dedi Egwene. “Budala Muhafızımı bulduğunuz zaman, bataklıkların batısında yanımıza Yolculuk edin.”

Bryne eğildi ve sonra çekildi. Siuan onu tereddüt içinde izledi.

“Sen de onunla gidebilirsin,” dedi Egwene.

“Bana orada mı ihtiyacın var?” diye sordu Siuan.

“Aslında…” Egwene sesini alçalttı. “Birinin Mat ile Seanchan İmparatoriçesi’ne katılmasını ve dile getirilmeyeni işitmeye alışık kulaklarla dinlemesini istiyorum.”

Siuan, yüzünde onay –ve hatta gururla– başını salladı. Egwene Amyrlin’di; Siuan’dan onay da beklemiyordu gurur da, ama yine de Siuan’ın ezici bitkinliğini bir parça kaldırmıştı.

“Eğlenmiş görünüyorsun,” dedi Egwene.

“Moiraine ve ben oğlanı bulmak için işe koyulduğumuzda,” dedi Siuan, “Desen’in bize seni de göndereceğine dair en ufak fikrim yoktu.”

“Senin yerine mi?” dedi Egwene.

“Bir kraliçe yaşlandıkça,” dedi Siuan, “mirası hakkında düşünmeye başlar. Işık, her iyi kadın muhtemelen aynı şeyleri düşünmeye başlar. Yarattıklarını koruyacak bir varisi olacak mı? Bir kadın bilgelik kazandıkça, tek başına başardıklarının, mirasının başaracaklarının yanında solgun kaldığını fark eder.

“Eh, seni tamamen kendime mal edemem sanırım. Biri yerime geçtiği için çok memnun olduğumu da söyleyemem. Ama… yaşanacakları şekillendirmede rol oynadığımı bilmek beni teselli ediyor. Ve bir kadın dünyaya bir miras bırakmayı diliyorsa, senden daha iyisini hayal bile edemez. Teşekkür ederim. Senin için bu Seanchan kadını izleyeceğim. Belki Min’in kendini içinde bulduğu balık ağından kurtulmasına da yardım ederim.”

Siuan Yukiri’den, Bryne’le gitmeden önce bir kapıyol açmasını isteyerek uzaklaştı. Egwene gülümseyerek onun generale bir öpücük vermesini izledi. Siuan. Herkesin önünde bir erkeği öpüyor.

Silviana yönlendirdi ve önlerinde bir kapıyol açılırken Egwene, Daishar’ın eyerine tırmandı. Vora’nın sa’angrealini tutarak Kaynak’a kucak açtı ve bir grup Kule Muhafızı’nın peşinden kapıyoldan geçti. Hemen duman kokusuna boğuldu.

Yüksek Kumandan Chubain diğer yanda onu bekliyordu. Siyah saçlı adam Egwene’e her zaman pozisyonuna göre fazla genç gelmişti, ama her kumandan Bryne gibi kır saçlı olamazdı herhalde. Ne de olsa bu savaşı Egwene’den biraz daha büyük birine emanet etmişlerdi ve Egwene de şimdiye kadar görülmüş en genç Amyrlin’di.

Egwene, Yayla’ya döndü ve yamaçta ve bataklıkların doğu kıyısında çıkan yangınlar yüzünden onu zar zor görebildiğini fark etti.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Yanan oklar,” dedi Chubain, “ırmaktaki güçlerimiz tarafından fırlatıldı. Başta Cauthon’un delirdiğini düşündüm, ama şimdi mantığını görebiliyorum. Trolloclara ateşli oklar fırlatarak Yayla’daki ve dibindeki çayırları tutuşturdu. Bu bizim güçlerimizi sakladı. Oradaki çalılar kuru ve çıra kadar kırılgan. Ateşler Trollocları ve Sharalı süvarileri şimdilik yamaç yukarı gönderdi. Sanırım Cauthon dumanın bataklıkların çevresindeki hareketlerimizi maskeleyeceğine güveniyor.”

Gölge orada birilerinin hareket ettiğini bilecekti, ama kaç birlik, ne düzende, bunları bilmek için Yayla’daki yüksek konumlarına değil izcilerine güvenmek zorunda kalacaktı.

“Bizim emirlerimiz ne?” dedi Chubain.

“Size söylemedi mi?” diye sordu Egwene.

Chubain başını iki yana salladı. “Bizi buraya konuşlandırdı, o kadar.”

“Bataklığın batı tarafında ilerlemeye devam edeceğiz ve Sharalılara arkadan yaklaşacağız,” dedi Egwene.

Chubain homurdandı. “Güçlerimiz çok dağılmış olacak. Yayla’yı onlara bıraktıktan sonra, şimdi de onlara Yayla’da mı saldırıyor?”

Egwene’in buna verecek yanıtı yoktu. Eh, Mat’i başa getiren –özünde– kendisiydi. Yine bataklıklara, Gawyn’i hissettiği yöne baktı. Şimdi savaştığı yer…

Egwene duraksadı. Önceki yerinde, Gawyn’i ırmak yönünde hissetmişti, ama kapıyoldan geçtikten sonra yerini daha iyi sezebiliyordu. Gawyn ırmak kıyısında, Elayne’in ordularının yanında değildi.

Gawyn, Yayla’daydı. Gölge’nin en güçlü olduğu yerde.

Ah, Işık! diye düşündü. Gawyn… Ne yapıyorsun?


Gawyn dumanların içinde yürüyordu. Siyah duman iplikleri çevresinde kıvrılıyordu ve yanık otların sıcağı botlarını ısıtıyordu, ama burada, Yayla’nın tepesinde yangınlar hemen hemen sönmüş, geriye külle kararmış bir zemin bırakmıştı.

Cesetler ve kırık ejderler, cüruf ya da kömür yığınları gibi, kararmış yatıyordu. Gawyn bazen bir tarlayı yenilemek için çiftçilerin geçen senenin yabanotlarını yaktıklarını biliyordu. Şimdi dünyanın kendisi yanıyordu. Kıvrıla kıvrıla yükselen siyah dumanların arasında süzülürken –mendilini ıslatıp yüzüne bağlamıştı– bir yenilenme için dua ediyordu.

Yer örümcek ağına benzeyen çatlaklarla kaplıydı. Gölge bu diyarı yok ediyordu.

Trollocların çoğu Hawal Geçidi’ne bakan kısımda toplanıyordu, ama bir kısmı yamaçtaki cesetleri dürtüklemekle meşguldü. Belki de yanık et kokusu çekmişti onları. Dumanların içinden bir Myrddraal çıktı ve Gawyn’in anlamadığı bir dilde onları paylamaya başladı. Myrddraal kırbacını Trollocların sırtında şaklattı.

Gawyn yerinde dondu, ama Yarı-insan onu fark etmedi. Trollocları diğerlerinin toplandığı yere sürdü. Gawyn mendilinin içinden hafif hafif nefes alarak, Kanhançerlerinin gölgelerinin onu sarmasını hissederek bekledi. Üç yüzük kullanmak onu etkilemişti. Hafif hissediyordu ve adım attığında bacakları çok çabuk hareket ediyordu. Değişimlere alışmak ve her hareket ettiğinde dengesini korumayı öğrenmek zaman almıştı.

Yakındaki moloz yığının arkasından kurt yüzlü bir Trolloc doğruldu ve Soluk’un peşinden bakarak havayı kokladı. Trolloc saklandığı yerden çıktı. Omzuna bir ceset atmıştı. Gawyn’in iki buçuk metre ötesinden geçerken durdu ve yine havayı kokladı. Sonra kamburunu çıkararak yürümeye devam etti. Taşıdığı cesetten bir Muhafız pelerini sarkıyordu. Zavallı Symon. Bir daha iskambil oynayamayacaktı. Gawyn usulca hırladı ve kendini engelleyemeden öne atıldı. Engereği Öpmek duruşuyla dönerek Trolloc’un başını omuzlarından ayırdı.

Leş yere yıkıldı. Gawyn, kılıcı elinde, durdu ve sonra kendi kendine küfredip eğilerek dumanların içine çekildi. Duman kokusunu maskeler, dönerek yükselen siyahlık bedenini bulanıklaştırırdı. Tek bir Trolloc öldürmek için kendini ortaya atmak aptalcaydı. Symon’un cesedi eninde sonunda bir yemek kazanında bulacaktı kendini. Gawyn tüm orduyu öldüremezdi. Buraya tek bir adam için gelmişti.

Gawyn çömeldi ve saldırısının fark edilip edilmediğini görmek için bekledi. Belki de onu görememişlerdi –yüzüklerin onu ne kadar saklayabildiğini bilmiyordu– ama izleyen biri Trolloc’un düştüğünü görürdü.

Alarm verilmedi. Gawyn kalktı ve yoluna devam etti. Ancak o zaman parmaklarının küllerin siyahlığının ardında kızarmış olduğunu fark etti. Parmaklarını yakmıştı. Acı uzaktı. Yüzükler. Doğru düzgün düşünmekte güçlük çekiyordu, ama neyse ki bu savaşma yeteneğini etkilemiyordu. Tam tersine, içgüdüleri artık daha güçlüydü.

Demandred. Demandred neredeydi? Gawyn, Yayla’nın üzerinde ileri geri koştu. Cauthon birliklerini ırmakta, geçidin yakınına konuşlandırmıştı, ama duman orada kimlerin olduğunu görmesini imkansız hale getiriyordu Diğer yanda, Sınırboylular Sharalı süvarilerle savaşıyordu. Ama burada, Yayla’nın üzerinde, Gölgedöllerine ve Sharalılara rağmen huzur hüküm sürüyordu. Gawyn ölü çalıların ve otların daha yoğun olduğu yerde kalarak Gölgedölü safları boyunca süzüldü. Kimse onu fark etmiyor gibiydi. Burada gölgeler vardı ve gölgeler koruma demekti. Aşağıda, Yayla ile bataklıklar arasındaki koridorda, yangınlar sönüyordu. Kendi kendilerine sönmeleri için fazla erkendi. Birileri yönlendiriyor muydu?

Gawyn, Demandred’in saldırılarının kaynağına giderek adamın kendisini bulmayı planlamıştı, ama eğer yangınları söndürmek için yönlendiriyorsa…

Gölge’nin ordusu saldırıya geçti ve yamaçtan aşağı, Hawal Geçidi’ne doğru aktı. Sharalılar geride kalsa da, Trolloc gücünün büyük kısmı harekete geçmişti. Kurumuş olan nehir yatağından geçip Cauthon’un ordusuna saldırmayı planladıkları açıktı.

Cauthon, Demandred’in güçlerinin tamamını Yayla’dan aşağı çekmeye niyetlendiyse eğer, başarısız olmuştu. Geride piyade ve süvari birliklerinden pek çok Sharalı kalmıştı ve Trolloclar savaşa doğru atılırken duygusuzca izliyorlardı.

Yamaçta patlamalar oldu ve Trollocları dövülen bir halıdaki tozlar gibi havaya fırlattı. Gawyn çömeldiği yerde duraksadı. Hâlâ çalışan birkaç ejder. Mat onları ırmak boyunda bir yere yerleştirmişti; duman yüzünden tam konumlarını görmek zordu. Seslerine bakılırsa yarım düzine kadardılar, ama verdikleri zarar büyüktü, özellikle de mesafe düşünülürse.

Yayla’dan, yakından, ejderleri hedef alan kırmızı bir ışık patlaması geldi. Gawyn gülümsedi. Çok teşekkür ederim. Elini kılıcına götürdü. Bu yüzüklerin ne kadar işe yaradığını görme zamanı gelmişti.

Eğilerek, saklandığı yerden süratle fırladı. Trollocların çoğu yamaçtan aşağı, kuru ırmak yatağına doğru koşuyordu. Arbaletlerden ve yaylardan ok yağmuruna tutuluyorlardı. Biraz daha farklı bir yönden yeni bir ejder ateşi saldırısı başladı. Cauthon ejderlerin yerini değiştiriyordu ve Demandred onları bulmakta güçlük çekiyordu.

Gawyn uluyan Gölgedöllerinin arasından geçti. Arkasındaki zemini vuran patlamaların etkisiyle toprak kalp gibi gümlüyordu. Duman çevresinde savruluyor, boğazını kaplıyordu. Elleri kararmıştı ve yüzünün de aynı durumda olduğunu varsayıyordu. Bunun saklanmasına yardımcı olacağını umuyordu.

Trolloclar cıyaklayarak ve homurdanarak dönüyorlardı, ama hiçbiri ona odaklanmıyordu. Bir şeyin geçtiğini biliyorlardı, ama onlar için bir bulanıklıktan ibaretti.

Bağdan Egwene’in öfkesi geldi. Gawyn gülümsedi. Onun memnun olacağını düşünmemişti. Çevresine yağan okların arasında koşarken, seçiminin ona huzur verdiğini fark etti. Belki eskiden olsa bunu savaşın gururu ve Demandred’le savaşma şansı için yapardı.

Şu anda yüreğinde olan bu değildi. Yüreği, ihtiyacıydı. Birinin bu yaratıkla savaşması gerekiyordu, birinin onu öldürmesi gerekiyordu, yoksa bu savaşı kaybedeceklerdi. Bunu hepsi görebiliyordu. Egwene’i ya da Logain’i riske atmak çok büyük bir kumar olurdu.

Gawyn riske atılabilirdi. Kimse onu bunu yapması için göndermezdi –kimse buna cüret edemezdi– ama gerekliydi. Bir şeyleri değiştirme, gerçekten etkili olma şansı vardı. Bunu Andor için, Egwene için, dünya için istiyordu.

İleride, Demandred şimdi tanıdık gelen cüretiyle bağırıyordu. “Bana bu sözde ejderleri değil, al’Thor’u gönderin!” Adamdan bir ateş topu daha fırladı.

Gawyn saldıran Trollocların arasından geçti ve tuhaf, neredeyse İki Nehir yayları kadar uzun yaylar taşıyan Sharalılardan büyük bir grubun arkasına yaklaştı. At sırtında bir adamın çevresini almışlardı. Adam, ortasındaki deliklerden birbirine bağlanmış madeni paralardan oluşan, boyunluk ve kol plakaları da içeren bir zırh kuşanmıştı. Korkunç görünüşlü miğferinin yüz plakası açıktı. O gururlu, yakışıklı ve azametli yüz Gawyn’e tekinsiz bir şekilde tanıdık geliyordu.

Bunu çabucak yapmam lazım, diye düşündü Gawyn. Işık, ona yönlendirme şansı vermesem iyi olacak.

Sharalı okçular hazır bekliyordu, ama Gawyn aralarından geçerken yalnızca iki tanesi döndü. Gawyn kemerindeki kından hançerini çekti. Demandred’i atının sırtından aşağı çekmesi, sonra bıçağını yüzüne saplaması gerekecekti. Korkak bir saldırı gibi geliyordu, ama en iyisi buydu. Yere düşürürse Gawyn..

Demandred aniden döndü ve Gawyn’e baktı. Bir an sonra, adam elini öne uzattı ve kor beyaz bir ateş çubuğu –dal kadar ince– Gawyn’e doğru uçtu.

Gawyn sıçrayınca çubuk onu ıskaladı. Yakında, yerde çatlaklar belirdi. Sonsuzluğa açılır gibi görünen derin, karanlık çatlaklar.

Gawyn öne atıldı ve Demandred’in eyerini biçti. Çok hızlı. Bu yüzükler sayesinde, daha Demandred şaşkın şaşkın bakarken saldırabilmişti.

Eyer yerinden kurtuldu ve Gawyn bıçağı atın böğrüne sapladı. Hayvan çığlık atarak şahlandı ve Demandred’i eyerle birlikte geriye fırlattı.

Gawyn kanlı bıçağı uzatarak sıçrarken at kaçtı ve Sharalı okçular bağırdı. Gawyn bıçağı iki elle kaldırarak Demandred’in tepesine dikildi.

Terkedilmiş’in bedeni aniden sarsıldı ve adam kenara itildi. Kararmış toprağın üzerindeki hava çalkalandı ve kül zerreleri kaldırdı. Havadan örgüler Demandred’i yakaladı ve çevirerek ayağa dikti. Kılıç bir çınlamayla kınından çıktı. Terkedilmiş çömeldi ve bir örgü daha salıverdi – Gawyn havadan iplikler onu yakalamaya çalışıyormuş gibi, çevresindeki havanın çalkalandığını hissetti. Ama Gawyn çok hızlıydı ve yüzükler dolayısıyla Demandred’in ona saldırmakta güçlük çektiği açıktı.

Gawyn geriledi ve hançerini diğer eline alarak sağındaki kılıcı kınından çekti.

“Demek öyle,” dedi Demandred, “bir suikastçı. Lews Therin de hep bir erkekle yüz yüze gelmenin ‘şerefinden’ bahsederdi.”

“Beni Yenidendoğan Ejder yollamadı.”

“Gecenin Gölgesi, bu Çag’dan kimsenin hatırlamadığı bir örgü seni sarmalarken mi? Lews Therin’in sana yaptığı şey yüzünden canının yavaş yavaş akıp gideceğini biliyor musun? Sen öldün küçük adam.”

“O zaman gel, mezarda bana katıl,” dedi Gawyn.

Demandred kılıcını tanıdık gelmeyen bir dövüş duruşuyla iki eline alarak doğruldu. Yüzüklere rağmen Gawyn’i takip edebiliyor gibiydi, ama tepkileri olması gerekenden kılpayı yavaştı.

Rüzgara Kapılmış Elma Çiçekleri’yle üç hızlı hamle Demandred’i geriye itti. Pek çok Sharalı kılıçlarıyla öne çıktılar, ama Demandred çelik eldivenli elini kaldırarak onları engelledi. Gawyn’e gülümsemedi –bu adam hiç gülümsemiyor gibiydi– ama Üç Çatallı Şimşek’e benzeyen bir hamle yaptı. Gawyn, Dağdan Aşağı Koşan Yabandomuzu ile karşılık verdi.

Demandred iyiydi. Yüzüklerin verdiği avantajla, Gawyn Demandred’in hamlesinden ancak kaçabildi. İkisi, Sharalıların açtığı küçük bir dairede dans ettiler. Uzak gümlemeler yamaca demirden küreler fırlatıyor, toprağın sarsılmasına sebep oluyordu. Ateş eden yalnızca birkaç ejder kalmıştı, ama onlar da bu noktaya odaklanıyor gibiydi.

Gawyn homurdanarak kendini Fırtına Dalı Sallıyor duruşuna fırlattı ve Demandred’in gardım düşürmeye çalıştı. Yaklaşması ve kılıcını koltuk altına ya da disk zırhın dikişlerinin arasına saplayabilmesi gerekiyordu.

Demandred maharet ve zarafetle karşılık verdi. Gawyn zırhının altında terlemeye başlamıştı. Hiç bu kadar hızlı olmadığını hissediyordu, hareketleri bir ankuşunun uçuşu gibiydi. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın darbe indiremiyordu.

“Sen kimsin küçük adam?” diye hırladı Demandred, kılıcını yana kaldırarak geri yürürken. “İyi dövüşüyorsun.”

“Gawyn Trakand.”

“Küçük kraliçenin kardeşi,” dedi Demandred. “Benim kim olduğumun farkındasındır.”

“Bir katil.”

“Senin Ejder cinayet işlemedi mi?” dedi Demandred. “Kız kardeşin tahtını korumak, hatta ele geçirmek için öldürmedi mi hiç?”

“O farklı.”

“Herkes öyle der.” Demandred öne çıktı. Kılıç duruşları pürüzsüz, sırtı her zaman dik ama rahattı, ve bir dansçının geniş jestlerini kullanıyordu. Kılıcına tamamen hakimdi. Gawyn, Demandred’in kılıç ustalığıyla tanındığını duymamıştı, ama bu adam Gawyn’in yüzleştiği herkes kadar iyiydi. Aslında, daha iyi.

Gawyn, Duvarda Dans Eden Kedi duruşunu uyguladı; kılıcını güzel, geniş bir hareketle savurarak Demandred’in hamlesini karşıladı. Sonra Yılanın Dili Dans Ediyor ile eğildi ve önceki formun Demandred’i uyuttuğunu, uzattığı kılıcın geçmesine izin vereceğini umdu.

Bir şey Gawyn’e çarparak onu yere fırlattı. Gawyn yuvarlandı ve çömelerek kalktı. Nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Yüzükler yüzünden acı hissetmiyordu, ama muhtemelen kaburgasını kırmıştı.

Bir taş, diye düşündü Gawyn. Yönlendirdi ve bir taşla bana vurdu. Demandred gölgeler yüzünden Gawyn’e örgülerle saldırmakta güçlük çekiyordu, ama büyük bir şey gölgelere fırlatılabilir ve Gawyn’e çarpabilirdi.

“Hile yaptın,” dedi Gawyn alayla gülerek.

“Hile mi?” diye sordu Demandred. “Kurallar mı vardı küçük savaşçı? Hatırladığım kadarıyla, sen karanlık pelerinine bürünerek beni sırtımdan bıçaklamaya çalıştın.”

Gawyn böğrünü tutarak nefes alıp verdi. Biraz ötede bir ejderin demir küresi yere düştü ve sonra patladı. Patlama bazı Sharalıları parçaladı ve onların bedenleri Gawyn’le Demandred’i patlamanın asıl etkisinden korudu. Toprak, bir geminin güvertesindeki su serpintisi gibi yere yağdı. Ejderlerin en az bir tanesi çalışıyordu.

“Bana katil diyorsun,” dedi Demandred. “Öyleyim. Aynı zamanda, isteseniz de istemeseniz de, sizin kurtarıcınızım.”

“Sen delisin.”

“Pek değil.” Demandred, Gawyn’in çevresinde yürüyerek kılıcını birkaç kez savurdu. “Takip ettiğiniz adam, Lews Therin Telamon, asıl deli olan o. Yüce Efendi’yi yenebileceğini sanıyor. Ama yenemez. Basit bir gerçek bu.”

“Bunun yerine Gölge’ye katılmamızı mı tercih edersin?”

“Evet.” Demandred’in gözleri soğuktu. “Lews Therin’i öldürürsem, zaferim karşılığında dünyayı dilediğim surette yeniden yaratma hakkını kazanacağım. Yüce Efendi hükmetmekle ilgilenmiyor. Bu dünyayı korumanın tek yolu onu yok etmek ve sonra insanlarını barındırmak. Senin Ejder de aynı şeyi yapacağını iddia etmiyor mu?”

“Neden ona senin Ejder deyip duruyorsun?” dedi Gawyn, sonra yana dönerek kan tükürdü. Yüzükler… onu hamle yapmaya zorluyordu. Kolları ve bacakları güçle, enerjiyle doluydu. Savaş! Öldür!

“Onu takip ediyorsun,” dedi Demandred.

“Etmiyorum!”

“Yalan,” dedi Demandred. “Ya da yalnızca aldanmışsın. Bu orduya Lews Therin’in kumanda ettiğini biliyorum. Başta emin değildim, ama artık eminim. Üzerindeki örgü de yeterli kanıt, ama daha büyük bir kanıtım var. Hiçbir ölümlü general bugünkü kadar yetenek sergilemedi; savaş meydanında gerçek bir ustayla yüzleşiyorum. Belki Lews Therin Aynalar Maskesi kullanıyor, veya belki de Tek Güç kullanarak bu Cauthon denen adama mesajlar gönderiyor. Fark etmez, ben gerçeği görüyorum. Bugün Lews Therin’le zar atıyorum.

“Her zaman ondan daha iyi bir generaldim. Burada kanıtlayacağım. Bunu Lews Therin’e iletmeni isterdim, ama yeterince yaşamayacaksın küçük savaşçı. Hazırlan.” Demandred kılıcını kaldırdı.

Gawyn hançerini bırakarak doğruldu ve kılıcını iki eline aldı. Demandred, Gawyn’in bildiklerinden farklı duruşlarla yaklaştı. Karşılık vermesini mümkün kılacak kadar tanıdıktılar, ama Gawyn’in hızına rağmen Demandred kılıcını tekrar tekrar karşıladı ve zararsızca yana savurdu.

Adam saldırmıyordu. Yalnızca ayaklarını ayırmış, kılıcı iki elinde, Gawyn’in hamlelerini yana itiyordu. Güvercin Kanatlanıyor, Yaprağın Düşüşü, Leoparın Okşayışı. Gawyn dişlerini sıktı ve hırladı. Yüzükler yeterli olmalıydı. Yüzükler neden yeterli değildi?

Gawyn geri çekildi, sonra bir taş daha ona doğru uçtuğunda eğildi. Taş birkaç santimle onu ıskaladı. Yüzükler için Işık’a şükürler olsun, diye düşündü.

“Bu Çağ‘dan birine göre, beceriyle savaşıyorsun,” dedi Demandred. “Ama yine kılıcını kullanıyorsun küçük adam.”

“Başka ne yapacaktım?”

“Kılıç ol,” dedi Demandred, Gawyn’in bunu bilmediğine şaşırmış gibi.

Gawyn hırladı ve yine hamle yaptı, kılıcını Demandred’e doğru savurdu. Gawyn hâlâ hızlıydı. Demandred saldırmadı; savunmadaydı, ama geri çekilmedi. Orada dikilip her hamleyi savuşturmakla yetindi.

Demandred gözlerini yumdu. Gawyn gülümsedi, sonra Kara Mızrağın Son Vuruşu ile kılıcını uzattı.

Demandred’in kılıcı bir bulanıklığa dönüştü.

Bir şey Gawyn’e çarptı. Gawyn inledi ve durdu. Sallandı ve karnındaki deliğe bakarak dizlerinin üzerine çöktü. Demandred’in kılıcı zırhı delip geçmişti. Sonra tek bir akıcı hareketle kılıcını geri çekti.

Neden… neden hiçbir şey hissetmiyorum?

“Bu işten canlı kurtulur, Lews Therin’i görürsen,” dedi Demandred, “ona söyle, ikimizin arasında, kılıç kılıca bir karşılaşmayı dört gözle bekliyorum. Son seferden bu yana kendimi geliştirdim.”

Demandred kılıcını çevirdi ve çeliğin dibini başparmağıyla işaretparmağı arasına sıkıştırdı. Kılıcı çekerek çelikteki kanı temizledi ve yere silkeledi.

Silahı kınına soktu. Başını iki yana salladı, sonra hâlâ ateş eden ejdere doğru bir ateş topu yolladı.

Ejder sustu. Demandred ırmağa bakan dik yamacın kenarı boyunca uzaklaştı ve Sharalı korumaları da çevresini aldı. Gawyn uyuşuk bir hisle yere yıkıldı ve canı yanık otların üzerine akmaya başladı. Titrek parmaklarla kanını içeride tutmaya çalıştı.

Bir şekilde, dizleri üzerinde doğrulmayı başardı. Kalbi haykırıyordu; Egwene’e geri dönmesi gerekiyordu. Emeklemeye başladı. Yaradan akan kan, altındaki toprağa karışıyordu. Soğuk terle bulutlanmış gözlerle, yirmi adım ötede süvari atları gördü. Yan yana bağlanmışlar, ayaklarının dibindeki kararmış ot demetlerini didikliyorlardı. Birkaç dakikalık mücadeleden sonra –gücünü tüketen imkansız bir süreydi– kendini ulaşabildiği ilk atın sırtına çekti ve atın bağını çözdü. Gawyn sersem sersem kamburunu çıkardı ve bir elle atın yelesini kavradı. Kalan gücünü çağırarak hayvanın kaburgalarını tekmeledi.


“Leydim,” dedi Mandevwin, Faile’e, “bu iki adamı senelerdir tanırım! Geçmişte lekesiz oldukları söylenemez. Birlik’e lekesiz adam gelmez. Ama, Işık’ın inayetiyle, Karanlıkdostu değilleri”

Faile öğlen azığını sessizlik içinde yiyor, Mandevwin’in itirazlarını mümkün olduğunca sabırlı bir şekilde dinliyordu. Perrin’in burada olduğunu diliyordu. İyi bir tartışmaya ihtiyacı vardı. Baskıdan patlayacakmış gibi hissediyordu.

Thakan’dar’a yakındılar, korkunç ölçüde yakın. Siyah gökyüzü şimşeklerle gürlüyordu ve günlerdir, tehlikeli ya da değil, tek bir canlı görmemişlerdi. Vanin veya Harnan’ı da bir daha görmemişlerdi, ama Faile yine de her gece iki nöbetçi dikiyordu. Karanlık Varlık’ın hizmetkarları pes etmezdi.

Artık Boru’yu beline bağladığı büyük bir torbada taşıyordu. Diğerleri bunu biliyordu ve görevlerinden duydukları gurur ile bu kadar önemli bir görev üstlenmiş olmalarının dehşeti arasında gidip geliyorlardı. En azından Faile artık bunu onlarla paylaşıyordu.

“Leydim,” dedi Mandevwin, yere diz çökerek. “Vanin orada bir yerlerde. Yetenekli bir izcidir, Birlik’in en yeteneklisi. O görünmek istemezse onu göremeyiz, ama yemin ederim, bizi takip ediyor. Başka nereye gidecek? Belki ona seslenirsem ve hikâyesini anlatması için davet edersem bu işi çözebiliriz.”

“Bunu düşüneceğim Mandevin,” dedi Faile.

Mandevwin başını salladı. Tek gözlü adam iyi bir kumandandı, ama bir tuğlanın hayal gücüne sahipti. Basit adamlar başkalarının da basit güdüleri olduğunu varsayardı ve Vanin ya da Haman gibi birinin bunca zaman Birlik’e yardım ettikten sonra –şüphe çekmemek için yardım etme emri aldıklarından, kuşkusuz– bu kadar korkunç bir şey yapmalarını Mandevwin’in aklı hayali almıyordu.

En azından Faile artık sebepsiz yere endişelenmediğini biliyordu. Ellerinde Boru’yla yakalanmış olması yeterli değilse, yakalandığı zaman Vanin’in gözlerinde beliren o saf dehşet duygusu yeterli kanıttı. Faile iki Karanlıkdostu beklememişti ve hırsızlıkta ondan daha akıllı davranmışlardı. Bununla birlikte, aynı zamanda Afet’in tehlikelerini hafife almışlardı. Faile ayıya benzeyen yaratığın dikkatini çekmeselerdi neler olacağını düşünmek bile istemiyordu. Faile çadırında kalır, hırsızların gelmesini beklerdi ve bu arada hırsızlar dünyanın en güçlü nesnelerinden biriyle ortadan kaybolurdu.

Gökyüzü gürledi. Karanlık Shayol Ghul ileride, daha küçük dağların arasında, Thakan’dar vadisinden yükseliyordu. Hava soğumuştu; neredeyse kış havası gibiydi. O zirveye ulaşmak zor olacaktı – ama öyle ya da böyle, bu Boru’yu Son Savaş için Işık’ın güçlerine ulaştıracaktı. Parmaklarını yan tarafındaki torbaya dayayarak, içindeki metali hissetti.

Yakında, Olver, hançerini kılıç gibi kemerine takmış. Lanetli Topraklar’ın cansız gri kayaları arasında koşuşturuyordu. Belki de Faile onu getirmemeliydi. Ama diğer yandan, Sınırboyları’nda bu yaştaki çocuklar haber taşımayı, kuşatılmış kalelere erzak ulaştırmayı öğrenirdi. En azından on iki yaşına gelmeden birliklere katılamaz, görev alamazlardı, ama eğitimleri çok daha erken başlardı.

“Leydim?”

Faile yaklaşmakta olan Selande ile Arrela’ya döndü. Vanin gerçek kimliğini ortaya koyduktan sonra, Faile izcilerin başına Selande’yi getirmişti. Ufak tefek, solgun kadın Cha Faile’denin diğer üyelerine göre, bir Aiel’e daha az benziyordu. Ama tavırları işe yarıyordu.

“Evet?”

“Hareket var Leydim,” dedi Selande alçak sesle.

“Ne?” Faile ayağa kalktı. “Ne tür?”

“Bir tür kervan.”

“Lanetli Topraklar’da mı?” diye sordu Faile. “Göster.”


Yalnızca bir kervan değildi. Orada bir köy vardı. Faile dürbünüyle seçebiliyordu, ama ancak binaları belirten siyah bir leke olarak. Thakan’dar yakınındaki tepelere yerleşmişti. Bir köy. Işık!

Faile dürbünü, kervanın kasvetli arazide ağır ağır ilerlediği yere çevirdi. Köyün epey dışındaki bir malzeme istasyonuna doğru gidiyordu.

“Bizim yaptığımız şeyi yapıyorlar,” diye fısıldadı.

“O nedir Leydim?” Arrela, Faile’in yanında, karınüstü uzanmıştı. Mandevwin diğer yanındaydı ve kendi dürbünüyle bakıyordu.

“Bu, merkezi malzeme istasyonu,” diye açıkladı Faile, kutu yığınlarına ve ok demetlerine bakarak. “Gölgedölleri kapıyolları kullanarak hareket edemiyor, ama malzemeleri bunu yapabilir. İstilanın parçası olarak ok ve yedek silah taşımaları gerekmiyordu. Bunun yerine, malzemeyi burada biriktiriyorlar, sonra gerektiği zaman cephelere gönderiyorlar.”

Sahiden de, aşağıda bir ışık kurdelesi, açılan bir kapıyolu işaret ediyordu. Pis görünüşlü adamlardan oluşan geniş bir kol, sırtlarında paketlerle, zahmetle kapıyoldan geçti. Bir düzine adam da küçük arabalar çekerek takip etti.

“O malzemeler her nereye gidiyorsa,” dedi Faile yavaşça, “yakında savaş vardır. O arabalar ok taşıyor, ama yiyecek yok, çünkü Trolloclar her gece cesetleri götürüp kendilerine ziyafet çekiyorlar.”

“O zaman o kapıyolların birinden geçersek…” dedi Mandevwin.

Arrela, bütün bu konuşmalar şakaymış gibi hıhladı. Faile’e baktı ve dudaklarındaki gülümseme kayboldu. “Siz ciddisiniz. İkiniz de.”

“Hâlâ Thakan’dar’dan çok uzaktayız,” dedi Faile. “Ve o köy yolumuzu tıkıyor. Gizlice o kapıyolların birinden geçmek, vadiye yürümeye çalışmaktan daha kolay olabilir.”

“Düşman hattının arkasına çıkanz!”

“Zaten düşman hattının arkasındayız,” dedi Faile sertçe, “bu yüzden o konuda hiçbir şey değişmez.”

Arrela sustu.

“Bu sorun olacak,” dedi Mandevwin kısık sesle, dürbününü çevirerek. “Köyden kampa yaklaşan adamlara bakın.”

Faile dürbünü yine kaldırdı. “Aieller mi?” diye fısıldadı. “Işık! Shaidolar Karanlık Varlık’ın güçlerine mi katıldı?”

“Shaido köpekleri bile bunu yapmaz,” dedi Arrela, sonra bir yana tükürdü.

Yeni gelenler gerçekten farklı görünüyordu. Öldürmeye hazırlanırmış gibi peçelerini kaldırmışlardı, ama o peçeler kırmızıydı. Her durumda, Aiellerin yanından gizlice geçmek neredeyse imkansız olacaktı. Büyük olasılıkla, fark edilmekten kurtulmalarının sebebi ygruplarının çok uzakta olmasıydı. Ve kimsenin burada Faile’inki gibi bir grup bulmayı beklememesi.

“Geri,” dedi Faile, yamaçta yavaşça geri kayarak. “Plan yapmamız lazım.”


Perrin, kışın göle atılmış gibi hissederek uyandı. İnledi.

“Uzan seni budala,” dedi Janina, elini onun koluna koyarak. San saçlı Bilge, Perrin’in hissettiği kadar yorgun görünüyordu.

Perrin yumuşak bir yerdeydi. Fazla yumuşak. Güzel bir yatak, temiz çarşaflar. Pencerelerin dışında, dalgalar hafif hafif kıyıya vuruyordu ve martılar çığlık atıyordu. Yakın bir yerden gelen inlemeler de duydu.

“Neredeyim?” diye sordu Perrin.

“Sarayımda,” dedi Berelain. Kapının yanında duruyordu ve Perrin onu daha önce fark etmemişti. Mayene Başı tacını takmıştı, kanat açmış şahin tacı, ve üzerinde san kenarlı kırmızı bir elbise vardı. Oda şatafatlıydı; aynalarda, pencerelerde ve yatak direklerinde altın ve bronz süslemeler vardı.

“Eklemeliyim ki,” dedi Berelain, “bu benim için tanıdık bir durum Lord Aybara. Merak ediyorsan söyleyeyim, bu sefer önlem aldım.”

Önlem mi? Perrin havayı kokladı. Uno? Adamın kokusunu alabiliyordu. Gerçekten de, Berelain başını yana doğru salladı ve Perrin döndüğü zaman Uno’yu yakındaki sandalyede otururken buldu. Kolu askıdaydı.

“Uno! Sana ne oldu?” diye sordu Perrin.

“Lanet olası Trolloclar, olan bu,” diye homurdandı Uno. “Şifa için sıramı bekliyorum.”

“İlk önce ölümcül yaralara Şifa veriliyor,” dedi Janina. Şifa konusunda Bilgelerin en başarılı olanıydı. Görünüşe göre Aes Sedailer ve Berelain’le kalmaya karar vermişti. “Sen, Perrin Aybara, ancak ölmeyecek kadar Şifa görmüştün. Yalnızca ölmeyecek kadar. Hayatını tehdit etmeyen yaralara ancak şimdi Şifa verebildik.”

“Durun bir dakika!” dedi Perrin. Oturmaya çabaladı. Işık, çok yorgundu. “Ne kadar zamandır buradayım?”

“On saat,” dedi Berelain.

“On saat! Gitmem lazım. Savaş…”

“Savaş sensiz devam edecek,” dedi Berelain. “Üzgünüm.”

Perrin usulca hırladı. Çok yorgundu. “Moiraine bir insanın bitkinliğini yok edecek bir yöntem biliyordu. Sen de biliyor musun Janina?”

“Bilsem de uygulamazdım,” dedi Janina. “Uyumaya ihtiyacın var Perrin Aybara. Son Savaş’taki rolün sona erdi.”

Perrin dişlerini sıktı, sonra kalkacak oldu.

“O yataktan çıkarsan,” dedi Janina, bakışlarını ona çevirerek, “seni Hava’yla derdest ederim ve saatlerce asılı bırakırım.”

Perrin’in ilk içgüdüsü sekerek kaçmaktı. Düşünceyi kafasında oluşturmaya başladı ve sonra aptal gibi hissetti. Bir şekilde gerçek dünyaya geri dönmüştü. Burada sekemezdi. Bir bebek kadar savunmasızdı.

Can sıkıntısı içinde yatağında arkasına yaslandı.

“Neşelen Perrin,” dedi Berelain usulca, yatağa yaklaşarak. “Ölmüş olman gerekiyordu. O savaş meydanına nasıl ulaştın? Haral Luhhan ve adamları seni orada yatarken görmeseydi…”

Perrin başını iki yana salladı. Yaptıkları, kurt düşünü bilmeyen biri için anlatılamaz bir şeydi. “Neler oluyor Berelain? Savaş? Ordularımız?” Berelain dudaklarını büzdü.

“Senden gerçeğin kokusunu alabiliyorum,” dedi Berelain. “Endişe, kaygı.” İçini çekti. “Cephelerin yer değiştirdiğini gördüm. İki Nehirliler de Merrilor Meydanı’ndaysa, üç ordumuz da aynı yere itilmiş demektir. Thakan’dar’dakiler hariç hepsi.”

“Lord Ejder’in ne durumda olduğunu bilmiyoruz,” dedi Berelain usulca, Perrin’in yanındaki tabureye doğru giderek. Duvarın dibinde, Janina Uno’nun kolunu tuttu. Şifa içine yayılırken Uno ürperdi.

“Rand savaşmaya devam ediyor,” dedi Perrin.

“Çok zaman geçti,” dedi Berelain. Perrin’e söylemediği bir şey vardı, çevresinde dolaştığı bir şey. Perrin kokusunu alabiliyordu.

“Rand savaşmaya devam ediyor,” diye yineledi Perrin. “Kaybetmiş olsa burada olmazdık.” İliklerine dek bitkin hissederek arkasına yaslandı. Işık! İnsanlar ölürken kendisi burada öylesine yatamazdı, değil mi? “Delik’te zaman farklı akıyor. Orayı ziyaret ettim ve kendi gözlerimle gördüm. Burada günler geçti, ama iddiaya girerim Rand için yalnızca bir gün geçmiştir. Belki daha az.”

“Bu iyi. Söylediklerini diğerlerine ileteceğim.”

“Berelain,” dedi Perrin. “Benim için bir şey yapmanı istiyorum. Elyas’ı ordularımıza bir mesaj iletmeye yolladım, ama mesajı teslim edip etmediğini bilmiyorum. Graendal büyük kumandanlarımızın zihinlerine giriyor. Mesajın gidip gitmediğini öğrenir misin?”

“Gitti,” dedi Berelain. “Neredeyse çok geç olmuştu, ama gitti. İyi iş başardın. Artık uyu Perrin.” Ayağa kalktı.

“Berelain?” diye sordu Perrin.

Berelain yine ona döndü.

“Faile,” dedi Perrin. “Faile’e ne oldu?”

Berelain’in endişesi keskinleşti. Olamaz.

“Malzeme kervanı bir şer kabarcığı tarafından yok edildi Perrin,” dedi Berelain usulca. “Üzgünüm.”

“Cesedi bulundu mu?” diye sormaya zorladı Perrin kendini.

“Hayır.”

“O zaman hâlâ yaşıyor.”

“Bu…”

“Hâlâ yaşıyor,” diye ısrar etti Perrin. Bunun doğru olduğunu varsaymak zorundaydı. Bunu yapmazsa…

“Umut var tabii,” dedi Berelain. Şifa görmüş kolunu germekte olan Uno’nun yanma gitti ve başını sallayarak peşinden gelmesini istedikten sonra odadan çıktı. Janina lavabonun yanında meşguldü. Perrin dışarıdaki koridorlardan gelen inlemeleri hâlâ duyabiliyordu ve mekân şifalı ot ve acı kokuyordu.

Işık, diye düşündü. Faile’in kervanı Boru’yu taşıyordu. Gölge onu ele mi geçirmişti?

Gaul… Gaul’ün yanma geri dönek zorundaydı. Adamı kurt düşünde, Rand’ın arkasını kollarken bırakmıştı. Perrin’in ne kadar bitkin olduğuna bakılırsa, Gaul da çok fazla dayanamazdı.

Perrin haftalarca uyuyabilirmiş gibi hissediyordu. Janina yatağının yanına geri döndü ve başını iki yana salladı. “Kendini gözlerini açık tutmaya zorlamanın hiçbir faydası yok Perrin Aybara.”

“Yapacak çok işim var Janina. Savaşa geri dönmem lazım ve…”

“Burada kalacaksın Perrin Aybara. Bu durumda kimseye faydan olmaz ve aksini kanıtlamaya çalışman ji kazandırmaz. Seni buraya getiren demirci, sallana sallana gidip savaş meydanında ölmene izin verdiğimi duysa, geri döner ve beni topuklarımdan pencereye asardı.” Duraksadı. “O adam… bunu başarırdı da sanırım.”

“Luhhan Efendi,” dedi Perrin, kendinden geçmeden önceki anları belli belirsiz hatırlayarak. “Oradaydı. Beni o mu buldu?”

“Hayatını kurtardı,” dedi Janina. “O adam seni sırtına attı ve koşa koşa bir Aes Sedai bulup kapıyol açtırdı. Geldiğin zaman ölmek üzereydin. Cüsseni düşünürsek, seni kaldırmak az iş değil.”

“Uyumaya ihtiyacım yok aslında,” dedi Perrin, gözlerinin kapandığını hissederek. “Benim ihtiyacım olan… benim…”

“Eminim öyledir,” dedi Janina.

Perrin gözlerinin kapanmasına izin verdi. Bu kadını, söyleneni yapacağına ikna ederdi. O gittikten sonra kalkardı.

“Eminim öyledir,” diye tekrarladı Janina, bir sebepten sesi yumuşayarak.

Uyku, diye düşündü Perrin. Uykuya dalıyorum. Bir kez daha, önünde üç yol gördü. Bu sefer, biri sıradan uykuya gidiyordu, diğeri kurt düşüne, normalde seçtiği yöne.

Ve aralarında, üçüncü bir yol vardı. Kurt düşüne bedenen girmek.

Perrin o yöne gitmeye can atıyordu, ama o anda, o yola dönmemeye karar verdi. Sıradan uykuyu seçti, çünkü –bir anlık kavrayış içinde– uyumazsa bedeninin öleceğini anladı.


Yayla’dan kaçışlarının ardından Androl uzanmış, kesik kesik nefes alarak savaş meydanının uzaklarında bir yerdeki gökyüzüne bakıyordu.

O saldırı… ne kadar da güçlüydü!

Bu neydi? dedi Pevara’ya.

Taim değildi, diye yanıt verdi Pevara, ayağa kalktıp eteklerini silkeleyerek. Sanırım Demandred’di.

Bizi özellikle onun savaştığı yerden uzağa taşımıştım.

Evet. Ne cüretle yer değiştirir ve güçlerine saldıran bir grup yönlendiricinin işini bozar?

Androl inleyerek doğrulup oturdu. Biliyor musun Pevara, bir Aes Sedai için olağanüstü hazırcevapsın.

Pevara’nın eğlentisi onu şaşırttı. Aes Sedaileri sandığın kadar iyi tanımıyorsun. Pevara yaralarını kontrol etmek için Emarin’e yaklaştı.

Androl derin bir nefes aldı ve güz kokularını içine çekti. Düşmüş yapraklar. Durgun su. Fazla erken gelen bir sonbahar. Üzerinde durdukları yamaç, vadiye bakıyordu. Vadide, birkaç çiftçi dünyanın gidişine meydan okuyarak, toprağı büyük kareler halinde işlemişti.

Hiçbir şey yetişmemişti.

Yakında, Theodrin doğruldu. “Orası tam bir delilik,” dedi kızarmış bir yüzle.

Androl, Pevara’nın onu onaylamadığını hissedebiliyordu. Kız duygularını bu kadar açıkça ifade etmemeliydi; Aes Sedailerin kendine hakimiyetini henüz öğrenememişti.

O doğru düzgün bir Aes Sedai değil, dedi Pevara, onun düşüncelerini okuyarak. Amyrlin ne iddia ederse etsin. Henüz sınanmadı.

Theodrin, Pevara’nın ne düşündüğünü bilir gibiydi. İkisi birbirlerinden uzak duruyorlardı. Pevara, Emarin’e Şifa verdi ve Emarin Şifa’ya metanetle dayandı. Theodrin, Jonneth’in kolundaki kesiğe Şifa verdi. Kızın anaç tavırları Jonneth’i şaşırtmış gibiydi.

Fazla zaman geçmeden kız onunla bağ kuracak, dedi Pevara. Elli delikanlıdan ona düşeni bir başkasının almasına izin vermesi ve sonra Jonneth’in peşinden ayrılmaması dikkatini çekti mi? Kara Kule’den beri peşimizde.

Jonneth de onunla bağ kurarsa? dedi Androl.

O zaman seninle benim aramızdaki bağın benzersiz olup olmadığını görürüz. Pevara duraksadı. Daha önce hiç bilinmeyen şeyler keşfediyoruz.

Androl’le göz göze geldi. Pevara bu son sefer zincir kurdukları zamana atıfta bulunuyordu. Kapıyol açmıştı, ama bunu Androl’ün yapacağı şekilde yapmıştı.

Bunu yine denememiz lazım, dedi Androl.

Yakında, dedi Pevara, Şifa’nın işe yaradığından emin olmak için Emarin’e Araştırma yaparak.

“Ben iyiyim Pevara Sedai,” dedi Emarin, her zamanki gibi nazik. “Ve söylememe izin verirsen, sen de bir parça Şifa’ya ihtiyacın varmış gibi görünüyorsun.”

Pevara kolundaki yanık kumaşa baktı. Bir erkeğin ona Şifa vermesine müsaade etmek konusunda hâlâ çekingendi, ama aynı zamanda kendi çekingenliğine kızıyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi sakin bir sesle. Emarin’in koluna dokunmasına ve yönlendirmesine izin verdi.

Androl kemerindeki kancadan küçük bir teneke kupa aldı ve elini dalgın dalgın uzatarak parmaklarını aşağı çevirdi. Bir şey çimdiklermiş gibi parmaklarını birbirine bastırdı ve sonra açtı. Parmaklarının arasında küçük bir kapıyol açıldı. İçinden su dökülerek kupayı doldurdu.

Pevara yanına oturdu ve uzattığı kupayı kabul etti. Suyu içti ve içini çekti. “Bir dağ pınarından gelmiş gibi serin.”

“Oradan geldi zaten,” dedi Androl.

“Aklıma geldi, sana bir şey soracaktım. Bunu nasıl yapıyorsun?”

“Bunu mu?” dedi Androl. “Yalnızca küçük bir kapıyol.”

“Kastettiğim bu değil. Androl, buraya yeni geldin. Bu bölgeyi, yüzlerce kilometre uzaktaki bir dağ pınarına kapıyol açabilecek kadar ezberlemiş olman mümkün değil.”

Androl, şaşırtıcı bir haber almış gibi Pevara’ya boş boş baktı. “Bilmiyorum. Belki Yeti’mle ilgili bir şeydir.”

“Anlıyorum.” Pevara bir an sessiz kaldı. “Bu arada, kılıcına ne oldu?” Androl düşünmeden yan tarafına uzandı. Boş kın orada asılıydı. Yıldırım düştüğünde kılıcını düşürmüştü ve kaçarlarken yerden almayı akıl edememişti. İnledi. “Garfin bunu duyarsa beni haftalarca levazım subayı için arpa öğütmekle cezalandırır.”

“O kadar önemli değil,” dedi Pevara. “Senin daha iyi silahların var.” “Önemli olan ilke,” dedi Androl. “Kılıç taşımak bana hatırlatıyor. Tıpkı… eh, ağ görmenin bana Mayene çevresinde balıkçılığı hatırlatması gibi. Ya da bir pınarın bana Jain’i hatırlatması gibi. Küçük şeyler, ama küçük şeyler önemlidir. Benim bir kez daha asker olmam lazım. Taim’i bulmalıyız Pevara. Mühürler…”

“Eh, onu şimdiye kadar denediğimiz yöntemle bulamayız. Sen de aynı fikirde misin?”

Androl içini çekti, ama başını da salladı.

“Harika,” dedi Pevara. “Hedef olmaktan nefret ediyorum.”

“O zaman ne yapacağız?”

“Buna kılıç savurarak değil, dikkatle düşünerek yaklaşacağız.” Muhtemelen haklıydı. “Peki… yaptığımız şey? Pevara, benim Yetimi kullandın.”

“Göreceğiz,” dedi Pevara, kupasındaki suyu yudumlayarak. “Keşke bu çay olsaydı.”

Androl kaşlarını kaldırdı. Kupayı geri aldı, iki parmağı arasında küçük bir kapıyol açtı ve kupaya birkaç kuru çay yaprağı düştü. Suyu bir Ateş ipliğiyle bir anlığına kaynattı ve sonra bir başka kapıyoldan bal damlattı.

“Kara Kule’deki atölyemde biraz vardı,” dedi, kupayı geri uzatarak. “Kimse yerini değiştirmemiş gibi.”

Pevara çayı yudumladı, sonra sıcak sıcak gülümsedi. “Androl, sen harikasın.”

Androl gülümsedi. Işık! Bir kadın için bu duyguları hissetmeyeli ne kadar olmuştu? Aşkın genç budalalar için olması gerekmiyor muydu? Genç budalalar hiçbir işin doğrusunu görmezdi elbette. Güzel bir yüz ararlardı ve orada bırakırlardı. Androl, Pevara gibi bir kadının sergilediği sağlamlığın yanında güzel bir yüzün hiçbir şey olduğunu bilecek kadar yaşamıştı. Sağlamlık, kontrol, istikrar ve kararlılık. Bunlar ancak deneyimle elde edilebilirdi.

Deri de aynıydı. Taze deri iyiydi, ama gerçekten iyi deri, kullanılmış ve yıpranmış bir deriydi. Tıpkı senelerdir bakım yapılan bir kayış gibi. Yeni bir kayışa güvenip güvenemeyeceğinizi asla bilemezdiniz. Ama birkaç mevsim size eşlik ettikten sonra, bilirdiniz.

“O düşünceyi okumaya çalışıyorum,” dedi Pevara. “Sen az önce… beni eski bir deri kayışa mı benzettin?”

Androl kızardı.

“Dericilere özgü bir düşünce tarzı sanırım.” Çayını yudumladı.

“Eh, sen de beni… ne demiştin? Küçük bir biblo kümesine mi benzetmiştin?”

Pevara gülümsedi. “Ailem.”

Karanlıkdostlarının öldürdükleri. “Özür dilerim.”

“Bu çok ama çok uzun zaman önce oldu Androl.” Ama Androl, Pevara’nın bunu hâlâ öfkeyle hatırladığını hissedebiliyordu.

“Işık,” dedi. “Çoğu ağaçtan daha yaşlı olduğunu unutup duruyorum Pevara.”

“Hımmm…” dedi Pevara. “İlk önce deri kayış oldum, sonra da ağaçlardan daha yaşlı. Hayatın boyunca yaptığın düzinelerce ayrı iş arasında, hanımlarla konuşma eğitimi almanı gerektiren bir tane olmadığını varsayıyorum?”

Androl omuzlarını silkti. Çok daha gençken, dili bu şekilde sürçtüğü zaman utanırdı, ama artık bu tür hatalar yapmaktan kaçınmanın imkansız olduğunu biliyordu. Kaçınmaya çalışmak her şeyi daha da kötüleştirmekten başka işe yaramıyordu. Tuhaf bir biçimde, verdiği tepki Pevara’yı memnun etti. Erkekleri afallatmanın kadınların hoşuna gittiğini tahmin etti.

Ama gökyüzüne bakınca Pevara’nın neşesi yok oldu. Androl aniden aşağıdaki tarlaların boşluğunu hatırladı. Ölü ağaçlar. Gürleyen gök gürültüsü. Bu eğlenme zamanı değildi, âşık olma zamanı değildi. Ama bir sebepten, sırf bu yüzden kendini her iki duyguya da tutunurken buldu.

“Artık yola çıkmamız lazım,” dedi. “Planın nedir?”

“Taim her zaman yardakçıları tarafından kuşatılmış geziyor. Önceki gibi saldırmaya devam edersek, daha ona ulaşamadan lime lime doğranırız. Ona gizlice saldırmamız lazım.”

“Peki bunu nasıl başaracağız?”

“Duruma bağlı. Durum gerektirirse ne kadar çılgın olabilirsin?”


Thakan’dar vadisi duman, kargaşa ve ölümle dolmuştu.

Rhuarc, iki yanında Trask ve Baelder ile, vadide yürüyordu. İkisi Kızıl Kalkanlardan kardeşleriydi. Buraya gelmeden önce bu iki adamla hiç tanışmamıştı, ama yine de kardeştiler ve Gölgedöllerinin ve hainlerinin döktüğü kan bağlarını sağlamlaştırmıştı.

Bir yıldırım havayı yararak yakına düştü. Rhuarc yürürken, ayakları yıldırımın cam parçalarına dönüştürdüğü kumu gıcırdatıyordu. Saklanacak bir yere ulaştı –üst üste yığılmış Trolloclar– ve çömeldi. Trask ve Baelder de ona katıldı. Bora sonunda gelmişti ve yüzündeki peçeyi sökecek kadar güçlü, öfkeli rüzgarlar vadiyi doldurmuştu.

Hiçbir şey seçemiyorlardı. Rüzgar sisi dağıtmıştı, ama gökyüzü kararmıştı ve fırtına toz ve duman kaldırıyordu. Pek çok kişi av ekipleri halinde savaşıyordu.

Artık savaş hattı yoktu. Önceki saatlerde bir Myrddraal saldırısı –ve ardından gelen topyekün Trolloc saldırısı– sonunda vadinin ağzındaki Savunucu hattını aşmayı başarmıştı. Tearlılar ve Ejderyeminliler vadinin içlerine, Shayol Ghul’e doğru çekilmişlerdi ve şimdi çoğu dağın dibinde savaşıyordu.

Vadiye doluşan Trollocların sayısı çok değildi neyse ki. Geçitte ve uzun kuşatma sırasında verdikleri kayıplar Thakan’dar’daki Trollocların sayısını azaltmıştı. Sonuçta, kalan Trollocların sayısı muhtemelen Savunucuların sayısına denkti.

Bu yine de sorun olacaktı – ama onun fikrine göre, kırmızı peçe takan Şerefsizler daha da büyük bir tehditti. Onlar, tıpkı Aieller gibi, vadide dolaşıyorlardı. Rhuarc, bu açık ölüm meydanında, görüş alanını daraltan sis ve toz fırtınasının içine saklanarak avlanıyordu. Zaman zaman Trolloc gruplarına rastlıyordu, ama çoğu Tearlı ve Domanlı düzenli birliklerle savaşmak üzere Soluklar tarafından alınıp götürülmüştü.

Rhuarc kardeşlerine el etti ve fırtınanın içinde, vadinin bir yanı boyunca ilerlediler. Işık izin verse de, düzenli birlikler ve yönlendiriciler Car’a’carn’ın Köreden’le savaştığı dağa çıkan patikayı tutabilse.

Rand al’Thor bu savaşı bir an önce tamamlamak zorundaydı, çünkü Rhuarc, Gölge’nin yakında bu vadiyi ele geçireceğini tahmin ediyordu.

O ve kardeşleri kırmızı peçeli hainlerle mızrak dansı eden bir grup Aielin yanından geçti. Kırmızı peçelilerin çoğu yönlendirebiliyor gibiydi, ama bu grup yapamıyordu. Rhuarc ve iki kardeşi mızraklarını uzatarak dansa katıldı.

Bu kırmızı peçeliler iyi savaşıyordu. Savaş sırasında Trask düşten uyandı, ama düşerken kırmızı peçelilerden birini de öldürdü. Kalan kırmızı peçeliler kaçınca çatışma sona erdi. Rhuarc yayıyla bir tanesini öldürdü ve Baelder de bir başkasını indirdi. Kaçan insanlara arkadan ok fırlatmak, gerçek Aiellerle savaşırken yapmayacakları bir şeydi. Bu yaratıklar Gölgedöllerinden de beterdi.

Yardım ettikleri, kalan üç Aiel başlarını sallayarak teşekkür ettiler. Ona ve Baelder’e katıldılar; oradaki savunmaları kontrol etmek için hep birlikte Kıyamet Çukuru’na yollandılar.

Neyse ki buradaki ordu hâlâ dayanıyordu. Askerlerin çoğu, savaşa en son katılan ve daha çok sıradan erkek ve kadınlardan oluşan Ejderyeminlilerdi. Evet, aralarında birkaç Aes Sedai, hatta bazı Aieller ve iki Asha’man da vardı. Ama çoğu, senelerdir kullanılmamış eski kılıçlar ya da eskiden çiftlik aleti olan değnekler taşıyordu.

Trolloclara karşı, köşeye kıstırılmış kurtlar gibi savaşıyorlardı. Rhuarc başını iki yana salladı. Ağaçkatilleri bu kadar vahşice savaşsa, belki Laman tahtını koruyabilirdi.

Havadan bir yıldırım düştü ve savunuculardan bazılarını öldürdü. Rhuarc kamaşan gözlerini kırpıştırdı, yana döndü ve esen rüzgarların arasından çevresini taradı. Orada.

Kardeşlerine geride kalmalarını işaret etti, sonra eğilerek ilerledi. Yeri kaplayan gri, küle benzeyen tozu avuçlayıp giysilerine ve yüzüne sürdü. Rüzgar tozun bir kısmını ellerinden alıp uçurdu.

Rhuarc hançerini dişlerinin arasına sıkıştırarak yere uzandı. Avı küçük bir tepenin üzerinde durmuş, savaşı izliyordu. Kırmızı peçelilerden biri. Peçesini indirmiş, sırıtıyordu. Yaratığın dişleri eğelenerek sivriltilmişti. Dişleri sivriltilenlerin hepsi yönlendiriyordu. Dişleri sivriltilmemiş olanların da bazıları yönlendirebiliyordu. Rhuarc bunun ne demek olduğunu bilmiyordu.

Bu adam yönlendirenlerdendi. Ateşten bir mızrak yapıp, yakında savaşan Tearlılara doğru fırlattığında belli oldu bu. Rhuarc yavaşça ilerledi ve kayaların arasındaki bir girintiye süzüldü.

Kızıl peçenin Savunucuları teker teker öldürmesini izlemek zorunda kaldı, ama hızlanmadı. Kızıl peçe ellerini arkasında kenetleyerek durmuş, Tek Güç’ten örgülerle çevresine saldırırken, ateşlerin cızırtısını dinleyerek, acı verici ölçüde yavaşça sürünmeye devam etti.

Kızıl peçe onu görmedi. Bu adamların bir kısmı Aiel gibi savaşsa da, çoğu yapamıyordu. Birini izlerken sessiz hareket edemiyorlardı ve yay ve mızrak kullanmayı bilmeleri gerektiği kadar iyi bilmiyor gibiydiler. Önündeki adam gibi… Rhuarc bu yaratıkların sessizce hareket etme, bir düşmana gizlice yaklaşma ya da yabanda geyik avlama ihtiyacı duyduğunu hiç sanmıyordu. Yönlendirebilirken neden öğreneceklerdi bu yetenekleri?

Rhuarc kızıl peçenin ayaklarının yakınındaki bir Trolloc leşinin çevresinden dolanırken adam fark etmedi. Sonra Rhuarc uzandı ve adamın diz ardı kirişlerini kesti. Adam bağırarak düştü ve o yönlendiremeden, Rhuarc boğazını kesti, sonra da iki cesedin arasına saklandı.

Şamatayı duyan iki Trolloc araştırmaya geldi. Onlar onu göremeden Rhuarc ilkini öldürdü, sonra İkincisini dönerken indirdi. Derken bir kez daha manzaraya karıştı.

Araştırmaya gelen başka Gölgedölü olmadı, bu yüzden Rhuarc adamlarına doğru geriledi. Hareket ederken –koşmak için doğrulurken– iki Trollocun işini bitiren küçük bir kurt sürüsünün yanından geçti. Kurtlar kanlı ağızlarla, kulaklarını dikerek ona döndüler. Geçmesine izin verdiler ve yeni avlar bulmak amacıyla fırtınanın içinde sessizce uzaklaştılar.

Kurtlar. Yağmursuz borayla gelmişlerdi ve şimdi insanların yanında savaşıyorlardı. Rhuarc savaşın genelinin nasıl gittiğini bilmiyordu. Uzakta, Kral Darlin’in birliklerinin bir kısmının hâlâ saflar halinde savaştığını görebiliyordu. Arbaletçiler Ejderyeminlilerin yanına konuşlanmışlardı. Rhuarc son gördüğünde okları bitmişti ve malzeme taşıyan tuhaf, buhar kusan arabalar şimdi paramparça yatıyordu. Aes Sedailer ve Asha’manlar saldırıya karşı yönlendirmeye devam ediyorlardı, ama önceden gördüğü enerjileri kalmamıştı.

Aieller, en iyi yaptıkları işi yapıyorlardı: öldürmek. Bu ordular Rand al’Thor’a giden patikayı tuttuğu sürece, belki yeterli olurdu. Belki…

Bir şey ona çarptı. Rhuarc inleyerek dizleri üzerine düştü. Başını kaldırdığı zaman güzel birinin fırtınanın içinden çıktığını ve onu süzdüğünü gördü. Kadının harika gözleri vardı, ama asimetriktiler. Rhuarc başka herkesin gözlerinin ne kadar korkunç ölçüde simetrik olduğunu daha önce hiç fark etmemişti. Bunu düşünmek bile midesini bulandırıyordu. Ve diğer kadınların kafalarında çok tüm fazla saç vardı. Seyrek saçlarıyla bu yaratık çok daha harikaydı.

Bu harika, hayret verici kadın yaklaştı. İnanılmaz. Yere çökmüş olan Rhuarc’ın çenesine dokundu. Parmak uçları bulutlar kadar yumuşaktı.

“Evet, sen iş görürsün,” dedi. “Gel evcil hayvanım. Diğerlerine katıl.”

Onu takip eden grubu gösterdi. Aralarında pek çok Bilge, iki Aes Sedai ve mızraklı bir adam vardı. Rhuarc hırladı. Bu adam sevgilisinin sevgisini çalmaya çalışır mıydı? Bunu yapmaya çalışırsa onu öldürürdü. O…

Hanımı güldü. “Moridin de bu yüzü ceza olarak görüyor. Eh, ne yüz takındığım senin umurunda değil, değil mi tatlım?” Sesi yumuşadı, ama aynı zamanda sertleşmişti. “İşim bittiğinde kimsenin umurunda olmayacak. Moridin’in kendisi güzelliğime övgüler yağdıracak, çünkü benim ona bahşettiğim gözlerle görecek. Tıpkı senin gibi evcil hayvanım. Tıpkı senin gibi.”

Rhuarc’ı okşadı. Rhuarc ona ve diğerlerine katıldı ve kardeşim dediği adamları geride bırakarak vadide ilerledi.


Önündeki ışık iplikleri bir araya gelerek bir yol oluşturdu ve Rand yola adım attı. Adımı parlak, temiz bir parke taşına indi ve Rand hiçlikten ihtişama geçti.

Yol, altı arabanın yan yana gidebileceği kadar genişti, ama şu an üzerinde hiç araba yoktu. Yalnızca insanlar. Rengarenk giysiler içinde, gevezelik eden, seslenen, hevesli, canlı insanlar. Sesler boşluğu doldurdu – hayatın sesleri.

Rand döndü ve çevresinde yükselen binalara baktı. Caddenin iki yanına yüksek evler dizilmişti. Evlerin önlerinde sütunlar vardı. Caddeye bakan yüksek, ince binalar birbirlerine yaslanmışlardı. Onların ötesinde, gökyüzüne doğru uzanan kubbeler, harikalar, binalar vardı. Gördüğü hiçbir şehre benzemiyordu, ama işçilik Ogier işçiliğiydi.

Daha doğrusu, kısmen Ogier. Yakında, işçiler fırtına sırasında kırılmış taş bir cepheyi onarıyorlardı. İnsanların yanı sıra çalışan kalın parmaklı Ogierler gürleyen kahkahalar atıyorlardı. Ogierler Rand’ın fedakarlığının karşılığını ödemek için İki Nehir’e gelmişlerdi. Burada bir anıt yapmak istemişlerdi, ama kasabanın önderleri akıllılık etmiş, anıt yerine şehri geliştirmelerine yardım etmelerini istemişti.

Seneler içinde Ogierler ve İki Nehirliler yan yana çalışmışlardı – öyle ki, artık İki Nehirli zanaatkarlar dünyanın her yerinde aranır olmuştu. Rand caddede, her ulustan insanın arasında yürüdü. Renkli, incecik giysileri içinde Domanlılar. Bol giysiler ve çizgili kolları olan gömlekler içinde Tearlılar – asillerle sıradan insanlar arasındaki ayrım gittikçe kayboluyordu. Egzotik ipekliler içinde Seanchanlar. Asil havalı Sınırboylular. Hatta bazı Sharalılar.

Hepsi Emond Meydanı’na gelmişti. Şehir eski haline pek az benziyordu, ama bazı izler kalmıştı. Caemlyn ya da Tear gibi daha büyük şehirlerde olabileceğinden daha fazla ağaç ve açık yeşil alan vardı. İki Nehir’de zanaatkarlara saygı duyuluyordu. Ve dünyanın en iyi nişancılarına sahiptiler. Tüfek denen, yeni ateşli çubuklarla silahlanmış seçkin bir grup İki Nehirli, Aiellerle birlikte Shara’ya bir barış seferi düzenlemişti. Shara, dünyada savaş olan tek yerdi. Ah, orada burada çatışmalar çıkıyordu. Beş sene önce, Murandy’yle Tear arasında çıkan anlaşmazlık, Son Savaş’ın üzerinden geçen yüz sene içinde, dünyaya az daha ilk savaşını verecekti.

Rand gülümseyerek, kimseyi itip kakmadan, insanların seslerindeki coşkuyu gururla dinleyerek kalabalığın içinde yürüdü. Murandy’deki ‘anlaşmazlık’ Dördüncü Çağ’ın standartlarına göre hareketliydi, ama aslında hiçbir şeydi. Tek bir kızgın asil, bir Aiel devriye koluna ateş açmıştı. Üç kişi yaralanmıştı, kimse ölmemişti ve Shara seferleri dışında, senelerdir görülen en kötü ‘çatışma’ buydu.

Yukarıda, güneş ince bulut örtüsünü deldi ve caddeyi ışığa boğdu. Rand sonunda şehir meydanına ulaşmıştı. Eskiden burası Emond Meydanı’nın Çayır’ıydı. Artık bir ordunun yürüyebileceği Taşocağı Yolu için ne düşünmek lazımdı? Meydanın ortasındaki devasa çeşmenin çevresinde yürüdü. Son Savaş’ta hayatını kaybedenlere adanmış bir anıttı ve Ogierler tarafından yapılmıştı.

Çeşmenin ortasındaki heykelde tanıdık yüzler gördü ve sırtını döndü.

Daha bitmedi, diye düşündü. Bu henüz gerçek değil. Bu gerçekliği olasılık ipliklerinden örmüştü, dünyanın aynalarından. Henüz kesinleşmemişti.

Kendi yarattığı imgeye girdiğinden beri ilk defa özgüveni sarsıldı. Son Savaş’ın bir başarısızlık olmadığını biliyordu. Ama insanlar ölüyordu. Tüm ölümleri, tüm acıları bitirmeyi mi düşünmüştü?

Bu benim savaşım olmalı, diye düşündü. Onların ölmesi gerekmemeli. Kendi fedakarlığı yeterli değil miydi?

Aynı soruyu defalarca sormuştu kendine.

İmge titredi, ayaklarının altındaki güzel taşlar sallandı, binalar dalgalandı. İnsanlar yerlerinde dondular ve sesler soldu. Küçük bir yan sokakta, iğne ucu kadar karanlık belirdi ve yayıldı, yakınındaki her şeyi içine çekerek yuttu. Ev boyutuna geldi ve yayılmaya devam etti.

DÜŞÜN ZAYIF, DÜŞMAN.

Rand iradesini bastırdı ve titreme durdu. Donmuş olan insanlar yürümeye devam ettiler ve rahat gevezelikleri geri döndü. Kaldırımda yumuşak bir rüzgar esti ve direklerdeki, kutlamayı ilan eden flamaları hışırdattı.

“Bunun olmasını sağlayacağım,” dedi Rand karanlığa. “Bu senin başarısızlığın. Mutluluk, büyüme, sevgi…”

BU İNSANLAR ARTIK BENİM. ONLARI BEN ALACAĞIM.

“Sen karanlıksın,” dedi Rand yüksek sesle. “Karanlık, Işık’ı süremez. Karanlık yalnızca Işık olmadığında, kaçtığında vardır. Ben başarısız olmayacağım. Kaçmayacağım. Ben yolunu tıkadığım sürece kazanamazsın Shai’tan.”

GÖRECEĞİZ.

Rand karanlığa sırtını döndü ve çeşmenin çevresinde kararlılıkla yürümeye devam etti. Meydanın diğer yanında, görkemli beyaz basamaklar dört katlı ve inanılmaz bir ustalıkla yapılmış bir binaya çıkıyordu. Rölyeflerle bezenmiş bakır çatılı bina flamalarla süslenmişti. Yüz sene. Yaşamla dolu, barışla geçen yüz sene.

Basamakların tepesinde duran kadının yüz hatları tanıdıktı. Saldaea kanı ima ediyordu, ama kesinlikle İki Nehirli görünen siyah kıvırcık saçları da vardı. Perrin’in torunu, Emond Meydanının valisi Leydi Adora. O anma söylevini verirken Rand basamakları tırmandı. Kimse onu fark etmedi. Rand imgeyi, onların kendisini fark etmeyeceği şekilde tasarlamıştı. Kadın kutlama gününü ilan ederken, Rand bir Gri Adam gibi arkasına geçti. Sonra binaya girdi.

Önden öyle görünse de, bir hükümet binası değildi. Çok daha önemli bir yerdi.

Bir okul.

Sağda, geniş koridorlara saraydakilerle yarışan tablolar ve süsler asılmıştı – ama bunlar, Anla’dan Thom Merrilin’e, geçmişin büyük öğretmenlerini ve öykücülerini betimliyordu. Rand koridorda gezinerek, en fakir çiftçiden Vali’nin çocuklarına kadar herkesin gelip bilgi edinebileceği sınıflara baktı. Öğrenmek isteyen herkesi kabul edebilmek için, binanın büyük olması gerekiyordu.

CENNETİN KUSURLU, DÜŞMAN.

Rand’ın sağındaki ayna karanlıkla doluydu. Koridoru değil, ONUN varlığını yansıtıyordu.

ACIYI YOK EDEBİLECEĞİNİ Mİ DÜŞÜNÜYORSUN? KAZANSAN BİLE YOK EDEMEZSİN. O KUSURSUZ CADDELERDE, YİNE GECELERİ İNSANLAR ÖLDÜRÜLECEK. HİZMETKARLARININ ÇABALARINA RAĞMEN ÇOCUKLAR AÇ KALACAK. ZENGİNLER İSTİSMAR EDECEK VE YOZLAŞTIRACAK; YALNIZCA, BUNU SESSİZCE YAPACAKLAR.

“Böylesi daha iyi,” diye fısıldadı Rand. “Böylesi iyi.”

YETERLİ DEĞİL VE ASLA YETERLİ OLMAYACAK, DÜŞÜN KUSURLU. DÜŞÜN BİR YALAN. DÜNYANIN TANIDIĞI TANIYACAĞI TEK DÜRÜSTLÜK BENİM.

Karanlık Varlık ona saldırdı.

Bir fırtına gibi geldi. Öyle korkunç bir rüzgar ki, Rand’ın derisini kemiklerinden koparmakla tehdit etti. Rand hiçliğe bakarak dimdik durdu ve kollarını arkasında çaprazladı. Saldırı imgeyi parçaladı – güzel şehir, gülen insanlar, eğitim ve barışa adanmış anıt. Karanlık Varlık onu yuttu ve bir kez daha, yalnızca bir olasılığa dönüştü.


Silviana Tek Güç tuttu, onun içini doldurduğunu, dünyayı aydınlattığını hissetti. Saidar tuttuğunda her şeyi görebiliyormuş gibi hissediyordu. Muhteşem bir duyguydu. Yalnızca bir duygu olduğunu hatırladığı sürece. Gerçeklik değildi. Saidarın cazibesi pek çok kadını aptalca şeyler yapmaya teşvik etmişti. Pek çok Mavi bir noktada bunu yapmıştı kesinlikle.

Silviana atının sırtında ateş ördü ve Sharalı askerleri yerle bir etti. İğdiş atı Akrep’i, yönlendirilirken huzursuz olmayacak şekilde eğitmişti.

“Okçular, geri çekilin!” diye bağırdı Chubain hemen arkasından. “Gidin, gidin! Ağır süvari birlikleri, ileri!” Zırhlı piyadeler, yamaçlardaki şaşkın Sharalılarla karşılaşmak üzere, baltalar ve gürzlerle ilerlediler. Kargı daha iyi olurdu, ama herkese yetecek kadar kargıları yoktu.

Düşmana bir ateş topu daha fırlatarak yolu açtı, sonra dikkatini yamacın yukarısındaki Sharalı okçulara çevirdi.

Egwene’in güçleri bataklıkların çevresinden dolandıktan sonra iki saldırı grubuna bölünmüştü. Aes Sedailer, Beyaz Kule piyadeleriyle hareket ediyor, Yayla’daki Sharalılara batıdan saldırıyorlardı. Artık yangınlar söndürülmüştü ve çoğu Trolloc aşağıda saldırmak için Yayla’dan inmişti.

Egwene’in ordusunun, daha çok süvarilerden oluşan diğer yarısı, bataklıkların kenarından geçide doğru giden koridora gönderilmişti. Elayne’in geçidin çevresindeki bölgeyi savunan birliklerine saldırmak için yamaçtan aşağı inen Trollocların savunmasız arka saflarına saldırmışlardı.

İlk grubun ana hedefi batı yamacına tırmanmaktı. Silviana onları püskürtmek için yaklaşan Sharalılara dikkatle nişan alarak bir dizi şimşek yolladı.

“Piyadeler yamacı tırmanmayı başardığında,” dedi Chubain, Egwene’in yanından, “Aes Sedailer başlayacak… Anne?” Chubain sesini yükseltmişti.

Silviana atının sırtında döndü ve Egwene’e korkuyla baktı. Amyrlin yönlendirmiyordu. Yüzü solmuştu ve titriyordu. Bir örgünün saldırısına mı uğramıştı? Silviana örgü göremiyordu.

Yamacın tepesinde toplanan şekiller Sharalı piyadeleri sürüyordu. Yönlendirmeye başladılar ve Beyaz Kule ordusunun üzerine yıldırımlar düştü. Her biri havayı çatırdatarak, insanları sersemletecek kadar parlak ışık çakmaları yarattılar.

“Anne!” Silviana atını dürtükleyerek Egwene’e yaklaştı. Demandred ona saldırıyor olmalıydı. Silviana ek güç için Egwene’in ellerindeki sa’angreale dokunarak bir kapıyol ördü. Egwene’in arkasından gelen Seanchan kadın Amyrlin’in dizginlerini yakaladı ve atı çekerek kapıyoldan güvenli bir yere götürdü. Silviana da, “O Sharalılara karşı direnin! Erkek yönlendiricileri uyarın; Demandred, Amyrlin Makamı’na saldırdı!” diye bağırarak takip etti.

“Hayır,” dedi Egwene zayıfça. Atlar geniş çadıra girerken eyerinde sallandı. Silviana onu daha da uzağa götürmek isterdi, ama bölgeyi uzun bir sıçrayışa yetecek kadar tanımıyordu. “Hayır, bu…”

“Sorun ne?” diye sordu Silviana. Atını Egwene’inkine yaklaştırdı ve kapıyolu kapattı. “Anne?”

“Gawyn,” dedi Egwene, solgun, titreyerek. “Yaralandı. Fena yaralandı. Ölüyor Silviana.”

Ah, Işık, diye düşündü Silviana. Muhafızlar! O aptal çocuğu gördüğünden beri böyle bir şeyden korkuyordu.

“Nerede?” diye sordu.

“Yayla’da. Onu bulacağım. Kapıyol açacağım ve onun olduğu yere doğru Yolculuk edeceğim…”

“Işık, Anne,” dedi Silviana. “Bunun ne kadar tehlikeli olacağına dair en ufak fikrin var mı? Burada kal ve Beyaz Kule’ye önderlik et. Onu ben bulmaya çalışırım.”

“Sen onu sezemiyorsun.”

“Bağını bana aktar.”

Egwene dondu.

“Yapılacak doğru şeyin bu olduğunu biliyorsun,” dedi Silviana. “Eğer ölürse seni mahveder. Bırak bağını ben devralayım. Böylece onu bulabilirim ve ölürse muhtemelen bu seni korur.”

Egwene hayretler içindeydi. Silviana ne cüretle bunu önerebilirdi? Ama, diğer yandan, o bir Kızıl’dı – Kızıllar Muhafızlarla pek ilgilenmezdi. Silviana ondan ne istediğini bilmiyordu.

“Hayır,” dedi Egwene. “Hayır, düşünmeyeceğim bile. Dahası, o ölürse bu yalnızca acıyı sana aktararak beni korur.”

“Ama ben Amyrlin değilim.”

“Hayır dedim. O ölürse ben hayatta kalacağım ve savaşmaya devam edeceğim. Dediğin gibi, kapıyol kullanarak onun yanına gitmek aptalca olur ve senin de böyle yapmana izin vermeyeceğim. Gawyn Yayla’da. Emredildiği gibi oraya çıkacağız ve böylece ona ulaşabileceğiz. En iyi seçenek bu.” Silviana duraksadı, sonra başını salladı. Bu iş görürdü. Birlikte Yayla’nın batısına geri döndüler, ama Silviana için için köpürüyordu. Aptal adam! Ölürse, Egwene savaşmakta çok zorlanacaktı.

Amyrlin’i durdurmak için Gölge’nin onu öldürmesi gerekmiyordu. Tek bir aptal oğlanı öldürmesi yeterliydi.


“O Sharalılar ne yapıyor?” diye sordu Elayne usulca.

Birgitte atını sakinleştirdi ve dürbünü Elayne’den aldı. Onu gözüne götürdü ve kuru ırmak yatağının ötesinde, Yayla’nın yamacına doğru baktı. Büyük bir Shara gücü orada toplanmaktaydı. Homurdandı. “Muhtemelen Trollocların oklarla kaplanmasını bekliyorlar.”

“Pek emin konuşmadın,” dedi Elayne, dürbünü geri alarak. Tek Güç tutuyordu, ama şu anda kullanmıyordu. Ordusu iki saattir burada, ırmakta savaşıyordu. Trolloclar Mora boyunca ırmak yatağına akın etmişti, ama birlikleri onların Shienar topraklarına ayak basmasını engellemişti. Bataklıklar yüzünden sol kanadına dolanamıyorlardı. Sağ kanadı daha zayıftı ve oraya göz kulak olması gerekecekti. Trollocların tamamı ırmağı geçmeye çalışsa çok daha kötü olurdu, ama Egwene’in süvarileri onlara arkadan saldırıyordu. Bu, Elayne’in ordusunun üzerindeki baskıyı biraz azaltıyordu.

Adamları Trollocları kargılarla tutuyordu ve ırmak yatağından sızan az miktarda su tamamen kızarmıştı. Elayne kararlılıkla oturmuş, izliyor ve aynı zamanda askerlerinin onu görmesine izin veriyordu. Andor’un en iyi askerleri kan döküyor ve ölüyor, Trollocları güçlükle tutabiliyordu. Shara ordusu Yayla’dan aşağı akın etmeye hazırlanıyormuş gibi görünüyordu, ama Elayne onların bu anda saldıracağına ikna olmamıştı. Batıdan gelen Beyaz Kule saldırısı onları endişelendiriyor olmalıydı. Mat’in, Egwene’in ordusunu Yayla’nın arkasından saldırmak için kullanması dahiyane olmuştu.

“Söylediklerimden emin değilim,” dedi Birgitte yumuşak bir sesle. “Hem de hiç. Artık hiçbir şeyden emin olamıyorum.”

Elayne kaşlarını çattı. Konuşmanın sona erdiğini sanıyordu. Birgitte ne diyordu? “Ya anıların?”

“Senin ve Nynaeve’in yanında uyandığımdan başka şey hatırlamıyorum artık,” dedi Birgitte usulca. “Düşler Dünyası’nda olmak hakkında konuştuklarımızı hatırlayabiliyorum, ama mekânın kendisini hatırlayamıyorum. Parmaklarımın arasından sızıp giden su gibi, sızıp gittiler.”

“Ah, Birgitte…”

Kadın omuzlarını silkti. “Hatırlayamadığım şeyleri özleyemem.” Sesindeki acı sözlerini yalanlıyordu.

“Gaidal?”

Birgitte başını iki yana salladı. “Hiçbir şey. O isme sahip birini hatırlamam gerektiğini hissediyorum, ama hatırlamıyorum.” Güldü. “Dediğim gibi. Ne kaybettiğimi hatırlamıyorum, bu yüzden sorun yok.”

“Yalan mı söylüyorsun?”

“Kanlı küller, elbette yalan söylüyorum. İçimde bir delik var gibi Elayne. Kocaman, derin bir delik. Hayatım ve anılarım o delikten akıp gidiyor.” Bakışlarını kaçırdı.

“Birgitte… üzgünüm.”

Birgitte atını çevirdi ve biraz uzaklaştı. Bu konuda daha fazla konuşmak istemediği açıktı. Acısı Elayne’in zihninin arkasında iğne delikleri gibiydi.

Bu kadar çok şey kaybetmek nasıl bir histi? Birgitte’in bir çocukluğu, anne babası olmamıştı. Tüm hayatı, tüm hatırladıkları, genelde bir seneden az bir süreyi kapsıyordu. Elayne onun peşinden gidecek oldu, ama korumaları yana çekilerek Galad’ın yaklaşmasına izin verdiler. Galad’ın üzerinde zırhı, önlüğü ve İşığın Çocukları’nın Lord Kumandanı pelerini vardı.

Elayne dudaklarını birbirine bastırdı. “Galad.”

“Kardeşim,” dedi Galad. “Senin durumunda bir kadının savaş meydanında bulunmasının ne kadar uygunsuz olduğunu söylemem tamamen boşuna olur sanırım?”

“Eğer bu savaşı kaybedersek, Galad, çocuklarım Karanlık Varlık’ın tutsakları olarak doğacak. Doğarlarsa tabii. Bence savaşa katılma riskine girmeye değer.”

“Şahsen kılıç kullanmaktan kaçındığın sürece,” dedi Galad, gözlerini gölgeleyip savaş meydanını inceleyerek. Sözleri, Elayne’e birliklerini yönetmesi için izin -izin– verdiğini ima ediyordu.

Yayla’dan ışık çubukları aktı ve savaş meydanından, Elayne’in birliklerinin arkasından ateş eden son birkaç ejdere çarptı. Ne büyük güç! Demandred’in gücü Rand’ınkini gölgede bırakıyordu. O gücü benim birliklerime yöneltirse…

“Cauthon beni neden buraya gönderdi?” dedi Galad usulca. “En iyi adamlarımdan bir düzinesini istedi…”

“Matrim Cauthon’un aklından geçenleri tahmin etmemi mi istiyorsun?” diye sordu Elayne. “Mat’in, sırf insanlar onu hafife alsın diye bu kadar aptal davrandığına ikna oldum.”

Galad başını iki yana salladı. Elayne, Galad’ın adamlarından bir grubun yakında toplandığını görebiliyordu. Irmak boyunca, Arafel tarafında ağır ağır ilerlemekte olan Trollocları işaret ediyorlardı. Elayne güçlerinin sağ tarafının tehlikeye olduğunu fark etti.

“Altı arbaletçi birliği getirt,” dedi Elayne, Birgitte’e. “Guybon’un ırmak yukarısındaki birliklerimizi desteklemesi gerekiyor.”

Işık. Bu iş iyi görünmüyor. Beyaz Kule, Yayla’nın batı yamacında, yönlendirmelerin en yoğun olduğu yerdeydi. Elayne çok şey göremiyordu, ama hissedebiliyordu.

Yayla’nın tepesinde, şimşek patlamalarının aydınlattığı duman bulutları yükseliyordu. Çakmak çakmak gözlerle karanlığın ortasında uyanan bir fırtına ve açlık canavarı gibi.

Elayne aniden farkına vardı. Havadaki baskın duman kokusunun, adamlarından yükselen acı feryatlarının. Gökyüzündeki gök gürültüsünün ve yerdeki sarsıntıların. Bitkilerin yeşermediği bir diyarın üzerine çökmüş soğuk havanın, kırılan silahların, kalkanlara sürtünen kargıların sesinin. Sonun farkına vardı. Son gerçekten gelmişti ve Elayne de uçurumun kenarında duruyordu.

Zarf taşıyan bir haberci dörtnala yaklaştı. Elayne’in korumasına gerekli parolaları söyledi, atından indi ve Elayne ile Galad’a yaklaşmasına izin verildi. Adam zarfı Galad’a uzattı. “Lord Cauthon’dan efendim. Burada olacağınızı söylemişti.”

Galad mektubu aldı ve kaşlarını çatarak açtı. İçinden bir kâğıt parçası çıkardı.

Elayne sabırla -sabırla– üçe kadar sayarak bekledi, sonra atını Galad’ınkine yaklaştırdı ve boynunu uzatarak okudu. Gerçekten, Galad’ın hamile bir kadının rahatını düşüneceğini sanırdınız.

Mektup, Mat’in el yazısıyla yazılmıştı. Ve Elayne zevkle, haftalar önce kendisine gönderdiği mektuptakinden çok daha düzgün bir el yazısıyla ve yazım kurallarına uyarak yazılmış olduğunu gördü. Görünüşe göre savaşın baskısı Matrim Cauthon’u daha iyi bir katibe dönüştürmüştü.

Galad,

Süslü laflara zaman yok. Bu görev için senden başkasına güvenemem. Kimse senin kahrolası doğru şeyi yapmanı istemezken bile doğru şeyi yapan bir adamsın. Sınırboylularda bunu kaldıracak mide olmayabilir, ama bir Beyazcüppe’ye güvenebileceğim üzerine bahis oynayacağım. Bunu al. Elayne’e kapıyol açtır. Yapılması gerekeni yap.

Mat

Galad kaşlarını çattı, sonra zarfı baş aşağı çevirdi ve gümüşi bir şey düştü. Zincire takılmış bir madalyon. Yanına bir de tek bir Tar Valon markası düştü.

Elayne nefes verdi, sonra madalyona dokundu ve yönlendirmeye çalıştı. Yönlendiremedi. Bu kendi ürettiği kopyalardan biriydi, Mat’e verdiği kopyalardan biri. Diğerini Mellar çalmıştı. “Takanı yönlendirmeden korur,” dedi Elayne. “Ama neden onu sana gönderdi?”

Galad bir şey fark ederek kâğıdı çevirdi. Arkasına, daha telaşlı bir el yazısıyla, şunlar yazılmıştı: not: “Yapılması gerekeni yap’ın ne demek olduğunu bilmiyorsan, becerebildiğince çok lanet Sharalı yönlendiriciyi katletmeni kastediyorum. Bir tam Tar Valon markasına iddiaya girerim (kenarlardan yalnızca birazcık tıraşlanmıştır) yirmi tane öldüremezsin. MC

“Bu kahrolası dahiyane,” diye nefes verdi Elayne. “Kan ve lanet küller, gerçekten öyle.”

“Bir hükümdar için hiç de uygun olmayan bir dil kullanıyorsun,” dedi Galad, mektubu katlayıp pelerininin cebine yerleştirerek. Duraksadı, sonra madalyonu boynuna taktı. “Acaba Çocuklar’dan birine, onu Aes Sedailerin dokunuşundan koruyan bir madalyon vererek ne yaptığının farkında mıdır? Emirleri iyi. Onları yerine getireceğim.”

“Demek yapabilirsin?” diye sordu Elayne. “Kadınları öldürebilirsin?” “Eskiden olsa duraksardım,” dedi Galad, “ama bu yanlış seçim olurdu. Kadınlar da erkekler kadar kötülük yapabiliyor. Neden birini öldürmekte duraksayalım da, diğerinde duraksamayalım? Işık insanı cinsiyetine göre değil, yüreğindekilere göre yargılar.”

“İlginç.”

“İlginç olan ne?” diye sordu Galad.

“Seni boğmak istememe yol açmayan bir şey söyledin. Belki de senin için umut vardır Galad Damodred.”

Galad kaşlarını çattı. “Burası şakalaşmanın ne yeri ne de zamanı Elayne. Gareth Bryne’la ilgilenmelisin. Heyecanlanmış gibi görünüyor.”

Elayne döndü ve yaşlı generali korumalarıyla konuşurken bulunca şaşırdı. “General?” diye seslendi ona.

Bryne başını kaldırıp baktı, sonra at sırtında resmi bir biçimde eğildi.

“Korumam seni durdurdu mu?” diye sordu Elayne, o yaklaşırken. Bryne’ın İçtepi altında olduğu haberi yayılmış mıydı?

“Hayır Majesteleri,” dedi Bryne. Atı terden köpük köpük olmuştu. Adam atını sıkı koşturmuştu. “Sizi şahsen rahatsız etmek istemedim.”

“Seni rahatsız eden bir şey var,” dedi Elayne. “Söyle.”

“Kardeşiniz, bu tarafa mı geldi?”

“Gawyn mi?” diye sordu Elayne, Galad’a bakarak. “Onu görmedim.”

“Ben de görmedim,” dedi Galad.

“Amyrlin sizin güçlerinizin yanında olduğundan emin…” dedi Bryne, başını iki yana sallayarak. “Ön saflarda savaşmaya gitti. Belki kılık değiştirerek gelmiştir.”

Neden o… O Gawyn’di. Savaşmak isteyecekti. Ama kılık değiştirip ön saflara gitmek, onun yapacağı bir şeye benzemiyordu. Ona sadık birkaç adam toplar, birkaç saldırıya önderlik ederdi. Ama gizlice gitmek? Gawyn? Hayal etmek zordu.

“Ben haberi yayarım,” dedi Elayne, Galad onun önünde eğilip görevini yerine getirmek üzere uzaklaşırken. “Belki kumandanlarımdan biri görmüştür onu.”


Ah… diye düşündü Mat. Yüzü haritalara o kadar yakındı ki, neredeyse aynı hizadaydı. Sonra elini yana doğru salladı ve damane Mika bir kapıyol açtı. Mat tepeden görebilmek için Dashar Tepesi’ne Yolculuk yapabilirdi. Ama bunu yaptığı son seferinde, düşman yönlendiricileri onu hedef almışlar, zirvenin bir kısmını parçalamışlardı. Ve çok yüksek olmasına rağmen, Dashar Tepesi Polov Yaylası’nın batı yamacının aşağısında olan her şeyi görmesine izin vermiyordu. Mat yaklaştı ve ellerini masanın üzerindeki kapıyolun kenarına dayayarak aşağıdaki manzarayı inceledi.

Elayne’in ırmak boyundaki hattı geri itiliyordu. Okçuları sağ kanatlarına kaydırmışlardı. Güzel. Kan ve lanet küller… o Trolloclar neredeyse bir süvari birliği kadar güçlüydüler. Elayne’e haber yollaması, süvarileri kargılı askerlerin arkasına geçirmesini söylemesi gerekiyordu.

Pena çağlayanlarında Sana Ashraf ile savaştığım zamanki gibi, diye düşündü. Ağır süvariler, atlı okçular, ağır süvariler, atlı okçular. Peş peşe. Taer’ain dhai hochin dieb sene.

Mat bir savaşa bu kadar konsantre olduğu başka bir zaman hatırlamıyordu. Shaidolara karşı verdikleri savaş bu kadar cezbedici olmamıştı, ama Mat o savaşın tamamını yönetmemişti de. Elbar’a karşı savaş da bu kadar tatmin edici olmamıştı. O daha küçük ölçekli bir savaştı elbette.

Demandred kumar oynamayı biliyordu. Mat adamın birliklerinin hamlelerinden sezebiliyordu bunu. Mat, yaşamış en büyük kumandanlardan birine karşı savaşıyordu ve bu sefer ortada yalnızca servet yoktu. İnsanların yaşamları üzerine zar atıyorlardı ve nihai ödül dünyanın kendisiydi. Kan ve lanet küller, ama bu onu heyecanlandırıyordu. Bu yüzden vicdan azabı çekiyordu, ama hakikaten heyecan vericiydi.

“Lan yerini aldı,” dedi Mat, doğrulup haritalarının başına dönerek. Birkaç not aldı. “Saldırmasını söyleyin.”

Harabelerin yakınında ırmağı geçen Trolloc ordusunun ezilmesi gerekiyordu. Zayıf arka saflarına saldırmaları için Sınırboyluları Yayla’nın çevresinden dolaştırmıştı. Bu arada, Tam ve birleşmiş güçleri önden onları zorlamaya devam ediyordu. Irmak kesilmeden önce ve kesildikten sonra, Tam çok sayıda Trolloc yok etmişti. O Trolloc sürüsü bozguna uğramaya yakındı ve iki taraftan eşgüdümlü bir saldırı bunu başarabilirdi.

Tam’in adamları yorulmuş olmalıydı. Lan gelip Trolloclara arkadan saldırana kadar dayanabilirler miydi? Işık, Mat dayanacaklarını umuyordu. Dayanamazlarsa…

Biri kumanda yerinin kapısını kararttı. Asha’man ceketli, uzun boylu, siyah kıvırcık saçlı bir adam. Kaybeden eli çekmiş birinin ifadesine sahipti. Işık. O dik bakışları bir Trolloc bile sinir bozucu bulurdu.

Tuon’la konuşmakta olan Min’in sesi boğuldu. Logain’in ona ayrılmış, özel bir dik bakışı var gibiydi. Mat doğruldu ve ellerindeki tozu çırptı. “Umarım korumalara çok kötü bir şey yapmadın Logain.”

“Hava bağları birkaç dakika sonra kendiliğinden çözülecek,” dedi adam, sert bir sesle. “Beni içeri bırakmayacaklarını düşündüm.”

Mat, Tuon’a bir bakış fırlattı. Tuon iyice kolalanmış bir önlük kadar gerilmişti. Seanchanlar, değil Logain gibi biri, yönlendirebilen kadınlara bile güvenmiyordu.

“Logain,” dedi Mat. “Beyaz Kule ordusunun yanında savaşmana ihtiyacım var. O Sharalılar onları perişan ediyor.”

Logain, Tuon ile göz göze gelmişti.

“Logain!” dedi Mat. “Fark etmediysen burada kahrolası bir savaş veriyoruz.”

“Bu benim savaşım değil.”

“Bu bizim savaşımız,” diye terslendi Mat. “Her birimizin.”

“Ben savaşmak için öne çıktım,” dedi Logain. “Ödülüm ne oldu? Kızıl Ajah’a sor. Desen’in kullandığı bir adamın ödülünü onlar söyler sana.” Havlarcasına kahkaha attı. “Desen bir Ejder talep etti! Ben de geldim! Erken. Birazcık erken.”

“Beni dinle,” dedi Mat, Logain’e yaklaşarak. “Ejder olamadığın için mi öfkelisin?”

“O kadar küçük bir şey değil,” dedi Logain. “Ben Lord Ejder’i takip ediyorum. Bırak o ölsün. O bayramın bir parçası olmak istemiyorum. Ben ve adamlarım onun yanında olmalıyız, burada savaşmamalıyız. İnsanların küçük hayatları için verilen bu savaş, Shayol Ghul’de onun verdiğiyle karşılaştırıldığında hiçbir şey.”

“Ama burada sana ihtiyacımız olduğunu biliyorsun,” dedi Mat. “Aksi halde çoktan gitmiş olurdun.”

Logain hiçbir şey söylemedi.

“Egwene’e git,” dedi Mat. “Bütün adamlarını al ve o Sharalı yönlendiricileri meşgul et.

“Demandred ne olacak?” diye sordu Logain usulca. “Ejder’in gelmesi için bağırıp duruyor. Bir düzine adamın gücüne sahip. Hiçbirimiz onunla yüzleşemeyiz.”

“Ama bunu denemek istiyorsun, değil mi?” diye yanıt verdi Mat. “Aslında şu anda burada olmanın sebebi bu. Seni Demandred’le savaşmaya göndermemi istiyorsun.”

Logain duraksadı, sonra başını salladı. “Yenidendoğan Ejder’le yüzleşemez. Onun yerine benimle yüzleşecek. Ejder’in… yedeği olarak düşünebilirsin.”

Kan ve lanet küller… bunların hepsi delirmiş. Ne yazık ki, Mat Terkedilmişlerden birine karşı başka ne yapabilirdi? Şu anda savaş planı Demandred’i meşgul etmek ve adamı karşılık vermeye zorlamak üzerine kuruluydu. Demandred general olarak çalıştığı sürece, yönlendirirkenki kadar zarar veremezdi.

Terkedilmişle başa çıkabilmek için bir yol bulmalıydı. Bu konu üzerinde çalışıyordu. Koca kahrolası savaş süresince bu konu üzerinde çalışıyordu ve hiçbir şey bulamamıştı.

Mat kapıyolun ötesine baktı. Elayne zor durumdaydı. Bir şeyler yapmalıydı. Seanchanları mı gönderseydi? Onları Erinin kıyılarındaki meydanın güney ucuna konuşlandırmıştı. Demandred için öngörülemez bir faktör olacaklar, onun tüm birliklerini Yayla’nın dibinde verilen savaşlara adamasını engelleyeceklerdi. Ayrıca onlar için planları vardı. Önemli planlar.

Mat’e göre Logain’in Demandred karşısında fazla şansı yoktu. Ama bir şekilde adamla başa çıkması gerekiyordu. Logain denemek istiyorsa, bırak denesin.

“Onunla savaşabilirsin,” dedi Mat. “Şimdi yap ya da biraz zayıflayana kadar bekle. Işık, umarım onu zayıflatmayı başarabiliriz. Her durumda, karan sana bırakıyorum. Zamanını seç ve saldır.”

Logain gülümsedi ve sonra odanın tam ortasına bir kapıyol açıp, eli kılıcında, içinden geçti. Yenidendoğan Ejder olmaya yetecek kadar kibri vardı, orası kesindi. Mat başını iki yana salladı. Bütün bu koca kafalarla işinin bitmesi için neler vermezdi. Mat şimdi onlardan biri olabilirdi, ama o işi halletmek mümkündü. Tek yapması gereken, Tuon’u tahtından vazgeçmeye ve onunla birlikte kaçmaya ikna etmekti. Kolay olmayacaktı, ama kanlı küller, Mat Son Savaş ta savaşıyordu. Şimdi onu bekleyen güçlüklerle karşılaştırıldığında, Tuon çözmesi kolay bir düğüm gibi görünüyordu. “İnsanoğlunun zaferi…” diye fısıldadı Min. “Daha gelecek.”

“Biri gidip o nöbetçileri kontrol etsin,” dedi Mat, haritalara dönerek. “Tuon, yer değiştirmeni isteyebiliriz. Burası hiçbir zaman güvenli olmadı ve Logain az önce bunu kanıtladı.”

“Ben kendimi koruyabilirim,” dedi Tuon kibirle.

Fazla kibirli. Mat tek kaşını kaldırarak ona baktı ve Tuon başını salladı. Gerçekten mi? diye düşündü Mat. Bu konuda mı kavga etmek istiyorsun? Casusun buna kanacağını sanmıyordu. Sebep fazla zayıftı.

Tuon’la yaptığı plan, bir zamanlar Rand’ın Perrin’le yaptığını örnek alıyordu. Mat Seanchanlarla arasında fikir ayrılığı olduğu izlenimini uyandırabilirse ve bu arada Tuon güçlerini geri çekerse, belki Gölge Tuon’u görmezden gelirdi. Mat’in bir tür avantaja ihtiyacı vardı.

İki nöbetçi içeri girdi. Hayır, üç. O adamı gözden kaçırmak kolaydı. Mat, Tuon’a bakarak başını iki yana salladı –hakkında tartışacak daha gerçekçi bir şey bulmaları gerekiyordu– ve haritalarına baktı.

Küçük nöbetçi hakkında bir şey onu rahatsız ediyordu. Askerden çok hizmetkara benziyor, diye düşündü Mat. Sıradan hizmetkarların dikkatini dağıtmasına izin vermemeliydi gerçekten, ama kendini başını kaldırıp bakmaya zorladı. Evet, adam oradaydı, Mat’in masasının yanında duruyordu. Bıçağını çekiyor olmasına rağmen, dikkat etmeye değmezdi.

Bıçak.

Gri Adam saldırırken Mat sendeleyerek geriledi. Mat bağırdı ve kendi bıçaklarına uzanırken Mika haykırdı: “Yönlendiriyorlar! Yakında!”

Kumanda binasının duvarı alevlere boğulurken Min kendini Fortuona’nın üzerine attı. Metal bantlardan yapılmış, altın renge boyanmış tuhaf zırhlar içinde Sharalılar yanan açıklıktan içeri daldı. Dövmeli yüzlü yönlendiriciler onlara eşlik ediyordu: uzun, sert elbiseler içinde kadınlar ve lime lime pantolonlu, gömleksiz adamlardı bunlar. Min bütün bunları gördü ve sonra Fortuona’nın tahtını yere devirdi.

Min’in üzerindeki havada ateşler fışkırıyor, süslü ipeklileri kavuruyor, arkalarındaki duvarı yakıp tüketiyordu. Fortuona yerden kalkmadan Min’in kollarından sıyrıldı ve Min gözlerini şaşkın şaşkın kırpıştırdı. Kadın hantal kıyafetini geride bırakmıştı –ayrılacak şekilde yapılmıştı– ve altında siyah dar ipek pantolon ve yine siyah, dar bir gömlek vardı.

Tuon elinde bir bıçak, vahşi bir şekilde hırlayarak doğruldu. Yakında Mat, tepesinde hançerli adamla geriye devrildi. O adam nereden gelmişti? Min onun içeri girdiğini hatırlamıyordu.

Sharalı yönlendiriciler kumanda binasını ateşle dövmeye başlarken, Tuon Mat’in yanına koştu. Min o korkunç kıyafetlerin içinde ayağa kalkmaya çalıştı. Hançerini çekti ve tahtın yanında büzüldü. Yer kabarmaya başlayınca sırtını tahta verdi.

Fortuona’ya ulaşamazdı, bu yüzden kendini arka duvardan çıkmaya zorladı. Duvar, Seanchanların tenmi dediği, kâğıda benzer bir maddeden yapılmıştı.

Duman yüzünden öksürdü, ama dışarı çıktığında hava biraz temizlendi. Binanın bu yanında hiç Sharalı yoktu. Hepsi başka yönlerden saldırıyordu. Min duvar boyunca koştu. Yönlendiriciler tehlikeli insanlardı, ama hançerini saplamayı başarırsa, dünyanın Tek Güç’üne sahip olsalar da fark etmezdi.

Min köşeden baktı ve orada, gözlerinde vahşi bir ifadeyle çömelmiş bir adam bulunca şaşırdı. Adamın köşeli bir yüzü vardı. Kan kırmızı boyun dövmeleri pençelere benziyordu ve beyaz tenli kafasını ve çenesini kavrıyordu.

Adam hırladı, Min kendini yere atarak ateş kurdelesinden kaçındı ve bıçağını fırlattı.

Adam bıçağı havada yakaladı. Hayvansı bir tavırla, eğilerek ilerledi ve ona gülümsedi.

Derken aniden sarsıldı ve yere düşerek çırpınmaya başladı. Dudaklarından kan sızıyordu.

“Bu,” dedi yakındaki bir kadın, hoşnutsuz bir sesle, “yapmasını bilmiyor olmam gereken bir şey, ama birinin kalbini Tek Güç’le durdurmak sessiz oluyor. Şaşırtıcı bir şekilde pek az Güç gerektiriyor ve benim için önemli olan da bu.”

“Siuan!” dedi Min. “Burada olmaman gerekiyor.”

“Şanslısın ki buradayım,” dedi Siuan hıhlayarak. Eğilerek cesedi inceledi. “Peh. Pis bir iş, ama balık yiyeceksen bağırsaklarını kendin temizlemelisin. Sorun nedir kızım? Artık güvendesin. O kadar solgun görünmene gerek yok.”

“Burada olmaman gerekiyor!” dedi Min. “Sana söyledim. Gareth Bryne’ın yanından ayrılma.”

“Onun yanından ayrılmadım. Neredeyse iç çamaşırları kadar yakındım, bilmeni isterim. Sırf bu yüzden birbirimizin hayatını kurtardık, bu yüzden görülerin doğruydu sanırım. Hiç yanıldıkları oldu mu?”

“Hayır, bunu sana söylemiştim,” diye fısıldadı Min. “Asla. Siuan… Bryne’ın yanında gördüğüm hale, birlikte kalmazsanız ikinizin de öleceğini anlatıyordu. Şu anda senin de üzerinde. Ne yaptığını düşünüyorsan düşün, görü henüz tamamlanmadı. Hâlâ orada.”

Siuan bir an yerinde donakaldı. “Cauthon tehlikede.”

“Ama…”

“Umurumda değil kızım!” Yakında, yer Tek Güç’ün kuvvetiyle titredi. Damaneler saldırıya karşılık veriyorlardı. “Cauthon ölürse bu savaşı kaybederiz! Bu yüzden ikimiz de ölsek bile umurumda değil. Yardım etmek zorundayız. Yürü!”

Min başını salladı, sonra Siuan’la birlikte hasar görmüş binanın kenarında ilerledi. Dışarıdaki ateş savaşı bir patlamalar, duman ve alev kargaşasıydı. Ölümnöbetçileri, çevrelerinde katledilen yoldaşlarına aldırış etmeden kılıçlarını çekmiş, Sharalılara saldırıyorlardı. Bu en azından yönlendiricileri meşgul ediyordu.

Kumanda binası öyle bir ısıyla yanıyordu ki, Min kolunu kaldırarak gerilemek zorunda kaldı.

“Dur bir dakika,” dedi Siuan, sonra Tek Güç kullanarak yakındaki fıçıdan küçük bir su sütunu çekti ve üstlerine serpti. “Alevleri söndürmeye çalışacağım,” dedi, su sütununu kumanda binasına doğru çevirerek. “Tamam. Gidelim.”

Min başını salladı ve Siuan’la birlikte alevlerin içine daldı. İçerideki tenmi duvarların hepsi yanıyordu ve hızla tükeniyordu. Tavandan ateş damlıyordu.

“Orada,” dedi Min, sıcaklık ve dumanın getirdiği gözyaşlarına karşı gözlerini kırpıştırarak. Binanın ortasında çabalayan karanlık şekilleri ve Mat’in alevler içindeki harita masasını işaret etti. Mat’le dövüşen üç-dört kişi var gibiydi. Işık, hepsi Gri Adamlardı – tek bir tane değil! Tuon yerdeydi.

Min koşarak, pek çok korumayla birlikte, bir de sul’dam’ın yanından geçti. Siuan Tek Güç kullanarak Gri Adamlardan birini Mat’in üzerinden çekti. Korumaların cesetleri yerde, ateşe karşı gölgeler yaratıyordu. Bir damane hâlâ yaşıyordu. Dehşet içinde bir köşeye büzülmüştü ve tasması yerdeydi. Sul’damı biraz ötede, kıpırdamaksızın yerde yatıyordu. Tasma elinden düşmüştü anlaşılan; sonra damane sine ulaşmaya çalışırken öldürülmüştü.

“Bir şey yap!” diye bağırdı Min kıza, onu kolundan yakalayarak.

Damane gözyaşları içinde başını iki yana salladı.

“Kavrul…” dedi Min.

Binanın tavanı inledi. Min, Mat’in yanına koştu. Bir Gri Adam ölmüştü, ama iki tane daha vardı ve Seanchan koruma üniformaları giymişlerdi. Min canlı olanları görmekte güçlük çekiyordu. Her açıdan, doğal olamayacak kadar sıradandılar. Kesinlikle tarifi imkansız.

Mat bağırarak adamlardan birini bıçakladı, ama mızrağı yanında değildi. Min onun nerede olduğunu bilmiyordu. Mat pervasızca öne atıldı ve böğrüne bir bıçak darbesi aldı. Neden?

Tuon, diye fark etti Min, sendeleyip durarak. Gri Adamlardan biri onun kıpırtısız şeklinin yanında diz çökmüş, hançerini kaldırıyordu. Adam. ..

Min fırlattı.

Mat, Tuon’dan bir-iki metre uzakta yere devrildi. Son Gri Adam onu bacaklarından yakalamıştı. Min’in bıçağı alevleri yansıtarak döne döne gitti ve Tuon’un tepesindeki Gri Adam’ın göğsüne saplandı.

Min nefes verdi. Hayatı boyunca, bir bıçağın hedefini bulduğuna bu kadar sev inmemişti. Mat küfrederek dönmüş, ona saldıran adamın yüzünü tekmeliyordu. Adamı bıçakladı, sonra Tuon’un yanına koştu ve onu omzuna kaldırdı.

Min onu karşıladı. “Siuan da burada. O…”

Mat işaret etti. Siuan binanın zemininde yatıyordu. Gözleri donmuştu ve başının üzerindeki tüm imgeler yok olmuştu.

Ölmüştü. Min, yüreği burkularak yerinde dondu. Siuan! Öldüğüne inanmakta güçlük çekerek yanına gitti. Siuan’ı ve yanındaki duvarın yarısını etkileyen ateş patlaması yüzünden giysileri yanmıştı.

“Dışarı!” dedi Mat öksürerek ve Tuon’a sarılarak. Yarı yanmış bir duvarı omuzladı ve dışarı çıktı.

Min inleyerek Siuan’ın cesedini bıraktı. Üzüntüsü ve duman yüzünden dolan gözlerini kırpıştırdı. Öksürerek, Mat’in peşinden açık havaya çıktı. Dışarısı o kadar tatlı, o kadar soğuk kokuyordu ki. Arkalarında, bina gıcırdadı ve sonra yıkıldı.

Birkaç saniye sonra Min ve Mat, Ölümnöbetçileri tarafından kuşatıldılar. Teki bile Tuon’u Mat’ten almaya çalışmadı – Tuon, sığ bir şekilde olsa da, hâlâ nefes alıyordu. Mat’in yüzündeki ifadeye bakarak, bunu başarabileceklerini de sanmıyordu Min.

Elveda Siuan, diye düşündü Min, Ölümnöbetçileri onu Dashar Tepesi’nin dibindeki savaştan uzağa götürürlerken dönüp arkasına bakarak. Yaratıcı ruhuna kucak açsın.

Diğerlerine haber gönderip Bryne’ı korumalarını isteyecekti, ama içten içe bunun boşuna olacağını biliyordu. Siuan öldüğü anda Bryne intikam gazabına kapılmış olmalıydı ve o olmasa bile, görü vardı.

Min asla yanılmamıştı. Bazen bundan nefret ediyordu. Ama hiç yanılmamıştı.


“Siz örgülerini hedef alın,” diye bağırdı Egwene. “Ben saldırırım!”

Emirlerine uyulup uyulmadığını görmek için beklemedi. Vora’nın sa’angreali aracılığıyla çekebildiğince güç çekti ve saldırdı. Yamaç yukarı üç ayrı ateş şeridini, siper almış Sharalılara doğru fırlattı.

Çevresinde, Bryne’ın eğitimli birlikleri, savaş hatlarını korumaya çalışarak Sharalı askerlerle savaşıyorlar, Yayla’nın batı yamacına tırmanıyorlardı. Yamaç, iki tarafın fırlattığı örgüler yüzünden, yüzlerce çukurla delik deşik olmuştu.

Egwene çaresizce savaşarak ilerlemeye çalışıyordu. Gawyn’in yukarıda olduğunu hissedebiliyordu, ama onun baygın olduğunu düşünüyordu. Gawyn’in hayat kıvılcımı o kadar hafifti ki yönünü güçlükle sezebiliyordu. Tek umudu, savaşa savaşa Sharalıları aşmak ve ona ulaşmaktı.

Egwene yukarıdaki Sharalı kadını buharlaştırırken yer sarsıldı. Saerin, Doesin ve diğer Aes Sedailer düşman örgülerini savuşturmaya odaklanırken, Egwene saldırılar göndermeye devam etti. Öne adım attı. Bir adım daha.

Geliyorum Gawyn, diye düşündü çılgına dönerek. Geliyorum.


“Rapor vermeye geldik Wyld.”

Demandred bir anlığına habercileri görmezden geldi. Bir atmacanın kanatlarında uçarak, kuşun gözleriyle savaşı inceliyordu. Kuzgunlar daha iyiydi, ama ne zaman onlardan birini kullanmaya kalksa, Sınırboylulardan biri kuşu vurup düşürüyordu. Çağlar boyunca hatırlanacak onca başka şey varken neden bunu hatırlıyorlardı?

Fark etmez. Atmaca onun kontrolüne direniyor olsa da iş görürdü. Kuşu savaş meydanının üzerinde uçurarak safları, güç dağılımını ve birliklerin ilerleyişini inceledi. Başkalarının raporlarına güvenmesi gerekmiyordu böylece.

Neredeyse aşılmaz bir avantaj olmalıydı. Lews Therin böyle bir hayvanı kullanamazdı. Yalnızca Gerçek Güç’ün bahşettiği bir armağandı bu. Demandred sadece ince bir Gerçek Güç sızıntısı yönlendirebiliyordu – yıkıcı örgülere yetecek kadar değil, ama tehlikeli olmanın başka yolları da vardı. Ne yazık ki Lews Therin’in de kendi avantajı vardı. Savaş meydanını gören kapıyollar? Bu çağın insanlarının neler keşfettiği huzursuz ediciydi. Efsaneler Çağı’nda bilinmeyen şeyler.

Demandred gözlerini açtı ve atmacayla arasındaki bağı kopardı. Güçleri ilerliyordu, ama her adım zorlu bir mücadele gerektiriyordu. On binlerce Trolloc öldürülmüştü. Dikkatli olmak zorundaydı; Trollocların sayısı sonsuz değildi.

Şu anda Yayla’nın doğu tarafındaydı ve aşağıdaki ırmağa bakıyordı. Lews Therin’in suikastçısının onu öldürmeye çalıştığı yerin kuzeydoğusundaydı.

Burada Demandred, Moghedien’in Dashar Tepesi dendiğini söylediği tepenin hemen hemen tam karşısındaydı. Kayalar gökyüzüne yükseliyordu. Dibi, bir kumanda pozisyonu için ideal bir konumdaydı; Tek Güç saldırılarına karşı korunaklıydı.

Oraya bizzat saldırma, Yolculuk ederek gidip mekânı harabeye çevirme fikri çok baştan çıkarıcıydı. Ama Lews Therin’in istediği bu muydu? Demandred o adamla savaşacaktı. Savaşacaktı. Ama düşmanın kalesine Yolculuk etmek ve muhtemelen tuzağa düşmek, o yüksek kayalarca kuşatılmış olmak… Lews Therin’i kendi yanına çekmek daha iyiydi. Demandred bu savaş meydanına hakimdi. Yüzleşmenin nerede olacağını o seçecekti.

Aşağıdaki ırmak çamurlu bir sızıntıya dönüşmüştü ve Demandred’in Trollocları güney kıyısını ele geçirmek için savaşıyordu. Şimdilik savunucular orayı tutuyordu, ama yakında eline geçmiş olacaktı. Irmağın çok daha yukarısında, M’Hael suyun yönünü değiştirmek konusunda başarılı olmuştu, ama olağanüstü direnişle karşılaştığını raporlamıştı. Kasabalılar ve küçük bir askeri birlik? Demandred’in henüz çözemediği bir tuhaflık.

Neredeyse M’Hael’in başarısız olmasını dileyecekti. Adamı Demandred’in kendisi seçmiş olsa da, M’Hael’in Seçilmiş rütbesine bu kadar çabuk yükselmesini beklememişti.

Demandred yana döndü. Önünde, beyaz kurdeleli siyah elbiseler içinde üç kadın eğiliyordu. Shendla da yanlarındaydı.

Shendla. Demandred bir daha bir kadına âşık olmayacağını sanıyordu – Lews Therin’e duyduğu alev alev nefretin yanında sevgi nasıl yaşayabilirdi? Ama Shendla… Şeytani, becerikli, güçlü. Fikir değiştirmesine yetecekti neredeyse.

“Raporunuz nedir?” diye sordu, eğilen üç siyahlı kadına.

“Av başarısız oldu,” dedi Galbrait, başını eğerek.

“Kaçtı mı?”

“Evet Wyld. Sizi hayal kırıklığına uğrattım.” Demandred kadının sesindeki acıyı duydu. Kadın Ayyadların başıydı o.

“Onu öldürmeniz gerekmiyordu,” dedi Demandred. “O sizin becerilerinizin ötesinde bir düşman. Kumanda binasını yıktınız mı?”

“Evet,” dedi Galbrait. “Yönlendiricilerinin yarım düzinesini öldürdük, binayı ateşe verdik ve haritalarını yok ettik.”

“Yönlendirdi mi? Kendini gösterdi mi?”

Kadın duraksadı, sonra başını iki yana salladı.

Bu Cauthon denen adamın Lews Therin’in kılık değiştirmiş hali olup olmadığından hâlâ emin olamıyordu. Demandred o olduğundan şüpheleniyordu, ama Shayol Ghul’den, Lews Therin’in orada, dağın yamaçlarında görüldüğüne dair raporlar almıştı. Lews Therin, Son Savaş’ta daha önce de kurnazlık sergilemiş, cepheden cepheye sıçrayarak kendini orada burada göstermişti.

Demandred düşman generale karşı ne kadar çok manevra yaparsa, Lews Therin’in burada olduğundan o kadar emin oluyordu. Kendisi bu savaşa katılırken kuzeye sahtesini yollamak tam da Lews Therin’in yapacağı şeydi. Her zaman her şeyi kendisi yapmak, her savaşı kendisi yönetmek istemişti – elinden gelse her saldırıyı.

Evet… Demandred düşman generalin yeteneğini başka nasıl açıklayabilirdi? Ancak bir kadimin deneyimine sahip bir adam savaş dansında bu kadar yetenekli olabilirdi. Özünde çoğu savaş taktiği basitti. Kuşatılmaktan kaçın, ağır güçleri kargılarla, piyadeleri iyi eğitilmiş bir hatla, yönlendiricileri başka yönlendiricilerle karşıla. Ama yine de, savaşın inceliğine… ufak ayrıntılara… hakim olmak için yüzyıllar gerekirdi. Bu Çag’dan hiçbir insan, ayrıntıları bu kadar iyi öğrenebilecek kadar uzun yaşamamıştı.

Güç Savaşı sırasında, Demandred’in arkadaşından üstün olduğu tek taraf savaş generalliğiydi. Bunu itiraf etmek canını acıtıyordu, ama artık hakikatten saklanamazdı. Lews Therin, Tek Güç’te daha kudretliydi. Lews Therin insanların kalbini kazanmak konusunda daha iyiydi. Ilyena’yı Lews Therin almıştı.

Ama Demandred… Demandred de savaşta başarılıydı. Lews Therin ihtiyatı cüretle doğru bir şekilde dengelemeyi asla başaramamıştı. Adam durup düşünüyor, kararları hakkında endişeleniyor, sonra pervasız bir askeri hamleyle ileri atılıyordu.

Bu Cauthon Lews Therin’se, adam bu konuda kendini geliştirmişti. Düşman general ne zaman zar atıp, kaderin hüküm sürmesine izin vermek gerektiğini biliyordu, ama sonuca çok fazla para yatırmıyordu. Kusursuz bir iskambil oyuncusu olurdu.

Demandred onu yine de yenecekti elbette. Yalnızca, savaş daha… ilginç olacaktı.

Elini kılıcına koydu ve daha önce gördüğü savaş meydanını düşündü. Trolloclar ırmak yatağındaki saldırılarını sürdürüyordu ve Lews Therin kargılarını karşılarında disiplinli kare formasyonlar halinde dizmişti: bir savunma hamlesi. Demandred’in arkasında, yönlendiricilerin sarsıcı gümlemeleri, Sharalı Ayyadlarla Aes Sedailer arasındaki daha büyük savaşı işaret ediyordu.

Demandred o konuda avantajlıydı. Ayyadlar savaşta Aes Sedailerden çok daha üstündü. Cauthon o damaneleri ne zaman kullanacaktı? Moghedien onlarla Aes Sedailer arasında bir tür anlaşmazlık olduğunu raporlamıştı. Demandred o ayrımı bir şekilde daha da şiddetlendirebilir miydi?

Emirlerini verdi ve yakındaki üç Ayyad çekildi. Shendla kaldı ve gitmek için iznini bekledi. Demandred ondan yakındaki bölgeyi tarattırmasını, suikastçılara karşı gözünü açık tutmasını istemişti.

“Endişeli misin?” diye sordu Demandred ona. “Artık hangi taraf için savaştığımızı biliyorsun. Bildiğim kadarıyla kendini Gölge’ye adamadın.”

“Ben kendimi sana adadım Wyld.”

“Ve benim için Trollocların yanında savaşıyorsun, öyle mi? Yarı-insanların? Kâbuslardan fırlamış yaratıkların?”

“Bazılarının eylemlerini şer dolu bulacağını söylemiştin,” dedi kadın. “ama ben onları bu şekilde görmüyorum. Yolumuz açık. Sen zafer kazandığın zaman, dünyayı yeniden yaratacaksın ve halkımız korunacak.” Shend– la, Demandred’in elini tuttu ve Demandred’in içinde bir şeyler kıpırdandı. Nefreti o duyguyu çabucak boğdu.

“Her şeyi bir kenara atardım,” dedi Demandred, onun gözlerinin içine bakarak. “Lews Therin’e karşı şansımı denemek için her şeyden vazgeçebilirdim.”

“Deneyeceğine söz verdin,” dedi Shendla. “Bu yeterli olacak. Onu yok edersen, bir dünyayı yok edeceksin ve bir başkasını koruyacaksın. Senin peşinden geleceğim. Biz senin peşinden geleceğiz.”

Kadının sesi, Lews Therin öldüğü zaman belki Demandred’in yine bağımsız bir adam olabileceğini ima ediyordu.

Demandred bundan emin değildi. Hükmetmek onu yalnızca, kadim düşmanına karşı kullanabileceği bir araç olarak ilgilendiriyordu. Sadık, adanmış Sharalılar yalnızca bir araçtı. Ama içten içe, bir şey öyle olmadığını diliyordu. Bu yeniydi. Evet, öyleydi.

Yakındaki hava çarpıldı, eğildi. Görünür örgü yoktu – bu Desen’in dokusundaki bir yırtıktı, Gerçek Güç’le Yolculuk etmek. M’Hael gelmişti.

Demandred döndü ve Shendla kolunu bıraktı, ama yanından ayrılmadı. M’Hael’e Yüce Efendi’nin özüne ulaşım hakkı verilmişti. Bu Demandred’i kıskandırmıyordu. M’Hael de bir başka araçtı. Yine de onu meraklandırıyordu. Bugünlerde Gerçek Güç’ün inkar edildiği kimse kalmış mıydı?

“Harabelerin yakınındaki savaşı kaybedeceksin Demandred,” dedi M’Hael kibirli bir gülümsemeyle. “Oradaki Trollocların ezilecek. Düşmana karşı sayıca çok üstündün, ama yine de seni yenecekler! Bizim en büyük kumandanımız olduğunu sanıyordum, ama bu güruha karşı savaş kaybediyorsun, öyle mi? Hayal kırıklığına uğradım.”

Demandred iki parmağını kayıtsızca kaldırdı.

Yakındaki iki düzine Sharalı yönlendirici onunla Tek Güç arasına kalkanlar oturtunca M’Hael irkildi. Onu Hava’yla sardılar ve geriye çektiler. M’Hael çabaladı, Gerçek Güç’ün havayı çarpıtan halesi onu kuşattı, ama Demandred daha hızlıydı. Yanan Ruh ipliklerinden Gerçek Kalkan’a karşı bir kalkan ördü.

İplikler havada titriyordu. Her biri minicik, çarpık enerji dikenlerinden oluşmuştu ve uçları hiçlikte sona eriyordu.

Demandred’in kalkanı M’Hael’in gücünü çalıyor ve adamı bir kanal olarak kullanıyordu. Demandred Gerçek Güç’ü toparladı ve elinin üzerinde asılı duran, güçle çıtırdayan bir küre ördü. Onu yalnızca M’Hael görebiliyordu ve Demandred onu tüketirken adamın kibirli gözleri iri iri açıldı.

Bir halka kurmaya benziyordu. Demandred’in Ayyadlarının örgüleriyle tutsak edilmişken enerjisinin çekilmesi M’Hael’in titremesine ve terlemesine sebep oluyordu. Bu akış, eğer kontrol altında tutulmazsa, M’Hael’i tüketirdi – tıpkı kıyılarından taşan bir ırmak gibi, Gerçek Güç’ün akışıyla ruhu lime lime olurdu. Demandred’in ellerindeki kıvranan iplikler kütlesi zonklayıp çıtırdıyor, havayı çarpıtıyor, Desen’i çözmeye başlıyordu.

Yerde, Demandred’den dışarı doğru minik çatlaklar yayılmaya başladı. Hiçliğe açılan çatlaklar.

Demandred, M’Hael’e doğru yürüdü. Adam spazm geçirmeye başlamıştı, dudaklarından tükürükler damlıyordu.

“Beni iyi dinleyeceksin M’Hael,” dedi Demandred alçak sesle. “Ben diğer Seçilmişler gibi değilim. Sizin siyasi oyunlarınız zerre umurunda değil. Yüce Efendi’nin hanginize iltimas geçtiği, Moridin’in hanginizin kafasını okşadığı umurumda değil. Ben yalnızca Lews Therin’e aldırıyorum.

“Bu benim savaşım. Sen benimsin. Seni Gölge’ye ben getirdim ve seni ben yok edebilirim. Burada yaptıklarıma müdahale edersen, seni mum gibi söndürürüm. Çalıntı Dehşetlordların ve eğitimsiz yönlendiricilerinle kendini güçlü saydığının farkındayım. Sen bir çocuk, bir bebeksin. Adamlarını al ve istediğin gibi kargaşa yarat, ama benim yoluma çıkma. Ganimetimden de uzak dur. Düşman generali benimdir.”

Vücudu titreyerek ona ihanet ediyor olsa da, M’Hael’in gözleri korku değil nefretle doluydu. Evet, bu adam her zaman umut vaat etmişti.

Demandred elini çevirdi ve toparladığı Gerçek Güç’le bir şerateş seli salıverdi. Kor beyaz yıkım akışı aşağıdaki orduları delip geçti ve dokunduğu her erkeği ve kadını yok etti. Biçimleri ışık beneklerine ve sonra toza dönüştü ve yüzlercesi buharlaştı. Tıpkı dev bir satırın bıraktığı yarık gibi, yerde uzun bir yanık çizgi bıraktı.

“Onu bırakın,” dedi Demandred, Gerçek Güç kalkanının yok olmasına izin vererek.

M’Hael ayakta kalmayı başararak geri geri sendeledi. Yüzünden ter damlıyordu. İnleyerek elini göğsüne götürdü.

“Bu savaştan canlı çık,” dedi Demandred ona. Sırtını döndü ve atmacasını geri çağıracak bir örgüye başladı. “Bunu başarırsan, belki sana biraz önce yaptığım şeyi öğretirim. Şu anda beni öldürmek istediğini düşünüyor olabilirsin, ama bil ki Yüce Efendi izliyor. Onun ötesinde, şunu düşün. Yüz evcil Asha’manın olabilir. Benim ise dört yüzden fazla Ayyad’ım var. Ben bu dünyanın kurtancısıyım.”

Arkasına döndüğü zaman M’Hael gitmişti, Gerçek Güç kullanarak Yolculuk etmişti. Demandred’in yaptığı şeyden sonra bunun için gerekli gücü bulabilmiş olması şaşırtıcıydı. Demandred onu öldürmek zorunda kalmayacağını diliyordu. Adam işine yarayabilirdi.


ENİNDE SONUNDA KAZANACAĞIM.

Rand esen rüzgarların önünde dikiliyor, sağlam duruyordu, ama karanlığın içine bakarken gözleri yaşanyordu. Ne zamandır bu mekândaydı? Bin sene mi? On bin?

Şimdilik sadece meydan okumakla ilgileniyordu. Bu rüzgarın önünde egilmeyecekti. Bir yürek atımı kadar bile pes edemezdi.

SONUNDA ZAMAN GELDİ.

“Senin için zamanın bir anlamı yok,” dedi Rand.

Doğruydu ve aynı zamanda doğru değildi. Rand çevresinde yüzen ve Desen’i oluşturan iplikleri görebiliyordu. O oluşurken, aşağıda savaş meydanlarını gördü. Sevdikleri canları için savaşıyordu. Bunlar olasılıklar değildi; gerçekti, gerçekte olanlardı.

Karanlık Varlık, Desen’in etrafına dolanmıştı; onu ele geçiremiyor, yok edemiyordu, ama ona dokunabiliyordu. Karanlık dokunaçlar, dikenler, boylu boyunca dünyanın her yerine dokunuyordu. Karanlık Varlık bir Gölge gibi Desenin üzerine uzanmıştı.

Karanlık Varlık Desen’e dokunduğunda, zaman onun için de geçerli oluyordu. Ve bu yüzden, Karanlık Varlık için zamanın bir anlamı olmasa da, ancak zamanın sınırları dahilinde çalışabiliyordu. Tıpkı… tıpkı harika hayalleri olan, ama çalıştığı malzemelerin gerçekliğiyle sınırlanmış olan bir heykeltıraş gibi.

Rand, Karanlık Varlık’ın saldırılarına direnerek Desen’e baktı. Kıpırdamıyor, nefes almıyordu. Burada nefes almaya gerek yoktu.

Aşağıda insanlar ölüyordu. Rand çığlıklarını duyabiliyordu. Onca insan düşüyordu.

ENİNDE SONUNDA KAZANACAĞIM DÜŞMAN. ÇIĞLIK ATMALARINI İZLE. ÖLMELERİNİ İZLE.

ÖLÜLER BENİMDİR.

“Yalan,” dedi Rand.

HAYIR. SANA GÖSTERECEĞİM.

Karanlık Varlık yine olasılık eğirdi, olabilecekleri toparladı ve Rand’ı bir başka imgenin içine soktu.


Juilin Sandar bir kumandan değildi. O bir hırsız avcısıydı, asil bir adam değil. Kesinlikle asil bir adam değil. O yalnız çalışırdı.

Görünüşe göre, kendini bir savaş meydanında bulduğu ve bir manganın başına getirildiği zamanlar dışında. Sırf hırsız avcısı olarak pek çok tehlikeli adam yakaladığı için getirilmişti bu pozisyona. Sharalılar Aes Sedailere ulaşmak için adamlarını zorluyordu. Yayla’nın batı tarafında savaşıyorlardı ve mangasının işi Aes Sedaileri Sharalı piyadelerden korumaktı.

Aes Sedailer. Aes Sedailere ne zaman bulaşmıştı? Hem de iyi bir Tearlı olan Juilin.

“Dayanın!” diye bağırdı Juilin adamlarına. “Dayanın!” Kendisi için de bağırıyordu. Mangası mızrakları ve kargıları kavrayarak Sharalı piyadeleri yamaç yukarı gerilemeye zorladı. Juilin neden burada olduğundan, neden bu bölgede savaştıklarından emin değildi. O yalnızca ölmemek istiyordu!

Sharalılar yabancı bir dilde bağırıp küfrediyorlardı. Bir sürü yönlendiricileri vardı, ama Juilin’in karşısındaki birlik, değişik el silahları kullanan, daha çok kılıç ve kalkan taşıyan düzenli askerlerden oluşuyordu. Yere cesetler saçılmıştı ve bu her iki tarafın da işini güçleştiriyordu. Juilin ve adamları aldıkları emre uyarak Sharalı askerleri ittirirken, Aes Sedailer ve düşman yönlendiriciler örgülerle birbirlerine saldırıyorlardı.

Juilin mızrak kullanıyordu, çok da usta olmadığı bir silah. Zırhlı bir Shara mangası Myk ile Charn’ın kargılarının arasına girdi. Subaylar plaka zırhlar takmışlardı ve üstlerine tuhaf, renkli bezler sarmışlardı. Sıradan askerler metal bantlar takılmış deri zırhlar taşıyordu. Hepsinin sırtına tuhaf desenler boyanmıştı.

Shara birliğinin önderi korkunç görünüşlü bir gürz taşıyor, onu sağa sola savurarak kargılı askerleri deviriyordu. Adam Juilin’e, anlamadığı sözcüklerle küfrederek bağırıyordu.

Juilin yanıltıcı bir hamle yaptı ve Sharalı kalkanını kaldırdı; bu yüzden Juilin mızrağını adamın zırhındaki, göğüs plakasıyla kol arasındaki boşluğa sapladı. Işık, adam irkilmemişti bile! Adam kendi kalkanını Juilin’e çarparak onu gerilemeye zorladı.

Mızrak Juilin’in terli parmaklarından kaydı. Juilin bir küfür savurarak kılıçkıranına uzandı; çok iyi bildiği bir silah. Myk ve diğerleri yakında savaşıyor, bu Shara mangasının geri kalanını meşgul ediyordu. Charn, Juilin’e yardım etmeye çalıştı, ama çılgın Sharalı gürzü Charn’ın kafasına indirdi – ve onu ceviz gibi ikiye yardı.

“Öl seni kahrolası canavar!” diye haykırdı Juilin, öne atılıp kılıçkıranı adamın boyunluğunun hemen üzerinden boynuna saplayarak. Diğer Sharalılar hızla yaklaşıyordu. Öndeki adam yere yıkılır ve ölürken Juilin geriledi. Tam zamanında, çünkü soldaki bir Sharalı kılıcının geniş bir hamlesiyle kafasını uçurmaya çalıştı. Kılıcın ucu kulağının dibinden geçti ve Juilin içgüdüyle kendi kılıcını kaldırdı. Rakibinin kılıcı kırıldı ve Juilin kılıcı elinin tersine doğru savurarak adamın boğazını kesti.

Juilin mızrağını düştüğü yerden aldı. Arkadaki Aes Sedailerden ve önünde, Yayla’daki Sharalılardan gelen ateş topları yakına düşüyordu. Toprak Juilin’in saçlarını kaplamış ve kollarındaki kanda topak topak olmuştu.

“Dayanın!” diye bağırdı Juilin adamlarına. “Kavrulası, dayanmamız lazım!”

Ona doğru gelen bir başka Sharalıya saldırdı. Kargılı askerlerden biri silahını tam zamanında kaldırarak adamı omzundan şişledi ve Juilin mızrağını onun deri kaplı göğsüne sapladı.

Hava titredi. Patlamalar yüzünden kulakları hafifçe çınlamaya başladı. Juilin adamlarına emirler bağırarak geriledi.

Burada olmaması gerekiyordu. Amathera’yla birlikte sıcak bir yerde yaşaması ve yakalaması gereken bir sonraki suçluyu düşünüyor olması gerekiyordu.

Savaş meydanındaki başka herkesin de başka bir yerde olması gerektiğini düşündüğünü tahmin etti. Yapılabilecek tek bir şey vardı ve o da savaşmaktı.


Yayla’nın tepesinde, düşman ordusuna doğru ilerlerlerken, siyah sana yakışıyor, diye düşündü Androl, Pevara’ya hitaben.

İşte bu, diye yanıt verdi Pevara, bir Aes Sedai’ye asla ama asla söylememen gereken bir şey.

Bağ aracılığıyla Androl’den gelen tek yanıt, bir endişe duygusuydu. Pevara anlıyordu. İçe alınmış Aynalar Maskesi örgülerinin koruması altında, Karanlıkdostları, Gölgedölleri ve Sharalılar arasında yürüyorlardı. Ve işe yarıyordu. Pevara’nın üzerinde beyaz bir elbise ve siyah bir pelerin vardı –bunlar örgünün bir parçası değildi– ama pelerinin başlığının içine bakan biri, Kara Ajah’tan Alviarin’in yüzünü görürdü. Theodrin de Rianna’nın yüzünü takınmıştı.

Androl ve Emarin, Taim’in yardakçılarından Nensen ile Kash’ın yüzlerini kullanıyordu. Jonneth, sıradan bir Karanlıkdostunun yüzüyle, kendine çok benziyordu ve rolünü iyi oynuyor, alet edevat taşıyarak grubun peşinden geliyordu. O saçları yağlı, huzursuz tavırlı, şahin suratlı adamda kimse iyi huylu İki Nehirli’yi göremezdi.

Yayla’daki Gölge’nin ordusunun arka saflarında, hızla ilerliyorlardı. Trolloclar demet demek ok taşıyordu. Diğerleri saflardan ayrılmış, ceset yığınlarından besleniyorlardı. Burada yemek kazanları kaynıyordu. Bu Pevara’yı şok etti. Durup yemek mi yiyorlardı? Şimdi mi?

Yalnızca bir kısmı, dedi Androl. İnsan ordularında da olağandır, ama o kısmı destanlara girmez. Savaş bütün gün sürdü ve askerlerin savaşmak için enerjiye ihtiyacı var. Genelde üç grup halinde rotasyon yaparsın. Ön safların, yedeklerin ve moladaki askerlerin – son grup savaştan ayrılır, hızla yemek yer ve sonra biraz uyur. Sonra yine savaşa döner.

Pevara eskiden savaşa farklı bir gözle bakardı. Her adamın, günün her anı savaştığını sanıyordu. Ama gerçek bir savaş, kısa mesafe koşusu değildi; uzun, yorucu, zahmetli bir maratondu.

Akşam ilerlemiş, gece yaklaşmıştı. Doğuda, Yayla’nın aşağısında, savaş hatları kuru nehir yatağı boyunca her iki yönde uzanıyordu. Binlerce adam ve Trolloclar orada savaşmaya devam ediyordu. Orada çok sayıda Trolloc vardı, ama diğerleri rotasyonla Yayla’ya getirilmiş, yemek yiyor ya da bir süreliğine uyuyordu.

Pevara kazanların içindekilere dikkat etmedi, ama Jonneth dizlerinin üzerine çöktü ve patikanın kenarına kustu. Yoğun yahninin içindeki beden parçalarını fark etmişti. O midesini yere boşaltırken, yanlarından geçen bir Trolloc grubu alayla gülerek bağırıp çağırdı.

Neden Yayla’dan inip ırmağı ele geçirmeye çalışıyorlar? diye düşündü Pevara. Burası daha iyi bir konuma benziyor.

Belki öyledir, dedi Androl. Ama burada saldırgan konumunda olan Gölge. Burada kalırlarsa, Cauthon’un ordusuna hizmet etmiş olur. Demandred’in onu zorlamaya devam etmesi lazım. Bu da ırmağı geçmek demek.

Demek Androl de taktikten anlıyordu. İlginç.

Birkaç şey öğrendim işte, dedi Androl. Savaş yönetmek gibi bir niyetim yok.

Yalnızca kaç ömür yaşadığını merak ediyordum Androl.

Ninemin ninesi olabilecek yaşta bir kadın için tuhaf bir yorum.

Yayla’nın doğu kenarında ilerlemeye devam ettiler. Uzakta, batı tarafında, Aes Sedailer savaşa savaşa tepeye doğru ilerliyordu – ama şimdilik, Yayla Demandred’in güçlerinin ellerindeydi. Pevara’nın yürüdüğü bu bölge Trolloclarla doluydu. Pevara ve diğerleri geçerken bazıları hantal tavırlarla eğildi. Diğerleri, yastık ya da battaniye olmadan, uyumak için taşların üzerine kıvrılmışlardı. Her birinin silahı elindeydi.

“Bu umut vaat etmiyor,” dedi Emarin usulca, maskesinin ardından. “Taim’in Trolloclarla gerektiğinden daha fazla ilgilendiğini göremiyorum.”

“İleride,” dedi Androl. “Şuraya bak.”

Trolloclar ilerideki, yabancı üniformalar giymiş Sharalı grubundan ayrılmıştı. Zırhları kumaşlara sarılmıştı ve sırtları dışında metal görünmüyordu, ama göğüs plakalarının şekli aşikardı. Pevara diğerlerine baktı.

“Taim’in o grupta olacağını hayal edebiliyorum,” dedi Emarin. “Her şeyden önce, burada, Trollocların arasında olduğundan daha az pis kokuyordun”

Pevara kokuyu duymazdan geliyordu – bunu seneler önce öğrenmişti, sıcağı ve soğuğu görmezden gelebildiği gibi güçlü kokuları da duymazdan gelebiliyordu. Ama Emarin’in dediği gibi, diğerlerinin aldığı kokuların bir kısmı kendi savunma sistemlerini de aşıyordu. Hemen kendini topladı. Koku iğrençti.

“Sharalılar geçmemize izin verecek mi?” diye sordu Jonneth.

“Göreceğiz,” dedi Pevara, Sharalılara yönelerek. Ekibi de peşine takıldı. Sharalı korumalar Trolloclara karşı huzursuz bir hat çizmişler, düşmanı izler gibi izliyorlardı onları. Bu ittifak, ya da her neyse, Shara askerlerinin pek de içine sinmiyordu. Tiksintilerini saklamaya çalışmıyorlardı ve pek çoğu kokuya karşı yüzlerine bezler dolamışlardı.

Pevara korumaların arasından geçerken, bir asil –ya da tunç halkalardan oluşan zırhına bakarak asil olduğunu varsaydığı biri– yolunu kesecek oldu. İyi hesaplanmış bir Aes Sedai bakışıyla adamı savuşturdu. Senin rahatsız edemeyeceğin kadar önemli biriyim ben, diyordu o bakış. İşe yaradı ve koruma sırasını aştılar.

Sharalıların yedek asker kampı düzenliydi. Batıda, Beyaz Kule güçleriyle savaşan askerler buradakilerle yer değiştiriyordu. O yönden gelen şiddetli yönlendirme hissi, tıpkı parlak bir ışık gibi, Pevara’nın dikkatini çekiyordu.

Ne düşünüyorsun? dedi Androl.

Biriyle konuşmamız gerekecek. Savaş meydanı çok geniş, Taim’i kendi başımıza bulamayız.

Androl de onayladı. Pevara aralarındaki bu bağa bir kez daha hayret etti. Kendi endişeleri yetmezmiş gibi, şimdi Androl’ünkiyle de başa çıkması gerekiyordu. O endişe zihninin arkasından sinsice çıkıyordu ve Kule’deyken öğrendiği nefes egzersizleriyle, kuvvetle bastırması gerekiyordu.

Kampın ortasında durarak çevresine bakındı ve kime yaklaşacağına karar vermeye çalıştı. Hizmetkarları asillerden ayırt edebiliyordu. Hizmetkarlara yaklaşmak daha az tehlikeli olurdu, ama sonuç alma olasılığı da daha azdı. Belki…

“Sen!”

Pevara irkildi ve arkasına döndü.

“Burada olmaman gerek.” Yaşlı Sharalı tamamen keldi ve kır sakalı kısaydı. Yılan başı biçimindeki kılıç kabzaları omuzlarının üzerinde yükseliyordu. Kılıçlar sırtına çaprazlanmıştı ve boylu boyunca tuhaf deliklerle bezenmiş bir değnek taşıyordu. Bir tür flüt mü?

“Gel,” dedi adam. Aksam o kadar belirgindi ki, Pevara zar zor anlayabiliyordu. “Wyld’ın seni görmezi lazım.”

Wyld da kim? dedi Pevara, Androl’e.

Androl başını iki yana salladı. O da Pevara kadar şaşkındı.

Bu işin sonu çok kötü olabilir.

Yaşlı adam, sinirli bir ifadeyle ileride durdu. Reddederlerse ne yapardı? Pevara kapıyol açıp kaçmayı düşündü.

Takip edeceğiz, dedi Androl, yürüyerek. Birileriyle konuşmazsak Taim’i asla bulamayız.

Pevara kaşlarını çatarak Androl’ün peşinden yürüdü. Diğer Asha’manlar da ona katıldı. Pevara yetişmek için seğirtti. Kontrolün bende olacağı konusunda anlaştığımızı sanıyordum, diye düşündü Pevara.

Hayır, diye yanıt verdi Androl, ben de, kontrol sendeymiş gibi davranacağımız konusunda anlaştığımızı sanıyordum.

Pevara hesaplı bir şekilde, soğuk bir hoşnutsuzluk ve bu konuşmanın henüz bitmediği iması yolladı.

Androl de neşeyle yanıt verdi. Sen az önce… bana zihinsel olarak dik dik baktın, değil mi? Bu çok etkileyici.

Risk alıyoruz, dedi Pevara. Bu adam bizi herhangi bir şeye götürüyor olabilir.

Evet, diye yanıt verdi Androl.

Androl’ün içinde bir şey için için yanıyordu, şimdiye kadar yalnızca izini hissettiği bir şey. Taim’i o kadar mu çok istiyorsun?

… Evet. O kadar çok istiyorum.

Pevara başını salladı.

Anlıyor musun? dedi Androl.

Ben de dostlarımı kaybettim Androl, dedi Pevara. Gözlerimin önünde yakalandılar. Ama dikkatli olmamız lazım. Çok fazla risk alamayız. Henüz değil.

Dünyanın sonu geldi Pevara, diye yanıt verdi Androl. Şimdi risk almazsak ne zaman alacağız?

Pevara daha fazla itiraz etmeden takip etti. Androl’de hissettiği kararlılık merakını uyandırmıştı. Taim Androl’ün arkadaşlarını alıp Gölge’ye Döndürerek, onun içinde bir şey uyandırmıştı.

Yaşlı Sharalı’nın peşinden giderlerken Pevara, Androl’ün neler hissettiğini tam olarak anlamadığını fark etti. Kendisinin Aes Sedai dostları da alınmıştı, ama Androl’ün Evin’i kaybetmesi gibi olmamıştı. Evin, Androl’e güvenmiş, onun korumasına sığınmıştı. Pevara’nın yanındaki Aes Sedailer tanıdıkları ve arkadaşlarıydı, ama bu farklıydı.

Yaşlı Sharalı onları daha büyük bir gruba götürdü. Gruptakilerin çoğunluğu güzel giysiler giyiyordu. Sharalılar arasındaki en yüksek asiller savaşmıyor gibiydi, çünkü teki bile silah taşımıyordu. Yaşlı adamın geçmesi için yer açtılar, ama çoğu adamın silahlarına baktı ve alayla güldü.

Jonneth ve Emarin, kişisel korumalar gibi, Pevara ile Theodrin’in iki yanına geçtiler. Elleri silahlarında, Sharalıları süzdüler. Pevara ikisinin de Tek Güç tuttuğunu tahmin etti. Eh, tam olarak güvenmedikleri müttefiklerinin arasında yürüyen Dehşetlordlarından beklenen bir davranış olmalıydı. Pevara’yı bu şekilde korumalarına gerek yoktu, ama yine de hoş bir jestti. Pevara hep, bir Muhafızı olmasının faydalı olacağını düşünmüştü. Kara Kule’ye, birkaç Asha’man’ı Muhafız yapma niyetiyle gitmişti. Belki…

Androl hemen kıskandı. Nesin sen? Durmaksızın bir erkek sürüsünün yaltaklandığı bir Yeşil mi?

Pevara bir neşe duygusu yolladı. Neden olmasın?

Senin için fazla gençler, diye yanıt verdi Androl. En azından Jonneth öyle. Ve Theodrin onu elde etmek için seninle savaşır.

Onlarla bağ kurmayı düşünüyorum, dedi Pevara, onları yatağa atmayı değil Androl. Sahiden. Dahası, Emarin erkekleri tercih ediyor.

Androl duraksadı. Öyle mi?

Elbette öyle. Gözünün önündeki şeyi görmüyor musun?

Androl şaşkına dönmüş gibiydi. Bazen erkekler şaşırtıcı ölçüde kalın kafalı olabiliyordu. Androl kadar dikkatli olanlar bile.

Grubun ortasına yaklaştıklarında Pevara Tek Güç’e kucak açtı. Sorun çıkarsa kapıyol açacak zamanı bulabilir miydi? Bu bölgeyi bilmiyordu, ama yakın bir yere Yolculuk ettiği sürece fark etmezdi. Bir ilmeğe yaklaştığını ve boynuna olup olmayacağını anlamak için incelediğini hissediyordu.

Ortası delikli gümüşi disklerden oluşan bir zırh kuşanmış, uzun boylu bir adam emirler yağdırıyordu. Onlar izlerken havada bir kupa ona doğru süzüldü. Androl gerildi. Adam yönlendiriyor Pevara.

Demandred mi o zaman? Öyle olmalıydı. Pevara saidarın sıcak parıltısıyla içini doldurmasına, duyguları alıp götürmesine izin verdi. Onları buraya getiren yaşlı adara öne çıktı ve Demandred’e bir şeyler fısıldadı. Saidar duyularını keskinleştirmiş olsa da, Pevara adamın ne dediğini duyamadı.

Demandred onlara döndü. “Nedir bu? M’Hael verdiğim emirleri bu kadar çabuk mu unuttu?”

Androl ve diğerleri dizleri üstüne çöktüler. İçini yakmasına rağmen, Pevara da aynısını yaptı.

“Yüce Varlık,” dedi Androl, “biz yalnızca…”

“Bahane yok!” diye bağırdı Demandred. “Oyun yok! M’Hael tüm Dehşetlordlarını alacak ve Beyaz Kule güçlerini yok edecek. Bir daha aranızdan tekini o savaşın dışında görürsem, sizi Trolloclara verdiğimi dilemenizi sağlarım! ”

Androl hevesle başını salladı ve sonra gerilemeye başladı. Pevara’nın göremediği bir Hava kırbacı –bağ aracılığıyla acısını hissetmişti– Androl’ün yüzüne indi. Kalanlar da onu takip ettiler ve başlarını kaldırmadan hızla çekildiler.

Bu aptalca ve tehlikeliydi, diye düşündü Pevara, Androl’e hitaben.

Ve etkili, diye yanıt verdi Androl, gözleri ileride, eli yanağında, parmaklarının arasından kan sızarak. Taim’in savaş meydanında olduğunu kesin olarak biliyoruz. Onu nerede bulacağımızı da biliyoruz. Gidelim.


Galad bir kâbusta mücadele ediyordu. Son Savaş’ın dünyanın sonu olabileceğini biliyordu, ama şimdi… şimdi bunu hissedebiliyordu.

Her iki taraftan yönlendiriciler birbirlerine fırlattıkları örgülerle Polov Yaylası’nı kasıp kavuruyordu. O kadar sık yıldırım düşüyordu ki, Galad artık duyamıyordu ve yakına düşenlerin parıltılarından gözleri acıyla yaşarıyordu.

Bir dizi patlama önünde toprağı parçalarken Galad kendini yamaca fırlattı, omzunu yere gömerek eğildi. Ekibi –lime lime olmuş beyaz pelerinler içinde on iki adam– onunla birlikte kendilerini yere fırlattılar.

Beyaz Kule güçleri saldırıların altında zorlanıyordu, ama Shara güçleri de farklı durumda değildi. Bunca yönlendiricinin gücü inanılmazdı.

Beyaz Kule piyadelerinin ve Shara birliklerin büyük kısmı burada, Yayla’nın batısında savaşıyordu. Galad bu savaşın sınırındaydı ve yalnız ya da küçük gruplar halinde savaşan Shara yönlendiricileri arıyordu. Burada, pek çok yerde, her iki tarafın savaş hattı da dağınıktı. Bu şaşırtıcı değildi. Oraya buraya fırlatılan bunca güç varken, sağlam saflar korumak neredeyse imkansızdı.

Asker grupları koşuşturuyor, kayalara açılan çukurlarda siper alıyorlardı. Diğerleri yönlendirici gruplarını koruyordu. Yakında, erkekler ve kadınlar küçük gruplar halinde dolaşıyor, ateş ve şimşekle askerleri yok ediyordu.

Galad’ın avladıkları bunlardı işte.

Kılıcını kaldırdı ve Yayla’nın tepesini tutan üç Sharalı kadını işaret etti. O ve adamları o yamacın yarısını aşmışlardı.

Üç. Üç kişi zor olacaktı. Tar Valon Ateşi taşıyan küçük erkek grubuna dikkat kesildiler. Talihsiz askerlerin üzerine yıldırım düştü.

Galad dört parmağını kaldırdı. Plan dört. Saklandığı çukurdan fırladı ve üç kadına doğru koştu. Adamları beşe kadar saydı, sonra peşinden gitti.

Kadınlar onu gördüler. Sırtları dönük kalsaydı, Galad avantaj elde edecekti. Biri elini kaldırdı ve Ateş çağırarak örgüyü ona fırlattı. Alev Galad’a çarptı ve ısısını hissetse de, örgü dağılıp itti – Galad hafifçe yanmıştı, ama bunun dışında zarar görmemişti.

Sharalının gözleri şokla büyüdü. O bakış… o bakış artık Galad’a tanıdık geliyordu. Savaşta kılıcı kırılmış bir askerin bakışıydı, olmaması gereken bir şeyi gören birinin bakışı. Sizi sıradan insanlardan üstün kılan tek şey olan Tek Güç işe yaramadığı zaman ne yapardınız?

Ölürdünüz. Galad’ın kılıcı kadının kafasını uçururken, kadının arkadaşlarından biri onu Hava’yla yakalamaya çalıştı. Galad göğsündeki metalin soğuduğunu hissetti ve çevresinde akan Hava’yı hissetti.

Kötü bir tercih, diye düşündü Galad, kılıcını ikinci kadının göğsüne saplarken. Üçüncü kadın daha akıllı çıktı ve ona büyük bir kaya fırlattı. Galad kalkanını ancak kaldırmıştı ki, kaya koluna çarptı ve onu geriye fırlattı. Kadın yeni bir kayayı kaldırırken Galad’ın ekibi ona saldırdı. Kadın onların kılıçlarıyla öldü.

Galad başını arkaya attı ve nefeslendi. Kayanın çarptığı yerden tüm vücuduna acı yayılıyordu. İnleyerek doğrulup oturdu. Yakında, adamları üçüncü Sharalı kadının bedenini doğruyordu. Bu kadar şiddetli olmalarına gerek yoktu, ama bazı Çocukların Aes Sedailerin neler yapabildiği konusunda tuhaf fikirleri vardı. Galad, Laird’i bir Sharalı kadının kafasını bedenden ayrı gömmek üzere keserken yakalamıştı. Bunu yapmazsan, diye iddia etmişti Laird, bir sonraki dolunayda canlanırlar.

Adamlar diğer iki cesedi doğrarken, Golever geldi ve Galad’a elini uzattı. “Işık beni yaksın Lord Kumandan,” dedi Golever, sakallı yüzünü ikiye bölen geniş bir gülümsemeyle. “Bu yaptığımız en iyi iş değilse nedir, bilmiyorum!”

Galad doğruldu. “Yapılması gereken neyse o Golever Evlat.”

“Keşke daha sık yapılması gerekse! Çocuklar yüzyıllardır bunu bekliyordu. İlk yapan da siz oldunuz. Işık sizi aydınlatsın Galad Damodred. Işık sizi aydınlatsın!”

“Işık insanların öldürmek zorunda kalmadığı bir günü aydınlatır umarım,” dedi Galad yorgunluk içinde. “Ölümden zevk almak uygun değil.”

“Elbette Lord Kumandan.” Golever sırıtmaya devam etti.

Galad, Yayla’nın batı yamacındaki kanlı manzaraya baktı. Işık izin verse de, Cauthon bu savaştan bir şey anlıyor olsaydı, çünkü Galad hiçbir şey anlamıyordu.

“Lord Kumandan!” diye bağırdı korkmuş bir ses.

Galad elini kılıcına götürerek hızla döndü. Keşif kollarından Alhanra’ydı.

“Sorun nedir Alhanra Evlat?” diye sordu Galad, sıska adam koşarak yaklaşırken. Atı yoktu. Bir yamaçtaydılar ve hayvanlar yıldırımlardan ürkerdi. İnsanın kendi ayaklarına güvenmesi daha iyiydi.

“Bunu görmeniz lazım Lordum,” dedi Alhanra, nefes nefese. “Sizin… sizin erkek kardeşiniz.’’

“Gawyn mi?” İmkansız. Hayır, diye düşündü Galad. İmkansız değil. O Egwene’in yanında, o cephede savaşıyor olmalı. Galad, Alhanra’nın peşinden koştu. Golever ve diğerleri çevresini aldı.

Gawyn’in bedeni, kül gibi bir suratla, Yayla’nın tepesinde, iki kayanın arasındaki boşlukta yatıyordu. Yakında bir at çimenleri kemiriyordu ve böğründen kan sızıyordu. Görünüşe bakılırsa atın kendi kanı değildi. Galad genç adamın cesedinin yanında çömeldi. Gawyn kolay ölmemişti. Ama ya Egwene?

“Huzur, kardeşim,” dedi Galad, elini cesede koyarak. “Işık seni…”

“Galad…” diye fısıldadı Gawyn. Gözkapakları titreşerek açıldı.

“Gawyn?” diye sordu Galad şok içinde. Gawyn’in karnında kötü bir yara vardı. Bazı tuhaf yüzükler takmıştı. Her yerde kan vardı. Elinde, göğsünde… tüm vücudunda…

Adam nasıl hâlâ yaşıyor olabilirdi?

Muhafız bağı, diye düşündü Galad. “Seni bir Şifacıya taşımamız lazım! Aes Sedailerden birine.” Çukura uzanarak Gawyn’i kollarına aldı.

“Galad… başaramadım.” Gawyn boş gözlerle gökyüzüne bakıyordu.

“İyi iş başardın.”

“Hayır. Başarısız oldum. Benim… benim onun yanında kalmam gerekirdi. Hammar’ı öldürdüm. Biliyor musun? Onu ben öldürdüm. Işık. Taraf seçmem gerekirdi…”

Galad kardeşini kucakladı ve yamaç boyunca, Aes Sedailere doğru koşmaya başladı. Gawyn’i yönlendiricilerin saldırılarından korumaya çalışıyordu. Birkaç dakika sonra, Çocukların arasında toprak patladı ve her birini bir tarafa fırlattı. Galad yere yuvarlandı. Gawyn’i düşürdü ve kendisi de yanına yıkıldı.

Gawyn, dalgın bakışlarla titredi.

Galad onun yanına süründü ve yine kucağına almaya çalıştı, ama Gawyn kolunu yakaladı ve onunla göz göze geldi. “Onu gerçekten sevdim Galad. Bunu söyle ona.”

“Eğer sahiden bağ kurduysanız zaten biliyor.”

“Bu onu incitecek,” dedi Gawyn solgun dudaklarla. “En sonunda, başarısız oldum. Onu öldürmek için.”

“Kimi?”

“Demandred’i,” diye fısıldadı Gawyn. “Onu öldürmeye çalıştım, ama yeterince güçlü değildim. Ben… hiçbir zaman… yeterince başarılı olmadım…”

Galad kendini çok soğuk bir pozisyonda buldu. İnsanların ölmesine tanık olmuştu, dostlar kaybetmişti. Bu, canını daha çok yakıyordu. Işık, ama yakıyordu. Kardeşini seviyordu, hem de çok seviyordu – ve Gawyn, Elayne’in aksine, sevgisine karşılık vermişti.

“Seni güvenliğe kavuşturacağım Gawyn,” dedi Galad, onu yerden kaldırarak. Gözlerinin yaşardığını fark edince sarsıldı. “Kardeşsiz kalmayacağım.”

Gawyn öksürdü. “Kalmayacaksın. Senin bir kardeşin daha var Galad. Bilmediğin bir kardeş. Tigraine’in… oğlu… Tigraine Kıraç’a… gitti… Mızrağın Kızının oğlu… Ejderdağı’nda doğdu…”

Ah, Işık.

“Ondan nefret etme Galad,” diye fısıldadı Gawyn. “Ben ondan hep nefret ettim, ama artık bıraktım…. Bıraktım…”

Gawyn’in gözleri kıpırtısız kaldı.

Galad onun nabzını kontrol etti, sonra doğrulup oturdu ve ölü kardeşine baktı. Gawyn’in kendine yaptığı sargıdan, altındaki kuru toprağa kan sızıyor, toprak kanı açgözlülükle emiyordu.

Golever, Alhanra’ya yardım ederek yaklaştı. Alhanra’nın yüzü kararmıştı ve yakına düşen yıldırım giysilerini kavurmuştu. “Yaralıları güvenli bir yere taşıyın Golever,” dedi Galad, ayağa kalkarak. Uzandı ve boynundaki madalyonu yokladı. “Adamların hepsini al ve git.”

“Ya siz Lord Kumandan?” diye sordu Golever.

“Ben yapılması gerekeni yapacağım,” dedi Galad, içinde buz gibi bir hisle. Kış çeliği kadar soğuk. “Gölge’ye Işık getireceğim. Terkedilmişlere adalet getireceğim.”


Gawyn’in yaşam ipliği yok oldu.

Egwene savaş meydanına kalakaldı. İçinde bir şey koptu. Sanki bir bıçak aniden içini yarmış, Gawyn’in bir parçasını kesip almış, geriye yalnızca boşluk bırakmıştı.

Egwene çığlık atarak dizlerinin üzerine çöktü. Hayır. Hayır, olamazdı. Onu hemen ileride hissedebiliyordu! Ona doğru koşuyordu. O… o…

Gawyn gitmişti.

Egwene uluyarak kendini Tek Güç’e açtı ve çekebildiğince çekti. Dört bir yanındaki Sharalılara doğru bir ateş duvarı yolladı. Aşağıdaki Aes Sedailer önceden Yayla’yı tutmuşlardı, ama şimdi çılgınlıktı.

Vora’nın sa’angrealini kavrayarak, onlara Güç’le saldırdı. Onları yok edecekti! Işık! Canı yanıyordu. Çok canı yanıyordu.

“Anne!” diye haykırdı Silviana, kolunu tutarak. “Kontrolden çıktın Anne! Kendi insanlarını öldürüyorsun. Lütfen!”

Egwene kesik kesik nefes alıyordu. Yakında, bir grup Beyazcüppe yaralıları taşıyarak yamaç aşağı geçti.

Çok yaklaşmıştım! Ah, Işık. Gitti!

“Anne?” dedi Silviana. Egwene onu duymadı. Yüzüne dokundu ve gözyaşları buldu.

Eskiden cüretkardı. Kayıplarına rağmen savaşabileceğini iddia etmişti. Ne kadar da saftı. İçindeki saidarın ölmesine izin verdi. O da gidince, yaşam onu terk etti. Yana yığıldı ve ellerin onu alıp götürdüğünü hissetti Bir kapıyoldan geçtiler ve savaş meydanını terk ettiler.


Tam son okunu bir Beyazcüppe’yi kurtarmak için harcadı. Böyle bir şey yapacağını hiç hayal etmemişti, ama yapıyordu işte. Kurt yüzlü Trolloc gözüne saplanan okla geri geri sendeledi ve düşmeyi reddetti. Ta ki genç Beyazcüppe kendini çamurdan kurtarana ve yaratığın dizlerini biçene kadar.

Adamları kazık duvara çakılmış patikalara konuşlanmış, ırmak yatağından akan Trolloclara ok yağdırıyorlardı. Trollocların sayısı azalmıştı; yine de hâlâ çoktular.

Bu ana kadar savaş iyi gitmişti. Tam’in birleşik güçleri ırmağın Shienar tarafında iyice yayılmıştı. Irmağın aşağısında Ejder Alayı, arbalet birlikleri ve ağır süvariler Trollocların ilerlemesini engelliyordu. Burada, ırmağın daha yukansında da aynı şey oluyordu. Okçular, piyadeler ve süvariler Trolloc akınım ırmak yatağında durduruyordu. Malzemeler azalmaya başlayana ve Tam adamlarını kazık duvarın göreceli güvenliğine çekmek zorunda kalana kadar.

Tam yana baktı. Abell yayını kaldırdı ve omuzlarını silkti. Onun da okları bitmişti. Patika boyunca, İki Nehirliler yaylarını kaldırdılar. Ok yoktu.

“Başka ok gelmeyecek,” dedi Abell usulca. “Çocuk bu grubun son olduğunu söylemişti.”

Beyazcüppe ordusu, Perrin’in Kurt Muhafızlarıyla birlikte çaresizce savaşıyor, ama ırmak yatağından püskürtülüyordu. Üç tarafta savaşıyorlardı ve yeni bir Trolloc gücü çevrelerinden dolanarak onları tamamen kuşatmıştı. Ghealdan bayrağı harabelerin daha yakınında dalgalanıyordu. Arganda, Nurelle ve Kanatlı Muhafızlardan kalanlarla birlikte orayı tutuyordu.

Bu sıradan bir savaş olsa, Tam adamlarına, geri çekilirken kullanmak üzere oklarını esirgemelerini emrederdi. Bugün geri çekilme olmayacaktı ve yaylım emri doğru emirdi. Delikanlılar her atışta iyi nişan almışlardı. Savaştıkları birkaç saat içinde muhtemelen binlerce Trolloc öldürmüşlerdi.

Ama oku olmayan okçu nedir? Yine de bir İki Nehirlidir, diye düşündü Tam. Ve bu savaşın kaybedilmesine izin vermeye hâlâ gönülsüzdür.

“Patikalardan inin, silahlarınızı alın ve sıra olun,” diye seslendi Tam adamlarına. “Yayları buraya bırakın. Yeni ok geldiği zaman alırız onları.”

Başka ok gelmeyecekti, ama İki Nehirliler, yaylarına geri gidebileceklerini düşünürlerse daha mutlu olacaklardı. Mızraklar, baltalar, kılıçlar, hatta tırpanlarla silahlanmış bir şekilde, Tam’in öğrettiği gibi saf tuttular. Ellerinde ne varsa. Baltaları ve kılıçları olanların kalkanları da vardı ve hepsi sağlam kösele zırhlar kuşanmışlardı. Ne yazık ki kargıları yoktu. Ağır süvariler donatıldıktan sonra, onlara kargı kalmamıştı.

“Sağlam durun,” dedi Tam onlara. “İki kazık oluşturun. Beyazcüppelerin çevresinden dolanıp Trollocların içine gireceğiz.” Yapılacak en iyi şey –en azından Tam’in aklına gelen en iyi şey– Beyazcüppelerin arkasından dolanan Trolloclara sadırmak, onları dağıtmak ve Beyazcüppelerin kurtulmasına yardımcı olmaktı.

Adamlar başlarını salladılar, ama muhtemelen taktikten pek anlamıyorlardı. Fark etmezdi. Tam’in öğrettiği gibi disiplinli saflarını korudukları sürece.

Koşmaya başladılar ve Tam’in aklına bir başka savaş meydanı geldi. Yüzüne çarpan, korkunç rüzgarların süpürdüğü kar. Bir açıdan, her şeyi o savaş başlatmıştı. Şimdi burada bitiyordu.

Tam ilk kazığın ucuna yerleşti. Diğerinin başına da Deoan’ı getirdi. Deven Yolu’ndan, Andor ordusunda hizmet etmiş bir adamdı. Tam adamlarını hızla ilerletiyor, onların ya da kendisinin neler olacağı konusunda fazla düşünmesine izin vermiyordu.

Kılıçları, mızrakları ve savaş baltalarıyla, iriyarı Trolloclara yaklaştıklarında, Tam alev ve boşluğu aradı. Endişesi yok oldu. Tüm duyguları buharlaştı. Rand’ın verdiği, kınına ejderhalar resmedilmiş kılıcı çekti. Tam’in gördüğü en iyi silahtı. Metaldeki kıvrımlar, kadim zamanlardan kaldığını fısıldıyordu. Tam’e yakışmayacak kadar kaliteli bir silah gibi geliyordu. Tam, kullandığı her kılıç için aynı şeyi hissetmişti.

“Safları koruyacaksınız, unutmayın!” diye bağırdı adamlarına. “Bizi dağıtmalarına izin vermeyin. Biri düşerse, biri yerini dolduracak ve bir başkası da düşen adamı kazığın ortasına çekecek.”

Adamları başlarını salladılar ve sonra ırmak kıyısında, Işığın Çocuklarını kuşatmış olan Trolloclara arkadan saldırdılar.

Safları vurdu ve ilerlemeye başladı. Dev Trolloclar dönüp savaştılar.


Fortuona, resmi kıyafetlerini giydirmeye çalışan so’jhini kovaladı. Ateş yüzünden duman kokuyordu ve kolları pek çok yerde yanmıştı. Damane Şifasını kabul etmeyecekti. Fortuona Şifanın faydalı bir gelişme olduğunu düşünüyordu –halkından bazıları da ona karşı yaklaşımlarını değiştiriyorlardı– ama İmparatoriçe’nin kendini Şifanın ellerine bırakmasının doğru olacağından emin değildi. Dahası, yaraları ciddi değildi.

Önünde diz çökmüş Ölümnöbetçilerinin bir şekilde cezalandırılması gerekiyordu. İkinci seferdir bir suikastçının yanına kadar sokulmasına izin veriyorlardı ve Fortuona başarısızlıkları için onları suçlamasa da, onları cezalandırmayı reddetmek şereflerini reddetmek olurdu. Yüreğini burksa da, ne yapması gerektiğini biliyordu.

Emri kendisi verdi. Ses’i olarak Selucia yapmalıydı – ama Selucia yaralarına baktırıyordu. Ve Karede idam emrini bizzat Fortuona’dan işitmek gibi küçük bir şerefi hak ediyordu.

“Gidip düşman marath’damaneleriyle doğrudan çatışacaksın,” diye emretti Karede’ye. “Görev başında olan her biriniz. Orada İmparatorluk için yiğitçe savaşın ve düşmanın marath’damanelerini öldürmeye çalışın.”

Karede’nin gevşediğini gördü. Bu, hizmet etmeye devam etmenin bir yoluydu; muhtemelen seçim ona bırakılsa, kendini kılıcının üzerine bırakmayı tercih ederdi. Bu emir daha merhametliydi.

Fortuona, gençliğinde ona bakan adama, ondan beklenen şeye meydan okuyan adama sırtını döndü. Hepsi onun içindi. Yapması gereken şey için, daha sonra kendi kefaretini ödeyecekti. Bu noktada, ona bahşedebildiğince şeref bahşedecekti.

“Darbinda,” dedi, Fortuona’nın ona verdiği yeni ismin şerefini boş verip, kendine ‘Min’ demekte ısrar eden kadına dönerek. ‘Darbinda’ Kadim Lisan’da ‘Resimlerin Kızı’ demekti. “Hayatımı ve muhtemelen Kuzgun Prensi’nin hayatını kurtardın. Seni Kandan ilan ediyorum Kadergören. İsmin gelecek nesillerce sayılsın.”

Darbinda kollarını kavuşturdu. Knotai’ye ne kadar benziyordu. İnatla tevazularını koruyorlardı bu ana kıtalılar. Düşük soylarıyla gurur –gurur– duyuyorlardı.

Knotai’nin kendisi yakında bir ağaç kütüğüne oturmuş, savaş raporlarını alıyor, emirler veriyordu. Aes Sedailerin Yayla’nın batısını almak için verdikleri savaş kargaşaya dönüşmüştü. Knotai aralarındaki kısa mesafenin ardından Fortuona’yla göz göze geldi ve sonra başını bir kez salladı.

Eğer bir casus varsa-yoksa Fortuona şaşardı– onu şaşırtmak için doğru zamandı. Saldırıdan canlı kurtulan herkes çevresine toplanmıştı. Fortuona, ona iyi hizmet edenleri ödüllendirme ve iyi hizmet etmeyenleri cezalandırma bahanesiyle herkesi toplamıştı. O konuşurken her koruma, hizmetkar ve asil duyabilirdi.

“Knotai,” dedi, “henüz seni ne yapmam gerektiğini konuşmadık. Güvenliğimden Ölümnöbetçileri sorumlu, ama bu kampın güvenliğinden de sen sorumlusun. Kumanda merkezimizin güvenli olmadığından kuşkulandıysan, neden daha önce söylemedin?”

“Bunun kahrolası benim suçum olduğunu mu söylüyorsun?” Knotai ayağa kalktı ve bir jestle rapor veren izcileri susturdu.

“Buranın kumandasını sana verdim,” dedi Fortuona. “Bu durumda nihai sorumluluk senin değil mi?”

Yakında, General Galgan kaşlarını çattı. O böyle düşünmüyordu. Diğerleri Knotai’ye suçlayan bakışlarla baktı. Asil dalkavuklar; sırf Seanchan doğumlu olmadığı için onu suçlarlardı. Knotai’nin Galgan’ı bu kadar kısa sürede kendi tarafına çekebilmiş olması etkileyiciydi. Yoksa Galgan bilinçli olarak mı bu duyguları ifade ediyordu? Casus o muydu? Suroth’u o yönlendiriyor olabilirdi, ya da Suroth’un başarısız olması ihtimaline karşı yerleştirilmiş biri olabilirdi.

“Bunun sorumluluğunu ben üzerime almıyorum Tuon,” dedi Knotai. “Güvenli bir yerde olabilecekken, savaşı bu kamptan izlemek konusunda ısrar eden sendin.”

“Belki de bunu yapmalıydım,” diye yanıt verdi Fortuona soğuk soğuk. “Tüm bu savaş felaket oldu. Her an zemin kaybediyorsun. Her şeyi hafife alıyor, şakalar yapıyorsun ve protokole uymayı reddediyorsun. Bu işe, konumuna yakışan ciddiyetle yaklaştığını düşünmüyorum.”

Knotai kahkaha attı. Yüksek sesli, samimi bir kahkahaydı. Knotai bu konuda iyiydi. Fortuona, tam onun arkasında, Yayla’dan yükselen iki duman çizgisini yalnızca kendisinin gördüğünü düşündü. Knotai için uygun bir alamet; büyük bir kumar, büyük ödül kazandıracaktı. Ya da büyük bedel ödetecekti.

“Seninle işim bitti,” dedi Knotai, elini ona doğru sallayarak. “Seninle de, durmaksızın ayağıma dolanan kahrolası Seanchan kurallarıyla da.”

“O zaman benim de seninle işim bitti,” dedi Fortuona, başını kaldırarak. “Bu savaşa asla katılmamalıydık. Güneybatıdaki kendi topraklarımızı savunmaya hazırlansak daha iyiydi. Askerlerimin canlarını boşa harcamana izin vermeyeceğim.”

“Git o zaman,” diye hırladı Knotai. “Sanki umurumda.”

Fortuona döndü ve uzaklaşmaya başladı. “Gelin,” dedi diğerlerine. “Damanelerimizi toparlayın. Ölümnöbetçileri dışında herkes Erinin’deki kendi ordu kampımıza Yolculuk edecek. Oradan hep birlikte Ebou Dar’a döneceğiz. Bu budalalar bizim için Gölgedöllerini yaraladıktan sonra, orada gerçek Son Savaş’ı vereceğiz.”

Halkı onu takip etti. Plan ikna edici olmuş muydu? Casus, onu seven adamları ölüme mahkum ettiğini görmüştü; bu Fortuona’nın pervasızlığını kanıtlar mıydı? Birliklerini Knotai’nin elinden alacak kadar pervasız ve kendini beğenmiş? Yeterince ikna ediciydi. Bir açıdan, Fortuona tam olarak söylediği gibi yapmak ve güneyde savaşmak istiyordu.

Elbette, bunu yapmak, kınlan gökyüzünü, titreyen yeryüzünü ve Yenidendoğan Ejder’in savaşını görmezden gelmek demek olurdu. Bunlar göz ardı edebileceği alametler değildi.

Casus bunu bilmiyordu. Casus Fortuona’yı tanıyor olamazdı. Casus, kendi başına savaşmayı isteyecek kadar aptal, genç bir kadın görecekti. En azından Fortuona öyle umuyordu.


Karanlık Varlık, Rand’ın etrafına bir olasılık ağı ördü.

Rand aralarındaki bu mücadelenin –ne olabileceği üzerine verdikleri savaşın– Son Savaş için yaşamsal öneme sahip olduğunu biliyordu. Rand geleceği dokuyamazdı. O Çark değildi, yakın bile değildi. Başına gelen onca şeye rağmen, o hâlâ yalnızca bir insandı.

Ama insan ırkının umudu ondaydı. İnsan ırkının bir kaderi vardı, gelecek konusunda bir seçeneği vardı. Seçecekleri yol… bu savaşla belirlenecekti, Rand’ın iradesiyle Karanlık Varlık’ın iradesi arasındaki çatışmanın sonucuyla. Olabilecek olan, olacak olana dönüşebilirdi. Şimdi yenilirse, o geleceği Karanlık Varlık seçebilirdi.

BAK VE GÖR, dedi Karanlık Varlık, ışık çizgileri bir araya gelir ve Rand bambaşka bir dünyaya adım atarken. Henüz olmamış, ama yakında pekala olabilecek bir dünyaya.

Rand kaşlarını çatarak gökyüzüne baktı. Bu görüde kırmızı değildi, yeryüzü harap olmamıştı. Bildiği şekliyle, Caemlyn’de duruyordu. Ah, bazı farklar vardı. Buharlı arabalar takırdayarak sokaklarda geçiyor, at arabası ve yaya trafiğine karışıyorlardı.

Şehir yeni duvarın arkasına yayılmıştı – Rand, merkezdeki tepenin zirvesinden bunu görebiliyordu. Hatta Talmanes’in duvarda delik açtığı yeri bile seçebiliyordu. Delik onarılmamıştı. Bunun yerine, şehir deliğin ötesine taşmıştı. Eskiden tarla olan yerler binalarla kaplanmıştı.

Rand kaşlarını çattı, döndü ve sokaktan aşağı yürüdü. Karanlık Varlık ne oyun oynuyordu? Kuşkusuz bu normal, hatta refah dolu şehir onun bu dünya için yaptığı planların parçası olamazdı. İnsanlar temizdi ve baskı altındaymış gibi görünmüyordu. Karanlık Varlık’ın onun için yarattığı önceki dünyalarda gördüğü sapkınlıklardan iz yoktu.

Merak içinde, bir kadının meyve sattığı tezgaha yaklaştı. İnce kadın ona davetkar bir şekilde gülümseyerek meyvelerini göstedi. “Hoş geldin beyim. Adım Renel ve dükkanım, dünyanın dört bir yanından gelmiş, en iyi meyveleri arayan herkesin ikinci yuvasıdır. Tear’dan taze şeftali geldi!”

“Şeftali!” dedi Rand hayretler içinde. Şeftalilerin zehirli olduğunu herkes bilirdi.

“Ha! Korkma beyim! Bunlardaki zehir temizlenmiş. Ben ne kadar dürüstsem, şeftalilerim de o kadar güvenlidir.” Kadın gülümsedi ve kanıtlamak için şeftaliden bir ısırık aldı. O bunu yaparken meyve tezgahının altından kirli bir el uzandı – Rand’ın daha önce fark etmediği bir sokak çocuğu, tezgahın altına saklanmıştı.

Küçük çocuk, Rand’ın bilmediği türden kırmızı bir meyveyi kaptı ve kaçtı. Çocuk o kadar zayıftı ki, Rand aşırı küçük bedeninin derisinden kaburgalarını sayabiliyordu ve bacakları o kadar inceydi ki, yürüyebildiğine bile şaşmak gerekirdi.

Kadın Rand’a gülümsemeye devam ederek yana uzandı, yanında bir tetiği olan kısa bir çubuk çıkardı. Tetiği çekti ve çubuk çatırdadı.

Sokak çocuğu bir kan serpintisi eşliğinde düştü ve öldü. İnsanlar çocuğun çevresinden dolandılar, ama biri –pek çok koruması olan bir adam– eğilip meyveyi aldı. Üzerindeki kanı sildi, meyveyi ısırdı ve yoluna devam etti. Birkaç saniye sonra, buharlı bir araba cesedi ezdi ve çamurlu yola yapıştırdı.

Rand hayretler içinde kadına baktı. Kadın gülümsemeye ara vermeden silahını kaldırdı. “Belli bir meyve mi arıyordun?” diye sordu ona.

“Biraz önce bir çocuk öldürdün!”

Kadın şaşkın şaşkın kaşlarını çattı. “Evet. Sana mı aitti beyim?”

“Hayır, ama…” Işık! Kadın en ufak pişmanlık ya da endişe işareti göstermiyordu. Rand çevresine bakındı. Kimse olanlara aldırmamıştı.

“Beyim?” diye sordu kadın. “Seni tanımam gerekirmiş gibi hissediyorum. Giysilerinin biraz modası geçmiş, ama yine de güzel. Hangi hiziptensin?”

“Hizip mi?” diye sordu Rand, kadına dönerek.

“Hem, korumaların nerede?” diye sordu kadın. “Senin kadar zengin bir adamın korumaları vardır elbette.”

Rand kadınla göz göze geldi ve kadın yine silahına davranınca yana kaçtı. Bir köşeyi dolandı. Kadının gözlerindeki ifade… en ufak insani duygudaşlık ya da endişeden yoksundu. Kadın hiç düşünmeden öldürürdü onu. Biliyordu.

Sokaktaki diğerleri onu gördü. Arkadaşlarını dürtükleyerek onu gösterdiler. Oradan geçen bir adam, “Hangi hizipten olduğunu söyle!” diye seslendi. Diğerleri de onu kovalamaya başladı.

Rand bir başka köşeyi dolandı. Tek Güç. Onu kullanmaya cesaret edebilir miydi? Bu dünyada neler olup bittiğini bilmiyordu. Daha önce olduğu gibi, kendini bu görüden ayırmakta güçlük çekiyordu. Bunun tam olarak gerçek olmadığını biliyordu, ama yine de kısmen inanmaktan kendini alamıyordu.

Tek Güç kullanma riskine girmedi. Şimdilik kendi ayaklarına güveniyordu. Caemlyn’i çok iyi tanımıyordu, ama bu bölgeyi hatırlıyordu. Bu sokağın sonuna ulaşıp dönerse… evet, orada! İleride tanıdık bir bina gördü. Tabelasında, bir adam kızıl-altın saçlı bir kadının önünde diz çökmüştü. Kraliçenin Takdisi.

Onu kovalayanlar geride bıraktığı köşeye ulaşırken Rand hanın ön kapısına vardı. Rand kapıya yönelip, kenarda duran iriyarı adamın önünden geçtiğinde durdular. Kapıda yeni bir koruma mı vardı? Rand onu tanımıyordu. Han hâlâ Basel Gill’e mi aitti, yoksa el mi değiştirmişti?

Rand, kalbi güm güm atarak ortak salona daldı. Akşam biralarını yudumlamakta olan pek çok adam başlarını kaldırıp baktılar. Rand’ın şansı vardı; Basel Gill, bir bezle bir kupayı ovalayarak tezgahın arkasından doğruldu.

“Gill Efendi!” dedi Rand.

Tıknaz adam kaşlarını çatarak döndü. “Seni tanıyor muyum?” Rand’ı tepeden tırnağa süzdü. “Lordum?”

“Benim, Rand!”

Gill başını yana eğdi ve sonra sırıttı. “Ah, sen! Seni unutmuştum. Arkadaşın hâlâ yanında değil, değil mi? Gözlerinde karanlık bir bakış olan?”

Demek bu mekânda insanlar onun Yenidendoğan Ejder olduğunu bilmiyordu. Karanlık Varlık onlara ne yapmıştı?

“Seninle konuşmam gerek Gill Efendi,” dedi Rand, özel yemek odasına doğru yürüyerek.

“Sorun nedir evlat?” diye sordu Gill, peşinden gelerek. “Başını belaya mı soktun? Yine?”

Rand kapıyı Gill Efendi’nin arkasından kapattı. “Hangi Çağdayız?”

“Dördüncü Çag’da elbette.”

“Son Savaş oldu mu?”

“Evet, ve biz kazandık!” dedi Gill. Gözlerini kısarak, Rand’a dikkatle baktı. “Sen iyi misin evlat? Nasıl olur da…”

“Son birkaç yıldır ormanda yaşıyordum,” dedi Rand. “Olanlardan korktum.”

“Ah, tamam o zaman. Hiziplerden haberin yok, öyle mi?”

“Hayır.”

“Işık, evlat! Başın fena dertte. Gel, sana bir hizip simgesi bulalım. Hemen bir simgeye ihtiyacın var!” Gill kapıyı açtı ve telaşla dışarı çıktı.

Rand kollarını kavuşturdu ve hoşnutsuzlukla, şöminenin ötesinde hiçlik olduğunu fark etti. “Onlara ne yaptın?” diye sordu Rand.

KAZANDIKLARINI DÜŞÜNMELERİNİ SAĞLADIM.

“Neden?”

BENİ TAKİP EDENLERİN ÇOĞU DİKTATÖRLÜKTEN ANLAMIYOR.

“Bunun konuyla ne alakası…” Gill dönünce sustu. Yanında ‘hizip simgesi’ getirmemişti, o da her neyse. Bunun yerine üç kalın boyunlu koruma getirmişti. Rand’ı gösterdi.

“Gill…” dedi Rand, gerileyerek ve Kaynak’ı kavrayarak. “Sen ne yapıyorsun? ”

“Eh, o ceket para getirir diye düşünüyorum,” dedi Gill. Sesi hiç de üzgün gelmiyordu.

“Beni soyacak mısın yani?”

“Eh, evet.” Gill’in kafası karışmış gibiydi. “Neden soymayayım ki?”

Kabadayılar odaya girdi ve dikkatli bakışlarla Rand’ı süzdüler. Sopaları vardı.

“Kanun yüzünden,” dedi Rand.

“Neden hırsızlığa karşı kanunlar olsun?” diye sordu Gill, başını iki yana sallayarak. “Sen ne biçim insansın da bu tür şeyler düşünüyorsun? İnsan sahip olduğu şeyleri koruyamıyorsa, neden onlara sahip olsun? İnsan hayatını koruyamıyorsa, yaşamanın ona ne faydası var?”

Gill üç adama el etti. Rand onları Hava ipleriyle bağladı.

“Vicdanlarını aldın, değil mi?” diye sordu usulca.

Tek Güç kullanılınca Gill’in gözleri irileşti. Kaçmaya çalıştı. Rand onu da Hava ipleriyle yakaladı.

BASKI ALTINDA OLDUKLARINI DÜŞÜNEN İNSANLAR BİR GÜN MÜCADELE ETMEYE BAŞLAR. ONLARDAN YALNIZCA DİRENME İRADELERİNİ DEĞİL, BİR ŞEYLERİN YANLIŞ OLDUĞU KUŞKUSUNU DA ALDIM.

“Ve onları merhametsiz bıraktın, öyle mi?” diye sordu Rand, Gill’in gözlerinin içine bakarak. Adam ve üç koruması, Rand’ın onları öldüreceğini düşünerek dehşete kapılmışlardı. Ama hiç pişmanlık yoktu. Bir zerre bile.

MERHAMETE GEREK YOK.

Rand ölümcül bir soğukluk hissetti. “Bu, bana daha önce gösterdiğin dünyadan farklı.”

ÖNCEDEN GÖSTERDİĞİM, İNSANLARIN BEKLEDİĞİ DÜNYA. SAVAŞTIKLARINI SANDIKLARI ŞER. AMA BEN, İYİNİN VE KÖTÜNÜN OLMADIĞI BİR DÜNYA YARATACAĞIM.

YALNIZCA BENİM OLDUĞUM BİR DÜNYA.

“Hizmetkarların bunu biliyor mu?” diye fısıldadı Rand. “Seçilmiş adını verdiklerin? Kendi yarattıkları bir dünyanın lordları ve hükümdarları olacaklarını düşünerek savaşıyorlar. Ama sen onlara bunu vereceksin. Aynı dünya… tek farkı, Işık’ı olmaması.”

YALNIZCA BEN VARIM.

Işık yok. İnsan sevgisi yok. Bu fikrin dehşeti Rand’ın içine işledi, onu sarstı. Bu, kazanırsa Karanlık Varlık’ın seçebileceği olasılıklardan biriydi. Seçeceği, ya da bu şekilde olmak zorunda olduğu anlamına gelmiyordu, ama… ah, Işık, bu korkunçtu. Tutsaklarla dolu bir dünyadan çok daha korkunç, harabeye dönmüş karanlık bir yeryüzünden çok daha dehşet verici.

Bu gerçek dehşetti. Bu, dünyanın tam olarak yozlaşmasıydı, güzel olan her şeyin içinden alınıp geriye kabuğunun bırakılmasıydı. Güzel bir kabuk, ama yine de bir kabuk.

Rand bu Işıksız dünyada yaşamaktansa, içindeki iyilik yapma kapasitesini korumak için bin sene işkence çekmeye razı olurdu.

Öfke içinde karanlığa döndü. Karanlık uzak duvarı yutmuştu ve büyüyordu. “Hata yaptın Shai’tan!” diye bağırdı Rand hiçliğe. “Çaresizliğe kapılacağımı sandın, değil mi? İrademi yıkacağını sandın. Bu şekilde başaramazsın, sana yemin ederim. Bu, savaşma azmimi arttırıyor!”

Karanlık Varlık’ın içinde bir şey gürledi. Rand bağırarak iradesini dayattı ve yalanlarla ve duygusuzca öldüren insanlarla dolu karanlık dünyayı parçaladı. O dünya dağılarak ipliklere dönüştü ve Rand bir kez daha zamanın dışındaki mekâna döndü. Desen çevresinde dalgalanıyordu.

“Bana gerçek yüreğini mi gösteriyorsun?” diye sordu Rand hiçliğe, o iplikleri kavrarken. “Ben de sana kendiminkini göstereyim Shai’tan. Yaratmak istediğin bu Işıksız dünyanın tam tersi de var.

“Gölgesiz bir dünya.”


Mat uzun adımlarla uzaklaşarak sakinleşmeye çalıştı. Tuon ona gerçekten kızmış gibi görünüyordu! Işık. Ona ihtiyaç duyduğunda geri gelecekti, değil mi?

“Mat?” dedi Min, telaşla yanına gelerek.

“Onunla git,” dedi Mat. “Benim için ona göz kulak ol Min.”

“Ama…”

“Onun fazla korunmaya ihtiyacı yok,” dedi Mat. “Güçlü bir kadın o. Kanlı küller, gerçekten güçlü bir kadın. Ama gözetilmeye ihtiyacı var. Beni endişelendiriyor Min. Her neyse, benim kazanmam gereken kahrolası bir savaş var. Onunla gidersem bunu yapamam. Bu yüzden, sen gidip ona göz kulak olur musun? Lütfen?”

Min yavaşladı, sonra beklenmedik bir biçimde, Mat’e sarıldı. “İyi şanslar Matrim Cauthon.”

“Sana da iyi şanslar Min Farshaw,” dedi Mat. Min’i bıraktı ve sonra ashandareisini omuzladı. Seanchanlar Dashar Tepesi’nden ayrılmaya başlamışlardı. Erinin’e çekilecekler, ondan sonra Merrilor Meydanı’ndan tamamen ayrılacaklardı. Demandred onların gitmesine izin verecekti. İzin vermemek için aptal olması gerekirdi. Kan ve lanet küller, Mat kendini nasıl bir işe sokmuştu? Birliklerinin neredeyse dörtte birini gönderiyordu.

Geri gelecekler, diye düşündü. Eğer bu kumar işe yararsa. Zarlar ihtiyaç duyduğu gibi düşerse.

Yalnız, bu savaş bir zar oyunu değildi. Bunun için fazla incelikliydi. Bir iskambil oyunu gibiydi. Mat genelde iskambil oyunlarında kazanırdı. Genelde.

Sağında, siyah Seanchan zırhları içinde bir grup adam savaş meydanına doğru ilerledi. “Hey, Karede!” diye bağırdı Mat.

İriyarı adam Mat’e karanlık bir bakış fırlattı. Mat aniden, Perrin’in çekicini kaldırırken süzdüğü bir metal çubuğun nasıl hissettiğini anladı. Karede uzun adımlarla yaklaştı ve yüzünü sakin tutmak için büyük çaba harcadığı belli olsa da, Mat ondan yayılan fırtınayı hissedebiliyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi Karede gergin bir sesle. “İmparatoriçe’nin, sonsuza dek yaşasın, korunmasına yardım ettiğin için.”

“Onu güvenli bir yerde tutmam gerektiğini düşünüyorsun,” dedi Mat. “Kumanda merkezinde değil.”

“Kandan birini sorgulamak bana düşmez Yüce Varlık,” dedi Karede.

“Beni sorgulamıyorsun,” dedi Mat, “bana keskin bir şey saplamayı düşünüyorsun. Tamamen farklı bir şey.”

Karede uzun uzun nefes verdi. “Beni affet Yüce Varlık,” dedi, gitmek üzere dönerek. “Adamlarımı alıp ölmeye gitmem gerek.”

“Sanmıyorum,” dedi Mat, “Benimle geliyorsun.”

Karede ona döndü. “İmparatoriçe’nin, sonsuza dek yaşasın, emirlerine göre…”

“Sen ön saflara gidiyorsun,” dedi Mat, gözlerini gölgeleyip, Trolloclarla dolu ırmak yatağına bakarak… “Harika. Benim nereye gittiğimi sanıyorsun?”

“Savaşa mı gidiyorsunuz?” diye sordu Karede.

“Savaş meydanında bir gezinmeyi düşünmüştüm,” dedi Mat. Başını iki yana salladı. “Demandred’in ne yaptığını hissetmem lazım… oraya gidiyorum Karede, ve Trolloclarla arama sizi sokmak harika bir fikir gibi görünüyor. Geliyor musun?”

Karede yanıt vermedi, ama dönüp gitmedi de.

“Bak, başka ne seçeneğin var?” diye sordu Mat. “Oraya gidip amaçsızca ölmek mi? Yoksa benimle gelip İmparatoriçen için beni hayatta tutmaya çalışmak mı? Beni pek beğendiğinden neredeyse eminim. Belki. Okuması zor biri Tuon.”

“Ona bu isimle hitap edemezsiniz,” dedi Karede.

“Ona canım hangisini isterse o isimle hitap ederim.”

“Ben sizinle geleceksem değil,” dedi Karede. “Sizinle geleceksem Kuzgun Prensi, adamlarımın dudaklarınızdan bu ismi duymasına izin vermem. Kötü alamet olur.”

“Eh, kötü alamet istemeyiz,” dedi Mat. “Tamam o zaman Karede. O kargaşaya dalalım ve ne yapabileceğimize bakalım. Fortuona’nın adına.”


Tam düelloya başlayacakmış gibi kılıcını kaldırdı, ama burada şerefli bir düşman bulamadı. Yalnızca homurdanan, uluyan, şiddet dolu Trolloclar. Harabelerin yakınındaki bu çatışmada, perişan durumdaki Beyazcüppelerden uzağa çekilmişlerdi.

Trolloclar İki Nehirlilere döndü ve saldırdı. Kazığın ucunda savaşan Tam, Rüzgara Kapılmış Saz duruşu aldı. Tek adım gerilemeyi bile reddediyordu. Oraya buraya bükülüyordu, ama kararlılıkla durdu ve kılıcını hızla savurarak Trolloc safını kırdı.

İki Nehirliler, Karanlık Varlık’ın ayağındaki bir diken, elindeki bir iğne gibi, Trollocları yarıp geçtiler. Takip eden kargaşada bağırıp çağırdılar, küfrettiler ve Trollocları dağıtmak için savaştılar.

Ama kısa süre sonra, kazandıkları zemini korumaya odaklandılar. Trolloclar adamların çevresinde akıyordu. Normalde saldırı taktiği olan kazık formasyonu burada da işe yarıyordu. Trolloclar kazığın kenarlarında hareket ederken, İki Nehirlilerin baltalarından, kılıçlarından ve mızraklarından darbe alıyorlardı.

Tam delikanlıların eğitiminin onlara yön göstermesine izin veriyordu. Kazığın ortasında olmayı ve Dannil’in şu anda yaptığı gibi cesaret sözcükleri bağırmayı tercih ederdi – ama gerçek savaş deneyimi olan pek az adamdan biriydi ve kazık formasyonunun başarısı, sağlam bir ucu olmasına bağlıydı.

Bu yüzden Tam sağlamca durdu. Boşluğun içinde sakin, Trollocların ona çarpıp dağılmasına izin verdi. Çiyi Silkelemek’ten Dal’a, Rüzgardaki Elma Çiçekleri’ne, Gölete Düşen Taşlar’a geçti – birden fazla rakiple savaşırken yerini sağlamlaştıran duruşlardı hepsi.

Son birkaç ayın deneyimine rağmen, Tam gençliğindeki kadar güçlü değildi. Neyse ki bir sazın güce ihtiyacı olmazdı. Eskisi kadar idmanlı da değildi, ama bir sazın rüzgarda eğilmek için idmana ihtiyacı olmazdı.

Eğilirdi, o kadar.

Olgunlaşarak geçen seneler, senelerce yaş, Tam’e boşluğu anlamayı öğretmişti. Artık onu her zamankinden daha iyi anlıyordu. Rand’a sorumluluk öğreterek geçen seneler, Kari olmadan yaşadığı seneler, rüzgarın esişini ve yaprakların hışırtısını dinleyerek geçen seneler…

Tam al’Thor boşluk oldu. Onu Trolloclara götürdü, onlara gösterdi ve onları boşluğun derinliklerine gönderdi.

Keçi suratlı bir Trollocun çevresinde dans etti, kılıcını yana savurarak yaratığın bacağını tam topuğundan biçti. Trolloc sendeledi ve Tam dönerek, arkasındaki adamların onun işini bitirmesine izin verdi. Kanlar akıtan kılıcını yukarı savurdu ve siyah kan damlalarını, ona doğru atılan, kâbuslardan çıkmış yaratıklara benzeyen bir Trollocun gözlerine saçtı. Yaratık kör olarak uludu ve Tam kollarını uzatarak öne doğru süzüldü; yaratığın karnını tam göğüs plakasının altından biçti. Yaratık bir başka Trollocun önüne düştü. Yeni yaratık kılıcını Tam’e indirmeye çalıştı, ama onun yerine kendi arkadaşını biçti.

Her adım dansın bir parçasıydı ve Tam, Trollocları ona katılmaya davet ediyordu. Uzun zaman önce, bir kez daha bu şekilde dans etmişti, ama hafıza boşluğun izin vermediği bir şeydi. Diğer zamanları düşünmedi. Hiçbir şey düşünmüyordu. Bunu daha önce bir kez daha yaptığını biliyorsa, hareketlerindeki yankı yüzündendi, kaslarına işlemiş bir kavrayış yüzünden.

Tam kılıcını, insansı yüzünde sadece biraz fazla kıl olan bir Trollocun boynuna sapladı. Trolloc geri geri giderek düştü ve Tam karşısında yeni düşman bulamadı. Durdu ve kılıcını kaldırdı. Yumuşak bir rüzgar esiyordu. Karanlık yaratıklar, Sınırboyu bayrakları açmış süvarilerin önüne düşmüş, ırmak aşağı gürleyerek akıyorlardı. Çok geçmeden Ejder Alayı’nın askerlerinden oluşmuş bir duvara çarpacak ve onlarla Sınırboylular arasında ezileceklerdi.

Tam kılıcını temizledi ve boşluktan çıktı. Aniden durumun ciddiyetini kavradı. Işık! Adamları ölmüş olmalıydı. O Sınırboylular gelmeseydi…

Kılıcını lake kaplı kınına soktu. Tam o bulutlardan hiç ışık geçeceğini sanmazdı, ama kızıl-altın ejder ışığı yansıtarak kıvılcımlandı. Güneşi aradı ve buldu – bulutların arkasındaydı, ufkun yakınında. Gece çökmek üzereydi!

Neyse ki, burada, harabelerin yakınında savaşan Trolloclar sonunda bozguna uğruyor gibiydi. Uzun ve zorlu ırmak geçişinde iyice zayıf düşmüşlerdi ve şimdi, Lan’in adamları arkadan saldırırken, dağılmaya başlamışlardı.

Kısa süre sonra işleri bitti. Tam dayanmıştı.

Siyah bir at yaklaştı. Binicisi Lan Mandragoran –peşinde bayraktarı ve korumalarıyla– İki Nehirlileri süzdü.

“Öteden beri merak etmişimdir,” dedi Tam’e. “Rand’a o balıkçıl damgalı kılıcı kim verdi diye. Onu gerçekten kazandı mı merak etmişimdir. Artık biliyorum.” Lan kılıcını kaldırarak selam verdi.

Tam adamlarına, silahlarını kavramış bitkin ve kanlı gruba döndü. Oluşturdukları kazığın geçtiği yol, ayaklar altında ezilmiş ovada açıkça görülebiliyordu. Kazığın biçtiği yerde düzinelerce Trolloc yatıyordu. Kuzeyde, ikinci kazığı oluşturan adamlar silahlarını kaldırdılar. Onlar ta ormana kadar itilmişti, ama orada dayanmışlardı ve bazıları savaştan canlı çıkmıştı. Tam, düzinelerce iyi insanın öldüğünü fark etmeden geçemedi.

Bitkin adamları orada, savaş meydanında, cesetlerin ortasında oturuyordu. Bazıları zayıfça kendi yaralarını sarmaya ya da kazığın ortasına çektikleri yaralılarla ilgilenmeye başladı. Güneyde, Tam can sıkıcı bir manzara gördü. Dashar Tepesi’ndeki kamplarından çekilenler Seanchanlar mıydı?

“Kazandık mı?” diye sordu Tam.

“Tam tersine,” dedi Lan. “Irmağın bu kesimini ele geçirdik, ama bu savaşların küçüğü. Demandred, kaynaklarımızı ırmak aşağısındaki geçide aktarmayalım diye, Trolloclarını üzerimize sürerek bizi burada meşgul etti.” Lan atını döndürdü. “Adamlarını topla kılıç ustası. Bu savaş güneşin batmasıyla bitmeyecek. Yaklaşan saatlerde sana yine ihtiyaç olacak. Tai’shar Manetheren.

Lan dörtnala Sınırboyluların yanına gitti.

“Tai’shar Malkier,” diye seslendi Tam arkasından, biraz gecikmeyle.

“Ee… daha işimiz bitmedi mi?” diye sordu Dannil.

“Hayır evlat. Bitmedi. Ama mola vereceğiz, adamlara Şifa verdireceğiz ve biraz yiyecek bulacağız.” Meydanın kenarında kapıyolların açıldığını gördü. Cauthon, Tam’in yaralıları Mayene’e ulaştırması için bir yol sunacak kadar akıllıydı. Bu…

Kapıyollardan insanlar akmaya başladı. Yüzlercesi. Binlercesi. Tam kaşlarını çattı. Yakında, Beyazcüppeler toparlanmaya başladılar – Trolloc saldırılarında fena hırpalanmışlardı, ama Tam’in gelişi sayesinde tamamen yok olmamışlardı. Arganda’nın güçleri harabelerin orada saf tutuyordu. Kanlar içindeki Kurt Muhafızları, Trolloc leşlerinin ortasında, bayraklarını yükseğe kaldırmışlardı.

Tam bata çıka yürüdü. Kolları ve bacakları kurşun gibiydi. Aylar boyunca kütük çekmiş gibi bitkindi.

Kapıyolların ilkinde, Berelain birkaç Aes Sedai’yle birlikte bekliyordu. Güzel kadın bu çamur ve ölüm deryasının ortasında tamamen yersiz kaçıyordu. Siyah-gümüş elbisesi, saçlarındaki taç… Işık, buraya ait değildi.

“Tam al’Thor,” dedi Berelain. “Bu gücün kumandası sende mi?”

“Bende gibi,” dedi Tam. “Affedersiniz, Leydi Mayene Başı, ama bu insanlar kim?”

“Caemlyn mültecileri,” dedi Berelain. “Şifa’ya ihtiyaç duyup duymadıklarını görmek için birkaç kişi gönderdim. Şifa’yı reddettiler ve onları savaşa getirmem konusunda ısrar ettiler.”

Tam kafasını kaşıdı. Savaşa mı? Eli kılıç tutan her adam –ve pek çok kadın– zaten askere alınmıştı. Kapıyollardan akan insanların çoğu çocuk ve yaşlılardı, bir de küçüklere bakmak için geride kalmış nineler.

“Pardon,” dedi Tam, “ama burası bir ölüm tarlası.”

“Ben de onu açıklamaya çalıştım,” dedi Berelain, çileden çıkmış bir sesle. “İşe yarayacaklarını iddia ediyorlar. Beyazköprü yolunda büzülüp Son Savaş’ın sonunu beklemekten daha iyi diyorlar.”

Tam kaşlarını çatarak çocukların savaş meydanına dağılmasını izledi. Onların korkunç görünüşlü leşleri incelemelerini izlerken midesi kalktı. Çocukların çoğu başta ürktü. Diğerleri düşmüşleri tarayarak, aralarında Şifa verilecek canlı olup olmadığına bakmaya başladı. Mültecileri korumakla görevlendirilmiş birkaç yaşlı asker aralarında dolaşıyor, tam olarak ölmemiş Trolloclara karşı gözlerini açık tutuyorlardı.

Kadınlar ve çocuklar yerdeki okları toplamaya başladı. Bu işe yarardı. Hem de çok. Tam şaşkınlık içinde, yüzlerce Tenekecinin bir kapıyoldan akın ettiğini gördü. Pek çok Sarı Aes Sedainin yönetimi altında, yaralıları aramaya başladılar.

Tam başını salladı. Çocukların tüm bunları görmesi onu hâlâ endişelendiriyordu. Eh, diye düşündü, eğer yenilirsek çok daha beterini görecekler. Bir işe yaramak istiyorlarsa, buna izin verilmeliydi.

“Söyle bana Tam al’Thor,” dedi Berelain, “Galad Damodred… iyi mi? Burada adamlarını görüyorum, ama bayrağını görmüyorum.”

“Başka görevler için çağrıldı Leydim,” dedi Tam. “Irmak aşağısına. Korkarım saatlerdir ondan haber almadım.”

“Ah. Neyse, adamlarına Şifa verelim ve onları besleyelim. Belki Lord Damodred’den haber de gelir.”


Elayne, Gareth Bryne’ın yanağına hafifçe dokundu. Gözlerini teker teker kapattı ve sonra askerlerine başını sallayarak cesedi alıp götürebileceklerini işaret etti. Bryne’ı kalkanının üzerinde taşıdılar. Bacakları bir yandan, başı diğer yandan sarkıyordu.

“Çığlık atarak atını dörtnala kaldırdı,” dedi Birgitte. “Tam düşmanın içine. Onu durdurmak imkansızdı.”

“Siuan öldü,” dedi Elayne, yıkıcı bir kayıp duygusuyla. Siuan… Siuan her zaman güçlü biri olmuştu. Elayne bir çabayla duygularını bastırdı. Savaşa dikkat kesilmeliydi. “Kumanda merkezinden haber var mı?”

“Dashar Tepesi’ndeki kamp terk edildi,” dedi Birgitte. “Cauthon’un nerede olduğunu bilmiyorum. Seanchanlar bizi terk etti.”

“Bayrağımı yükseğe kaldırın,” dedi Elayne. “Mat’ten haber alana kadar bu savaş meydanının kumandasını ben alıyorum. Danışmanlarımı çağırın.” Birgitte emirleri iletmek üzere uzaklaştı. Trolloclar ırmak kıyısındaki Andorluları zorlarken, Elayne’in Asker Kadınlan endişe içinde kıpırdanarak bekledi. Yayla ile bataklıklar arasındaki koridoru tamamen doldurmuşlardı ve Shienar topraklarına dökülmekle tehdit ediyorlardı. Egwene’in ordusunun bir kısmı Trolloclara koridorun diğer ucundan saldırmıştı ve bu bir süreliğine birlikleri üzerindeki baskıyı azaltmıştı. Ama yukarıdan daha fazla Trolloc saldırmıştı ve saldırının baskısı en çok Egwene’in adamları üzerindeymiş gibiydi.

Elayne savaş taktikleri konusunda sağlam dersler almıştı, ama savaş meydanında deneyimi azdı ve işlerin ne kadar kötüye gittiğini görebiliyordu. Evet, Trollocların ırmak yukarısındaki pozisyonlarının Lan ve Sınırboylular tarafından yok edildiği haberini almıştı. Ama burada, geçitteki durum belliyken, bu onu pek fazla rahatlatmamıştı.

Güneş ufkun ardına batmaya başladı. Trolloclar geri çekilecekmiş gibi görünmüyordu ve Elayne’in askerleri gönülsüzce ateşler ve meşaleler yakıyordu. Adamlarını kare formasyonlara sokmak savunmayı kolaylaştırmıştı, ama bu, ilerleme umudundan vazgeçmek anlamına geliyordu. Aieller ve Cairhienliler de burada savaşıyordu. Ama o kargı kareleri savaş planlarının nüvesiydi.

Yavaşça bizi kuşatıyorlar, diye düşündü. Trolloclar onları kuşatmayı başarırsa, Andorluları patlatana kadar sıkıştırırlardı. Işık, bu işin sonu kötü.

Aniden ufuktaki bulutların ardındaki güneş alev gibi parladı. Gecenin çökmesiyle, Trolloclar bir avantaj daha kazanmış oluyordu. Karanlığın çökmesiyle birlikte hava da soğumuştu. Elayne’in, bu savaşın günler süreceği varsayımı şimdi aptalca geliyordu. Gölge tüm gücüyle saldırıyordu. İnsanlığın günleri değil, saatleri kalmıştı.

“Majesteleri,” dedi Kumandan Guybon, Elayne’in diğer kumandanlarıyla birlikte yaklaşarak. Çentilmiş zırhları ve kanlı önlükleri kimsenin, üst düzey subayların bile savaşmaktan kaçınamadığını kanıtlıyordu.

“Tavsiyeniz nedir?” dedi Elayne ona, süvarilerin kumandanı Theodohr’a ve Kumandan General Birgitte’e bakarak.

“Geri çekilmek?” diye sordu Guybon.

“Gerçekten savaştan çekilebileceğimizi düşünüyor musun?” diye yanıt verdi Birgitte.

Guybon duraksadı, sonra başını iki yana salladı.

“Tamam o zaman,” dedi Elayne. “Nasıl kazanacağız?”

“Pozisyonumuzu koruyacağız,” dedi Theodohr. “Umarım Beyaz Kule Sharalı yönlendiricilere karşı kendi savaşlarını kazanır ve bize yardıma gelir.”

“Burada oturmak hiç hoşuma gitmiyor,” dedi Birgitte. “Bu…”

Elayne’in korumalarının arasından kor beyaz bir ışın geçti ve düzinelercesini buharlaştırdı. Guybon’un atı altında yok oldu, ama ışın Guybon’un kendisini ıskaladı. Elayne’in atı şahlandı.

Elayne bir küfür savurarak atını kontrol altına aldı. Bu şerateş olmalıydı!

“Lews Therin!” Güç’le yükseltilmiş bir ses savaş meydanında çınladı. “Âşık olduğun kadını avlıyorum! Bana gel korkak! Savaş!”

Elayne’in yanında toprak patladı ve bayraktarını havaya fırlatarak bayrağın tutuşmasına sebep oldu. Bu sefer Elayne atından düştü ve tüm ağırlığıyla yere çarparak inledi.

Bebeklerim! İnleyerek dönerken birkaç el onu yakaladı. Birgitte. Birgitte, pek çok Asker Kadın’ın yardımıyla, Elayne’i arkasına, eyere çekti.

“Yönlendirebiliyor musun?” diye sordu Birgitte. “Hayır. Boşver. Bunu bekliyor olmalılar. Celebrain, başka bir bayrak çek! Bir Asker birliğiyle birlikte ırmak aşağı git. Ben Kraliçe’yi başka yöne götüreceğim!”

Birgitte’in atının yanında duran kadın selam çaktı. Bu bir idam fermanıydı! “Birgitte, hayır,” dedi Elayne.

“Demandred Yenidendoğan Ejder’i çekmek için seni kullanmaya karar verdi,” dedi Birgitte, atını çevirerek. “Bunun olmasına izin vermeyeceğim. Deh!” Atını dörtnala kaldırırken Elayne’in korumalarının üzerine yıldırım düştü ve bedenlerini havaya fırlattı.

Elayne dişlerini gıcırdattı. Orduları alet edilme, kuşatılma tehlikesi altındaydı – ve Demandred dört bir yana şerateş, şimşek ve Toprak dalgaları gönderiyordu. Adam, tek başına, bir ordu kadar tehlikeliydi.

“Gidemem,” dedi Elayne, Birgitte’in arkasından.

“Hayır, gidebilirsin ve gideceksin,” diye yanıt verdi Birgitte kabaca, atları dörtnala koşarken. “Mat ölmüşse –Işık izin verse de öyle olmasa– yeni bir kumanda merkezi oluşturmamız gerekecek. Demandred’in önce Dashar Tepesi’ne, sonra doğrudan sana saldırmasının bir sebebi var. Kumanda yapımızı yok etmeye çalışıyor. Senin görevin güvenli ve gizli bir yerde kumandayı devralmak. Demandred’in izcilerinin senin yönlendirmeni sezemeyeceği kadar uzaklaştığımız zaman, kapıyol açacağız ve kontrol yine sende olacak. Ama şu anda, Elayne, çeneni kapatman ve seni korumama izin vermen lazım.”

Birgitte haklıydı. Kavrulası, ama haklıydı. Birgitte atını güvenliğe doğru dörtnala sürer, atı arkalarına toprak kesekleri fırlatırken Elayne tutundu.


En azından onu bulmayı kolaylaştırıyor, diye düşündü Galad, düşmanın pozisyonundan Elayne’in ordusuna doğru ateş topları akmasını izlerken.

Galad çalıntı atını topukladı ve Yayla’nın tepesinde, doğu kıyısına doğru dörtnala sürdü. Gawyn’in kollarında ölmesi gözlerinin önünden gitmiyordu.

“Çık karşıma Lews Therin!” Demandred’in gök gürültüsünden farksız narası ileride yeri sarstı. Demandred, Galad’ın kardeşini almıştı. O canavar şimdi de kız kardeşini avlıyordu.

Eskiden Galad için doğru ile yanlış arasındaki ayrım berraktı, ama hiç bu kadar doğru gelmemişti. O ışık çizgileri bir haritadaki oklar gibiydi. Bizzat Işık ona yol gösteriyordu. Işık onu hazırlamış, şu anda buraya getirmişti.

Shara güçlerinin arka saflarını yararak, Demandred’in Elayne’in ırmak boyundaki birliklerini izleyerek dikildiği yere doğru atıldı. Çevresinde oklar yere saplandı. Okçular, kendi adamlarını vurma riskine aldırmadan, Galad’ın üzerine ok yağdırıyordu. Galad kılıcını çekti ve atlamaya hazırlanarak ayağını üzengiden çıkardı.

Bir ok atına saplandı. Galad kendini hayvanın sırtından yere attı. Hızla düştü, kayarak durdu ve yakındaki arbaletçinin elini biçti. Erkek bir yönlendirici hırlayarak saldırdı ve Galad’ın göğsündeki tilki başı madalyon soğudu.

Galad kılıcının adamın boynuna sapladı. Adam bağırdı ve her kalp atışıyla birlikte boynundan kanlar fışkırmaya başladı. Adam ölürken şaşkın değil, yalnızca öfkeli görünüyordu. Ulumaları daha fazla kişinin dikkatini çekti.

“Demandred!” diye bağırdı Galad. “Demandred, Yenidendoğan Ejder’i çağırıyorsun! Onunla savaşmayı talep ediyorsun! O burada değil, ama kardeşi burada! Benim karşıma çıkar mısın?”

Düzinelerce arbalet kalktı. Galad’ın arkasında, atı burnundan kanlı köpükler fışkırtarak yıkıldı.

Rand al’Thor. Ağabeyi. Gawyn’in ölümünün şoku, bu bilginin şokunun gölgesinde kalmıştı. Hayatta kalırsa bir gün bu bilgiyi sindirmesi gerekecekti. Gururlanması mı yoksa utanması mı gerektiğini hâlâ bilmiyordu.

Shara saflarının arasından, disklerden oluşmuş tuhaf bir zırh kuşanmış biri çıktı. Demandred kibirli bir adamdı; bunu anlamak için yüzünü görmek yeterliydi. Aslında al’Thor’a benziyordu. İkisi de benzer bir havaya sahipti.

Demandred, kılıcını çekmiş, karşısında dikilen Galad’ı süzdü. Yanında, yönlendirici, yeri tırmalayarak can çekişiyordu.

“Kardeşi mi?” dedi Demandred.

“Tigraine’in oğlu,” dedi Galad, “sonradan Mızrağın Kızı olan Tigraine. Ejderdağı’nda, Lews Therin’in mezarında ağabeyimi doğurdu. İki erkek kardeşim vardı. Birini bu savaş meydanında öldürdün.”

“İlginç bir takın olduğunu görüyorum,” dedi Demandred, madalyon yine soğurken. “Zavallı kardeşinle aynı kadere kavuşmaktan seni koruyabileceğini düşünmüyorsundur herhalde. Ölü olan demek istiyorum.”

“Savaşacak mıyız Gölgelerin evladı? Yoksa konuşacak mıyız?”

Demandred, çeliğinde ve kabzasında balıkçıl bezemeleri olan kılıcını çekti. “Kardeşinden daha iyi bir rakip çıkacağını umuyorum küçük adam. Canım sıkılmaya başladı. Lews Therin benden nefret edebilir, bana sayıp sövebilir, ama beni görmezden gelemez.”

Galad arbaletçi ve yönlendirici halkasının ortasına geldi. Kazanırsa yine ölecekti. Ama Işık, yanında bir Terkedilmiş götürmek istiyordu. Ona yakışan bir son olurdu.

Demandred yaklaştı ve dövüş başladı.


Nynaeve sırtını dikite yaslamış, Callandor’un mağara duvarlarına yansıyan ışığında, Alanna’nın hayatını kurtarmak için çalışıyordu.

Beyaz Kule’de, onun sıradan şifa tekniklerine güvenmesiyle alay edenler olmuştu. İki el ve bir iplik, Tek Güç’ün yapamadığı neyi yapabilirdi ki?

Burada Nynaeve yerine o kadınlardan biri olsa, dünya sona ererdi.

Koşullar korkunçtu. Pek az ışık ve kesesinde taşıdığı aletler dışında araç yoktu. Yine de Nynaeve, hep yanında taşıdığı iğne ve ipliği kullanarak dikti. Alanna için bir bitki karışımı hazırlamış ve zorla içirmişti. Fazla işe yaramayacaktı, ama en ufak yardımın bile faydası dokunabilirdi. Alanna’nın gücünü korumasına yardımcı olacak, acısını biraz dindirecek, Nynaeve çalışırken kalbinin durmasını engelleyecekti.

Yara kötüydü, ama daha önce de kötü yaralar dikmişti. İçten içe titrese de, yarayı diker, kadının ölümün kıyısından geri çekerken elleri sağlamdı.

Rand ve Moridin kıpırdamıyordu. Ama Nynaeve aralarında bir şeyin zonkladığını hissediyordu. Rand savaşıyordu. Onun göremediği bir savaş veriyordu.


“Matrim Cauthon, seni lanet aptal. Hâlâ yaşıyor musun?”

Gecenin ilk karanlığında, atını ona doğru süren Davram Bashere’e döndü Mat. Ölümnöbetçileri ile birlikte, ırmak kıyısında savaşan Andorluların yanına dönmüştü.

Karısı ve bir Saldaealı grubu Bashere’e eşlik ediyordu. Kadının giysilerindeki kana bakılırsa, savaştan payını o da almıştı.

“Evet, yaşıyorum,” dedi Mat. “Sağ kalmak konusunda oldukça iyiyimdir. Hatırladığım kadarıyla yalnızca bir kere başarısız oldum, ama o sayılmaz. Senin burada ne işin var? Sen…”

“Kahrolası zihnime girdiler,” dedi Bashere, kaşlarını çatarak. “Bunu yaptılar adam. Deira ve ben konuştuk. Komuta etmeyeceğim, ama bu neden birkaç Trolloc öldürmemi engellesin? ”

Mat başını salladı. Tenobia düştüğünde bu adam Saldaea kralı olmuştu – ama şimdiye dek tacı reddetmişti. Zihnindeki yozlaşma onu sarsmıştı. Tek yaptığı Saldaea’nın Malkier’in yanında savaştığını söylemek olmuştu ve birliklerine Lan’den emir almalarını emretmişti. Son Savaş’tan canlı kurtulurlarsa taht meselesi halledilebilirdi.

“Sana ne oldu?” diye sordu Bashere. “Kumanda merkezinin düştüğünü duydum.”

Mat başını salladı. “Seanchanlar bizi terk etti.”

“Kan ve küller!” diye bağırdı Bashere. “Bu yeterince kötü değilmiş gibi. Kahrolası Seanchan itleri.”

Mat’in çevresindeki Ölümnöbetçileri buna tepki vermedi.

Elayne’in ırmak kıyısındaki güçleri zar zor da olsa tutunuyordu – ama Trolloclar yavaş yavaş onların çevresinden dolanıp, ırmak yukarısına doğru ilerliyordu. Elayne’in safları sırf azimleri ve dikkatli eğitimleri sayesinde tutunmayı başarıyordu. Kare şeklinde sıralanmış askerler kargılarını yukarı kaldırmış, kirpi gibi görünüyorlardı.

Demandred kendi kazıklarını doğru şekilde kullanırsa o kareler ayrılabilirdi. Mat süvari saldırıları kullanarak –bunlara Andor süvarileri ve Birlik de dahildi– Trollocların kargı karelerini dağıtmasını ya da Elayne’i kuşatmasını engellemişti.

Savaşın ritmi Mat’in parmak uçlarında atıyordu. Demandred’in ne yaptığını hissediyordu. Başka herkes için, şu anda savaşın sonu basit bir mesele gibi görünüyordu. Kuvvetle saldır, kargı saflarını boz, Mat’in savunmalarını dağıt. Ama bundan çok daha incelikliydi.

Lan’in Sınırboyluları ırmağın yukarısında Trollocları ezmeyi bitirmişlerdi ve yeni emirlere ihtiyaçları vardı. Güzel. Mat’in, planının bir sonraki adımı için onlara ihtiyacı vardı.

Devasa kargı formasyonlarının üçü kararsızdı, ama her birinin ortasına bir-iki yönlendirici yerleştirebilirse, onları kuvvetlendirebilirdi. Demandred’in dikkatini kim çekmişse, Işık onu korusundu. Terkedilmiş’in saldırıları koca kargı saflarını yok etmişti. Demandred’in her adamı teker teker öldürmesi gerekmiyordu; kareleri dağıtmak için Tek Güç’le saldırması kafiydi. Bu, Trollocların askerleri alt etmesi için yeterli oluyordu.

“Bashere,” dedi Mat, “lütfen birinin kızından haber aldığını söyle bana.”

“Kimse almadı,” dedi Deira. “Üzgünüm.”

Kanlı küller, diye düşündü Mat. Zavallı Perrin.

Zavallı kendisi. Boru olmadan bu işi nasıl başaracaktı? Işık. Lanet Boru olsa bile başarabileceğinden emin değildi.

“Gidin,” diye seslendi atını sürerken. “Lan’in yanına gidin. İrmak yukarısında. Ona söyleyin, Andorluların sağ kanadının çevresinden dolanmaya çalışan Trolloclara saldırsınlar! Ve ona söyleyin, yakında ona yeni emirler yollayacağım.”

“Ama ben…”

“Gölge’nin sana kahrolası dokunmuş olması umurumda bile değil!” dedi Mat. “Her insanın yüreğinde Karanlık Varlık’ın parmakları var ve kahrolası gerçek bu! Ona rağmen savaşabilirsin. Şimdi Lan’in yanına git ve ona ne yapması gerektiğini söyle!”

Bashere ilk önce gerildi; sonra –tuhaf bir şekilde– sarkık bıyıklarının ardından geniş geniş gülümsedi. Lanet Saldaealılar. Onlara bağırılmasından hoşlanıyorlardı. Mat’in sözleri adamı yüreklendirmiş gibiydi. Yanında karısıyla birlikte dörtnala uzaklaştı. Kadın Mat’e sevgi dolu bir bakış fırlattı ve bu bakış Mat’i huzursuz etti.

Şimdi… bir orduya ihtiyacı vardı. Ve bir kapıyola. Lanet bir kapıyola ihtiyacı vardı. Aptal, diye düşündü. Damaneleri göndermişti. En azından birini alıkoyamaz mıydı? Derisinin örümceklerle kaplıymış gibi karıncalanmasına sebep oluyorlardı gerçi.

Mat, Zar’ı durdurdu. Ölümnöbetçileri de onunla birlikte durdu. Birkaçı meşale yaktı. Sharalılarla savaşan Mat’e katılarak, istedikleri dayağı yemişlerdi, ama daha fazlasını ister gibiydiler.

İşte, diye düşündü Mat, Zar’ı Elayne’in kargılı formasyonlarının güneyinde, bir asker birliğine doğru topuklayarak. Ejderyeminliler. Seanchanlar Dashar Tepesi’nden ayrılmadan önce, Mat bu orduyu Elayne’in birliklerini desteklemeye göndermişti.

Onlar hakkında ne düşüneceğini hâlâ bilmiyordu. Toplandıkları zaman Merrilor’da değildiler, ama raporları duymuştu. Her konum, rütbe ve ulustan insan, sadakatlerine ve ulusal sınırlara aldırmadan, Son Savaş’a katılmak üzere toplanmıştı. Rand tüm yeminleri ve diğer tüm bağları kırmıştı.

Mat atını eşkin kaldırarak –Ölümnöbetçileri de yetişmek için koşmaya başladılar– Andor sıralarının arkasından dolandırdı. Işık, o sıralar gerilemeye zorlanıyordu. Bu iş fenaydı. Eh, kumarını oynamıştı. Şimdi kahrolası savaşı vermek ve sıraların fazla gerilemeyeceğini ummaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Ejderyeminlilere doğru dörtnala ilerlerken tuhaf bir şey duydu. Şarkı? Mat dizginleri çekerek durdu. Ogierler Trolloclarla savaşıyorlardı ve Elayne’in sol kanadını desteklemek ve Trollocların o taraftan yaklaşmasını engellemek için kuru ırmak yatağını aşmış, bataklıkları geçmişlerdi.

Burada, sel karşısındaki meşeler kadar sağlam durmuş, şarkı söyleyerek balta sallıyorlardı. Çevrelerinde Trolloc yığınları yatıyordu.

“Loial!” diye bağırdı Mat, dizginleri üzerinde doğrularak. “Loial!” Ogierlerden biri çatışmadan geriledi ve döndü. Mat hayrete kapılmıştı. Normalde sakin biri olan arkadaşı kulaklarını arkaya yatırmış, dişlerini öfkeyle sıkmıştı ve parmaklarının arasında kanla kaplı bir balta vardı. Işık, o bakış Mat’in içine dehşet salıyordu. Tek bir öfkeli Ogierle savaşmaktansa, onun hile yaptığını düşünen on adamla bakışma yarışına girmeyi tercih ederdi!

Loial diğerlerine bir şey bağırdı ve sonra yine savaşa döndü. Yakındaki Trollocları biçmeye devam ettiler. Trolloclar ve Ogierler yaklaşık olarak aynı boyutlardaydı, ama bir şekilde Ogierler Gölgegöllerine tepeden bakar gibiydi. Asker gibi değil, ağaç kesen oduncular gibi savaşıyorlardı. Trollocu kırmak için baltayı önce bir yandan, sonra diğer yandan indiriyorlardı. Ogierlerin ağaç kesmekten nefret ettiğini biliyordu Mat, ama Trollocları öldürmekten zevk alıyor gibiydiler.

Ogierler savaştıkları Trolloc yumruğunu dağıtıp kaçırttılar. Elayne’in askerleri yaklaşıp Trolloc ordusunun geri kalanının önünü kesti ve yüzlerce Ogier Mat’e doğru geri çekildi. Mat aralarında birkaç da Seanchan Ogier olduğunu fark etti – Bahçıvanlar. Bunu kendisi emretmemişti. İki grup birlikte savaşıyorlardı, ama birbirlerine hiç bakmıyor gibiydiler.

Kadın ya da erkek, bütün Ogierlerin kollarında ve bacaklarında pek çok kesik vardı. Zırh takmamışlardı, ama kesiklerin çoğu, derileri ağaç kabukları kadar sağlammış gibi, önemsiz görünüyordu.

Loial baltasını omzuna dayayarak Mat’le Ölümnöbetçilerinin yanına yürüdü. Loial’ın pantolonu, bir şarap deresinden geçmiş gibi, uyluklarına kadar kararmıştı. “Mat,” dedi Loial, derin derin nefes alarak. “Burada savaşarak bizden istediğini yaptık. Tek bir Trolloc bile geçemedi bizi.”

“İyi iş çıkardınız Loial,” dedi Mat. “Teşekkür ederim.”

Bir yanıt bekledi. Uzun ve hevesli bir yanıt, kuşkusuz. Loial, bir odayı dolduracak kadar geniş ciğerlerle nefes alıp vermeye devam etti. Tek kelime etmedi. Çoğu Loial’den daha yaşlı olsa da, yanındakiler de konuşmadı. Bazıları meşalelerini kaldırdılar. Güneşin parıltısı ufkun ardından yok olmuştu. Gece tamamen çökmüştü.

Sessiz Ogierler. İşte bu tuhaftı. Ama savaşan Ogierler… bu Mat’in gördüğü bir şey değildi. Kendisine ait olmayan anılar içinde bile, buna ilişkin tek anı yoktu.

“Size ihtiyacım var,” dedi Mat. “Bu savaşın gidişatını değiştirmemiz lazım, yoksa işimiz biter. Gelin.”

“Borazancı emrediyor!” diye bağırdı Loial. “Baltaların kaldırın!”

Mat irkildi. Birinin Caemlyn’den Cairhien’e bir mesaj bağırmasını isterse, kimden yardım alacağını biliyordu. Yalnız muhtemelen ta Afet’ten bile duyabilirlerdi.

Zar’ı topuklayıp harekete geçirdi. Ogierler ve Ölümnöbetçileri çevresini aldı. Ogierler ayak uydurmakta güçlük çekmiyordu.

“Şerefli Kişi,” dedi Karede. “Ben ve askerlerime verilen emir…”

“Gidip cephede ölmek. Bunun üzerinde çalışıyorum Karede. Şimdilik kılıcını kendi karnına saplamaktan kaçınmaya çalış lütfen.”

Adamın yüzü karardı, ama dilini tuttu.

“Senin gerçekten ölmeni istemediğini fark etmiş olmalısın,” dedi Mat. Tuon’u geri çağırmayı planladığını açığa vurmadan daha fazlasını söyleyemezdi.

“Ölümüm İmparatoriçe, sonsuza dek yaşasın, için faydalı olacaksa, o zaman canımı seve seve veririm.”

“Sen kahrolası delisin Karede,” dedi Mat. “Ne yazık ki ben de öyleyim. Burada dostlar arasındasın. Sen, oradaki! Bu gücün kumandanı kim?”

Yedek Ejderyeminlilerin, yaralıların ve dinlenmek üzere ön saflardan çekilenlerin konuşlandığı arka saflara ulaşmışlardı.

“Lordum?” dedi izcilerden biri. “Leydi Tinna buranın kumandanı.”

“Git onu getir,” dedi Mat. O zarlar kafasının içinde takırdıyordu. Aynı zamanda, kuzeyde bir şey, göğsüne ipler bağlamış gibi onu çekiştirip duruyordu.

Şimdi olmaz Rand, diye düşündü. Şu an kahrolası meşgulüm.

Kafasının içinde renkler oluşmadı, yalnızca karanlık vardı. Bir Myrddraalin yüreği kadar kara. Çekiş güçlendi.

Mat görüyü kovaladı. Şimdi. Olmaz.

Burada yapacak işi vardı. Bir planı vardı. Işık, ne olur işe yarasın.

Tinna güzel bir kız çıktı. Beklediğinden daha gençti, uzun boylu ve sağlam yapılıydı. Uzun kahverengi saçlarını atkuyruğu yapmıştı, ama orada burada bukleleri tokadan kurtulmuştu. Üzerinde pantolon vardı ve kalçasındaki kılıcı, kol yenlerindeki kara Trolloc kanına bakılırsa, savaş görmüştü.

Kız atının sırtında yaklaştı ve zeki bakışlarla Mat’i tepeden tırnağa süzdü. “Sonunda bizi hatırladın, öyle mi Lord Cauthon?” Evet, ona kesinlikle Nynaeve’i hatırlatıyordu.

Mat Yayla’ya baktı. Orada, Aes Sedailerle Sharalılar arasındaki savaş kanlı olmuştu.

Orada kazansan iyi olacak Egwene. Sana güveniyorum.

“Ordun,” dedi Mat, Tinna’ya dönerek. “Bazı Aes Sedailerin sana katıldığını duydum?”

“Bazıları katıldı,” dedi kız ihtiyatla.

“Sen de onlardan biri misin?”

“Değilim. Tam olarak değil.”

“Tam olarak değil mi? Ne demek istiyorsun? Bak kadın, bir kapıyola ihtiyacım var. Kapıyol açtıramazsam bu savaşı kaybedebiliriz. Lütfen bana burada, beni gitmem gereken yere gönderecek yönlendiriciler olduğunu söyle.”

Tinna dudaklarını birbirine bastırdı. “Seni kızdırmaya çalışmıyorum Lord Cauthon. Eski alışkanlıklar sağlam halatlardır ve ben bazı şeyler hakkında konuşmamayı öğrendim. Beyaz Kule’ye kabul edilmemiştim… sebepleri kanşık. Üzgünüm, ama Yolculuk örgüsünü bilmiyorum. Bize katılanların bu örgüyü yapamayacak kadar zayıf olduğunu biliyorum. Kapıyol açmak çok Tek Güç gerektiriyor, buradaki kadınların yeteneklerinin ötesinde…”

“Ben açabilirim.”

Kırmızılı bir kadın Şifa verdiği yaralıların arasından doğrulmuştu. Zayıf ve kemikliydi ve yüzünde ekşi bir ifade vardı, ama Mat onu gördüğüne o kadar sevinmişti ki kadını öpebilirdi. Kırık cam öpmek gibi olurdu, ama olsun. “Teslyn!” diye bağırdı. “Burada ne işin var?”

“Son Savaş’ta savaşıyorum sanırım,” dedi kadın, ellerini çırparak. “Hepimiz savaşmıyor muyuz?”

“Ama Ejderyeminliler?” diye sordu Mat.

“Geri döndüğümde Beyaz Kule rahat bir yer değildi,” dedi Teslyn. “Değişmişti. Buradaki fırsatı kullanmaya karar verdim, çünkü diğer hepsinden öncelikliydi bu. Şimdi, kapıyol mu istiyorsun? Ne kadar büyük olsun?” “Mümkün olduğunca çok asker, Ejderyeminli, Ogier geçirebilecek kadar büyük olsun. Bir de Kızıl El Birligi’nin bu süvari birliğini,” dedi Mat.

“Halkaya ihtiyacım olacak,” dedi Teslyn. “Yönlendiremediginden yakınmak yok. Yönlendirebildigini sezebiliyorum. Burada tüm eski sadakatlar ve sözler bozuldu. Diğer kadınları topla. Nereye gidiyoruz Cauthon?” Mat sırıttı. “O Yayla’nın tepesine.”

“Yayla’ya mı?” dedi Karede. “Ama daha savaşın başında orayı terk ettiniz. Orayı Gölgedölleri’ne verdiniz!”

“Evet, verdim.”

Ve şimdi… şimdi bu işi bitirme şansı vardı. Elayne’in güçleri ırmak boyunu tutuyordu, Egwene batıda savaşıyordu… Mat’in Yayla’nın kuzey kısmını ele geçirmesi gerekiyordu. Seanchanlar gittikten sonra, kendi birliklerinin çoğu Yayla’nın aşağı kısımlarında meşgulken, Demandred’in Yayla’nın üzerinde kuzeybatıya güçlü bir Sharalı ve Trolloc gücü göndereceğini, aşağı inip ırmağı geçeceğini ve Elayne’in ordusunun arkasına dolanacağını biliyordu. Işık’ın orduları kuşatılacak, Demandred’in merhametine kalacaktı. Tek şansı Demandred’in birliklerinin, sayıca üstün olmalarına rağmen, Yayla’dan inmesini engellemekti. Işık. Küçük bir olasılıktı, ama bazen küçük de olsa şansınızı denemeniz gerekirdi.

“Bizi tehlikeli ölçüde dağıtıyorsunuz,” dedi Karede. “Yayla’da ihtiyaç duyduğumuz orduları başka yere sevk ederek her şeyi riske atıyorsunuz.” “Ön saflarda olmayı kendin istedin,” diye yanıt verdi Mat. “Loial, bizimle misin?”

“Düşmanın merkezine mi saldıracağız Mat?” diye sordu Loial, baltasını tartarak. “Siz üçünüzden birini takip ederken kendimi bulduğum en kötü yer olmayacak. Umanın Rand iyidir. Sence iyidir, değil mi?”

“Rand ölmüş olsa,” dedi Mat, “bilirdik. Rand’ın bu sefer, Matrim Cauthon tarafından kurtarılmayı beklemeden kendi başının çaresine bakması gerekecek. Teslyn, şu kapıyolunu görelim! Tinna, güçlerini düzenle. Kapıyoldan saldırmaya hazırlansınlar. O Yayla’nın kuzey yamacını hızla ele geçirmemiz ve sonra Gölge bize ne fırlatırsa fırlatsın tutmamız gerekiyor! ”


Egwene gözlerini açtı. Bir odada olmaması gerekiyordu, ama bir odada yatıyordu. Hem de güzel bir oda. Serin hava tuz kokuyordu ve Egwene serin bir şilteye uzanmıştı.

Düş görüyorum, diye düşündü. Ya da belki ölmüştü. Bu acıyı açıklar mıydı? Ne kadar büyük bir acı. Hiçlik bu ıstıraptan daha iyi, çok daha iyi olurdu.

Gawyn gitmişti. Bir parçası silinip gitmişti.

“Ne kadar genç olduğunu unutuyorum.” Odada fısıltılar süzülüyordu. O ses tanıdıktı. Silviana? “Ona iyi bakın. Benim savaşa dönmem gerekiyor.”

“Savaş nasıl gidiyor?” Egwene bu sesi de tanıyordu. Sarılardan Rosil. Şifa’ya yardım etmek için, çömezler ve Kabuledilmişlerle birlikte Mayene’e gitmişti.

“Savaş mı? Kötü gidiyor.” Silviana sözlerini tatlandıracak türden biri değildi. “Ona iyi bak Rosil. O güçlü bir kadın. Bundan kurtulacağından kuşkum yok, ama her zaman bir parça kaygı vardır.”

“Daha önce de Muhafızlarını kaybetmiş kadınlara yardımcı oldum Silviana,” dedi Rosil. “Seni temin ederim, bu işte becerikliyimdir. Birkaç gün elden ayaktan düşer, ama sonra iyileşmeye başlar.”

Silviana burnunu çekti. “O oğlan… onu mahvedeceğini bilmeliydim. Egwene’in ona nasıl baktığını ilk gördüğüm gün, o oğlanı kulağından tutup uzak bir çiftliğe göndermeli ve on sene boyunca orada çalıştırmalıydım.”

“Bir kalbi bu kadar kolay kontrol edemezsin Silviana.”

“Muhafızlar zayıflıktır,” dedi Silviana. “Öteden beri öyle olmuştur ve sonsuza kadar da öyle olacaklar. O oğlan… o aptal oğlan…”

“O aptal oğlan,” dedi Egwene, “Seanchan suikastçılarından kurtardı beni. Bunu yapmasa burada olup onun yasını tutamazdım. Ölenlerden bahsederken bunu hatırlamanı öneririm Silviana.”

Diğerleri sustu. Egwene kaybının acısını alt etmeye çalıştı. Mayene’deydi elbette. Silviana onu Sarılara götürmüş olmalıydı.

“Hatırlarım Anne,” dedi Silviana. Pişman bir ses tonuyla konuşmayı başarmıştı. “Sen yat. Ben…”

“Yatmak ölüler içindir Silviana,” dedi Egwene, doğrulup oturarak.

Silviana ve Rosil güzel bir odanın kapısında duruyordu. Tavan sedeflerle bezeliydi ve duvarlar mavi kumaşla kaplanmıştı. İki kadın kollarını kavuşturdu ve ona sert sert baktı.

“Çok üzücü bir şey yaşadın Anne,” dedi Rosil. Kapının yanında Leilwin nöbet tutuyordu. “Muhafızını kaybetmek her kadını durduracak bir şeydir. Acıyla başa çıkmakta utanılacak bir taraf yok.”

“Egwene al’Vere yas tutabilir,” dedi Egwene, ayağa kalkarak. “Egwene al’Vere âşık olduğu adamı kaybetti ve bağlarında onun ölümünü hissetti. Amyrlin, Egwene al’Vere’yi anlıyor. Böyle bir kayıp yaşamış her Aes Sedaiyi anlayacağı gibi. Ama diğer yandan, Son Savaş’ın ortasında, Amyrlin o kadının kendini toparlamasını ve savaşa dönmesini beklerdi.”

Odada yürürken her adımını daha da sağlam attı. Elini Silviana’ya uzattı ve başını sallayarak, elindeki Vora’nın sa’angrealini talep etti. “Ona ihtiyacım olacak.”

Silviana duraksadı.

“Şu anda yetilerimin ne kadar kuvvetli olduğunu keşfetmek istemiyorsanız,” dedi Egwene usulca, “itaatsizliği önermem.”

Silviana, Rosil’e baktı. Rosil iç çekti ve başını gönülsüzce salladı. Silviana çubuğu Egwene’e verdi.

“Bunu onaylamıyorum Anne,” dedi Rosil. “Ama madem ısrar ediyorsun…”

“Ediyorum.”

“…o zaman sana şu öneride bulunayım. Duygu seni ezmeye çalışacak. Tehlikeli tarafı budur. Muhafızını kaybettiğin zaman saidar çağırmak zor gelir. Başarırsan Aes Sedai dinginliği imkansızdır. Bu tehlikeli olabilir. Çok tehlikeli.”

Egwene kendini saidara açtı. Rosil’in söylediği gibi, Kaynak’a kucak açmak zordu. Çok fazla duygu dikkatini dağıtıyor, onu alt ediyor, sükunetini bozuyordu. İkinci defa da başarısız olunca Egwene kızardı.

Silviana, kuşkusuz oturmasını önermek için, ağzını açtı. O anda Egwene saidarı buldu, zihnindeki tomurcuk çiçek açtı ve Tek Güç içini doldurdu. Egwene meydan okurcasına Silviana’ya baktı ve sonra kapıyol örmeye başladı.

“Önerilerimin geri kalanını duymadın Anne,” dedi Rosil. “Seni rahatsız eden duyguları tamamen yok edemeyeceksin. Tek seçeneğin, ki kötü bir seçenek, acı ve ıstırabı daha güçlü duygularla alt etmek.”

“Bu zor olmasa gerek,” dedi Egwene. Derin bir nefes alarak daha fazla Tek Güç çekti. Kendine öfkelenme izni verdi. Dünyayı tehdit eden Gölgedöllerine öfke, Gawyn’i ondan aldıkları için gazap.

“Beni izleyen birilerine ihtiyacım olacak,” dedi Egwene, Silviana’nın önceki sözlerine meydan okuyarak. Gawyn onun için bir zayıflık olmamıştı. “Yeni bir Muhafız’a ihtiyacım olacak.”

“Ama…” diye başladı Rosil.

Egwene tek bir bakışla susturdu onu. Evet, çoğu kadın beklerdi. Evet, Egwene al’Vere kaybının acısını yaşıyordu ve Gawyn’in yeri asla doldurulamazdı. Ama Egwene, Muhafızlara inanıyordu. Amyrlin Makamı’nın sırtını kollayacak birine ihtiyacı vardı. Onun ötesinde, Muhafız bağı olanların hepsi, olmayanlardan daha iyi savaşçılardı. Muhafızsız savaşmak, Işık’a bir askeri inkar etmek demek olurdu.

Burada hayatını kurtarmış biri vardı. Hayır, dedi bir parçası, gözleri Leilwin’e takılınca. Seanchan olmaz.

Bir başka parçası, Amyrlin olan, buna güldü. Çocuk gibi davranmayı kes. Bir Muhafızı olacaktı. “Leilwin Gemisiz,” dedi Egwene yüksek sesle, “bu görevi sen devralır mısın?”

Kadın diz çöktü ve başını eğdi. “Ben… evet.”

Egwene bağın örgüsünü oluşturdu. Leilwin, daha az yorgun görünerek ve derin derin nefes alarak durdu. Egwene odanın diğer yanına bir kapıyol açtı, sonra bu odayı iyi bilmesine dayanarak halkının savaştığı yere bir kapıyol açtı. Patlamalar, çığlıklar ve silahların kalkanlara çarparken çıkardığı tangırtılar kapıyoldan içeri aktı.

Egwene ölüm tarlalarına adım attı ve Amyrlin’in gazabını da yanında götürdü.


Demandred bir kılıç ustasıydı. Galad öyle olacağını düşünmüştü zaten, ama varsayımlarını sınamayı tercih etmişti.

İkisi, Sharalıların oluşturduğu halkanın içinde ileri geri dans ediyordu. Galad’ın önlüğünün altında daha hafif bir zincir zırh vardı ve adımları daha çevikti. Demandred’in üzerindeki disk zırhı zincir zırhtan daha ağırdı, ama kılıca karşı iyiydi.

“Kardeşinden daha iyisin,” dedi Demandred. “O çok kolay öldü.”

Adam Galad’ı kızdırmaya çalışıyordu, ama başaramadı. Serinkanlı ve dikkatli. Galad yaklaştı. Saraylı Yelpazeyle Dokunuyor. Demandred, Çullanan Atmaca’ya çok benzeyen bir şeyle karşılık verdi ve Galad’ın saldırısını yana savuşturdu. Demandred geri çekildi ve kılıcını yanda tutarak halkanın çeperi boyunca yürüdü. Başlangıçta çok konuşmuştu. Artık sadece arada bir sataşıyordu.

Sharalıların ellerindeki meşalelerin ışığında, karanlıkta birbirlerinin çevresinde döndüler. Bir tur. İki.

“Hadi ama,” dedi Demandred. “Bekliyorum.”

Galad sessiz kaldı. Oyalandığı her dakika, Demandred’in Elayne’in ve ordularının üzerine yıkım göndermediği bir dakika demekti. Terkedilmiş bunu fark etmiş gibiydi, çünkü hızla atıldı. Üç darbe: aşağı, yana ve geriye. Galad, bir bulanıklığa dönüşen kollarla, her birini savuşturdu.

Yanda bir hareketlenme oldu. Demandred’in yönlendirerek Galad’a fırlattığı bir taştı. Galad taştan güçlükle kaçındı, sonra gelen kılıç darbelerine karşı kılıcını kaldırdı. Aşağı doğru öfkeli darbeler, Yabandomuzu Dağdan Aşağı Koşuyor, Galad’ın kılıcına çarptı. Buna dayandı, ama sonra kılıcın dönüp önkolunu kesmesini engelleyemedi.

Demandred, kılıcından Galad’ın kanı damlayarak geriledi. Bir kez daha birbirlerini izleyerek döndüler. Galad eldiveninin içinde, kolundan sızan kanın sıcaklığını hissetti. Biraz kan kaybetmek bir insanı yavaşlatabilir, zayıflatabilirdi.

Galad nefes alıp vererek bu düşünceyi bir kenara attı ve endişelenmeyi bıraktı. Demandred bir daha saldırdığında, Galad bunu bekliyordu; kenara çekildi ve iki eliyle kılıcını indirerek Demandred’in diz koruma parçasının arkasındaki deriyi derinlemesine kesti. Kılıç zırhın kenarından sekti, ama bunun dışında biçmeyi başardı. Galad hızla döndüğünde, Demandred aksıyordu.

Terkedilmiş yüzünü buruşturdu. “Beni yaraladın,” dedi. “Biri bunu yapmayalı çok zaman olmuştu.”

Galad’ın altındaki yer kabarıp ayrılmaya başladı. Galad çaresizlik içinde öne atılarak Demandred’e yaklaştı – onu yönlendirmekten vazgeçmeye zorladı, çünkü aksi halde devrilecekti. Terkedilmiş homurdanarak kılıcını savurdu, ama Galad düşmanın gardının ardındaydı.

Tam olarak savuramayacak kadar yakın olduğu için kılıcını kaldırdı ve topuzunu Demandred’in yüzüne indirdi. Demandred Galad’ın elini yakaladı, ama Galad Demandred’in miğferini yakalayıp sıkıca tuttu ve miğferi Demandred’in gözlerinin üzerine geçirmeye çalıştı. Homurdandı; iki adam kilitlenmiş, kıpırdayamıyordu.

Sonra Galad, mide bulandırıcı bir sesi, kolunun kesildiği yerdeki kasın yırtılmasının sesini açık seçik duydu. Kılıcı uyuşuk parmaklarından kaydı ve Demandred onu geriye fırlatarak kılıcını savurdu.

Galad dizlerinin üzerine çöktü. Demandred’in dirseğinden kestiği sağ kolu, önünde yere düştü.

Demandred nefes nefese geriledi. Endişelenmişti. Güzel. Galad kanlar akan kesik kolunu tuttu, sonra Demandred’in ayaklarına tükürdü.

Demandred hıhladı, sonra kılıcını bir kez daha savurdu.

Her şey karardı.


Androl temiz hava solumanın nasıl bir şey olduğunu unutmuş gibi hissediyordu. Çevresindeki toprak sarsılıyor, için için yanıyordu ve rüzgarlar dumanı alıp götürüyor, ama yanık cesetlerin kokularını getiriyordu.

Androl ve diğerleri Taim’i arayarak, Yayla’nın tepesinde batı tarafına doğru gitmişti. Shara ordusunun büyük kısmı burada, Beyaz Kule’yle savaşıyordu.

Yönlendirici grupları birbirlerine ateş fırlatıyorlardı, bu yüzden Androl korkunç araziden tek başına geçti. Dumanları tüten, ufalanmış toprak parçalarının üzerinden geçerken eğildi ve güvenli bir yere kaçmaya çalışan yalnız bir yaralı asker izlenimi vermeye çalıştı. Hâlâ Nensen’in yüzünü kullanıyordu, ama başını eğip kamburunu çıkardığından bunun pek önemi yoktu.

Yakında tek başına yürüyen Pevara’dan bir korku duygusu geldi.

Ne oldu? dedi Androl. Sen iyi misin?

Gergin bir andan sonra Pevara’nın düşünceleri geldi. İyiyim. Sharalılar beni korkuttu. Ama saldırmalarına fırsat kalmadan onların tarafında olduğuma ikna ettim.

Burada dostu düşmandan ayırabilmelerine şaşmak lazım, dedi Androl. Emarin ve Jonneth’in güvende olduğunu umuyordu. İkisi birlikte gitmişti, ama eğer…

Androl donakaldı. İleride, süzülen dumanların arasında, bir Trolloc halkası bir şeyi koruyordu. Yamaçta bir sandalyenin oturağı gibi çıkıntı yapan bir kayanın üzerinde duruyorlardı.

Androl, gizlice bakabilmeyi umarak ilerledi.

Androl! Zihninde Pevara’nın sesiyle neredeyse yerinde sıçrayacaktı.

Ne?

Bir şeyden korktun, dedi Pevara. Sana tepki veriyordum.

Androl birkaç sefer nefes alarak sakinleşti. Bir şey buldum. Bir dakika.

Yeterince yaklaştığı zaman gerçekten de halkanın içinden yönlendirme geldiğini sezdi. Yönlendiren kişinin kim olduğundan…

Biri bir emir bağırınca Trolloclar aralandı. Mishraile dışarı baktı ve sonra kaşlarını çattı. “Yalnızca Nensen’miş!”

Androl’ün kalbi göğsünün içinde gümlüyordu.

Siyahlı bir adam savaşı izlediği yerden döndü. Taim. Ellerinde, ince, siyah-beyaz bir disk taşıyordu. Başparmağıyla diski ovalayarak savaşı izliyor, çevresinde mücadele eden düşük yönlendiricileri küçümsermiş gibi alayla gülümsüyordu.

“Ee?” diye bağırdı Androl’e. Dönerken diski belindeki keseye bıraktı.

“Androl’ü gördüm,” dedi Androl, hızla düşünerek. Işık, diğerleri onun yaklaşmasını bekliyordu. O da bunu yaptı, Trollocların arasından geçerek canavarın midesine girdi. Eğer yeterince yaklaşırsa… “Onu bir süre takip ettim.” Nensen her zaman kaba, hırıltılı bir sesle konuşurdu ve Androl o sesi taklit etmek için elinden geleni yaptı. Pevara bir örgüyle sesini değiştirebilirdi, ama Nensen’i yeterince tanımıyordu.

“O umurumda bile değil! Aptal. Demandred ne yapıyor?”

“Beni gördü,” dedi Androl. “Orada olmam hoşuna gitmedi. Beni sana geri yolladı ve bir daha birini buradan uzakta görürse bizi öldüreceğini söyledi. ”

Androl… dedi Pevara, endişe içinde. Androl yanıt verecek kadar odaklanamadı. Taim’e yaklaşırken, titrememek için tüm gücünü kullanması gerekiyordu.

Taim gözlerini kapatarak iki parmağıyla alnını ovaladı. “Ben de bu basit görevi yerine getirebileceğini sanmıştım.” Taim, Ruh ve Ateş’ten karmaşık bir örgü ördü. Örgü bir engerek gibi Androl’e çarptı.

Aniden bir acı Androl’ün bedeninden geçti; ayaklarından başlayıp kollarına ve bacaklarına yayıldı. Androl çığlık atarak yere yığıldı.

“Hoşuna gitti mi?” diye sordu Taim. “Moridin’den öğrendim. Sanının beni Demandred’in aleyhine döndürmeye çalışıyor.”

Androl kendi sesiyle haykırdı. Bu onu dehşete düşürdü, ama diğerleri fark etmemiş göründü. Taim sonunda örgüyü salıverdiğinde, acı soldu. Androl kendini yerde sürünürken buldu. Kolları ve bacakları hâlâ acının anısıyla kasılıyordu.

“Ayağa kalk,” diye hırladı Taim.

Androl sallanarak kalkmaya başladı.

Geliyorum, dedi Pevara.

Yerinde kal, diye yanıt verdi Androl. Ayağa kalkarken, bacakları görevlerini yapmayı reddetti ve Androl Taim’e çarptı.

“Aptal,” dedi Taim, Androl’ü geri iterek. Mishraile onu yakaladı. “Yerinde dur.” Taim yeni bir örgüye başladı. Androl örgüye dikkat etmeye çalıştı, ama örgünün detaylarını yakalayamayacak kadar endişeliydi. Örgü önünde havada süzüldü ve sonra ona dolandı.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Androl. Sesindeki titreme için rol yapması gerekmiyordu. O acı.

“Androl’ü gördüğünü söyledin, değil mi?” dedi Taim. “Üzerine bir Aynalar Maskesi oturtuyorum ve örgüyü içe alıyorum. Böylece ona benzeyeceksin. O uşakmış gibi davranmanı, Logain’i bulmanı ve öldürmeni istiyorum. Bıçak ya da örgü kullan, hangisi olduğu umurumda değil.”

“Sen… beni Androl’e benzetiyorsun,” dedi Androl.

“Androl, Logain’in gözdelerinden biri,” dedi Taim. “Senden kuşkulanmaz. Senden çok kolay bir şey istiyorum Nensen. Bir sefer olsun eline yüzüne bulaştırmadan başarabilir misin sence?”

“Evet M’Hael.”

“Güzel. Çünkü başarısız olursan seni öldürürüm.” Örgü yerine yerleşti ve gözden kayboldu.

Mishraile homurdanarak Androl’ü bıraktı ve geriledi. “Bence Androl bundan daha çirkin M’Hael.”

Taim hıhladı, sonra elini Androl’e doğru salladı. “İş görür. Gözümün önünden kaybol. Logain’in kellesiyle geri dön, ya da hiç dönme. ”

Androl derin derin nefes alarak uzaklaşırken, diğerlerinin bakışlarını sırtında hissediyordu. İyice uzaklaştıktan sonra, neredeyse tamamen yanmış bir çalının arkasından dolandı; az kalsın oraya saklanmış olan Pevara, Emarin ve Jonneth’e takılıp düşecekti.

“Androl!” diye fısıldadı Emarin. “Yüzün! Ne oldu? O Taim miydi?”

Androl yere yığıldı ve gümleyen kalbini yatıştırmaya çalıştı. Sonra, sallanarak ayağa kalkarken Taim’in kemerinden çektiği keseyi kaldırdı. “Oydu. Buna inanmayacaksınız ama…”


Arganda, Kudretli’nin eyerinde oturarak kâğıt parçasını avcunda tuttu ve cebindeki şifre listesini çıkardı. O Trolloclar ok fırlatmaya devam ediyorlardı. Şimdiye kadar vurulmaktan kaçınmayı başarmıştı. Hâlâ onunla at süren Kraliçe Alliandre de. En azından yedek kuvvetlerle birlikte geride, daha korunaklı bir yerde kalmayı kabul etmişti.

Ejder Alayı’na ve Sınırboylulara ek olarak, Kurt Muhafızları ve Beyazcüppelerle birlikte, harabelerdeki savaşın ardından Arganda’nın güçleri de ırmak aşağı ilerlemişti. Arganda’nın diğerlerinden daha fazla piyadesi vardı ve geride kalmıştı.

Burada bol bol çatışma bulmuşlardı. Trolloclar ve Sharalılar kuru nehir yatağından Andor ordularını kuşatmaya çalışıyorlardı. Güneş batıp gölgeleri getirdiğinde Arganda birkaç saattir burada savaşıyordu. Ama mesajı aldığında geriledi.

“Korkunç bir el yazısı,” diye homurdandı Arganda, küçük şifre listesini çevirip meşaleye doğru tutarak. Emirler gerçekti. Ya bu, ya da biri şifreyi kırmıştı.

“Ee?” diye sordu Turne.

“Cauthon yaşıyor,” diye homurdandı Arganda.

“Neredeymiş?”

“Bilmiyorum,” dedi Arganda, kâğıdı katlayıp şifre listesini kaldırarak. “Haberci Cauthon’un önünde bir kapıyol açtığını, mektubu suratına fırlatıp beni bulmasını emrettiğini söyledi.”

Arganda güneye dönerek karanlığa baktı. Adamları geceye hazırlanmak için kapıyollardan yağ getirmiş ve odun yığınlarını tutuşturmuşlardı. Ateşlerin ışığında, tıpkı emirde belirtildiği gibi, İki Nehirlilerin ona doğru geldiğini görebiliyordu.

“Hey, Tam al’Thor!” dedi Arganda, elini kaldırarak. Saatler önce, harabelerdeki savaştan sonra ayrıldıklarından beri kumandanını görmemişti.

İki Nehirliler, Arganda’nın hissettiği kadar bitkin görünüyorlardı. Uzun, çok uzun bir gün olmuştu ve daha savaşın bitmesine çok vardı. Keşke Gaileme burada olsaydı, diye düşündü Arganda, al’Thor’un adamları yaklaşırken ırmaktaki Trollocları inceleyerek. Tartışacak biri olması hoşuma giderdi.

Irmağın hemen aşağısında, Andorluların kargı formasyonlarının Trolloc dalgalarına karşı zar zor tutunduğu yerden bağırtılar ve tangırtılar geliyordu. Bu çatışma Mora boyunca ta Dashar Tepesi’ne kadar yayılmıştı. Adamları Andorluların iki yandan kuşatılmasını engellemişti.

“Ne haberler var Arganda?” diye sordu Tam, o yaklaştığı zaman.

“Cauthon yaşıyor,” dedi Arganda. “Birinin kumanda merkezini havaya uçurduğu, çadırını yaktığı, damanelerini öldürdüğü ve karısını kovaladığı düşünülürse, kahrolası hayret verici bir şey. Bir şekilde Cauthon hepsinden sıyrıldı.”

“Ha!” dedi Abell Cauthon. “İşte benim oğlum.”

“Senin geleceğini söylemişti bana,” dedi Arganda. “Ok getireceğini söyledi. Getirdin mi?”

Tam başını salladı. “Mayene kapısından aldığımız son emir Şifa ve malzeme emrediyor. Mat’in ok geleceğini nereden bildiğini bilmiyorum, ama tam biz burada dönmeye hazırlanırken İki Nehir kadınlarından malzeme aldık. Gerekirse uzunyaylanmız da var.”

“Gerekir. Cauthon tüm birliklerimizin ırmak yukarı, harabelere gitmesini, ırmak yatağından geçip kuzeydoğu yamacından Yayla’ya çıkmasını istiyor.”

“Amacının ne olduğundan emin değilim, ama ne yaptığını biliyordur herhalde…” dedi Tam.

Güçleri geceleyin birlikte ırmak yukarı yürüyerek, savaşmakta olan Andorluları, Cairhienlileri ve Aielleri geride bıraktılar. Yaratıcı sizi korusun dostlarım, diye düşündü Arganda.

Kuru ırmak yatağını geçtiler ve kuzeydoğu yamacına tırmanmaya başladılar. Yayla’nın bu ucu sessizdi, ama meşale sıralarının parıltısı açıkça görülebiliyordu.

“O Sharalılar oradaysa bu iş çetin ceviz olacak,” dedi Tam usulca, karanlık yamaca bakarak.

“Cauthon’un notu yardım alacağımızı söylüyordu,” diye yanıt verdi Arganda.

“Ne tür bir yardım?”

“Bilmiyorum. O bunu…”

Yakında gök gürledi ve Arganda irkildi. Yönlendiricilerin çoğunun Yayla’nın diğer yanında savaşıyor olması gerekiyordu, ama bu, burada hiç yönlendirici olmayacağı anlamına gelmiyordu. Arganda bu duygudan, bir yönlendiricinin onu izliyor ve onu ateşle mi şimşekle mi yoksa toprakla mı öldüreceğine karar vermeye çalışıyor olabileceği hissinden nefret ediyordu.

Yönlendiriciler. Onlarsız dünya çok daha iyi bir yer olurdu. Ama duyduğu ses gök gürültüsüne ait değildi Gecenin içinde, meşaleler taşıyarak atlarını dörtnala süren bir grup süvari çıktı, ırmak yatağını aştı ve Arganda’yla adamlarına katıldı. Bir dizi Sınırboylu bayrağının ortasında, Altın Turna bayrağını taşıyorlardı.

“Eh, lanet bir Trolloc olayım, e mi?” diye seslendi Arganda. “Siz Sınırboylular bize katılmaya mı karar verdiniz?”

Lan Mandragoran, meşale ışığı altında, gümüşi kılıcı ışıldayarak selam verdi. Yamaç yukarı baktı. “Demek burada savaşacağız.”

Arganda başını salladı.

“Güzel,” dedi Lan usulca, at sırtından. “Biraz önce, büyük bir Shara ordusunun Yayla’nın tepesinde kuzeydoğuya doğru ilerlediği haberini aldım. Irmakta Trolloclarla savaşan adamlarımızın arkasına dolanmak istedikleri açık. O zaman kuşatılırız ve onların merhametine kalırız. Öyle görünüyor ki bunu engellemek bize düşüyor.”

Tam’e döndü. “Onları bizim için yumuşatmaya hazır mısın okçu?”

“Sanının bunu başarabiliriz,” diye yanıt verdi Tam.

Lan başını salladı ve sonra kılıcını kaldırdı. Yanındaki Malkierli adam Altın Turna’yı yükseğe kaldırdı. Sonra atları yamaçtan yukarı dörtnala koşturdular. Geniş saflar halinde yayılmış, taşıdıkları binlerce meşaleyle gökyüzünü aydınlatmış dev bir düşman ordusu onlara doğru geliyordu.

Tam al’Thor adamlarının sıra olup ok fırlatması için bağırdı. “Bırak!” diye haykırdı Tam ve Sharalılara doğru bir ok yağmuru başlattı.

Sonra, iki ordu arasındaki mesafe daralırken, onlara doğru da oklar uçmaya başladı. Arganda okçuların karanlıkta, gündüz olduğu kadar keskin nişan alamayacaklarını düşünmüştü – ama bu her iki taraf için de geçerliydi.

İki Nehirli adamlar bir ölüm dalgası gönderdiler; oklar dalışa geçmiş atmacalar kadar hızlı uçuyordu.

Adamlarına, “Durun!” diye bağırdı Tam. Lan’in adamları yumuşamış Shara saflarına çarpmak üzereyken ok fırlatmayı bıraktılar.

Tam bu savaş deneyimini nereden edindi peki? diye düşündü Arganda, Tam’in savaştığı zamanları düşünerek. Arganda bu koyun çobanından çok daha az savaş sezgisine sahip, deneyimli generaller görmüştü.

Sınırboylular gerilediler ve Tam’le adamlarının daha fazla ok fırlatmasına izin verdiler. Tam, Arganda’ya işaret çaktı.

“Gidelim!” diye seslendi Arganda piyadelerine. “Tüm birlikler, ileri!”

Okçularla ağır süvarilerin sıralı saldırıları güçlüydü, ama düşman savunmasını yerine oturttuktan sonra avantajı sınırlıydı. Kısa süre sonra, Sharalılar süvarileri savuşturma amaçlı sağlam bir kalkan-mızrak duvarı oluşturmuş olacaktı, ya da okçular onları avlayacaktı. İşte burada piyade sahneye giriyordu.

Arganda gürzünü kancasından çıkardı –o Sharalılar zincir zırh ve köselelere bürünmüştü– ve yükseğe kaldırıp adamlarını Yayla’dan geçirerek, çatışmaya girmek üzere ilerleyen Sharalıları yarı yolda karşıladı. Tam’in birlikleri Beyazcüppeler, Ghealdanlılar, Perrin’in Kurt Muhafızları ve Mayenelilerin Kanatlı Muhafızlarından oluşuyordu, ama kendilerini tek bir ordu olarak görüyorlardı. Daha altı ay önce, Arganda bu tür adamların asla birlikte savaşmayacağına dair babasının mezarı üzerine yemin ederdi – hele Beyazcüppe güçleri alt edilmek üzereyken imdatlarına koşan Kurt Muhafızları gibi, birbirlerinin yardımına koşacaklarına hayatta inanmazdı.

Sharalıların yanlarında hareket eden Trollocların sesleri işitildi. Işık! Trolloclar da mı vardı?

Arganda kolu yanana kadar gürz salladı ve sonra el değiştirerek aynısını yapmaya devam etti, kemik kırdı, el ve kol ezdi, ta ki Kudretli’nin derisi kan damlalarıyla kaplanana kadar.

Aniden Yayla’nın karşı ucundan, aşağıyı savunan Andorlulara doğru şimşekler uçmaya başladı. Savaşmaya dalmış olan Arganda göz ucuyla gördü bunu, ama içinde bir şey inledi. Demandred yine saldırmış olmalıydı.

“Kardeşini yendim Lews Therin!” Sesi, gök gürültüsü kadar yüksek, savaş meydanında yankılandı. “Şu anda ölümlülüğünü kanayarak ölmekte!”

Arganda Kudretli’yi geri çekti ve insansı yüzlü, iriyarı bir Trolloc uluyarak yanındaki yaralı Sharalıyı iterken yan döndü. Omzundaki kesikten kan akıyordu, ama yaratık fark etmiş görünmüyordu. Trolloc, kısa bir zincirin ucuna tutturulmuş, çivi kaplı bir kütüğe benzeyen topuzu kaldırarak döndü.

Topuz tam Kudretli’nin yanında yere çarparak atı ürküttü. Arganda atına hakim olmaya çalışırken, devasa Trolloc yaklaştı ve boş eliyle koca yumruğunu Kudretli’nin kafasının yanına indirip atı yere devirdi.

“Bu doğumun etine aldırış ediyor musun?” diye gürledi Demandred uzakta. “Sana kardeşim diyene, bu beyazlı adama en ufak sevgi kırıntısı besliyor musun?”

Kudretli’nin kafası yumurta gibi kırıldı. Atın bacakları seyirdi ve irkildi. Arganda ayağa kalktı. Atı düşerken sıçrayıp kurtulduğunu hatırlamıyordu, ama içgüdüleri onu kurtarmıştı. Ne yazık ki yuvarlanırken korumalarından ayrı düşmüştü. Onlar da bir grup Sharalının ortasında canlarını kurtarmak için savaşıyorlardı.

Adamları ilerliyordu ve Sharalılar yavaşça geri itiliyordu. Ama Arganda’nın o tarafa bakacak zamanı yoktu. O Trolloc tepesindeydi.

Arganda gürzünü kaldırdı ve topuzunu sallayarak, can çekişen atın üzerinden geçen iriyarı yaratığa baktı.

Arganda hiç bu kadar ufak hissetmemişti.

“Korkak!” diye kükredi Demandred. “Kendine bu diyarın kurtarıcısı mı diyorsun? O unvana ben el koyuyorum! Yüzleş benimle! Seni ortaya çıkarmak için bu kandaşını öldürmem mi gerekiyor?”

Arganda derin bir nefes aldı, sonra öne atıldı. Bunun Trollocun bekleyeceği son şey olduğunu düşünüyordu. Sahiden de, yaratığın savurduğu topuz fazla açıktan geçti. Arganda Trollocun böğrüne sağlam bir darbe indirdi ve gürz yaratığın kalça kemiğini kırdı.

Sonra yaratık topuzunu elinin tersiyle savurdu. Arganda’nın görüş alanı beyazlaştı ve savaşın sesleri soldu. Çığlıklar, ayak sesleri, bağrışmalar. Çığlıklar ve bağırışlar. Bağırışlar ve çığlıklar… sonra sessizlik.

Bir süre sonra –ne kadar geçtiğini bilmiyordu– yerden kaldırıldığını hissetti. Trolloc mu? En azından katilinin yüzüne tükürmeyi düşünerek gözlerini kırpıştırdı, ama al’Lan Mandragoran’ın eyerinin arkasına çekildiğini fark etti.

“Yaşıyor muyum?” dedi Arganda. Sol yanından geçen acı dalgası, evet, yaşadığını bildirdi.

“İri bir yaratığı indirdin Ghealdanlı,” dedi Lan. Atını mahmuzlayarak, arka saflara doğru dörtnala kaldırdı. Arganda diğer Sınırboyluların da onlarla birlikte at sürdüğünü gördü. “Trolloc can çekişirken vurdu sana. Öldüğünü sanmıştım, ama onları püskürtene kadar yanına gelemedim. Diğer ordu Sharalıları hazırlıksız yakalamasa işimiz zordu.”

“Diğer ordu mu?” dedi Arganda, kolunu ovalayarak.

“Cauthon Yayla’nın kuzey tarafına bir ordu saklamış. Görünüşe bakılırsa, Ejderyeminliler ve bir süvari birliği, muhtemelen Birlik’in bir parçası. Sen o Trollocla uğraşırken, onlar Sharalıların sol kanadına çullandı ve hepsini dağıttı. Yeniden toparlanmaları zaman alacak.”

“Işık,” dedi Arganda, sonra inledi. Sol kolunun kırık olduğunu hissedebiliyordu. Eh, hayattaydı. Şimdilik bu yeterdi. Askerlerinin hâlâ saflarını koruduğu ön tarafa baktı. Kraliçe Alliandre ortalarında at sürüyor, bir öne bir arkaya giderken onlara cesaret veriyordu. Işık. Arganda onun Mayene’deki hastanede görev yapmayı kabul ettiğini diliyordu.

Şu an burada huzur vardı – Sharalılar sıkı bir darbe almışlardı ve geri çekilmiş, iki ordunun arasında açıklık bırakmışlardı. Muhtemelen bu kadar ani ve güçlü bir saldırı beklememişlerdi.

Ama bir dakika. Arganda’nın sağından gölgeler yaklaşıyordu, karanlıktan aşırı iri şekiller çıkıyordu. Daha fazla Trolloc mu? Acıya karşı dişlerini sıktı. Gürzünü düşürmüştü, ama çizmesindeki bıçak duruyordu. Bıçağı olmadan asla… Asla…

Ogierler, diye düşündü gözlerini kırpıştırarak. Onlar Trolloc değil. Ogier Trolloclar, bu varlıkların yaptığı gibi meşale taşımazdı.

“İnşaatçılar yaşasın!” diye seslendi Lan onlara. “Demek Cauthon’un Sharalıların kanadına saldırmaya yolladığı ordunun içinde siz de vardınız. O nerede? Ona iki çift laf etmek istiyorum!”

Ogierlerden biri gürleyerek kahkaha attı. “Ona iki çift laf etmek isteyen bir tek sen değilsin Dai Shan! Cauthon çalıların arasında fındık avlayan sincap kadar hızlı hareket ediyor. Bir an burada, diğerinde gitmiş. Sana, ne pahasına olursa olsun, bu Shara ordusunun ilerlemesini engellememiz gerektiğini söylememi istedi.”

Yayla’nın uzak tarafından yeni ışık çakmaları geldi Orada Aes Sedailer Sharalılarla savaşıyordu. Cauthon, Gölge’nin güçlerini kuşatmaya çalışıyordu. Arganda acısını bastırarak düşünmeye gayret etti.

Ya Demandred? Arganda Terkedilmiş’in yolladığı yeni bir yıkım dalgası görebiliyordu. Saldırı, ırmağın karşısındaki savunucuları yakıp geçti. Kargı sıraları bozulmaya başlamıştı. Her ışık patlaması yüzlerce insanı öldürüyordu.

“Uzakta, bir tarafta Sharalı yönlendiriciler,” diye mırıldandı Arganda, “diğer tarafta Terkedilmişlerden biri! Işık! Orada ne kadar Trolloc olduğunu fark etmemiştim. Bitmek tükenmek bilmiyorlar.” Şimdi onları görebiliyordu. Elayne’in birlikleriyle savaşıyorlardı. Tek Güç patlamaları, aşağıda, uzakta, binlercesini gösteriyordu. “İşimiz bitti, değil mi?”

Lan’in yüzü meşale ışıklarını yansıttı. Gözleri arduvaz gibiydi, yüzü ise granit. Arganda’ya itiraz etmedi.

“Ne yapacağız?” dedi Arganda. “Kazanmak için… Işık, kazanmak için bu Sharalıları bozguna uğratmamız, kargılı askerleri kurtarmamız gerekiyor –yakında Trolloclarca kuşatılacaklar– ve her birimizin o canavarlardan en az beşini öldürmesi gerekecek! Demandred’i saymadım bile.”

Lan yanıt vermedi.

“Sonumuz geldi,” dedi Arganda.

“Eğer öyleyse,” dedi Lan, “yüksek zeminde duracağız ve ölene kadar savaşacağız Ghealdanlı. Ancak öldüğünde teslim olursun. Pek çok insan bu fırsatı da bulamadı.”


Rand hayal ettiği dünyayı dokurken olasılık iplikleri ona direndi. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Belki talep ettiği şeyin olasılığı çok düşüktü. Yaptığı bu şey, ne olabileceğini göstermek için iplikleri kullanmak, basit bir yanılsamadan daha fazlasıydı. Eskiden var olmuş, yine var olabilecek dünyalara bakmayı gerektiriyordu. İçinde yaşadığı gerçekliğin aynaları.

Bu dünyaları o yaratmamıştı. Yalnızca… gösteriyordu onları. İplikleri, talep ettiği gerçekliği açmaya zorluyordu ve iplikler sonunda itaat etti. Son bir defa, karanlık ışık oldu ve hiçlik bir şeye dönüştü.

Karanlık Varlık’ı bilmeyen bir dünyaya adım attı.

Giriş noktası olarak Caemlyn’i seçmişti. Belki Karanlık Varlık son yaratımında burayı kullandığı için, Rand kendi kendine o korkunç görünün kaçınılmaz olmadığını kanıtlamak istiyordu. Şehri, lekesiz haliyle bir kez daha görmesi gerekiyordu.

Derin bir nefes alarak sarayın önündeki yolda yürüdü. Yaglızincir ağaçları çiçek açmıştı, sapsarı çiçekler bahçelerden taşıyor, avlu duvarlarından dışarı sarkıyordu. Aralarında çocuklar oynuyor, çiçek yapraklarını havaya fırlatıyorlardı.

Parlak gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Rand başını kaldırarak kollarını açtı ve çiçeklerle kaplı dalların altından sıcak günışığına çıktı. Sarayın girişinde hiç muhafız yoktu, yalnızca bazı ziyaretçilerin sorularını yanıtlayan nazik bir hizmetkar vardı.

Rand, peşinde altın rengi taçyaprakları bırakarak girişe doğru yürüdü. Bir kız çocuğu yaklaştı ve Rand durarak çocuğa gülümsedi.

Kız yanına gelerek, Rand’ın belindeki kılıca dokundu. Kafası karışmış gibiydi. “Bu ne?” diye sordu, iri iri açılmış gözlerle bakarak.

“Bir hatıra,” diye fısıldadı Rand.

Diğer çocukların kahkahasını duyunca kız başını çevirdi ve havaya kucak kucak çiçek yaprağı fırlatan çocuğa kıkırdayarak Rand’dan uzaklaştı.

Rand yürümeye devam etti.

SENİN İÇİN KUSURSUZLUK BU MU? Karanlık Varlık’ın sesi uzaktan geliyordu. Bu gerçekliği delip Rand’la konuşabiliyordu, ama burada, diğer görülerde belirdiği gibi görünemezdi. Burası onun antiteziydi.

Çünkü burası, Rand Son Savaş’ta onu öldürürse var olacak dünyaydı.

“Gel de gör,” dedi Rand, gülümseyerek.

Yanıt gelmedi. Karanlık Varlık bu gerçekliğe fazla çekilmesine izin verirse, var olmayı bırakacaktı. Bu mekânda, o ölmüştü.

Her şey döner ve yeniden gelirdi. Zaman Çarkı’nın anlamı buydu. Eğer geri dönecekse, Karanlık Varlık’ı tek bir savaşta yenmenin anlamı neydi? Rand daha fazlasını yapabilirdi. Bunu yapabilirdi.

“Kraliçe’yi görmek istiyorum,” dedi Rand, Saray kapısındaki hizmetkara. “İçeride mi?”

“Onu bahçelerde bulabilirsin delikanlı,” dedi rehberi. Rand’ın kılıcına baktı, ama endişeyle değil merakla. Bu dünyada, insanlar birinin bir başkasını neden incitmek isteyeceğini anlamıyordu. Böyle bir şey olmuyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi Rand ve Saray’a girdi. Koridorlar tanıdık ama farklıydı. Son Savaş sırasında Caemlyn yerle bir olmuş, Saray yanmıştı. Yeniden inşa edilen Saray eskisine benziyordu, ama tam olarak değil.

Rand koridorlarda gezindi. Bir şey onu rahatsız ediyordu, zihninin bir köşesinde bir huzursuzluk vardı. Neydi o…

Burada kısılı kalma, diye düşündü. Kendini kaptırma. Bu dünya gerçek değildi, tam olarak değil. Henüz değil.

Bu, Karanlık Varlık’ın planı olabilir miydi? Rand’ı kandırarak kendine bir cennet yaratmasını, içine girmesini ve Son Savaş dünyayı kasıp kavururken orada kısılı kalmasını sağlamak? Onlar savaşıyor ve ölüyordu.

Bunu hatırlaması gerekiyordu. Bu hayalin onu yutmasına izin veremezdi. Galeriye girerken –iki yanına pencereye benzeyen şeyler dizilmiş uzun bir koridor– bunu hatırlamak kolay değildi. Yalnız, o pencereler Caemlyn’e bakmıyordu. Bu yeni cam kapılar, hep açık kalan bir kapıyol gibi, insanların başka yerleri görmesini mümkün kılıyordu.

Rand, bir koyu sualtından gösteren pencerenin önünden geçti. Rengarenk balıklar oraya buraya kaçışıyordu. Bir başkası, Puslu Dağlar’ın yükseklerinde huzurlu bir çayırı gösteriyordu. Yeşil çimenlerin arasından çıkan kırmızı çiçekler, bir ressamın gündelik işinden sonra yerde kalan boya lekelerini andırıyordu.

Diğer duvarda, pencereler dünyanın büyük şehirlerine bakıyordu. Rand, Tear’ın önünden geçti. Tear Taşı, Üçüncü Çağ‘a adanmış bir müze olmuştu ve Taşın Savunucuları da küratörleriydi. Bu nesilden tek bir kişi bile silah taşımamıştı ve dedelerinin savaş hikâyeleri onları hayretten hayrete sürüklüyordu. Bir başkası Malkier’in Yedi Kule’sini gösteriyordu. Kule yine sapasağlam yapılmıştı – ama bir kale olarak değil, bir anıt olarak. Karanlık Varlık öldüğünde Afet yok olmuştu ve Gölgedölleri anında ölmüştü. Tıpkı bir Trolloc yumruğunu yöneten Soluklar gibi, Karanlık Varlık her birine bağlıydı.

Kapılarda kilit yoktu. Para hemen hemen unutulmuş bir tuhaflıktı. Yönlendiricilerin yardımıyla herkes için yiyecek yaratılabiliyordu. Rand, Tar Valon’a açılan bir pencerenin önünden geçti. Aes Sedailer her gelene Şifa veriyorlar, âşıkları kavuşturmak için kapıyollar açıyorlardı. Herkes, ihtiyaç duyduğu her şeye sahipti.

Rand bir sonraki pencerede duraksadı. Rhuidean’a baktı. Bu şehrin eskiden çöl olduğuna inanmak zordu. Kıraç, ta Shara’dan Cairhien’e kadar, çiçeklerle kaplıydı. Ve burada, pencerenin ardından, Çora Çayırları vardı – efsane şehri kuşatan, bir orman dolusu. Sözcükleri duyamasa da, Aiellerin şarkı söylediğini görebiliyordu.

Artık silah yoktu. Dans edecek mızrak yoktu. Aieller bir kez daha barış dolu bir halk olmuştu.

Yürümeye devam etti. Bandar Eban, Ebou Dar, Seanchan toprakları, Shara. Her ulus temsil ediliyordu, ama bugünlerde insanlar sınırlara pek aldırış etmiyordu. Sınırlar da hatıralarda kalmış bir başka şeydi. Kimin hangi ulusta yaşadığı kimin umurundaydı, insan neden toprağa ‘sahip olmaya’ çalışsındı? Herkese yetecek kadar toprak vardı. Kıraç’ın yeşermesi, yeni şehirler ve yeni harikalar için yer açmıştı. Rand’ın önünden geçtiği pek çok pencere, hiç bilmediği yerlere açılıyordu, ama İki Nehir’in bu kadar görkemli olduğunu görünce sevindi. Manetheren geri gelmişti sanki.

Son pencere onu duraklattı. Eskiden Lanetli Topraklar olan bir vadiye bakıyordu. Uzun zaman önce kavrulmuş bir bedenin yattığı yerde, tek bir taş levha, yalnız başına duruyordu. Mezarın üstü yaşamla kaplanmıştı: sarmaşıklar, çimenler, çiçekler. Bir çocuğun eli büyüklüğünde tüylü bir örümcek taşların üzerinde koşturdu.

Rand’ın mezarı. Son Savaş’ın ardından, cesedinin yakıldığı yer. Uzun süre bu pencerede oyalandı ve sonra kendini devam etmeye zorladı. Galeri’den çıktı ve Saray bahçelerine ilerledi. Konuştuğu hizmetkarlar yardımseverdi. Kimse Kraliçe’yi neden görmek istediğini sormadı.

Onu bulduğunda, insanlarla kuşatılmış olacağını varsaymıştı. İsteyen herkes Kraliçe’yi görebiliyorsa bu onun tüm zamanını almaz mıydı? Ama Saray bahçelerinde, Saray’ın çora ağaçlarından birinin dallarının altında oturduğu yere yaklaştığında, Kraliçe yalnızdı.

Sorunları olmayan bir dünyaydı bu. İnsanların anlaşmazlıklarını kolaylıkla çözebildiği bir dünya. Tartışmaların değil fedakarlığın dünyası. İnsan Kraliçe’den ne isteyebilirdi ki?

Elayne, son görüştükleri günkü kadar güzeldi. Artık hamile değildi elbette. Son Savaş’ın üzerinden yüz sene geçmişti. Elayne tek bir gün bile yaşlanmamış görünüyordu.

Rand ona yaklaştı ve bir seferinde düştüğü bahçe duvarına baktı. Elayne’le o duvardan yuvarlandığında tanışmıştı. Bu bahçeler çok farklıydı, ama o duvar kalmıştı. Caemlyn’in yıkılmasından ve yeni Çağ’ın gelişinden sağlam kurtulmuştu.

Elayne oturduğu sıradan başını kaldırdı. Gözleri büyüdü ve elini ağzına götürdü. “Rand?”

Rand elini Laman’ın kılıcına koyarak bakışlarını ona dikti. Resmi bir duruş. Neden resmi bir duruş takınmıştı?

Elayne gülümsedi. “Şaka mı bu? Kızım, neredesin? Yine beni kandırmak için Aynalar Maskesi’ni mi kullanıyorsun?”

“Bu hile değil Elayne,” dedi, Elayne’in önünde diz çöküp, başlarının aynı hizada olmasını sağlayarak. Elayne’in gözlerinin içine baktı.

Yanlış bir şeyler vardı.

“Ah! Ama nasıl olabilir?” dedi Elayne.

Bu Elayne değildi… olabilir miydi? Sesi yanlıştı, tavırları yanlıştı. Bu kadar değişmiş olabilir miydi? Ama yüzlerce sene geçmişti.

“Elayne?” diye sordu Rand. “Sana ne oldu?”

“Ne mi oldu? Niye, hiçbir şey olmadı! Harika bir gün. Güzel ve huzurlu. Bahçelerimde oturup günışığının zevkini çıkarmayı nasıl da seviyorum.”

Rand kaşlarını çam. O yaltaklanan ses, o donuk tepki… Elayne asla böyle biri değildi.

“Ziyafet hazırlamamız gerek!” diye nida etti Elayne, ellerini çırparak. “Aviendha’yı davet edeceğim! Bu hafta şarkı söylemeye ara verdi, ama muhtemelen çocuk yuvası görevindedir. Genellikle orada gönüllü çalışıyor.”

“Çocuk yuvası mı?”

“Rhuidean’da,” dedi Elayne. “Herkes çocuklarla oynamaya bayılıyor. Hem orada hem burada. Çocuklara bakmak için büyük bir yarış var! Ama sırayla yapmamız gerektiğini anlıyoruz.”

Aviendha. Çocuklara bakmak ve çora ağaçlarına şarkı söylemek. Bunda yanlış bir taraf yoktu aslında. Neden Aviendha bu tür şeylerden zevk almasındı?

Ama yanlıştı da. Aviendha’nın harika bir anne olacağını düşünüyordu, ama onun bütün günü başka insanların çocuklarıyla oynayarak geçirdiğini düşünmek…

Rand, Elayne’in gözlerine, o gözlerin derinliklerine baktı. Orada, geride bir gölge saklanıyordu. Ah, masum bir gölgeydi, ama yine de bir gölgeydi. Tıpkı… tıpkı…

Tıpkı Karanlık Varlık’a Döndürülmüş birinin gözlerinin arkasındaki gölge gibi.

Rand ayağa fırladı ve geri geri sendeledi. “Sen burada ne yaptın?” diye bağırdı gökyüzüne. “Shai’tan! Yanıt ver bana!”

Elayne başını yana eğdi. Korkmamıştı. Bu dünyada korkuya yer yoktu. “Shai’tan mı? Yemin ederim bu ismi hatırlıyorum. Çok zaman oldu. Bazen unutkanlaşıyorum. ”

“SHAI’TAN!” diye bağırdı Rand.

BEN HİÇBİR ŞEY YAPMADIM DÜŞMAN. Ses uzaktı. BU SENİN YARATIMIN.

“Saçma!” dedi Rand. “Onu değiştirmişsin! Hepsini değiştirmişsin!”

BENİ HAYATLARINDAN YOK ETTİĞİN ZAMAN ONLARIN DEĞİŞMEYECEĞİNİ MI SANIYORDUN?

Sözler Rand’ın içinde gürledi. Elayne onun için endişelenerek ayağa kalkarken, Rand dehşet içinde geriledi. Evet, şimdi onun gözlerinin ardındaki şeyi görebiliyordu. Elayne kendisi değildi… çünkü Rand onun kendisi olma yeteneğini elinden almıştı.

BEN İNSANLARI KENDİME DÖNDÜRÜRÜM, dedi Shai’tan. BU DOĞRU. ONLARI BU ŞEKİLDE KENDİMİN KILDIKTAN SONRA, İYİ OLANI SEÇEMEZLER. SENİN YAPTIĞIN BUNDAN FARKLI MI DÜŞMAN?

SEN BUNU YAPARSAN AYNIYIZ DEMEKTİR.

“Hayır!” diye haykırdı Rand, elini başına götürerek ve dizleri üzerine çökerek. “Hayır! Dünya sensiz kusursuz olur!”

KUSURSUZ. DEĞİŞMEZ. MAHVOLMUŞ. İSTİYORSAN YAP BUNU DÜŞMAN. BENİ ÖLDÜRÜRSEN BEN KAZANIRIM.

NE YAPARSAN YAP, BEN KAZANIRIM.

Rand çığlık attı ve Karanlık Varlık’ın bir sonraki saldırı dalgası gelirken tortop oldu. Rand’ın yarattığı kâbus dışa doğru patladı, ışık kurdeleleri duman gibi saçıldı.

Çevresindeki karanlık sarsılıyor, titriyordu.

ONLARI KURTARAMAZSIN.

Parlak, canlı Desen yine Rand’ı kuşattı. Gerçek Desen. Olanların gerçekliği. Rand, Karanlık Varlıksız bir dünya yaratarak korkunç bir şey üretmişti. Dehşet verici bir şey. Daha önce olandan çok daha kötü bir şey.

Karanlık Varlık yine saldırdı.


Mat savaştan geri çekildi ve ashandareisini omzuna dayadı. Karede savaşma şansı istemişti – durum ne kadar umutsuzsa o kadar iyiydi. Eh, adam bundan çok memnun kalacaktı. Kahkahalar atarak dans ediyor olmalıydı! Dileği yerine gelmişti. Işık, gerçekten gelmişti.

Mat ölü bir Trolloc’un üzerine, yani bulabildiği tek oturağa çöktü ve su tulumundan uzun uzun su içti. Savaşın nabzını tutuyordu, ritmini biliyordu. Yaslı bir tempo tutuyordu. Demandred zekiydi. Geçitte Mat’in yemine gelmemişti. Mat oraya daha küçük bir ordu yerleştirmişti. Demandred oraya Trolloc göndermişti, ama Sharalıları geride tutmuştu. Demandred Yayla’dan inip Elayne’in ordusuna saldırırsa, Mat kendi ordularıyla batıdan ve kuzeydoğudan Yayla’ya tırmanacak, Gölge’ye arkadan saldırarak ordusunu ezecekti. Şu an Demandred birliklerini Elayne’in güçlerinin arkasına geçirmeye çalışıyordu ve Mat şimdilik onu durdurmuştu. Ama daha ne kadar dayanabilirdi?

Aes Sedailerin durumu iyi değildi. O savaşı Sharalı yönlendiriciler kazanıyordu. Şans, diye düşündü Mat. Bugün bize senden bol bol lazım. Beni şimdi terk etme.

Bu Matrim Cauthon için uygun bir son olurdu. Desen ona gülmeyi seviyordu. Aniden Desen’in büyük eşek şakasını gördü; bir anlamı yokken ona şans sunması, sonra gerçekten önemli olduğu bir anda hepsini geri alması.

Kan ve lanet küller, diye düşündü, Karede’nin taşıdığı meşalenin ışığında boş su tulumunu kaldırarak. Mat şu anda şansını hissedemiyordu. Bu bazen oluyordu. Şansının yanında olup olmadığını bilmiyordu.

Eh, şanslı bir Matrim Cauthon’ları olamayacaksa, en azından inatçı bir Matrim Cauthon’ları olabilirdi. Bugün ölmeye niyeti yoktu. Daha edilecek danslar vardı; daha söylenecek şarkılar ve öpülecek kadınlar vardı. En azından bir kadın.

Ayağa kalktı ve Ölümnöbetçilerine, Ogierlere, Tam’in ordusuna, Birlik’e ve Sınırboylulara katıldı – buraya gönderdiği herkese. Savaş yeniden başlamıştı ve tüm güçleriyle savaşıyorlardı, hatta Sharalıları birkaç yüz adım geri itmeyi başarmışlardı. Ama Demandred, Mat’in ne yaptığını görmüştü ve ırmaktaki Trollocları yamaçtan yukarıya, tepedeki çatışmaya kaydırmaya başlamıştı. Dik bir yamaçtı –tırmanılması en zor yamaç– ama Demandred, Mat’e baskı yapması gerektiğini biliyordu.

Asıl tehlike o Trolloclardı. Irmakta, Elayne’i kuşatacak ve Yayla’daki savaşa katılacak kadar çok Trolloc vardı. Mat’in ordularından biri yenilirse, işi biterdi.

Eh, Mat zarlarını atmış, emirlerini göndermişti. Artık savaşmak, kan dökmek ve umut beslemekten başka yapacak şey kalmamıştı.

Yayla’nın batı tarafından, sıvı ateş gibi bir ışık serpintisi yükseldi. Karanlık havada, eriyik taş damlaları düşmeye başladı. Mat başta Demandred’in o yönden saldırmaya karar verdiğini düşündü, ama Terkedilmiş hâlâ Andorluları yok etmeye çalışmakla meşguldü.

Bir başka ışık çakması. Aes Sedailer o tarafta savaşıyordu. Mat karanlığın ve dumanların içinde, Yayla’nın batısından doğusuna kaçan Sharalılar gördüğüne emindi. Kendini gülümserken buldu.

“Bak,” dedi, Karede’nin omzuna bir şaplak atıp, adamın dikkatini çekerek.

“Ne oldu?”

“Bilmiyorum,” dedi Mat. “Ama bir şey Sharalıların üzerine ateş yağdırıyor, bu yüzden ondan hoşlandığımdan hemen hemen eminim. Savaşmaya devam edin!” Shara askerlerine karşı yeni bir saldırıda Karede ve diğerlerine önderlik etti.


Olver, sırtına bağlanmış ok demetinin altında kamburunu çıkarmış, yürüyordu. Gerçekten ağır olmaları konusunda ısrar etmişti. Gölge’nin adamlarından biri taşıdıklarını kontrol ederse ve demetin ortasına hafif bezler tıkıştırılmış olduğunu görürse ne olurdu?

Setalle ve Faile ona her an kırılabilecek bir şeymiş gibi bakmak zorunda değillerdi. Demet o kadar da ağır değildi. Elbette bu, geri döndüklerinde Setalle’den biraz merhamet dilenmeyeceği anlamına gelmiyordu. Bu tür şeyleri çalışmaya ihtiyacı vardı, yoksa sonunda Mat gibi ümitsiz birine dönüşürdü.

Sıra burada, Lanetli Topraklar’daki malzeme deposuna doğru ilerlemeye devam etti ve bu esnada Olver kendi kendine, birazcık daha hafif bir yüke bir şey demeyeceğini itiraf etti. Yorulmaya başladığından değil. Gerekirse nasıl savaşacaktı? Yükünü çabucak bırakması gerekecekti ve bu, kimsenin bir şeyi çabucak yapmasına izin verecek türden bir yük gibi görünmüyordu.

Ayakları gri tozla kaplanmıştı. Ayakkabıları yoktu ve giysilerinden paçavra bile olmazdı. Önceden, Faile ve Birlik Gölge’nin malzeme deposuna giden acınası kervanlardan birine saldırmıştı – bitkin düşmüş, yan aç tutsakları koruyan yalnızca üç Karanlıkdostu ve bir yağlı tüccar vardı.

Malzemelerin çoğu Kandor damgası taşıyordu: kırmızı bir at. Aslında tutsakların çoğu da Kandorluydu. Faile onlara özgürlüklerini sunmuş, güneye gitmelerini söylemişti, ama yalnızca yansı gitmişti. Kalanlar ona katılmakta ve Son Savaş’a yürümekte ısrar etmişti, ama Olver bu adamlardan daha etli butlu sokak dilencileri görmüştü. Yine de, Faile’in sırasının gerçekçi görünmesine yardımcı oluyorlardı.

Bu önemliydi. Erzak deposuna yaklaşırlarken Olver başını kaldırdı. Soğuk gecede, patikanın iki yanına meşaleler dizilmişti. Pek çok kızıl peçeli Aiel kenarda durmuş, onların geçmelerini izliyordu. Olver, nefretini görmesinler diye başını eğdi yine. O Aiellere güvenilemeyeceğini biliyordu.

İki nöbetçi –Aiel değillerdi, Karanlıkdostlarındandılar– bağırarak sıranın durmasını emretti. Aravine öne çıktı. Öldürdükleri tüccarın giysilerini giymişti. Faile’in Saldaealı olduğu çok açıktı ve tüccar Karanlıkdostu oynamak için fazla çarpıcı göründüğüne karar vermişlerdi.

“Korumalarınız nerede?” diye sordu asker. “Bu Lifa’nın kervanı değil mi? Ne oldu?”

“O aptallar!” dedi Aravine, sonra yana dönerek tükürdü. Olver gülümsemesini sakladı. Kadının yüzü tamamen değişmişti. Rol yapmayı biliyordu. “Onları öldükleri yerde bıraktım! Gece dolaşmaya çıkmamalarını söylemiştim. O üçü ne düşünüyordu bilmiyorum, ama onları kampın kıyısında bulduk. Şişmişlerdi ve derileri kararmıştı.” Midesi bulanıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Sanırım bir şey karın boşluklarına yumurta bırakmış. Yumurtalardan ne çıkacağını görmek istemedik.”

Asker homurdandı. “Sen kimsin?”

“Pansai,” dedi Aravina. “Lifa’nın iş ortağı.”

“Lifa ne zamandan beri ortaklı çalışıyor?”

“Ben onu bıçakladığımdan ve kervanı devraldığımdan beri.”

Lifa hakkında ne biliyorlarsa tutsaklardan öğrenmişlerdi. O da pek azdı. Olver terlediğini fark etti. Nöbetçi Aravine’e uzun uzun baktı, sonra insan sırası boyunca yürümeye başladı.

Kandorlu tutsakların arasına Faile’in askerleri de karışmıştı. Doğru duruşu takınmak için ellerinden geleni yaptılar.

“Sen, kadın,” dedi nöbetçi, Faile’i göstererek. “Bir Saldaealı ha?” Kahkaha attı. “Saldaealı bir kadının, bir adamın onu tutsak almasına izin vermektense adamı öldüreceğini zannederdim.” Faile’i omzundan itti.

Olver nefesini tuttu. Ah, kan ve lanet küller! Leydi Faile bunu kaldıramayacaktı. Nöbetçi tutsakların gerçekten ezilip ezilmediğini anlamaya çalışıyordu! Faile’in duruşu, tavırları onu ele verecekti. O bir asildi ve…

Faile kamburunu çıkardı, küçücük oldu ve inleyerek Olver’in duyamadığı bir yanıt verdi.

Olver’in ağzı açık kaldı, sonra ağzını kapattı ve başını eğdi. Nasıl? Faile gibi bir leydi, hizmetkar gibi davranmayı nasıl öğrenmişti?

Nöbetçi homurdandı. “Devam et,” dedi elini Aravine’e doğru sallayarak. “Ben çağırtana kadar orada bekle.”

Grup ayak sürüyerek yakındaki bir yere gitti. Aravine herkese oturmalarını emretti. Kendisi kollarını kavuşturarak bir yanda durdu ve ayağının ucunu yere vurarak bekledi. Gök gürledi ve Olver tuhaf bir ürperti hissetti. Başını kaldırdığı zaman bir Myrddraal’in gözsüz yüzünü karşısında buldu.

Olver’in içinden, buz gibi bir göle daldırılmış gibi, bir şok dalgası geçti. Nefes alamıyordu. Myrddraal, pelerini donuk ve kıpırtısız, süzülürcesine hareket ederek grubun çevresinden dolandı. Korkunç bir andan sonra malzeme kampına doğru yoluna devam etti.

“Yönlendirici arıyor,” diye fısıldadı Faile, Mandevwin’e.

“Işık bize yardım etsin,” diye fısıldadı adam.

Bekleme neredeyse dayanılmazdı. Sonunda beyaz giysiler içinde tombul bir kadın yaklaştı ve bir kapıyol açtı. Aravine ayağa kalkmalarını bağırdı ve sonra kapıyoldan geçmelerini işaret etti. Olver, Faile’in yakınında sıraya girdi ve kırmızı toprak ve soğuk havadan, yanıyormuş gibi kokan bir yere geçtiler.

Trolloclarla dolu iğreti bir kampa girdiler. Yakında pek çok büyük kazan kaynıyordu. Kampın hemen arkasında, dik bir yamaç bir tür platoya tırmanıyordu. Platonun tepesinden dumanlar yükseliyordu ve oranın solundan savaş gürültüleri geliyordu. Oğlan yamaca sırtını döndüğünde, uzakta yüksek, dar bir dağın karanlık siluetini gördü. Dağ düz ovadan, bir masanın ortasındaki mum gibi yükseliyordu.

Kampın arkasındaki yamaca baktı ve kalbi yerinden oynadı. Yamacın tepesinden aşağı, elinde bir bayrak tutan bir beden uçuyordu – büyük kırmızı bir el işareti taşıyan bir bayrak. Kızıl El Birliği! Adam ve bayrak, bir ateşin çevresinde, cızırdayan et parçaları yiyen bir grup Trollocun ortasına düştü. Her yöne kıvılcımlar uçuştu ve öfkeli yaratıklar adamı ateşten çektiler, ama adam Trollocların ona ne yaptığına aldırış edecek hali çoktan geçmişti.

“Faile!” diye fısıldadı Olver.

“Gördüm.” Faile bohçasına, içine Boru’yu koyduğu çuvalı gizlemişti. Daha çok kendi kendine, ekledi. “Işık. Mat’e nasıl ulaşacağız?”

Kenara çekildiler ve grubun geri kalanının kapıyoldan geçmesine izin verdiler. Kılıçları vardı, ama onları oklar gibi demetlenmiş halde, aralarındaki birkaç erkeğin sırtlarındaki bohçalarda, savaş meydanı için bohçalanmış malzemeymiş gibi taşıyorlardı.

“Kan ve küller,” diye fısıldadı Mandevwin, ikisine katılarak. Yakındaki bir ağılda tutsaklar inliyordu. “Belki bizi de oraya koyarlar? Geceleyin kaçabiliriz.”

Faile başını iki yana salladı. “Bohçalarımızı alırlar. Bize zarar vermezler.”

“Sonra ne yapacağız?” diye sordu Mandevwin, ön saflardan topladıkları cesetleri sürükleyerek geçen Trolloclara bakarak. “Savaşmaya mı başlayacağız? Lord Mat’in bizi göreceğini ve yardım göndereceğini umarak?”

Olver bu planı pek beğenmemişti. Savaşmak istiyordu, ama bu Trolloclar gerçekten iriydi. Biri yakından geçti ve kurt yüzlü kafası Olver’e döndü. Bir adama ait olabilecek gözler, açmış gibi, onu tepeden tırnağa süzdü. Olver geriledi, sonra bıçağını sakladığı bohçaya uzandı.

“Kaçacağız,” diye fısıldadı Faile, Trolloc geçip gittikten sonra. “Bir düzine ayrı yöne dağılacağız ve böyle yaparak onların dikkatini dağıtmaya çalışacağız. Belki birkaçımız kaçmayı başarabilir.” Kaşlarını çattı. “Aravine nerede kaldı?”

O bunu söyler söylemez Aravine kapıyoldan geçti. Yönlendiren beyazlı kadın da onu takip etti ve sonra Aravine, Faile’i gösterdi.

Faile havalandı. Olver inledi, Mandevwin bir küfür savurarak bohçasını yere attı ve kılıcını aradı. Arrela ve Selanda bağırdılar. Bir an sonra üçü birden örgülerle havaya asılmıştı ve kızıl peçeli Aieller silahlarını çekerek kapıyoldan geçmişlerdi.

Ardından bir kargaşa oldu. Faile’in askerlerinin birkaçı yumruklarıyla savaşmaya çalışırken öldüler. Olver yere atlayarak bıçağını aradı, ama bıçağın kabzasını kavradığında çatışma sona ermişti. Diğerlerinin tamamı alt edilmiş, havaya asılmıştı.

Ne kadar da hızlı! diye düşündü Olver çaresizlik içinde. Neden kimse onu savaşın bu kadar çabuk olup bittiği konusunda uyarmamıştı?

Onu unutmuş gibiydiler, ama Olver ne yapacağını bilemiyordu.

Aravine, hâlâ havada asılı duran Faile’e yaklaştı. Neler oluyordu? Aravine… onlara ihanet mi etmişti?

“Üzgünüm Leydim,” dedi Aravine, Faile’e. Olver zar zor duyabiliyordu. Kimse ona dikkat etmiyordu. Aieller askerleri izliyor, onları iterek başında nöbet tutacakları bir grup oluşturuyorlardı. Askerlerden birkaçı yerde, kan kaybediyordu.

Faile havada çırpınıyordu ve kasıldıkça yüzü kızarıyordu. Ağzının tıkandığı belliydi. Faile böyle bir zamanda asla sessiz kalamazdı.

Aravine, Faile’in sırtından Boru’nun torbasını çözdü ve içini kontrol etti. Gözleri büyüdü. Çuvalın ağzını kapattı ve göğsüne bastırdı. “Eski hayatımı geride bırakabileceğimi ummuştum,” diye fısıldadı Faile’e. “En baştan başlayacaktım. Saklanabileceğimi ya da unutulacağımı, Işık’a dönebileceğimi ummuştum. Ama Yüce Efendi unutmaz ve kimse ondan saklanamaz. Andor’a vardığımız gece beni buldular. Niyetim bu değildi, ama yapmam gereken şey bu.”

Aravine sırtını döndü. “At!” diye seslendi. “Bu paketi, emredildiği gibi şahsen Lord Demandred’e teslim edeceğim.”

Beyazlı kadın ona yaklaştı ve ikisi alçak sesle tartışmaya başladı. Olver çevresine bakındı. Kimse ona bakmıyordu.

Parmakları titremeye başladı. Trollocların iri olduklarını, çirkin olduklarını biliyordu. Ama… bu şeyler kâbustu. Tamamen kâbus. Ah, Işık!

Mat olsa ne yapardı?

“Dovie’andi se tovya sagain,” diye fısıldadı Olver, bıçağını kınından çekerek. Haykırarak kendini beyazlı kadının üzerine fırlattı ve bıçağı beline sapladı.

Kadın çığlık attı. Faile Hava bağlarından kurtuldu. Sonra aniden tutsak ağılları açıldı ve bir grup adam bağırarak özgürlüğe koştu.


“Daha yükseğe kaldır!” diye bağırdı Doesine. “Kahrolası çabuk ol!”

Leane itaat etti ve diğer Aes Sedailerle birlikte Toprak ördü. Önlerinde yer sarıldı ve buruşmuş bir hah gibi kayarak toplandı. İşlerini bitirdiler ve sonra yamaçtan aşağı ateş yağarken tümseğin arkasına saklandılar.

Farklı farklı üyelerden oluşan grubun önderi Doesine’di. Bir düzine kadar Aes Sedai, birkaç Muhafız ve asker. Adamlar silahlarını kavramıştı, ama son zamanlarda bunlar ekmek somunları kadar etkisizdi. Havada Güç çıtırdayıp cızırdıyordu. Doğaçlama oluşturdukları set, Sharalıların fırlattığı ateşlerle gümbürdüyordu.

Leane, Tek Güç’e sarılarak setin üzerinden baktı. Terkedilmiş Demandred’le yüzleşmesinin etkisinden kurtulmuştu. Sarsıcı bir deneyim olmuştu – tamamen Demandred’in avcundaydı ve hayatı bir anda sona erebilirdi. Adamın sayıklamalarındaki yoğunluk da onu ürkütmüştü. Demandred’in Yenidendoğan Ejder’e duyduğu nefret kadar büyük bir nefrete tanık olmamıştı hiç.

Yamaçtan aşağı bir grup Sharalı iniyordu ve doğaçlama sete örgüler gönderiyorlardı. Leane, kurumuş eti kesen bir cerrah titizliğiyle, bir örgüyü havadayken kesti. Leane artık Tek Güç’te, öncekine göre çok daha zayıftı.

Yönlendirme konusunda daha verimli çalışması gerekiyordu. Bir kadının daha azıyla neler başarabildiği olağanüstüydü.

Set patladı.

Toprak kesekleri yere yağarken Leane kendini kenara fırlattı. Saidara tutunarak ve öksürerek, kıvrılan dumanların arasından yuvarlandı. O Sharalı adamlar yapmıştı! Örgülerini görememişti. Patlamada lime lime olmuş elbisesi içinde yerden kalktı. Kolları çizik içindeydi. Yakındaki hendekte mavi bir şey gördü. Doesine. O tarafa koştu.

Kadının bedenini orada buldu. Ama başı yoktu.

Leane yıkıcı bir kayıp ve acı duygusuna kapıldı aniden. Doesine ve o çok yakın değildiler, ama burada birlikte savaşmışlardı. Yaşadığı kayıplar ve yıkım Leane’i yıpratıyordu. Daha ne kadarını kaldırabilirdi? Daha kaç kişinin ölümüne seyirci kalacaktı?

Kendini güçlükle toparladı. Işık, bu bir felaketti. Düşman Dehşetlordları olacağını beklemişlerdi, ama burada o Sharalılardan yüzlercesi vardı. Hepsi savaş eğitimli, koskoca bir yönlendirici ulus. Savaş meydanına renkler saçılmıştı: düşmüş Aes Sedailer. Muhafızları, Aes Sedailerini kaybettikleri zaman kapıldıkları gazapla yamaç yukarıya saldırıyorlar ve orada Güç patlamalarıyla biçiliyorlardı.

Leane sendeleyerek batı yamacındaki bir çukurdan savaşan bir Kızıl ve Yeşil grubuna doğru yürüdü. Arazi şimdilik onları koruyordu, ama bu kadınlar daha ne kadar tutunabilirdi?

Yine de gurur duyuyordu. Sayıca azdılar ve alt ediliyorlardı, ama Aes Sedailer savaşmaya devam ediyordu. Bu, Seanchanların saldırdığı gecenin yanında bir hiçti. O gün içten bölünmüş bir Kule yıkılmıştı. Bu kadınlar sağlam duruyorlardı. Ne zaman bir grup dağılsa, yeniden bir araya geliyor ve savaşmaya devam ediyorlardı. Yukarıdan ateş yağıyordu, ama neredeyse aynı miktarda ateş topu geri uçuyordu ve karşı tarafın üzerine şimşek yağıyordu.

Leane gruba dikkatle yaklaştı ve Raechin Connoral’e katıldı. Kadın bir kayanın yanında çömelmiş, yaklaşan Sharalılara Ateş örgüleri fırlatıyordu. Leane karşıdan gelen örgülere gözünü açık tuttu ve bir Su örgüsüyle bir tanesini savuşturarak, ateş topunun minik kıvılcımlar saçarak sönmesini sağladı.

Raechin ona başını salladı. “Ben de erkeklere göz süzmek dışında faydalı bir şey yapmaktan vazgeçtiğini sanmıştım.”

“Doman sanatı istediğin şeyi elde etmek hakkındadır Raechin,” dedi Leane serinkanlılıkla, “hem de mümkün olan en az çabayla.”

Raechin hıhladı ve Sharalılara doğru bir dizi ateş topu yolladı. “Bir ara senden tavsiye almalıyım,” dedi. “Eğer gerçekten de erkeklere istediğini yaptırmanın bir yolu varsa, bilmeyi çok isterim. ”

Fikir o kadar saçmaydı ki, içinde bulundukları korkunç duruma rağmen Leane neredeyse kahkaha atacaktı. Bir Kızıl? Pudralar ve allıklar sürüştürecek ve Domanlıların manipülasyon sanatını öğrenecek ha? Eh, neden olmasın? diye düşündü Leane, bir ateş topunu daha engelleyerek. Dünya değişiyordu ve Ajahlar da –inceden inceye– onunla birlikte değişiyordu.

Aes Sedailerin direnişi daha fazla Sharalı yönlendiricinin dikkatini çekiyordu. “Yakında bu pozisyonu terk etmemiz gerekecek,” dedi Raechin.

Leane başını sallamakla yetindi.

“O Sharalılar…” diye hırladı Kızıl. “Şuna bak!”

Leane inledi. Bu bölgedeki Sharalı birliklerin çoğu savaşın ilk aşamalarında geri çekilmişti –bir şey onları buradan uzağa çekmiş gibiydi– ama yönlendiriciler onların yerine, korkmuş görünüşlü insanlardan oluşmuş büyük bir grup getirmişlerdi ve saldırılara set olsunlar diye onları öne sürüyorlardı. Gruptakilerin çoğu savaşmak için sopalar ya da aletler taşıyordu, ama silahları iğreti tutarak birbirlerine sokulmuşlardı.

“Kan ve lanet küller,” dedi Raechin. Leane tek kaşını kaldırarak ona baktı. Kadın örmeye devam etti ve korkmuş insanların ardına şimşek göndermeye çalıştı. Yine de şimşek öndekilerden bazılarına çarptı. Leane hasta gibi hissediyordu, ama o da saldırılara katıldı.

Onlar çalışırken Manda Wan emekleyerek yanlarına geldi. Kurum kaplanmış, kararmış Yeşil korkunç görünüyordu. Muhtemelen benim kadar korkunç, diye düşündü Leane, kendi çizilmiş, isli kollarına bakarak.

“Geri çekiliyoruz,” dedi Manda. “Kapıyol kullanmak zorunda kalabiliriz.”

“Nereye gideceğiz peki?” dedi Leane. “Savaşı terk mi edeceğiz?”

Üçü sessizleşti. Hayır. Bu savaştan çekilmek olmazdı. Ya hep, ya hiçti.

“Çok dağıldık,” dedi Manda. “En azından geri çekilip toparlanmamız lazım. Kadınları bir araya getirmeliyiz ve aklıma bundan başka bir şey gelmiyor. Sizin daha iyi bir fikriniz varsa söyleyin. ”

Manda, Raechin’e baktı. Leane artık güçte çok zayıf olduğundan fikrinin fazla ağırlığı olmazdı. İkisi alçak sesle konuşurken o örgüleri kesmeye devam etti. Yakındaki Aes Sedailer çukurdan çıkmaya ve yamaç yukarı ilerlemeye başladılar. Yeniden toparlanacak, Dashar Tepesi’ne kapıyol açacak ve sonra ne yapacaklarına karar vereceklerdi.

Bir dakika. O da neydi? Leane yakında güçlü bir yönlendirme sezdi. Sharalılar halka mı olmuştu? Gözlerini kıstı; gecenin ilerleyen saatleriydi, ama arazi yer yer yandığından ışık vardı. Bol bol da duman çıkıyordu Leane dumanı süpürmek için Hava ördü, ama duman güçlü bir rüzgara kapılmış gibi bölündü ve kalktı.

Egwene al’Vere, yüz şenlik ateşinin gücüyle parlayarak, yamaçta yanlarından geçti. Leane hiç bu kadar fazla Güç tutan bir kadın görmemişti. Amyrlin ellerini uzatarak yürüdü. Elinde bir çubuk tutuyordu. Egwene’in gözleri parlıyordu adeta.

Egwene bir ışık ve güç patlamasıyla bir düzine ayrı ateş akışı salıverdi. Bir düzine. Ateş patlamaları yukarıdaki yamacı dövdü ve Shara yönlendiricilerini havaya fırlattı.

“Manda,” dedi Leane, “sanırım sana daha iyi bir toplanma noktası bulduk.”


Talmanes feneri kullanarak ince bir dalı yaktı, sonra onu kullanarak piposunu tutuşturdu. Bir nefes çekti, sonra öksürmeye başladı ve piponun çanağını kayalık zemine boşalttı. Bir şekilde, tütün bozulmuştu. Hem de çok fena bozulmuştu. Öksürdü ve topuğuyla iğrenç tütünü ezdi.

“Siz iyi misiniz Lordum?” diye sordu Melten, yanından geçerken. Yürürken sağ elinde iki çekici havaya atıp tutuyordu.

“Kahrolası yaşıyorum,” dedi Talmanes. “Bundan daha fazlasını beklemeye hakkım yok sanırım.”

Melten başını ifadesizce salladı ve yürümeye devam ederek, ejderlerin üzerinde çalışan ekiplerden birine katıldı. Çevrelerindeki derin mağara tahtayı döven çekiç sesleriyle yankılanıyordu. Birlik silahları yeniden kurmak için ellerinden geleni yapıyordu. Talmanes parmaklarıyla feneri tıklatarak yağ seviyesine baktı. Yandığı zaman korkunç kokuyordu, ama Talmanes buna alışmaya başlamıştı. Daha birkaç saatlik yağları vardı.

Bu iyiydi, çünkü bildiği kadarıyla bu mağaranın yukarıdaki savaş meydanına açılan bir çıkış noktası yoktu. Buraya yalnızca kapıyolla ulaşılabiliyordu. Bazı Asha’manlar önceden burayı biliyordu. Tuhaf adam. Nasıl biri, Tek Güç kullanılmadan ulaşılamayan bir mağara yaratırdı ki?

Her durumda, Birlik burada, bu güvenli ama yalıtılmış yerde kısılı kalmıştı. Mat’in mesajlarından pek az bilgi alabiliyorlardı.

Talmanes, yukarıda savaşan yönlendiricilerin uzak seslerini duyabildiğini sanarak kulak kabarttı, ama yalnızca hayal gücünün bir oyunuydu. Her yer sessizdi ve bu kadim kayalar Kırılış’tan bu yana ışık yüzü görmemişti. O zaman da görmüşse.

Talmanes başını iki yana salladı ve çalışan ekiplerden birine doğru yürüdü. “Nasıl gidiyor?”

Dennel, Aludra’nın ona verdiği birkaç sayfaya işaret etti. Sayfalarda bu ejderin nasıl onarılacağına dair talimatlar vardı. Kadının kendisi, hafif aksam mağarada yankılanarak, bir başka ekibe ayrıntılı talimatlar veriyordu.

“Silindirlerin çoğu sağlam,” dedi Dennel. “Eğer düşünürsen, arada bir, bir parça ateş ve patlamaya dayanabilecek şekilde yapılmışlar…” Güldü, sonra Talmanes’e bakarak sustu.

“İfademin neşeni bozmasına izin verme,” dedi Talmanes, piposunu yerine kaldırarak. “Dünyanın bir ucunda savaşmamızın, ordularımızın sayıca çok azınlıkta kalmasının ve eğer kaybedersek tüm şerrin Karanlık Efendisi’nin ruhlarımızın yok edeceği gerçeğinin keyfini kaçırmasına da izin verme.”

“Pardon Lordum.”

“Şakaydı.”

Dennel gözlerini kırpıştırdı. “Bu mu?”

“Evet.”

“Şaka mıydı?”

“Evet.”

“İlginç bir mizah anlayışınız var Lordum,” dedi Dennel.

“Evet, başkaları da söyledi.” Talmanes eğildi ve ejder arabalarından birini inceledi. Kavrulmuş tahtalar, vidalar ve başka tahtalarla tutturulmuştu. “Bu pek işlevsel görünmüyor.”

“İşe yarayacak Lordum. Ama hızlı hareket edemeyeceğiz. Diyordum ki, silindirlerin kendisi dayandı, ama arabalar… Eh, kurtarabildiklerimizle ve Baerlon’dan gelen malzemelerle yapabileceğimiz ne varsa yaptık, ama bu kadar zamanda yapabildiklerimiz sınırlı. ”

“Yani hiçbir şey,” dedi Talmanes. “Lord Mat her an bizi çağırabilir.”

“Yukarıdakiler hâlâ yaşıyorsa,” dedi Dennel, yukarı bakarak.

Huzursuz edici bir düşünce. Birlik son günlerini burada kapana kısılmış olarak geçirebilirdi. En azından o günlerin sayısı çok olmayacaktı. Ya dünya sona erecekti ya da Birlik’in erzakı tükenecekti. Bir hafta bile dayanamazlardı. Buraya gömülmüşlerdi. Karanlıktaydılar.

Kanlı küller Mat. Yukarıda savaşı kaybetmesen iyi olur. Hem de çok iyi! Birlik hâlâ savaşabilecek durumdaydı. Bu savaşı, yeraltında açlıktan ölerek bitirmeyeceklerdi.

Talmanes fenerini kaldırdı ve gitmek üzere döndü, ama bir şey fark etti. Ejderler üzerinde çalışan askerler duvara çarpık bir gölge düşürüyordu. Tıpkı geniş bir pelerin ve yüzünü saklayan bir şapka takmış bir adam gibi.

Dennel bakışlarını izledi. “Işık. İhtiyar Jak’ın kendisi bizi izliyormuş gibi, değil mi?”

“Gerçekten öyle,” dedi Talmanes. Sonra sesini yükseltti. “Burası çok sessiz! Biraz şarkı duyalım beyler.”

Adamların bazıları durdu. Aludra doğruldu, ellerini beline dayadı ve ona hoşnutsuz bir bakış fırlattı.

Bu yüzden şarkıya Talmanes girdi.

“Kupa boşalana kadar içeceğiz şarabı,

Ve ağlamasınlar diye öpeceğiz kızları,

Ve zar atıp duracağız gelene kadar zamanı,

Dans etmenin Gölgelerin Jak’ına karşı!”

Sessizlik.

Sonra adamlar başladılar:

“Bir küfürle sesimiz yükselecek kahrolası,

Daha kötüsü olabilirdi diye kucaklayacağız kızları,

Ve Karanlık Varlık’ın kesesiyle yağlayacağız tabanları,

Dans etmek için Gölgelerin Jak’ına karşı!”

Çalışır, oynayacakları role hızla hazırlanırlarken, sesleri kayaları dövüyordu.

Ve o rolü oynayacaklardı da. Talmanes oynayacaklarından emin olacaktı. Bu mezardan bir ejder ateşi patlamasıyla çıkmaları gerekse bile.


Olver beyazlı kadını bıçaklarken, Faile bağlarının yok olduğunu hissetti. Yere düştü, sendeledi, ama ayakta kalmayı başardı. Mandevwin da bir küfür savurarak yanına düştü.

Aravine. Işık, Aravine. Uysal, dikkatli ve becerikli. Aravine bir Karanlıkdostuydu.

Boru’yu almıştı.

Aravine, Olver’in saldırısında düşen Aes Sedai’ye baktı, sonra paniğe kapıldı, bir hizmetkarın getirdiği atı kaptı ve eyerine atladı.

Faile ona doğru atılırken tutsaklar kükreyerek yakındaki ağıldan fırladılar, kendilerini Trollocların üzerine fırlattılar ve silahlarını almaya çalıştılar. Faile tam Aravine’in yanına gelmişti ki, kadın Boru’yu da alarak dörtnala uzaklaştı. Yayla’nın tepesine çıkmasına izin verecek, hafif eğimli yamaçlara yöneldi.

“Hayır!” diye haykırdı Faile. “Aravine! Yapma bunu!” Faile kadının peşinden koşmaya başladı, ama sonra bunun faydasız olduğunu gördü.

At. Bir ata ihtiyacı vardı. Faile çılgın gibi çevresine bakındı ve kapıyoldan getirdikleri birkaç yük hayvanını gördü. Faile Bela’ya koştu, bıçağının birkaç hamlesiyle eyeri kesip bütün yüküyle birlikte attı. Kısrağın sırtına sıçradı, dizginleri aldı ve atı topuklayarak harekete geçirdi.

Uzun tüylü kısrak dörtnala Aravine’in peşinden koşmaya başladı ve Faile atın sırtında öne eğildi. “Koş Bela,” dedi Faile. “Biraz gücün kaldıysa, onu kullanmanın tam zamanı. Lütfen. Koş kızım. Koş.”

Bela ezilmiş zeminde koşarken, nal seslerine yukarıdan gelen gümbürtüler eşlik ediyordu. Trolloc kampı karanlıktı, yalnızca yemek ateşleriyle ve tek tük meşalelerle aydınlanmıştı. Faile bir kâbusun içinde at sürüyormuş gibi hissediyordu.

İleride, birkaç Trolloc yolunu kesmek için önüne çıktı. Faile, saldırdıkları zaman ıskalamaları için dua ederek daha da eğildi. Bela yavaşladı ve iki atlı, mızraklar taşıyarak, Faile’in yanından geçerek saldırdılar. Biri bir Trollocun boynunu deldi. Diğeri hedefini ıskalasa da, atı diğer Trollocu omuzlayarak yolu açtı. Bela şaşalamış Trollocların arasından dörtnala geçti ve önlerine geçmiş iki adama yetişti. Adamların biri göbekli, diğeri zayıftı. Haman ve Vanin.

“Siz ikiniz!” diye bağırdı Faile.

“Ho Leydim!” dedi Haman, kahkaha atarak.

“Nasıl?” diye bağırdı Faile onlara, nal seslerinin üzerinden.

“Bir kervanın bizi bulmasına izin verdik,” diye bağırarak karşılık verdi Haman. “Bizi tutsak aldılar. Birkaç saat önce kapıyol aracılığıyla buraya getirdiler. Tutsakları salıvermek için hazırlanıyorduk. Sizin gelişiniz, ihtiyacımız olan fırsatı tanıdı bize! ”

“Boru! Boru’yu çalmaya çalıştınız!”

“Hayır,” diye bağırdı Haman, “Mat’in tütününden bir parça çalmaya çalıştık biz!”

“Onu geride bırakmak için gömdüğünüzü sandık!” diye bağırdı Vanin diğer yandan. “Mat aldırmaz diye düşündüm. Zaten bana birkaç marka borcu var! O çuvalı açıp lanet Valere Borusu’nu bulunca… kanlı küller! Eminim bağırışım ta Tar Valon’dan duyulmuştur!”

Faile sahneyi hayal ederek inledi. Faile’in duyduğu, bir şaşkınlık feryadıydı ve ayımsı yaratığın saldırıya geçmesine sebep olan da oydu.

Eh, o âna dönmenin bir faydası yoktu. Dizleriyle Bela’ya tutundu ve atı hızlanmaya zorladı. İleride, Aravine Trollocların arasında, dik yamaçların eğiminin yumuşadığı yere doğru dörtnala gidiyordu. Aravine, Trolloclara bağırarak çılgınca yardım istedi. Ama dörtnala koşan atlar Trolloclardan daha hızlıydı.

Demandred. Aravine Boru’yu Terkedilmişlerden birine götüreceğini söylemişti. Faile usulca homurdanarak daha da eğildi ve Bela şaşırtıcı şekilde Vanin ile Harnan’ın önüne geçti. Faile onlara atları nereden bulduklarını sormadı. Aravine’e dikkat kesildi.

Kamptan bir bağırış geldi. Vanin’le Harnan ayrılarak, Faile’e doğru gelen atlıların önüne çıktılar. Faile yana döndü, Bela’yı bir malzeme yığınının üzerinden atlattı ve küçük bir kamp ateşinin çevresinde yemek yiyen, tuhaf giysiler içindeki bir grup insanın ortasından geçti. Koyu aksanlarla Faile’in arkasından bağırdılar.

Faile, Aravine’e santim santim yaklaşıyordu. Bela hıhlayıp pofluyordu. Derisi terden kararmıştı. Saldaea süvarileri diyarın en iyi süvarilerindendi ve Faile de atlardan anlardı. Her ırka binmişti. Savaş meydanındaki o anlarda, Bela’yı Tear’ın en iyi atlarının karşısına çıkarabilirdi. Belli bir türü olmayan tüylü kısrak, şampiyon gibi koşuyordu.

Faile nalların ritmini hissederek kol yeninden bir bıçak çıkardı. Bela’yı yerdeki bir çukurun özerinden atlattı ve bir an havada asılı kaldılar. Faile rüzgarı, düşüşü ve anı hesapladı. Kolunu arkaya attı ve tam Bela’nın nalları yere dokunmadan önce bıçağı fırlattı.

Bıçak dümdüz uçtu ve Aravine’in sırtına saplandı. Kadın eyerden kayarak yere yığıldı. Çuval elinden düştü.

Faile, Bela’nın sırtından atladı, hareket halinde yere indi ve çuvalın yanında kayarak durdu. Çuvalın ağzındaki ipleri çözdü ve içindeki parlak Boru’yu gördü.

“Özür… dilerim…” diye fısıldadı Aravine, dönerek. Bacakları oynamıyordu. “Yaptığımdan Aldin’e bahsetme. Kadın seçmekten… hiç… anlamıyor…”

Faile ayağa kalktı, sonra Aravine’e acıyarak baktı. “Yaratıcı ruhuna kucak açsın diye dua et Aravine,” dedi ve Bela’nın sırtına tırmandı. “Çünkü o kucak açmazsa, Karanlık Varlık el koyacak ona. Seni ona bırakıyorum.” Bela’yı dürtükleyerek harekete geçirdi.

İleride daha fazla Trolloc vardı ve dikkatleri Faile’deydi. Bağırdılar ve pek çok Myrddraal, Faile’i göstererek öne doğru süzüldü. Çevresini alarak yolunu kestiler.

Faile dişlerini sıktı ve Bela’yı geldiği yöne çevirdi. Haman, Vanin ya da ona yardım edebilecek herhangi biriyle buluşabilmeyi umuyordu.

Kamp hareketliydi ve Faile, “Valere Borusu onda!” diye bağırarak peşine düşen biniciler gördü.

Tepenin üzerinde bir yerde, Mat’in güçleri Gölge’yle savaşıyordu. Çok yaklaşmıştı!

Bir ok yanında yere saplandı. Onu diğerleri izledi. Faile tutsak ağıllarına ulaştı. Çitler paramparça yatıyordu ve her yere cesetler saçılmıştı. Bela oflayıp pofluyordu. Belki de gücü tükenmek üzereydi. Faile yakında bir başka at gördü. Eyerlenmiş, demir kırı iğdiş at, ayaklarının dibindeki asker cesedini dürtüklüyordu.

Faile yavaşladı. Ne yapmalıydı? At değiştirebilirdi, ama sonra ne yapacaktı? Omzunun üzerinden arkaya baktı ve sonra bir başka ok başının üzerinden geçerken eğildi. Bir düzine kadar atlı Shara askeri gördü. Hepsi küçük diskler dikilmiş zırhlar içinde onu kovalıyordu. Onların arkasından da yüzlerce Trolloc geliyordu.

Taze atla bile, diye düşündü Faile, onlardan kaçamam. Bela’yı bazı malzeme arabalarının arkasına geçirerek saklandı ve yeni atın yanına koşma niyetiyle Bela’dan indi.

“Leydi Faile?” diye sordu küçük bir ses.

Faile aşağı baktı. Olver, bıçağı elinde, arabanın arkasına büzülmüştü.

Atlılar tepesinde bitmek üzereydi. Faile’in düşünmeye zamanı yoktu. Boru’yu çuvalın içinden çıkardı ve Olver’in ellerine tutuşturdu. “Bunu al,” dedi. “Saklan. Gece çökünce Mat Cauthon’a götür.”

“Beni bırakıyor musun?” diye sordu Olver. “Yapayalnız?”

“Mecburum,” dedi Faile, çuvala birkaç ok demeti tıkarak. Kalbi göğsünün içinde gümlüyordu. “O biniciler geçtikten sonra saklanacak yeni bir yer bul! Benim geçtiğim yerleri araştırmaya gelecekler. Şeyden sonra…”

Beni yakaladıktan sonra.

Boru’yu ne yaptığını işkenceyle öğrenmesinler diye kendi bıçağıyla ölmesi gerekecekti. Olver’in kolunu tuttu. “Bu görevi sana yıkmak zorunda olduğum için özür dilerim ufaklık. Ama başka kimse yok. Önceden iyi iş başardın; bunu da yapabilirsin. Boru’yu Mat’e götür, yoksa her şeyi kaybederiz.”

Taşıdığı çuvalı göstere göstere açıklığa koştu. Tuhaf giyimli yabancıların bazıları onu gördüler ve işaret ettiler. Faile çuvalı havaya kaldırdı ve demir kırı atın sırtına tırmanarak dörtnala kalktı.

Trolloclar ve Karanlıkdostları onun peşine takıldılar ve küçük çocukla ağır yükünü, Trolloc kampının ortasında, bir arabanın arkasında büzülmek üzere yalnız bıraktılar.


Logain ince diski evirip çevirdi. Siyah beyazdı ve kıvrımlı bir çizgiyle ortadan ikiye ayrılmıştı. Sözde, bir Cuendillar. Parmaklarının altında pul pul soyulması, ebedi doğasıyla alay eder gibiydi.

“Taim neden kırmadı onları?” diye sordu Logain. “Kırabilirdi. Bunlar eskimiş kösele kadar kırılgan.”

“Bilmiyorum,” dedi Androl, ekibindeki diğerlerine bakarak. “Belki daha zamanı gelmemiştir.”

“Onları doğru zamanda kırarsan Ejder’e yardım edersin,” dedi kendine Emarin diyen adam. Endişeli gibiydi. “Yanlış zamanda kırarsan… ne olur?”

“İyi bir şey olmaz sanırım,” dedi Pevara. Bir Kızıl.

Logain onu ehlileştirenlerden intikamını alacak mıydı bir gün? Eskiden, ona hayatta kalma güdüsünü veren, tek başına o nefret olmuştu. Artık içinde yeni bir açlık vardı. Aes Sedaileri yenmişti, onları ezmiş ve ele geçirmişti. İntikam… boştu. O boşluğun yerini, uzun zamandır artarak büyüyen, M’Hael’i öldürme arzusu doldurmuştu, ama yeterli değildi. Başka ne istiyordu?

Bir zamanlar kendine Yenidendoğan Ejder diyordu. Bir zamanlar dünyaya hakim olmaya hazırlanıyordu. Dünyayı hizaya getirmeye. Savaşın kenarında durmuş, Karanlık Varlık’ın zindanının mührünü ovalıyordu. Güneybatıdaydı, bataklıkların aşağısında, Asha’manlarının küçük bir üs kampını tuttuğu yerde. Yayla’dan uzak gürlemeler geliyordu – Aes Sedailer ile Sharalılar arasında gidip gelen örgülerin sebep olduğu patlamalar.

Orada Logain’in Asha’manlarından da büyük bir grup savaşıyordu, ama Sharalı yönlendiriciler Aes Sedai ve Asha’manlardan sayıca daha üstündü. Diğerleri savaş meydanlarında dolaşıyor, Dehşetlordlarını avlayarak öldürüyordu.

Logain, Gölge’den daha hızlı adam kaybediyordu. Çok fazla düşman vardı.

Mührü kaldırdı. Onca güç vardı. Bir şekilde Kara Kule’yi koruma gücü var mıydı? Bizden, benden korkmuyorlarsa, Ejder öldüğü zaman başımıza ne gelecek?

Bağdan hoşnutsuzluk geliyordu. Gabrelle’in gözlerine baktı. Kadın savaşı incelemekteydi, ama şimdi gözleri onun üzerindeydi. Sorguluyordu. Tehdit de ediyor muydu?

Biraz önce Aes Sedaileri ehlileştirdiğini mi düşünmüştü? Fikir onu güldürmeliydi. Hiçbir Aes Sedai ehlileşmezdi, asla.

Logain göstere göstere, mührü ve diğerlerini kemerindeki keseye koydu. İpleri çekerek kapattı ve Gabrelle’in gözlerine baktı. Kadının endişesi arttı. Bir an, Logain kadının endişesinin onun yüzünden değil, onun için olduğunu hissetti.

Belki de bağı kullanmayı ve Logain’i sakinleştireceğini bildiği hisler göndermeyi öğrenmişti. Hayır, Aes Sedailer ehlileşmezdi. Onlarla bağ kurmak, onları kontrol etmelerini sağlamamıştı. Daha fazla güçlük çıkarmıştı.

Yüksek yakasına uzandı ve oraya taktığı ejder iğnesini çıkarıp Androl’e uzattı. “Androl Genhald, ölüm çukuruna girdin ve geri döndün. İki seferdir sana borçlanıyorum. Seni tam Asha’man ilan ediyorum. İğneni gururla taşı.” Adama kılıç iğnesini daha önce vermiş, Adanmışlık rütbesini iade etmişti.

Androl duraksadı, sonra uzandı ve saygılı ellerle iğneyi aldı.

“Mühürler?” diye sordu Pevara, kollarını kavuşturarak. “Onlar Beyaz Kule’ye ait ve Amyrlin de onların Gözetmeni.”

“Duyduklarıma göre,” dedi Logain, “Amyrlin ölmüşten farksız. Onun yokluğunda ben uygun bir naibim.” Logain Kaynak’ı kavradı, ona hakim oldu ve kendine kul etti. Yayla’nın üzerine bir kapıyol açtı.

Savaş, tüm kargaşası, dumanı ve çığlıklarıyla, duyularını işgal etti. Logain kapıyoldan geçti ve diğerleri de peşinden geldi. Demandred’in güçlü yönlendirmesi bir işaret ateşi gibi parlıyordu. Adamın gürleyen sesi Yenidendoğan Ejder’e sataşmaya devam ediyordu.

Rand al’Thor burada değildi. Eh, ona en yakın kişi Logain’in kendisiydi. Bir başka yedek. “Onunla savaşacağım,” dedi diğerlerine. “Gabrelle, sen geride kal ve geri dönmemi bekle, çünkü Şifa’ya ihtiyacım olabilir. Siz geri kalanlar, Taim’in adamlarının ve şu Sharalı yönlendiricilerin işini görün. Kendi seçimi ya da zorla, Gölge’ye geçmiş kimseyi canlı bırakmayın. Birine adalet, diğerine merhamet götürün.”

Başlarını salladılar. Gabrelle, belki düşmanın yüreğine saldırma karan yüzünden, ondan etkilenmiş görünüyordu. Kadın farkında değildi. Terkedilmişlerden biri bile Demandred’in göründüğü kadar güçlü olamazdı.

Demandred’in bir sa’angreal i vardı, hem de güçlü bir tane. Güçte Callandor’a denk, belki daha da güçlü. O Logain’in eline geçse, bu dünyada çok şey değişirdi. Dünya onu ve Kara Kule’yı tanırdı, ve Amyrlin Makamı’nın önünde hiç titremedikleri gibi titrerlerdi huzurunda.


Egwene, binlerce senedir benzeri görülmemiş bir saldırıya önderlik ediyordu. Aes Sedailer savunma tahkimatlarından çıkıp ona katılmışlardı ve düzenli adımlarla batı yamacına tırmanıyorlardı. Örgüler havada, rüzgara kapılmış bir kurdele patlaması gibi uçuşuyordu.

Gökyüzü bin şimşeğin ışığıyla aydınlanıyordu ve yer darbelerle inliyor, titriyordu. Demandred platonun diğer yanından Andorluların üzerine ateş fırlatmaya devam ediyordu ve her şerateş ışını havayı dalgalandırıyordu. Yer siyah örümcek ağlarıyla çatlamıştı, ama şimdi o çatlaklardan iğrenç bir şeyin uzantıları çıkmaya başlamıştı. Bir hastalık gibi, yamaçtaki kırık kayalara yayılıyordu.

Hava Güç’le canlanmıştı. Enerji o kadar yoğundu ki, Egwene Tek Güç’ün herkese görünür olduğunu düşünecekti neredeyse. Bütün bunların ortasında, Vora’nın sa’angrealini kullanarak çekebildiğince güç çekiyordu. Seanchanlarla savaştığı zamanki gibi hissediyordu, yalnız bu sefer daha fazla kontrol sahibiydi. Seanchan savaşında, öfkesine çaresizlik ve dehşet karışıyordu.

Bu sefer öfkesi kor beyaz bir şeydi; demircinin işleyebileceği noktanın ötesinde ısıtılmış bir metal gibi.

O, Egwene al’Vere, bu diyarın naibiydi.

O, Amyrlin Makamı, artık Gölge’nin tacizlerine izin vermeyecekti.

Geri çekilmeyecekti. Kaynakları başarısız olunca egilmeyecekti.

Savaşacaktı.

Hava yönlendirdi ve toz, duman ve ölü bitkilerden döne döne yükselen bir hortum yarattı. Onu önünde tutarak, yukarıdan onun yerini bulmaya çalışanların görüş alanını kapattı. Çevresinde şimşekler çakıyordu, ama Egwene Toprak ördü, kayaların derinliklerine indi ve bir demir püskürtüsü çıkararak, yanında bir kule şeklinde soğumasına izin verdi. Şimşekler, Egwene’i ıskalayarak kuleye çarptılar. Egwene uluyan fırtınayı yamaçtan yukarı yolladı.

Yan tarafta bir hareketlenme vardı. Leilwin’in yaklaştığını hissetti. O kadın… sadık olduğunu kanıtlamıştı. Ne sürpriz. Yeni bir Muhafız edinmek, Gawyn’in ölümünün yarattığı çaresizliği yok etmemiş, ama başka açılardan faydalı olmuştu. Egwene’in zihninin köşesindeki düğümün yerine yeni bir tane gelmişti: çok farklı, ama şok edici ölçüde sadık bir düğüm.

Egwene, Vora’nın sa’angrealini kaldırdı ve yanında Leilwin’le, yamaç yukarı ilerleyerek saldırılarını sürdürdü. İleride, Sharalılar büzülerek rüzgarlara dayanmaya çalışıyordu. Egwene onlara ateşten şeritlerle saldırdı. Yönlendiriciler fırtınayı aşarak ona ulaşmaya çalıştı, ama gözleri tozla dolunca örgüleri saptı. Üç er kenardan saldırdı, ama Leilwin etkili bir biçimde onlardan kurtuldu.

Egwene rüzgarı çevirdi ve el gibi kullanarak yönlendiricileri alıp havaya fırlattı. Yukarıdaki şimşekler adamları ateşten kucaklarına aldılar ve dumanları tüten cesetleri yamaçtan aşağı fırlattılar. Egwene, Aes Sedai ordusuyla birlikte ilerlemeye devam etti ve ışıktan oklar gibi örgüler fırlattı.

Asha’manlar onlara katıldı. Zaman zaman Beyaz Kule’nin yanında savaşmışlardı, ama şimdi tam güçleriyle burada gibiydiler. Egwene başı çekerken yüzlerce adam toplanıyordu. Hava Tek Güç’le yoğunlaşmıştı.

Rüzgarlar durdu.

Fırtına aniden, battaniyenin altında kalmış mum gibi boğuldu. Bunu doğal bir güç yapmamıştı. Egwene bir kaya çıkıntısına tırmandı ve ellerini uzatarak tepede duran siyah-kırmızılı adama baktı. Sonunda bu gücün başındaki kişiyi ortaya çıkarmıştı. Adamın Dehşetlordları Sharalıların yanında savaşıyordu, ama Egwene önderlerini aramıştı. Taim. M’Hael.

“Şimşek örüyor!” diye bağırdı arkasındaki bir adam.

Egwene hemen eriyik demirden bir kule yarattı ve soğutarak, bir an sonra düşen şimşekleri çekti. Yana baktı. Onunla konuşan Jahar Narishma’ydı, Merise’in Asha’man Muhafızı.

Egwene, Taim’e bakarak gülümsedi. “Diğerlerini üzerimden çek,” diye emretti yüksek sesle. “Narishma ve Merise dışında herkes. Narishma’nın uyarıları işime yarayacak.”

Gücünü topladı ve hain M’Hael’in üzerine bir fırtına saldı.


Ila harabelerin yakınında, savaş meydanında ölüleri gözden geçiriyordu. Savaş ırmak aşağısına kaymış olsa da, gecenin içinde uzak bağırışlar ve patlamalar duyabiliyordu.

Yerdekilerin arasında yaralı arıyordu ve bulduğu okları ve kılıçları görmezden geliyordu. Onları başkaları toplayacaktı, ama Ila toplamadıklarını diliyordu. Bunca ölüme kılıçlar ve oklar sebep olmuştu.

Kocası Raen yakında çalışıyor, her bedeni dürtüklüyor, sonra nabız arıyordu. Eldivenleri kırmızıya kesmişti ve rengarenk giysileri kanla lekelenmişti, çünkü kulağını cesetlerin göğüslerine dayıyordu. Ölü olduklarından emin olunca, genellikle cesedin kendi kanıyla, yanaklarına X çiziyordu. Bu, diğerlerinin aynı işi tekrarlamasını engelliyordu.

Raen son bir sene içinde on yaş yaşlanmıştı sanki. Ila da aynı şekilde hissediyordu. Yaprağın Yolu genellikle kolay bir efendiydi, sevinç ve barış dolu bir hayat sağlıyordu. Ama yaprak yelde de düşerdi, fırtınada da; adanmışlık, ilki kadar İkincisini de kabullenmeyi gerektirirdi. Ülkeden ülkeye sürülmüşler, toprak öldükçe açlık çekmişlerdi ve sonunda Seanchanların topraklarına gelmişlerdi… böyle bir hayatları vardı.

Bunların hiçbiri Aram’ı kaybetmek kadar acıtmamıştı canını. O, annesini Trolloclara kaybetmekten daha fazla üzmüştü.

Eski kraliçe Morgase’in yanından geçtiler. Bu işçileri o organize ediyor, emirler yağdırıyordu. Ila yürümeye devam etti. Kraliçeleri pek sevmezdi. O ve halkı için hiçbir şey yapmamışlardı.

Yakında, Raen durdu ve fenerini kaldırarak, bir askerin ölürken taşıdığı dolu sadağı inceledi. Ila tısladı ve eteklerini kaldırıp cesetlerin arasından dolanarak kocasına ulaştı. “Raen!”

“Barış, Ila,” dedi Raen. “Onu elime almayacağım. Ama merak ediyorum.” Başını kaldırdı ve ırmak aşağısında, Yayla’nın üzerinde, orduların korkunç cinayetler işlediği yerdeki uzak ışık çakmalarına baktı. Gecenin içinde, yüzlerce şimşeği andıran onca çakma vardı. Gece yarısını geçeli epey olmuştu. Saatlerdir burada canlı arıyorlardı.

“Merak mı ediyorsun?” diye sordu Ila. “Raen…”

“Ne yapmalarını isterdik Ila? Trolloclar Yaprağın Yolu’nu izlemez.”

“Kaçacak çok yer var,” dedi Ila. “Şunlara bak. Gölgedölleri Afet’ten daha yeni çıkmışken Trollocları karşılamaya geldiler. Onca enerjiyi insanları toplayıp güneye götürmek için harcarlardı…”

“Trolloclar da peşlerinden giderdi,” dedi Raen. “Sonra ne olacaktı Ila?”

“Pek çok efendi kabul ettik,” dedi Ila. “Gölge bize kötü davranabilir, ama başkalarının davrandığından daha mı kötü olur gerçekten?”

“Evet,” dedi Raen usulca. “Evet Ila. Daha kötü olur. Çok ama çok daha kötü.”

Ila ona baktı.

Raen içini çekerek başını iki yana salladı. “Yol’dan sapmayacağım Ila. O benim yolum ve benim için doğru. Belki… belki başka yol seçenler hakkında o kadar kötü düşünmeyeceğim ama. Bu zamanları canlı atlatırsak, biz fedakarlıklarını kabul etmek istesek de istemesek de, bu savaş meydanında ölenler sayesinde yapabileceğiz bunu.”

Sesi solup gitti. Yalnızca gecenin karanlığı yüzünden, diye düşündü Ila. Güneş yine parladığında onu alt edecektir Doğrusu bu. Değil mi?

Gece göğüne baktı. O güneş… doğduğunda anlayacaklar mıydı? Aşağıdaki ateşlerin aydınlattığı bulutlar gittikçe yoğunlaşıyor gibiydi Aniden ürpererek, parlak sarı şalına iyice sarındı.

Belki başka yola sapmış olanlar hakkında bu kadar kötü düşünmeyeceğim…

Gözlerini kırpıştırarak birkaç damla gözyaşı döktü. İçinde bir şey burkuldu. “Işık,” diye fısıldadı. “Ona sırtımı dönmemeliydim. Onu uzaklaştırmak yerine, aramıza dönmesine yardım etmeye çalışmalıydım. Işık, ah Işık. Onu koru…”

Yakında, bir grup paralı asker okları buldu ve aldı. “Hey, Hanlon!” diye seslendi biri. “Şuna bak!”

Kaba görünüşlü adamlar Tuatha’anların işine yardım eli uzattığında Ila onlarla gurur duymuştu. Savaştan kaçınarak yaralılara yardım etmek? Adamlar şiddet dolu geçmişlerini aşmışlardı.

Ama şimdi gözlerini kırpıştırdığında onlar hakkında başka bir şey görüyordu. Savaşmaktansa cesetlerin arasında dolaşmayı ve ceplerini karıştırmayı tercih eden korkaklar. Hangisi daha kötüydü? Ne kadar yanlış bir yolda olurlarsa olsunlar, Trolloclara direnen ve onları geri çevirmeye çalışanlar mı? Yoksa sırf bu yolu daha kolay buldukları için savaşmayı reddeden paralı askerler mi?

Ila başını iki yana salladı. Öteden beri, hayata dair soruların yanıtlarını bildiğini hissetmişti. Bugün o yanıtları bulamıyordu. Ama bir insanın hayatını kurtarmak… buna tutunabilirdi.

Bedenlerin arasına döndü ve ölülerin arasında canlı aramaya devam etti.


Leydi Faile atının sırtında uzaklaşırken, Olver Boru’yu göğsüne bastırarak arabanın altına geri döndü. Düzinelerce atlı ve yüzlerce Trolloc, Faile’in peşine düşmüştü. Hava ne kadar da kararmıştı!

Yalnız. Yine yapayalnız kalmıştı.

Gözlerini sıkı sıkı yumdu, ama bu pek işe yaramadı. Uzaktan gelen çığlıkları ve bağırışları hâlâ duyabiliyordu. Kaçmaya çalışırken Trolloclar tarafından öldürülen insanların kanlarının kokusunu alabiliyordu hâlâ. Kanın ötesinde, yoğun, genzini gıcıklayan duman kokusu vardı. Tüm dünya yanıyordu sanki.

Yakında bir yere ağır bir şey düşünce toprak sarsıldı. Gökyüzünde gök gürültüsü patladı. Yayla’dan gelen şimşeklerin çatırtıları da ona eşlik etti. Olver inledi.

Kendini ne kadar da cesur sanıyordu. İşte şimdi buradaydı; sonunda savaşın ortasındaydı. Ama ellerini titremekten zar zor alıkoyabiliyordu. Toprağın içine girip saklanmak istiyordu.

Faile ona saklanacak başka bir yer bulmasını, çünkü Boru’yu aramak için geri gelebileceklerini söylemişti.

Buradan çıkmaya cesaret edebilir miydi? Burada kalmaya cesaret edebilir miydi? Olver gözlerini araladı ve neredeyse çığlığı basacaktı. Arabanın yanında toynaklarla biten iki bacak duruyordu. Bir an sonra, hayvan burunlu bir yüz eğildi ve ona baktı. Boncuk gözler kısıldı ve burun delikleri kokladı.

Olver bağırdı ve Boru’yu göğsüne bastırarak geri geri gitti. Trolloc bir şeyler bağırarak arabayı kaldırdı ve Olver’in diğer yanına devirerek kırdı. Arabanın içindeki oklar yere saçılırken Olver yerinden fırladı ve güvenli bir yer aradı.

Güvenli bir yer yoktu. Düzinelerce Trolloc ona dönmüştü ve Olver’in bilmediği bir dilde birbirlerine sesleniyorlardı. Olver, bir elinde Boru, diğerinde bıçak, çılgınlar gibi bakındı. Hiçbir yer güvenli değildi.

Yakında bir at hıhladı. Bela’ydı, bir malzeme arabasından dökülen tahılları çiğniyordu. At başını kaldırdı ve Olver’e baktı. Eyeri yoktu, yalnızca başlığı ve dizginleri vardı.

Kan ve küller, diye düşündü Olver, atın yanına koşarak, keşke Rüzgar burada olsaydı. Bu tombul kısrak yüzünden sonu yemek kazanı olacaktı. Olver bıçağını kınına soktu ve Bela’nın sırtına sıçradı. Bir elinde Boru’yu taşıdığından, dizginleri tek eline aldı.

Arabanın yanındaki domuz burunlu Trolloc hızla silahını savurdu ve Olver’in kolunu uçurmasına ramak kaldı. Olver bağırarak Bela’yı tekmeledi ve kısrak Trollocların arasında dörtnala kalktı. Yaratıklar ulumalar ve bağırışlarla peşine takıldı. Kampta başka sesler de yükseldi. Kamptaki herkes oğlanın peşine düşmüştü.

Olver, ona öğretildiği gibi, eğilerek at sürdü ve hayvanı dizleriyle yönetti. Ve Bela koştu. Işık, ama ne koşuydu. Mat pek çok atın Trolloclardan korktuğunu ve atı onlara yaklaşmaya zorlarsa biniciyi sırtlarından atabileceklerini söylemişti, ama bu at bunların hiçbirini yapmıyordu. Gürleyerek Trollocların arasından, kampın tam ortasından geçti.

Olver omzunun üzerinden geriye baktı. Peşinde yüzlerce Trolloc vardı. “Ah, Işık!”

Yayla’nın tepsinde Mat’in bayrağını görmüştü, bundan emindi. Ama yol üzerinde o kadar çok Trolloc vardı ki. Olver, Bela’yı Aravine’in gittiği yöne çevirdi. Belki Trolloc kampının çevresinden dolaşıp o taraftan çıkabilir, sonra Yayla’ya arka taraftan tırmanabilirdi.

Boru’yu Mat’e götür, yoksa her şeyi kaybederiz.

Olver, Bela’yı topuklayarak tüm gücüyle at sürdü.

Başka kimse yok.

İleride büyük bir Trolloc gücü yolunu kesti. Olver diğer tarafa döndü, ama oradan da gelenler vardı. Olver bağırarak Bela’yı yine çevirdi, ama kalın, siyah bir Trolloc oku atın böğrüne saplandı. Bela haykırarak sendeledi ve düştü.

Olver attan yere yuvarlandı. Yere çarptığında ciğerlerindeki tüm hava boşaldı ve gözlerinin önünde şimşekler uçuştu. Kendini zorlayarak elleri ve dizleri üzerinde emekledi.

Boru Matrim Cauthon’a ulaşmak zorunda…

Olver, Boru’yu kaptı ve ağladığını fark etti. “Üzgünüm,” dedi Bela’ya. “Sen iyi bir attın. Rüzgar’ın koşamayacağı gibi koştun. Çok üzgünüm.” Bela usulca kişnedi, son bir nefes aldı ve öldü.

Olver onu bıraktı ve gelen ilk Trolloc’un bacaklarının arasından geçerek kaçtı. Onlarla savaşamazdı. Savaşamayacağını biliyordu. Bıçağı çekmedi. Dik yamaçtan yukarı koşmakla yetindi ve Mat’in bayrağının düştüğünü gördüğü yere ulaşmaya çalıştı.

Bir başka kıtada olsa da olurdu. Bir Trolloc giysilerinin tutarak onu aşağı çekti, ama Olver giysilerini yırtarak Trolloc’un kalın tırnaklarında bıraktı. Kırık zeminde tırmanmaya devam etti ve çaresizlik içinde, yamacın dibinde, bir kaya çıkıntısında küçük bir yarık gördü. Sığ yarık siyah gökyüzüne bakıyordu.

Olver kendini o tarafa fırlattı ve Boru’yu kucaklayarak yarığa süründü. Zar zor sığdı. Trolloclar çevresinde dolaşıyorlardı, sonra ona uzanmaya, giysilerini tırmalamaya başladılar.

Olver inledi ve gözlerini yumdu.


Logain örgüler hazırlayarak kendini kapıyolun diğer tarafına fırlattı ve Demandred’e saldırdı.

Adam kuru nehir yatağına ve baskı altında dağılmak üzere olan Andorlu kargı sıralarına bakan, yanık yamacın tepesinde durmuyordu. Aieller, Cairhienliler ve Ejder Lejyonu da orada savaşıyordu; kuşatılma tehlikesi altındaydılar.

Kargıların hemen hemen tamamı dağıtılmıştı. Yakında tam biz bozgun olacaktı.

Logain, Demandred’e doğru iki ateş sütunu yolladı, ama Sharalılar kendilerini önüne attılar ve saldırısını engellediler. Etleri yanıp gitti, kemikleri kömürleşip toza döndü. Onların ölümleri, Demandred’e dönecek ve bir Su ve Hava örgüsüyle karşılık verecek zamanı tanıdı. Logain’in ateşi saldırıyı karşıladı, su buhara döndü ve sonra uçup gitti.

Logain, bu kadar çok yönlendirdikten sonra, Demandred’in zayıflamış olacağını umuyordu. Ama yorulmamıştı. Adamın önünde karmaşık bir örgü oluştu, Logain’in hiç görmediği türden bir örgü. Havada dalgalanan bir alan oluştu ve Logain bir daha saldırdığında, örgüsü tuğla duvara fırlatılmış sopa gibi sekti.

Gökyüzünden yıldırım düşünce Logain yana sıçradı ve yuvarlandı. Kaya parçaları üzerine yağarken Ruh, Ateş ve Toprak örerek o tuhaf duvarı biçti. Duvarı yıktı, sonra Demandred’in ateşini karşılamak için yerden havaya taş parçaları fırlattı.

Dikkatimi dağıtıyor, diye düşündü Logain, Demandred’in ateşin arkasında daha karmaşık bir şey ördüğünü fark ederek. Bir kapıyol açıldı ve uçtu. Kapıyol kıpkırmızı bir şeye açılmıştı. Logain kendini kenara fırlatırken Ölümkapısı geçti, ama peşinde alev alev yanan lavlardan bir iz bıraktı.

Demandred’in bir sonraki saldırısı, Logain’i geriye, lavlara doğru sürükleyen bir hava püskürtüsüydü. Logain çaresizce Su örerek lavı soğutmaya çalıştı. Omzu üzerine düştü, buhar patlaması derisini kavurdu, ama lavı yeterince soğutmayı başarmıştı, altı hâlâ eriyik olan lavın üzerindeki kabuğa çarptı. Bir dizi şimşek gelince, buhara karşı nefesini tutarak kendini kenara fırlattı ve şimşekler biraz önce durduğu yeri toza çevirdi.

O şimşekler, oluşturduğu kabuğu da parçaladı ve eriyik kayaya erişti. Lav damlaları Logain’in üzerine yağdı, derisini kavurdu ve kollarını, yüzünü delik deşik etti. Logain çığlık atarak, gazapla ördü ve düşmanına şimşek yolladı.

Bir Ruh, Toprak ve Ateş dilimi, örgülerini havada kesti. Demandred çok güçlüydü. O sa’angreal inanılmazdı.

Bir sonraki şimşek çakması Logain’i kör etti ve geriye fırlattı. Logain kırık taşlarla dolu bir yere düştü ve taşların sivri köşeleri derisine saplandı.

“Güçlüsün,” dedi Demandred. Logain sözcükleri zar zor duyabildi. Kulakları… gök gürültüsü… “Ama Lews Therin değilsin.’’

Logain hırladı, gözyaşları içinde ördü ve Demandred’e şimşek fırlattı. İki kere ördü ve Demandred bir tanesini havada kesse de, İkincisi hedefini buldu.

Ama… o örgü neydi? Logain’in tanımadığı bir başka örgü. Şimşek Demandred’e çarptı, ama yok oldu, bir şekilde toprağa aktı ve dağıldı. Öylesine basit bir Hava ve Toprak örgüsü, ama şimşeği boşa çıkarmıştı.

Logain’le Kaynak arasına bir kalkan oturdu. Logain yaralı gözlerle, Demandred’in ellerinde oluşan şerateş örgüsünü izledi. Hırlayarak yerden yumruğu büyüklüğünde bir parça taş aldı ve Demandred’e fırlattı.

Şaşırtıcı şekilde, taş Demandred’e çarptı ve derisini yırttı, adamın geriye doğru sendelemesine sebep oldu. Terkedilmiş güçlüydü, ama yine de sıradan insanlar gibi hatalar yapabiliyordu. Taim’in her zaman söylediğinin aksine, asla tüm dikkatini Tek Güç’e vermemek lazımdı. O dalgınlık anında, Logain’le Kaynak arasındaki kalkan yok olmuştu.

Logain iki örgüye başlayarak yana yuvarlandı. Biri kullanmayı düşünmediği bir kalkandı. Diğeri ise, çaresiz, son bir kapıyol. Korkağın seçimi.

Demandred elini yüzüne götürerek hırladı ve Güç’le saldırdı. Kalkanın daha büyük bir risk olduğunu fark ederek onu yok etmeyi tercih etti. Kapıyol açıldı ve Logain açıklıktan yuvarlanıp kapıyolun kapanmasına izin verdi. Diğer yanda yere yığıldı. Eti kavrulmuştu, kolları yara içindeydi, kulakları çınlıyordu ve gözleri hemen hemen hiç görmüyordu.

Bataklığın aşağısında, Gabrelle ve diğerlerinin onun dönüşünü beklediği Asha’man kampında, güçlükle doğrulup oturdu. Öfkeyle uludu. Bağdan Gabrelle’in endişesi geliyordu. Gerçek endişe. O endişeyi hayal etmemişti. Işık.

“Sessiz ol,” dedi Gabrelle, yanında diz çökerek. “Seni aptal. Ne yaptın kendine?”

“Başarısız oldum,” dedi Logain. Uzakta, Demandred’in Lews Therin’e bağırarak saldırılarını yeniden başlattığını hissetti. “Şifa ver bana.”

“Yine denemeyeceksin, değil mi?” dedi Gabrelle. “Sırf bunu yapasın diye sana Şifa vermek istemiyorum…”

“Yine denemeyeceğim,” dedi Logain perişan bir sesle. Acı korkunçtu, ama yenilginin küçük düşmüşlüğünün yanında soluk kalıyordu. “Denemeyeceğim Gabrelle. Lafımdan kuşku etmeyi bırak. O fazla güçlü.”

“O yanıkların bazıları çok kötü Logain. Derindeki delikleri tamamen iyileştirebilir miyim bilmiyorum. Yara izi kalacak.”

“Sorun değil,” diye hırladı Logain. Yüzüne ve kollarına yağan lav damlaları yüzünden olmalıydı.

Işık, diye düşündü. O canavarla nasıl başa çıkacağız?

Gabrelle ellerini Logain’in üzerine koydu ve Şifa dalgaları vücuduna yayıldı.


Egwene’in M’Hael’e karşı verdiği savaşın gürlemeleri yukarıdaki bulutlardan gelen gök gürültüleriyle yanşıyordu. Adı savaş meydanındaki Dehşetlordları tarafından ilan edilen yeni bir Terkedilmiş.

Egwene düşünmeden ördü ve dönek Asha’man’a örgü ardına örgü yolladı. Rüzgarı çağırmamıştı, ama yine de çevresinde esiyor, kükrüyordu ve saçlarını, elbisesini savuruyor, etolünü yakalayıp sallıyordu. Narishma ve Merise, Leilwin’le birlikte, yanında, yerde büzülmüşlerdi. Narishma’nın savaş yüzünden zar zor duyulabilen sesi M’Hael’in ördüğü örgüleri söylüyordu.

Egwene Yayla’nın tepesinde, M’Hael ile aynı hizada duruyordu. İçten içe, derinlerde, yakında dinlenmesi gerektiğini biliyordu.

Şimdilik bu sahip olamayacağı bir lükstü. Şimdilik önemli olan savaştı.

Ona doğru bir ateş sütunu fışkırdı ve Egwene onu Hava’yla savuşturdu. Kadın Toprak örerken kıvılcımlar rüzgara yakalandı ve bir ışık serpintisi halinde çevresinde savruldu. Egwene zaten kırılmış olan toprağı dalgalandırdı ve M’Hael’i devirmeye çalıştı, ama adam örgüyü kendi örgüsüyle kesti.

Yavaşlıyor, diye düşündü Egwene.

Egwene güçle dolarak öne adım attı. Birer elinde iki örgü başlattı ve M’Hael’e ateş fırlattı.

M’Hael tel kadar ince, saf beyaz bir çubukla karşılık verdi, ama çubuk Egwene’i bir karışla ıskaladı. Şerateş Egwene’in gözlerinde ışık çakmaları yarattı ve hava çarpılırken altlarındaki toprak inledi. O örümcek ağları, hiçliğe açılan çatlaklar yere yayıldı.

“Aptal!” diye bağırdı Egwene ona. “Desen’i yok edeceksin!” Çatışmaları bu riski yaratmıştı bile. Bu rüzgar, havadaki bu cızırtı doğal değildi. M’Hael’den çevreye yayılan çatlaklar genişliyordu.

“Yine örüyor!” diye haykırdı Narishma, sesi fırtına yüzünden boğularak.

M’Hael ikinci şerateş örgüsünü salıvererek yeri parçaladı, ama Egwene hazırdı. Öfkesi artarak kenara kaçtı. Şerateş. Ona karşılık vermesi gerekiyordu!

Nelere zarar verdikleri umurlarında değil. Buraya yok etmek için geldiler. Efendilerinin talebi bu. Kır. Yak. Öldür.

Gawyn…

Gazapla çığlık atarak ateş peşine ateş ördü. Narishma, M’Hael’in ne yaptığını bağırıyordu, ama Egwene kulaklarındaki uğultu yüzünden duyamıyordu. Yine de, saldırılarını savuşturmak için Hava ve Ateş’ten bir engel örmüş olduğunu gördü.

Egwene saldırmaya devam ederek ona doğru yürüdü. Bu M’Hael’e kendini toplayıp saldıracak zaman tanımıyordu. Egwene bu ritme yalnızca bir kalkan örecek kadar ara verdi ve kalkanı hazır tuttu. M’Hael’in engelinden seken bir ateş serpintisi adamın gerilemesine sebep oldu ve örgüsü çatladı. M’Hael, belki yine şerateş örmek için, elini kaldırdı.

Egwene kalkanı onunla Kaynak arasına oturttu. Kalkan M’Hael’i Kaynak’tan tam olarak kesemedi, çünkü adam irade gücüyle tuttu onu. Şimdi, Egwene’in onun yüzündeki inanmazlığı ve öfkeyi görmesine yetecek kadar yakındılar. M’Hael karşı koydu, ama Egwene’den daha zayıftı. Egwene kalkanı ittirerek M’Hael’i Tek Güç’e bağlayan iplikçiğe daha da yaklaştırdı. Tüm gücüyle zorladı…

M’Hael zorlanarak, yukarı, kalkanın henüz yerleşmediği küçük aralığa doğru küçük bir şerateş çubuğu yolladı. Şerateş örgüyü yok etti – havayı ve Desen’in kendisini de.

M’Hael örgüyü ona doğrulttuğunda Egwene sendeledi, ama kor beyaz çubuk ona ulaşamayacak kadar küçük ve zayıftı. Egwene’e çarpmadan solup gitti. M’Hael hırladı ve sonra Egwene’in bilmediği bir Yolculuk yöntemiyle, havayı çarpıtarak yok oldu.

Egwene elini göğsüne götürerek derin derin nefes aldı. Işık! Neredeyse Desen’den silinecekti.

Kapıyol yapmadan yok oldu! Gerçek Güç, diye düşündü Egwene. Tek açıklaması buydu. Gerçek Güç konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu – Karanlık Varlık’ın kendi özüydü, Efsaneler Çağı’nda yönlendiricileri Delik’i kazmaya sevk eden şey.

Şerateş. Işık. Neredeyse ölüyordum. Ölmekten de beter oluyordum.

Şerateşe karşı çıkmasının yolu yoktu.

Yalnızca bir örgü bu… Yalnızca bir örgü Perrin’in sözleri.

O an geçmişti ve M’Hael kaçmıştı. Birinin yakında yönlendirmesi ihtimaline karşı Narishma’yı yanında tutması gerekiyordu.

M’Hael yine Gerçek Kaynak kullanmazsa. Om yönlendirdiklerinde bir başka erkek yine hisseder mi bunu?

“Anne!”

Egwene döndüğü zaman, Merise’in Aes Sedailerin ve Asha’manların çoğunun hâlâ Shara güçleriyle savaşmakta olduğu yeri gösterdiğini gördü. Yamaçta farklı renkte elbiseler içinde Aes Sedailer ölü yatıyordu.

Gawyn’in ölümü, siyahlara bürünmüş bir suikastçı gibi, Egwene’in düşüncelerinin peşini bırakmıyordu. Egwene dişlerini sıktı, öfkesini besledi ve Tek Güç çekerek Sharalılara saldırdı.


Hurin, burun delikleri bezlerle tıkanmış halde, diğer Sınırboylularla birlikte Polov Yaylası’nda savaşıyordu.

Beze rağmen savaşın kokularını alabiliyordu. Ne kadar çok şiddet vardı, kan ve çürük et kokuları etrafını kuşatmıştı. Yeri, kılıcını, giysilerini kaplamışlardı. Savaş boyunca Hurin defalarca, şiddetle kusmuştu.

Yine de savaşmaya devam etmişti. Ayı burunlu bir Trolloc cesetlerin üzerinden aşarak silahını savurduğunda kendini kenara fırlattı. Yaratığın kılıcı yeri sarstı ve Hurin haykırdı.

Yaratık Hurin’in haykırışının bir korku ifadesi olduğunu sanarak, insansı olmayan bir sesle kahkaha attı. Trolloc atıldı. Hurin öne, yaratığın kolunun altına fırladı, sonra koşarak geçerken yaratığın karnını biçip açtı. Trolloc sendeleyerek durdu ve kendi bağırsaklarının dışarı dökülmesini izledi.

Lord Rand için zaman kazanmam lazım, diye düşündü Hurin, gerileyerek ve bir sonraki Trollocun cesetleri aşarak gelmesini bekleyerek. Yayla’nın doğusundan, ırmak tarafından geliyorlardı. Bu dik yamacı tırmanmaları zordu, ama Işık, o kadar çoktular ki.

Savaşmaya devam et. Savaşmaya devam et.

Lord Rand ona gelmiş, özür dilemişti. Ondan! Eh, Hurin onu gururlandıracaktı. Yenidendoğan Ejder küçük bir hırsız avcısının affına ihtiyaç duymazdı, ama Hurin yine de dünyanın kendisi düzelmiş gibi hissetmişti. Lord Rand yine Lord Rand’dı. Ona yeterince zaman kazandırabilirlerse Lord Rand onları koruyacaktı.

Hareketlilikte bir ara olmuştu. Hurin kaşlarını çattı. Yaratıklar sonsuz görünmüştü gözüne. Hepsi ölmemişti herhalde. İhtiyatla ilerledi ve cesetlerin üzerinden, yamaçtan aşağı baktı.

Hayır, hayır, yenilmemişlerdi. Trolloc denizi hâlâ sonsuz görünüyordu. Aşağıdaki ateşlerin ışığında görebiliyordu onları. Trolloclar tırmanmayı bırakmışlardı, çünkü yamaçtaki leşleri yollarından çekmeleri gerekiyordu. O leşlerin çoğunu Tam’in okçuları biçmişti. Onların da aşağısında, nehir yatağında, daha büyük bir Trolloc ordusu Elayne’in ordusuyla savaşıyordu.

“Birkaç dakikamız var,” dedi Lan Mandragoran askerlerine, atının sırtında oturduğu yerden. Kraliçe Alliandre de adamlarıyla sakin sakin konuşarak yanlarından geçti. Aynı yerde iki hükümdar. Kumanda etmeyi biliyorlardı kuşkusuz. Bu Hurin in daha iyi hissetmesini sağlıyordu.

“Son bir saldırıya hazırlanıyorlar,” dedi Lan, “bizi yamaçtan geriye itmek ve bizimle burada, düz zeminde savaşmak istiyorlar. Onlar leşleri temizlerken dinlenin. Barış kılıcınızı kayırsın dostlarım. Bir sonraki, en kötü saldırı olacak.” Bir sonraki saldırı mı en kötüsü olacaktı? Işık!

Arkalarında, platonun ortasında, Mat’in ordusunun kalanı Shara ordusunu zorlamaya, güneybatıya püskürtmeye çalışmaya devam ediyordu. Bunu yapabilirse ve onları yamaçtan aşağı, Elayne’in güçleriyle savaşan Trolloclara doğru itmeyi başarabilirse, büyük bir kargaşa yaratabilirdi ve Mat bundan faydalanabilirdi. Ama şimdilik, Sharalılar tek santim gerilemiyorlardı; aksine, Mat’in şaşalamaya başlamış olan ordusunu itiyorlardı.

Hurin arkasına yaslandı ve çevresindeki inlemeleri, uzak bağırışları, metale çarpan silahların çınlamalarını dinledi ve çevresindeki koku okyanusu içindeki şiddet kokusunu içine çekti.

Daha en kötüsü gelmemişti.

Işık onlara yardım etsindi…


Berelain, sarayındaki ziyafet salonuna girerken bir paçavrayla ellerindeki kanı sildi. Masalar parçalanıp odanın iki yanındaki şömineleri beslemekte kullanılmıştı. Mobilyaların yerinde, sıra sıra yaralı yatıyordu.

Mutfak kapıları çarpılarak açıldı ve bir grup Tenekeci içeri girdi. Bazıları sedye taşıyor, diğerleri yaralıların aksayarak yürümesine yardımcı oluyordu. Işık! diye düşündü Berelain. Daha fazla yaralı? Saray tıka basa yaralılarla doluydu.

“Hayır, hayır,” dedi onlara doğru yürüyerek. “Buraya değil. Arka hole gidin. Onları oraya yerleştirmeye başlamamız gerekecek. Rosil! Yeni yaralılar geldi. ”

Tenekeciler yumuşak seslerle yaralılara bir şeyler söyleyerek hole döndüler. Buraya yalnızca kurtarılması mümkün olanlar getiriliyordu. Berelain, Tuatha’an kadınlarının önderlerine, ne tür yaraları iyileştirmek için çok fazla Şifa gerektiğini açıklamak zorunda kalmıştı. Hayata pamuk ipliğiyle bağlı tek bir kişiyi kurtarmaktansa, kötü yaralanmış on kişiyi kurtarmak yeğdi.

O açıklama anı, o güne dek yaptığı en zor şeydi.

Tenekeciler sıra halinde yürümeye devam ettiler ve Berelain yaralıların arasında beyaz giysili birileri olup olmadığına baktı. Beyazcüppeler vardı, ama aradığı kişi yoktu.

Ne kadar çok… diye düşündü yine. Yaralıları taşımak konusunda kimse Tenekecilere yardım etmiyordu. Sarayda eli iş tutan bütün erkekler ve çoğu kadın, savaşmak için ya da ok toplayan Caemlyn mültecilerine yardım etmek için savaş meydanına gitmişti.

Rosil telaşla yaklaştı. Giysileri kanla lekelenmişti ve bunu görmezden geliyordu. Hemen yaralıların yönlendirilmesi işini ele aldı ve aralarında acilen ilgilenilmesi gereken biri olup olmadığına baktı. Ne yazık ki o anda mutfak kapıları çarpılarak açıldı ve Kandaşların savaş meydanının bir başka bölgesinden gönderdiği kanlı Andorlular ve Aieller sendeleyerek içeri girdi.

Ardından tam bir çılgınlık başladı. Berelain karşısına çıkan herkesi – seyisler, ihtiyarlar, beş yaşındaki çocuklar– koşturarak, yeni gelenlerin yerleştirilmesine yardımcı oldu. Aiellerden yalnızca yarası en ciddi olanlar gelmişti; elleri silah tuttuğu sürece savaş meydanında kalmak gibi bir eğilimleri vardı. Bu da, buraya gelenlerin yardım edilemeyecek durumda oldukları anlamına geliyordu. Berelain onları boşa harcanamayacak yerlere yatırıyor ve sonra kanlı nefesler alarak ölmelerini izliyordu.

“Bu aptalca!” dedi ayağa kalkarak. Elleri yine kanlanmıştı ve temiz paçavrası kalmamıştı. Işık! “Daha fazla yardım yollamamız lazım. Sen.” Kör olmuş bir Aieli gösterdi. Adam sırtını duvara verip oturmuştu ve gözleri sarılmıştı. “Sen, kör Aiel.”

“Adım Ronja.”

“Eh, Ronja. Burada bana yardım eden gai’shainlar var. Benim hesabıma göre, onlardan daha fazlası olmalı. Neredeler?”

“Kazananlara hizmet edebilmek için savaşın bitmesini bekliyorlar.”

“Onları getireceğiz,” dedi Berelain. “Savaşa yardım edebilecek herkese ihtiyacımız var.”

“Buraya gelebilirler Berelain Paendrag, hastalara bakmanıza yardım da edebilirler,” dedi adam. “Ama savaşmazlar. Savaşmak onlara düşmez.”

“Ama neyin mantıklı olduğunu görecekler,” dedi Berelain kararlılıkla. “Bu Son Savaş!”

“Burada klan şefi sen olabilirsin,” dedi Aiel gülümseyerek, “ama Car’a’carn değilsin. O bile gai’shainlara ji’e’toh’u ihlal etmelerini emredemez.”

“O zaman kim emredebilir?”

Bu adamı şaşırtmış gibiydi. “Hiç kimse. Bu mümkün değil.”

“Ya Bilgeler?”

“Etmezler,” dedi adam. “Asla.”

“Göreceğiz,” dedi Berelain.

Adam daha da geniş gülümsedi. “Hiç kimse senin gazabınla yüzleşmek istemezdi Berelain Paendrag. Ama gözlerim yine görecek olsa bile, gai’shainların savaştığını görmektense, onları çıkartmayı yeğlerdim.”

“O zaman savaşmaları gerekmiyor,” dedi Berelain. “Belki yaralıların taşınmasına yardım edebilirler. Rosil, bu grup sende mi?”

Yorgun kadın başını salladı. Bir adım daha atamadan düşecekmiş gibi görünmeyen Aes Sedai kalmamıştı sarayda. Berelain, Rosil’in onaylayacağını sanmadığı otlar sayesinde ayakta durabiliyordu.

Eh, burada daha fazla faydası olmayacaktı. Kilerlerdeki yaralıları kontrol etse de olurdu. Onlar…

“Leydi Mayene Başı?” diye sordu bir ses. Kitan’dı, sarayın hizmetkarlarından biri. Yaralılara yardım etmek için burada kalmıştı. Zayıf kadın, Berelain’in koluna girdi. “Görmeniz gereken bir şey var.”

Berelain iç geçirdi, ama başıyla onayladı. Şimdi nasıl bir felaket bekliyordu onu? Yaralıları daha önce orada olmayan duvarların arkasına kapatan bir başka şer kabarcığı mı? Yoksa yine mi sargı bezi bitmişti? Berelain, şehirde sargı bezine dönüştürülmemiş çarşaf, perde ya da iç çamaşır kaldığını sanmıyordu.

Kız onu merdivenlerden çıkarıp, birkaç yaralının bakıldığı, Berelain’in kendi dairesine götürdü. Berelain odalardan birine girdi ve onu tanıdık birinin beklediğini görünce şaşırdı. Annoura bir yatağın kenarına oturmuştu. Üzerinde gri çizgili kırmızı elbise vardı ve örgülerini geriye doğru çekip pek de hoş olmayan bir biçimde bağlamıştı. Berelain onu tanımayacaktı neredeyse.

Berelain içeri girince Annoura ayağa kalktı ve eğildi, ama yorgunluktan düşecekmiş gibi görünüyordu.

Yatakta Galad Damodred yatıyordu.

Berelain inledi ve onun yanma koştu. Yüzünde kötü bir yara taşıyordu, ama gerçekten de oydu. Hâlâ nefes alsa da baygındı. Berelain elini tutmak için kolunu kaldırdı, ama Galad’ın elinin yerinde olmadığını gördü. Kan kaybından ölmesin diye cerrahlardan biri yarayı dağlamıştı.

“Nasıl?” diye sordu Berelain, Galad’ın diğer elini tutup gözlerini yumarak. Eli sıcaktı. Damodred’in beyazlı adamı alt ederken bağırdıklarını duyduğunda…

“Sana bunu borçlu olduğumu hissettim,” dedi Annoura. “Demandred yaptığı şeyi ilan ettikten sonra onu savaş meydanında buldum. Demandred Kara Kule’nin adamlarıyla savaşırken onu oradan uzaklaştırdım.” Yatağın yanındaki tabureye geri çöktü, sonra kamburunu çıkararak öne doğru eğildi. “Ona Şifa veremedim Berelain. Onu buraya getirmek için kapıyol açmaktan daha fazlasını yapamadım. Üzgünüm.”

“Sorun değil,” dedi Berelain. “Kitan, diğer Aes Sedailerden birini getir. Annoura, dinlendiğin zaman daha iyi hissedeceksin. Teşekkür ederim.”

Annoura başını salladı. Gözlerini yumdu ve Berelain kadının gözlerinde yaş görünce şaşırdı.

“Ne oldu?” diye sordu Berelain. “Annoura, sorun nedir?”

“Senin endişelenmeni gerektirecek bir şey değil Berelain,” dedi Annoura, ayağa kalkarak. “Herkese öğretilmiş bir şeydir, anlarsın. Fazla yorgunsan yönlendirme. Pürüzler çıkabilir. Ama saraya açılan bir kapıyola ihtiyacım vardı. Onu güvenliğe getirmek için, sana…”

Annoura tabureden yere devrildi. Berelain onun yanında diz çöktü ve başını kucağına aldı. Ancak o zaman, Annoura’nın farklı görünmesinin sebebinin örgüler olmadığını fark etti. Yüzü de yanlıştı. Değişmişti. Artık yaşı belirsiz değil, yalnızca gençti.

“Ah, Işık, Annoura,” dedi Berelain. “Kavruldun, değil mi?”

Kadın kendinden geçti. Berelain’in yüreği burkuldu. Son günlerde kadınla anlaşmazlıkları olmuştu, ama ondan önceki senelerde Annoura onun sırdaşıydı – ve dostuydu. Zavallı kadın. Aes Sedailere bakılırsa, bu ölümden daha beterdi.

Berelain kadını odadaki kanepelerden birine taşıdı ve sonra battaniyeyle örttü. Çok güçsüz hissediyordu. Belki… belki ona da bir şekilde Şifa verilebilir…

Bir süre daha Galad’ın elini tutmak için yanına döndü, tabureyi düzeltti ve oturdu. Birazcık dinlense… Gözlerini kapattı. Galad yaşıyordu. Bedeli korkunç olsa da, yaşıyordu.

Galad konuşunca şok geçirdi. “Nasıl?”

Berelain gözlerini açtığında, Galad’ın ona baktığını gördü.

“Buraya nasıl geldim?” diye sordu usulca.

“Annoura,” dedi. “Seni savaş meydanında buldu.”

“Yaralarım?”

“Vakit bulduklarında başka Şifacılar gelecek,” dedi Berelain. “Elin…” Kendini hazırladı. “Elini kaybettin, ama yüzündeki kesiği iyileştirebiliriz.”

“Hayır,” diye fısıldadı Galad. “Yalnızca… küçük bir kesik. Şifa’yı onsuz ölecek olanlara saklayın.” Çok yorgun görünüyordu. Zar sor uyanık kalabiliyormuş gibi.

Berelain dudağını ısırdı, ama başını salladı. “Elbette.” Sonra duraksadı. “Savaş kötüye gidiyor, değil mi?”

“Evet.”

“O zaman… umut beslemekten başka yapacak bir şey yok?”

Galad elini çekti ve gömleğinin altına uzandı. Bir Aes Sedai geldiği zaman onu soyup yaralarını temizlemeleri gerekecekti. Şimdiye kadar, en kötü yarası o olduğu için sadece kesik koluyla ilgilenilmişti.

Galad içini çekti, titredi ve elini gömleğinin altından çekti. Onu çıkarmaya mı çalışmıştı?

“Umut…” diye fısıldadı ve kendinden geçti.


Rand ağlıyordu.

Karanlıkta büzülmüştü ve insanların yaşam ipliklerinden dokunmuş Desen önünde dönüyordu. O ipliklerin o kadar çoğu kısa kesilmişti ki…

O kadar çoğu.

Onları koruyabilmiş olmalıydı. Neden koruyamamıştı? İstemsizce, zihninden isimler geçmeye başladı. Onun için ölmüş olanların isimleri. Yalnızca kadınlarla başlamıştı ve şimdi kurtarmış olması gereken, ama kurtaramadığı herkesi içeriyordu.

İnsanlık Merrilor ve Shayol Ghul’de savaşırken, Rand’ın onların ölümlerine seyirci kalması gerekiyordu. Sırtını dönemezdi.

Karanlık Varlık tüm gücüyle saldırmak için tam o anı seçti. Baskı yine geldi ve Rand’ı ezip yok etmeye çalıştı. Kıpırdayamıyordu. Özünün, kararlığının ve gücünün her zerresini Karanlık Varlık’ın onu paramparça etmesini engellemeye odakladı.

Onlar ölürken, izlemekten başka bir şey gelmiyordu elinden.

Rand, Davram Bashere’in saldırırken ölmesini izledi. Karısı da hemen peşinden öldü. Rand, arkadaşı düştüğünde haykırdı. Davram Bashere için ağladı.

Mat’in tuttuğu Yayla’ya saldırı düzenleyen Trolloclar sevgili, sadık Hurin’i öldürdü. Rand, Hurin için ağladı. İçinde onca sadakat olan adam; nereye gitse peşinden gelecek olan adam.

Jori Congar bir Trolloc leşinin altında kalmıştı. Yardım dilenerek, kan kaybından öldü. İpliği sonunda kaybolduğunda, Rand Jori için ağladı.

Far Dareis Mai’den vazgeçmeye karar veren ve siswai’aman Leiran’ın ayaklarının dibine gelin çelengi bırakan Enaila’nın karnına dört Trolloc’un mızrakları saplandı. Rand onun için ağladı.

Bunca zamandır onu takip eden, Dumai Kuyuları’nı da gören Karldin Manfor, yönlendirme gücü tükendiğinde ve bitkinlik içinde yere çöktüğünde öldü. Sharalılar üzerine çullandılar ve siyah hançerleriyle katlettiler onu. Aes Sedaisi Beldaine birkaç dakika sonra sendeledi ve düştü. Rand ikisi için ağladı.

Gareth Bryne ve Siuan için ağladı. Gawyn için ağladı.

O kadar çok vardı ki. O kadar çok.

KAYBEDİYORSUN.

Rand daha da fazla büzüldü. Ne yapabilirdi? Karanlık Varlık’ı durdurma düşü… bunu yaparsa bir kâbus yaratacaktı. Kendi niyetleri ona ihanet etmişti.

PES ET DÜŞMAN. NEDEN SAVAŞMAYA DEVAM EDİYORSUN? SAVAŞMAYI BIRAK VE DİNLEN.

Rand’a çok cazip geliyordu. Ah, o kadar cazip geliyordu ki. Nynaeve ne düşünürdü? Rand onun Alanna’yı kurtarmak için mücadele ettiğini görebiliyordu. O anda Rand’ın pes etmek istediğini bilseler o ve Moiraine ne kadar utanırlardı?

Acıya boğuldu ve yine haykırdı.

“Lütfen, dursun artık!’’

DURABİLİR.

Rand kıvranarak, titreyerek büzüldü. Ama çığlıklar kulaklarından gitmiyordu. Ölüm üzerine ölüm. Güçlükle dayandı. “Hayır,” diye fısıldadı.

PEKALA, dedi Karanlık Varlık. SANA GÖSTERECEK BİR ŞEYİM DAHA VAR. NE OLABİLECEĞİ HAKKINDA BİR VAAT DAHA…

Karanlık Varlık olasılık ipliklerini son kez dokudu.

Her şey karardı.


Taim, Tek Güç’le saldırarak Mishraile’i Hava örgüleriyle dövdü. “Geri dön o zaman, seni aptal! Savaş! O pozisyonu kaybetmeyeceğiz!”

Dehşetlordu geriledi, iki yoldaşını toparladı ve emredileni yapmak üzere uzaklaştı. O Aes Sedai dağ kedisi! Ne cüretle onu yenerdi?

“M’Hael,” dedi sakin bir ses.

Taim… M’Hael. Kendini M’Hael olarak düşünmek zorundaydı. Yamaçta, onu çağıran sese doğru yürüdü. Yayla’da paniğe kapılmış, kapıyolla güvenli bir yere kaçmıştı ve şu an Yayla’nın güneydoğu yamacının kıyısındaydı. Demandred bu pozisyonu aşağıdaki savaşı izlemek ve Andor, Cairhien ve Aiel saflarına yıkım göndermek için kullanıyordu.

Demandred’in Trollocları Yayla ile bataklıklar arasındaki koridorun tamamını kontrol altına almıştı; kuru nehir yatağındaki savunucuları yıpratıyorlardı. Yalnızca zaman meselesiydi. Bu arada, Shara ordusu Yayla’da, buranın kuzeydoğusunda savaşıyordu. Ama şu anda önemli olan Yayla’nın diğer yanındaki o Aes Sedaileri yok etmekti. Bu savaşı kazanmanın anahtarı buydu.

M’Hael tuhaf kıyafetleri ve dövmeleri içinde, şüpheci Sharalıların arasından geçti. Demandred ortalarında bağdaş kurup oturmuştu. Gözlerini kapatmıştı ve yavaş yavaş nefes alıp veriyordu. Kullandığı o sa’angreal… ondan bir şeyler alıyordu, yönlendirmek için gereken güçten daha fazla bir şey.

Bu M’Hael’e bir fırsat tanır mıydı? Bir başkasının yönetimine girmek nasıl da kanına dokunuyordu. Evet, bu adamdan çok şey öğrenmişti, ama şu an Demandred’in önderlik edecek durumda olmadığı açıktı. Bu Sharalıları el üstünde tutuyordu ve tüm enerjisini al’Thor’dan intikam almak için harcıyordu. Bir başkasının zayıflığı, M’Hael’in beklediği fırsat olabilirdi.

“Başarısız olduğunu duydum M’Hael,” dedi Demandred.

Önlerinde, kuru nehir yatağının karşısında, Andor savunması sonunda bozulmaya başlamıştı. Trolloclar devamlı saflarındaki zayıf noktaları sınıyordu ve ırmak boyunca, her yerde, muhtelif yerlerde kargı saflarını bozuyorlardı. Alay’ın ağır süvarileri ve Cairhienli hafif süvariler şimdi devamlı hareket halindeydiler ve Andor savunmasını aşıp geçen Trolloclara karşı çaresiz hamleler yapıyorlardı. Bataklıkların civarında Aieller onları tutmaya devam ediyordu ve Alay’ın arbaletçileri Andorlu kargılı askerlerle birlikte Trollocların sağ kanatlarını kuşatmasını engellemeyi başarıyordu. Ama Trolloc saldırısının baskısı amansızdı ve Elayne’in safları yavaş yavaş geriliyor, Shienar bölgesinin derinliklerine çekiliyordu.

“M’Hael?” dedi Demandred, gözlerini açarak. Kadim gözler. M’Hael o gözlere bakarken ürkmeyi reddetti. Ürkmeyecekti! “Nasıl başarısız olduğunu söyle bana.”

“Aes Sedai cadısı,” dedi M’Hael tükürürcesine. “Çok güçlü bir sa’angreali var. Onu neredeyse yenecektim, ama Gerçek Güç beni hayal kırıklığına uğrattı.”

“Sana küçük bir sızıntı bahşedilmesinin bir sebebi var,” dedi Demandred, gözlerini yine yumarak. “Ona alışık olmayan biri için öngörülemez bir güçtür.”

M’Hael hiçbir şey söylemedi. Gerçek Güç üzerinde çalışacaktı; onun sırlarını öğrenecekti. Diğer Terkedilmişler yaşlı ve ağırdı. Yakında yeni kan hükmedecekti.

Demandred rahat bir kaçınılmazlık duygusuyla ayağa kalktı. Yer değiştiren devasa bir kaya izlenimi yaratıyordu. “Geri dönüp onu öldüreceksin M’Hael. Ben Muhafız’ını öldürdüm. Kadının kolay av olması lazım.”

Sa’angreal…

Demandred, tepesine altın bir kadeh monte edilmiş asasını uzattı.

Bu bir sınav mıydı? Bunca güç. Demandred asayı kullanırken ondan yayılan gücü hissetmişti.

“Kadının bir sa’angreali olduğunu söyledin,” dedi Demandred. “Bununla senin de sa’angrealin olacak. Başarısızlık için bahanen kalmasın diye sana Sakamen’i bahşediyorum. Ya başar ya da öl M’Hael. Seçilmişler arasında olmaya layık olduğunu kanıtla.”

M’Hael dudaklarını yaladı. “Ya Yenidendoğan Ejder sonunda seninle yüzleşmeye gelirse?”

Demandred kahkaha attı. “Onunla savaşmak için bunu kullanacağımı mı sanıyorsun? Bu neyi kanıtlar? Ondan daha üstün olduğumu göstermek istiyorsam güçlerimiz denk olmalı. Anlatılanlara bakılırsa, Callandor’u güvenli bir biçimde kullanmıyor ve aptallık edip Choedan Kal’ı yok etti. Gelecektir, ve geldiği zaman, onunla yardımsız yüzleşeceğim ve bu alemin gerçek efendisinin ben olduğumu kanıtlayacağım.”

İçerideki karanlık… diye düşündü. Adam tamamen delirdi, değil mi? Öylesine şeffaf görünen o gözlere bakmak, dudaklarından dökülen çılgınlığı dinlemek tuhaftı. Demandred ilk kez M’Hael’e gelip, Yüce Efendi’ye hizmet etme fırsatı sunduğunda, hiç böyle değildi. Kibirliydi, evet. Tüm Seçilmişler kibirliydi. Demandred’in al’Thor’u bizzat öldürme kararlılığı, içinde ateş gibi yanıyordu.

Ama bu… bu farklı bir şeydi. Shara’da yaşamak onu değiştirmişti. Kesinlikle zayıflatmıştı. Şimdi de bu. Hangi adam bu kadar güçlü bir nesneyi kendi elleriyle rakibine teslim ederdi?

Yalnızca bir aptal, diye düşündü M’Hael, sa’angreale uzanarak. Seni öldürmek, üç bacağı da kırılmış bir atı acısından kurtarmak gibi olacak Demandred. Yazık. Seni bir rakip olarak alt etmeyi ummuştum.

Demandred sırtını döndü ve M’Hael Sakarnen’den Tek Güç çekerek ganimetini açgözlülükle içti. Saidinin tatlılığı, o öfkeli lezzetli Güç seli içini doldurdu. Bu ellerindeyken M’Hael muazzamdı! Her şeyi yapabilirdi. Tek başına dağları dümdüz edebilir, orduları ezebilirdi.

Akışlar çekmek, onları dokumak ve bu adamı yok etmek için can atıyordu M’Hael.

“Dikkatli ol,” dedi Demandred. Sesi zayıf ve acınasıydı. Bir farenin cıyaklaması. “Onu kullanarak bana doğru yönlendirme. Sakarnen’i kendime bağladım. Onu bana karşı kullanmaya kalkarsan, seni Desen’den yakıp yok eder.”

Demandred yalan mı söylüyordu? Bir sa’angreal belli bir kişiye bağlanabilir miydi? Bilmiyordu. Düşündü, sonra Sakarnen’i indirdi. İçinde kabaran güce rağmen kızgındı.

“Ben aptal değilim M’Hael,” dedi Demandred kuru kuru. “Beni asmak için kullanacağın ilmeği teslim etmem sana. Git ve dediğimi yap. Bu şey sürdüğü sürece sen benim hizmetkarımsın; ağacı kesmek için kullandığım baltayı tutan elsin. Amyrlin’i yok et; şerateş kullan. Bize emir verildi ve bu konuda itaat edeceğiz. Dünya dağılmalı ki, dilediğimiz gibi yeniden dokuyabilelim. ”

M’Hael adama hırladı, ama söyleneni yaparak bir kapıyol ördü. O Aes Sedai cadısını yok edecekti. Sonra… sonra Demandred’in işini nasıl bitireceğine karar verecekti.


Kargı safları geri itilirken Elayne can sıkıntısı içinde izledi. Birgitte’in onu çatışmalardan uzaklaşmaya ikna edebilmiş olması –Trolloclar her an savunmalarını aşıp geçebilirdi– hiç hoşuna gitmiyordu.

Elayne neredeyse harabelere kadar çekilmişti ve şu an doğrudan tehlike altında değildi. İki Muhafız halkası tarafından kuşatılmıştı. Adamların çoğu oturmuş, yemek yiyordu – çatışmalar arasındaki molalarda, ne kadar güç toplayabilirlerse topluyorlardı.

Elayne sancağını açmamıştı, ama hâlâ yaşadığını bilmeleri için kumandanlarına ulaklar yollamıştı. Trolloclara karşı birliklerine rehberlik etmeye çalışmıştı, ama çabalan yeterli olmamıştı. Güçlerinin zayıfladığı açıktı.

“Geri dönmemiz lazım,” dedi Birgitte’e. “Beni görmeleri gerek Birgitte.”

“Bunun herhangi bir şeyi değiştireceğinden emin değilim,” dedi Birgitte. “Trolloclar ve kahrolası yönlendiricilerin karşısında o saflar dayanamaz, o kadar. Ben…”

“Ne oldu?” diye sordu Elayne.

Birgitte sırtını döndü. “Yemin ederim bir zamanlar böyle bir durum hatırlıyordum.”

Elayne çenesini çıkardı. Birgitte’in hafıza kaybını çok acı buluyordu, ama bu yalnızca tek bir kadının sorunuydu. Halkından binlercesi ölmekteydi.

Caemlyn mültecileri hâlâ çevrede yaralı ve ok arıyordu. Pek çok grup Elayne’in korumalarına yaklaştı ve alçak sesle konuşarak savaşı ya da Kraliçe’yi sordu. Elayne mültecileri ve dirençleriyle gurur duydu. Şehir yıkılmıştı, ama bir şehir yeniden inşa edilebilirdi. Caemlyn’in gerçek yüreği, insanları, o kadar kolay yenilmeyecekti.

Bir başka ışık mızrağı savaş meydanına düşerek insanları öldürdü, kargılı asker saflarını bozdu. Onun ötesinde, Yayla’nın uzak tarafında, kadınlar vahşi bir savaşın içinde yönlendiriyordu. Elayne gece çakan şimşekleri görebiliyordu, ama hepsi buydu. Elayne onlara katılmalı mıydı? Buradaki kumandası, askerlerini kurtarmaya yetmemişti, ama rehberlik ve önderlik sağlamayı başarmıştı.

“Ordumuz için korkuyorum Elayne,” dedi Birgitte. “Korkarım bugünü kaybettik.”

“Günü kaybedemeyiz,” dedi Elayne, “çünkü kaybedersek hepimiz kayboluruz. Yenilgiyi kabullenmeyi reddediyorum. Sen ve ben geri döneceğiz. Bırak Demandred bizi vurmaya çalışsın. Belki beni görünce askerler canlanır ve…”

Yakında, bir grup Caemlyn mültecisi Elayne’in Muhafızlarına saldırdı.

Elayne bir küfür savurarak Aygölgesi’ni çevirdi ve Tek Güç’e kucak açtı. Başta mülteci sandığı grubun kirli, is lekeli giysilerinin altında zincir zırh vardı. Muhafızlarıyla savaştılar; balta ve kılıçla öldürdüler. Bunlar mülteci değil, paralı askerdi.

“İhanet!” diye bağırdı Birgitte, yayını kaldırıp bir paralı askeri boğazından vurarak. “Silah başına!”

“Bu ihanet değil,” dedi Elayne. Ateş ördü ve üç kişilik bir grubu vurdu. “Bunlar bizden değil! Dilenci kılığındaki hırsızlara dikkat et!”

Bir başka ‘mülteci’ grubu zayıflamış olan Muhafız saflarına saldırırken Elayne döndü. Her yerdeydiler! Bütün dikkatler uzaktaki savaş meydanına odaklanmışken, sessizce yaklaşmışlardı.

Bir grup paralı asker korumaları aşarken, Elayne bir Aes Sedaiye saldırmanın saçmalığını göstermek için saidar ördü. Güçlü bir Hava örgüsü salıverdi.

Örgü ona saldıran adamlardan birine çarptığı zaman çözülüp dağıldı. Elayne küfretti ve kaçmak için atını döndürdü, ama saldırganlardan biri öne atıldı ve kılıcını Aygölgesi’nin boynuna sapladı. At acıyla çığlık atarak şahlandı ve Elayne panik içinde bebeklerini düşünerek yere düşerken çevresinde savaşan Muhafızları gördü. Kaba eller onu omuzlarından yakaladı ve yere mıhladı.

Elayne gecenin içinde parlayan gümüşi bir şey gördü. Bir tilki başı madalyonu. Yeni bir çift el onu, göğüslerinin hemen üzerinde, derisine yasladı. Metal buz gibiydi.

“Selam Kraliçem,” dedi Mellar, yanına çömelerek. Eski Muhafız –çoğu kişinin çocuklarının babası olduğunu sandığı adam– alayla sırıttı. “Seni bulmak çok zor oldu.”

Elayne ona tükürdü, ama adam bunu bekliyordu. Elini kaldırıp tükürüğü yakaladı. Gülümsedi, sonra ayağa kalktı ve Elayne’i iki paralı asker tarafından yere mıhlanmış halde bıraktı. Muhafızlarının bazıları hâlâ savaşıyordu, ama çoğu püskürtülmüş ya da öldürülmüştü.

İki adam Birgitte’i sürükleyerek getirirken Mellar döndü. Birgitte ellerinde kıvranıyordu ve üçüncü bir adam onu tutmalarına yardım etmek için yaklaştı. Mellar kılıcını çekti, bir an yansımasını incelermiş gibi çeliğine baktı. Sonra kılıcı Birgitte’in karnına sapladı.

Birgitte inleyerek dizleri üzerine çöktü. Mellar kılıcı şiddetle elinin tersine savurarak Birgitte’in kafasını uçurdu.

Biıgitte’in cesedi öne yıkılır, boynundan kaç fışkırırken, Elayne hiç kıpırdamadan, tepki gösteremeden oturdu. Aralarındaki bağ söndü ve yerine… acı geldi. Korkunç bir acı.

“Uzun zamandır bunu yapmayı bekliyordum,” dedi Mellar. “Kan ve lanet küller, pek güzel bir hismiş.”

Birgitte… Muhafızı ölmüştü. Muhafızı öldürülmüştü. O sert ama cömert yürek, o muazzam sadakat – yok edilmişti. Kayıp yüzünden… düşünmek zordu.

Mellar, Birgitte’in cesedini tekmelerken, eyerinin arkasına bir beden yatırmış biri yaklaştı. Adamın üzerinde Andor üniforması vardı ve yüzüstü yatırılmış bedenin sarı saçları yere doğru sarkıyordu. Zavallı kadın her kimse, tıpkı Elayne’inkine benzer bir elbise giymişti.

Ah, hayır…

“Git,” dedi Mellar. Adam, çevresini alan birkaç sahte Muhafızla uzaklaştı. Elayne’in sancağını taşıyorlardı. Biri bağırmaya başladı: “Kraliçe öldü! Kraliçe öldü!”

Mellar, Elayne’e döndü. “Halkın savaşmaya devam ediyor. Eh, bu saflarını bozmaya yetmeli. Sana gelince… eh, görünüşe göre çocukların Yüce Efendi’nin işine yarayabilir. Onları Shayol Ghul’e götürmem emredildi. O sırada onların yanında olman gerekmediğini düşünüyorum.” Arkadaşlarından birine baktı. “Bunu sağlayabilir misin?”

Diğer adam Elayne’in yanında diz çöktü ve ellerini karnına bastırdı. Ani bir korku dalgası Elayne’in uyuşukluğunu ve şokunu aştı. Bebekleri!

“Hamileliği yeterince ilerlemiş,” dedi adam. “Karnını kesip çocukları çıkarabilirsen, bir örgüyle onları hayatta tutabilirim sanırım. Doğru yapmak zor olacak. Daha küçükler. Altı aylık. Ama Seçilmişler tarafından gösterilen örgülerle… evet, onları bir saat kadar yaşatabilirim. Ama Shayol Ghul’e götürmesi için M’Hael’e teslim etmen lazım onları. Artık oraya normal bir kapıyolla Yolculuk edilmiyor.”

Mellar kılıcını kınına soktu ve kemerindeki avcı bıçağını çekti. “Bana uyar. Yüce Efendi’nin istediği gibi çocukları göndereceğiz. Ama sen, Kraliçem… sen benimsin.”

Elayne çabaladı, ama adamlar sıkıca tutuyordu. Elayne tekrar tekrar saidara uzandı, ama madalyon çatalkök görevi görüyordu. Saidar, saidin kadar imkansızdı.

“Hayır!” diye çığlık attı, Mellar yanında diz çökerken. “HAYIR!”

“Güzel,” dedi Mellar. “Sonunda çığlık atacağını umuyordum.”


Hiçlik.

Rand döndü. Dönmeye çalıştı. Cismi ya da şekli yoktu.

Hiçbir şey.

Konuşmaya çalıştı, ama ağzı yoktu. Sonunda sözcükleri düşünmeyi ve bu şekilde var etmeyi başardı.

SHAI’TAN, dedi Rand. BU NEDİR?

ANTLAŞMAMIZ, diye yanıt verdi Karanlık varlık. UZLAŞMAMIZ.

UZLAŞMAMIZ HİÇLİK Mİ? diye sordu Rand.

EVET.

Rand anladı. Karanlık Varlık bir anlaşma öneriyordu. Rand bunu kabul edebilirdi… Hiçliği kabul edebilirdi. İkisi dünyanın kaderi için düello yapıyordu. Rand barış, ihtişam, sevgi için savaşıyordu. Karanlık Varlık ise tam tersi için. Acı. İstırap.

Bu, bir açıdan, ikisi arasındaki dengeydi. Karanlık Varlık Çark’ı kendi kötücül arzularına uyacak şekilde yeniden yaratmayacaktı. İnsanlık köle olmayacaktı, sevgisiz bir dünya olmayacaktı. Dünya olmayacaktı.

ELAN’A VAAT ETTİĞİN DE BUYDU, dedi Rand. VAROLUŞUN SONUNU VAAT ETTİN ONA.

SANA DA VAAT EDİYORUM, diye yanıt verdi Karanlık Varlık. VE TÜM İNSANLARA. BARIŞ İSTEDİN. ONU SANA VERİYORUM. SIK SIK ARADIĞIN BOŞLUĞUN HUZURU. SANA HER ŞEYİ VE HİÇBİR ŞEYİ VERİYORUM.

Rand öneriyi hemen reddetmedi. Öneriyi aldı ve zihninde kucakladı. Acı yok. Istırap yok. Yük yok.

Bir son. Arzuladığı da bu değil miydi? Nihayet döngüler için bir son?

HAYIR, dedi Rand. VAROLUŞUN SONU BARIŞ DEĞİL. BU SEÇİMİ DAHA ÖNCE DE YAPTIM. DEVAM EDECEĞİZ.

Karanlık Varlık’ın baskısı onu yine kuşattı, paramparça etmekle tehdit etti.

BİR DAHA ÖNERMEYECEĞİM, dedi Karanlık Varlık.

“Bir daha önermeni beklemiyorum,” dedi Rand, bedeni geri döner, olasılık iplikleri solarken.

Sonra gerçek acı başladı.


Min toplanmış Seanchan güçleriyle birlikte bekliyordu. Subaylar fenerlerle sıralar boyunca yürüyor, adamlarını hazırlıyordu. Ebou Dar’a dönmemişlerdi; kapıyollarla, Min’in tanımadığı bir ovaya kaçmışlardı. Burada tuhaf kabuklu, açık yapraklı ağaçlar yetişiyordu. Bunlar gerçekten ağaç mı, yoksa devasa egreltiotları mı, seçemiyordu Min. Soldukları için anlamak daha da zordu. Ağaçların yaprakları vardı, ama haftalardır su yüzü görmemiş gibi solmuş, sarkıyorlardı. Min sağlıklıyken neye benzediklerini hayal etmeye çalıştı.

Burada hava farklı kokuyordu – tanımadığı bitkilerin ve denizin kokusu. Seanchan güçleri düzenli sıralar halinde dizilmiş, yürümeye hazır, bekliyorlardı. Her dört adamdan biri fener taşıyordu, ama onların da yalnızca on tanesinden biri yakılmıştı. Kapıyollara rağmen bir orduyu nakletmek hızlı yapılacak iş değildi, ama Fortuona’nın yüzlerce damanesi vardı. Geri çekilişleri hızlı ve düzenli olmuştu ve Min savaş meydanına dönüşlerinin de aynı ölçüde verimli olacağını tahmin ediyordu.

Fortuona geri dönmeye karar verirse yani. İmparatoriçe, mavi fenerlerin ışığı altında, tahtının üzerinde kaldırılarak bir sütuna oturtulmuştu. Bir taht değildi bu; küçük bir tepede, yaklaşık bir metre seksen santim yüksekliğinde, bembeyaz bir sütundu. Min sütunun yanına oturuyor ve gelen raporları duyabiliyordu.

“Bu savaş Kuzgun Prensi için iyi gitmiyor,” dedi General Galgan. Generalleriyle Fortuona’nın önünde doğrudan konuşuyordu ki, İmparatoriçe’ye resmi bir biçimde hitap etmeden karşılık verebilsinler. “Geri dönmemiz için verdiği emir biraz önce geldi. Yardım istemek için çok fazla bekledi.”

“Bunu söylemekte tereddüt ediyorum,” dedi Yulan. “Ama İmparatoriçe’nin bilgeliği sınırsız olsa da ben Prens’e güvenmiyorum. İmparatoriçe’nin seçtiği eş olabilir. Bu rol için akıllıca bir seçim olduğu açık. Ama savaşta pervasız olduğunu kanıtladı. Belki de yaşananlar yüzünden fazla gergin.”

“Bir planı olduğundan eminim,” dedi Beslan içtenlikle. “Mat’e güvenmek zorundasınız. Ne yaptığını biliyor.”

“Beni daha önce etkiledi,” dedi Galgan. “Alametler onun tarafında görünüyor.”

“Kaybediyor Kumandan General,” dedi Yulan. “Hem de çok fena kaybediyor. Bir adamın alametleri de, bir ulusun talihi gibi, çok hızlı değişebilir.”

Min kısa boylu Hava Kumandanı’na gözlerini kısarak baktı. Adam artık her elinin son iki tırnağını boyuyordu. Tar Valon saldırısını yöneten kişi buydu ve o saldırıdaki başarısı adamı Fortuona’nın gözünde çok yüceltmişti. Adamın kafasının çevresinde simgeler ve alametler dönüyordu. Galgan’ın ve Beslan’ın çevresinde döndüğü gibi.

Işık, diye düşündü Min. Gerçekten de Fortuona gibi ‘alametler’ hakkında mı düşünmeye başlıyorum? Bu insanların yanından ayrılmam lazım. Bunların hepsi deli.

“Prens’in bu savaşı bir oyun gibi gördüğünü hissediyorum,” dedi Yulan yine. “Önceki kumarları akıllıca kumarlardı, ama kendini fazla zorladı. Dactolk masasında oturan kaç adam, oynadığı ilk kumarlarda dahi gibi görünmüştür, ama sonra bu kadar becerikli görünmesinin gelişigüzel şans sayesinde olduğu ortaya çıkmıştır? Prens başta kazandı, ama artık onun gibi kumar oynamanın ne kadar tehlikeli olduğunu görebiliyoruz.”

Yulan başını İmparatoriçe’ye doğru eğdi. Fortuona ona susması için sebep vermediğinden savları gittikçe daha cüretkar oluyordu. Fortuona’nın sessizliği, bu durumda, sözlerine devam etmesinin beklendiğini işaret ediyordu.

“Ben onun hakkında… söylentiler duydum,” dedi Galgan.

“Mat bir kumarbaz, evet,” dedi Beslan. “Ama bu konuda tekinsiz bir başarıya sahip. Kazanıyor General. Lütfen, geri dönüp ona yardım etmeniz gerek.”

Yulan başını şiddetle iki yana salladı. “İmparatoriçe –sonsuza dek yaşasın– bizi iyi bir sebeple çekti savaş meydanından. Prens kendi kumanda merkezini koruyamıyorsa, savaşa hakim değil demektir.”

Gittikçe daha cüretkar. Galgan çenesini ovaladı, sonra oradaki diğer kişiye baktı. Min, Tylee hakkında çok şey bilmiyordu. Bu toplantılarda sessiz kalıyordu. Kırlaşmış saçları ve geniş omuzlarıyla, esmer tenli kadında tarifi imkansız bir güç havası vardı. Savaşta adamlarının hemen önünde defalarca savaşmış bir generaldi. O yara izleri bunu kanıtlıyordu.

“Bu kıtalılar benim sandığımdan daha iyi savaşıyorlar,” dedi Tylee. “Cauthon’un askerlerinin bazılarının yanında savaştım. Sizi şaşırtacaklarını düşünüyorum General. Ben de, haddim olmayarak, geri dönüp yardım etmemizi öneriyorum.”

“Ama bunu yapmak İmparatorluk’un çıkarına mı olur?” diye sordu Yulan. “Cauthon’un güçleri Gölge’yi zayıflatacak. Gölge’nin Merrilor’dan Ebou Dar’a yürüyüşü de öyle. Yolda Trollocları hava saldırılarıyla ezebiliriz. Hedefimiz uzun zafer olmalı. Belki Prens’i alıp güvenli bir yere taşıyacak damaneler gönderebiliriz. İyi savaştı, ama bu savaşta düşmanın dengi olmadığı açık. Ordularını kurtaramayız elbette. Onların sonu geldi.”

Min kaşlarını çatarak öne eğildi. Yulan’ın kafasının üzerindeki imgelerden biri… çok tuhaftı. Bir zincir. Neden başının üzerinde bir zincir olsun?

O bir tutsak, diye düşündü aniden. Işık. Biri onu maşa gibi kullanıyor.

Mat casustan korkuyordu. Min içinin ürperdiğini hissetti.

“İmparatoriçe, sonsuza dek yaşasın, kararını verdi,” dedi Galgan. “Geri döneceğiz. Bilgeliği içinde, fikir değiştirmemişse eğer…?” Yüzünde sorgular bir ifadeyle Fortuona’ya döndü.

Casusumuz yönlendirebiliyor, diye düşündü Min, Yulan’ı inceleyerek. O adam İçtepi altında.

Bir yönlendirici. Kara Ajah mı? Karanlıkdostu bir damane mi? Bir erkek Dehşetlordu? Herkes olabilirdi. Ve casus büyük olasılıkla, bir örgüyle gerçek yüzünü gizlemişti.

O zaman Min bu casusu nasıl bulabilirdi?

Görüler. Aes Sedailerin ve diğer yönlendiricilerin her zaman görüleri olurdu. Her zaman. Onlardan birinde ipucu bulabilir miydi? İçgüdü eseri, Yulan’ın zincirinin onun bir başkasının tutsağı olduğu anlamına geldiğini bilmişti. Öyleyse o asıl casus değil, yalnızca bir kuklaydı.

Diğer asiller ve generallerle başladı. Çoğunun başının üzerinde alametler vardı tabii. Bu tip insanlarda genellikle olurdu. Sıradışı bir şeyi nasıl saptayacaktı? Min izleyen kalabalığı taradı ve genç, çilli bir so’jhin’in başının üzerinde bir dizi imge olduğunu ilk defa fark edince nefesi kesildi.

Min kadını tanımıyordu. Baştan beri burada mı hizmet ediyordu? Min, kadın ona yaklaşmış olsa fark edeceğinden emindi. Yönlendirici olmayan insanlarda, Muhafızlarda ve ta’verenlerde nadiren bu kadar çok imge olurdu. Dikkatsizlik de olsa tesadüf de, hizmetkarlara dikkat etmeyi akıl edememişti.

Ama şimdi örtmeceyi açıkça görebiliyordu. Min hizmetkarı kuşkulandırmamak için bakışlarını kaçırdı ve bir sonraki hamlesini düşündü. İçgüdüleri saldırmasını, bıçak çekip fırlatmasını fısıldıyordu. Eğer bu hizmetkar bir Dehşetlorduysa –ya da, Işık, Terkedilmişlerden biriyse– onu yenmenin tek yolu ondan önce saldırmak olabilirdi.

Ama kadının masum olması da mümkündü. Min kafasında tarttı ve sonra sandalyesinin üzerinde ayağa kalktı. Kandan pek çok kişi, onun bu görgüsüzlüğü karşısında homurdanmaya başladı, ama Min onları duymazdan geldi. Sandalyenin koluna bastı ve orada dengesini kurarak Tuon’la aynı hizaya geldi. Min ona doğru eğildi.

“Mat geri dönmemizi istedi,” dedi usulca. “Onun istediği şeyi yapmayı daha ne kadar düşüneceksiniz?”

Tuon onu süzdü. “İmparatorluğum için en iyisinin bu olduğuna ikna olana kadar.”

“O sizi kocanız.”

“Bir insanın hayatı, binlercesini tehlikeye atmaya değmez,” dedi Tuon, ama gerçekten endişeli gibiydi. “Eğer savaş Yulan’ın izcilerinin söylediği kadar kötüye giderse…”

“Bana Gerçeksöyleyen unvanını verdiniz,” dedi Min. “Bunun anlamı tam olarak nedir?”

“Eğer yanlış bir şey söylersem, halk içinde beni eleştirebilirsin. Bununla birlikte, bu konum için eğitilmiş değilsin. Ben doğru düzgün eğitim ayarlayana kadar kendini tutsan daha iyi…”

Min generallere ve onları izleyen kalabalığa döndü. Kalbi deli gibi atıyordu. “İmparatoriçe Fortuona’nın Gerçeksöyleyeni olarak, şu anda gerçeği söylüyorum. O insanlığın ordularına sırtını döndü ve en çok ihtiyaç duyulan zamanda gücünü onlardan esirgiyor. Onun gururu yüzünden her yerde, tüm halklar yok olacak.”

Kan üyeleri sersemlemiş görünüyordu.

“O kadar basit değil genç kadın,” dedi General Galgan. Diğerlerinin ona nasıl baktığı düşünülürse, bir Gerçeksöyleyen’e karşı çıkmaması gerekiyordu. Ama adam aldırmadan devam etti. “Bu karmaşık bir durum.”

“Aramızda Gölge’nin bir casusu olduğunu bilmesem daha anlayışlı konuşabilirdim. ”

Çilli so’jhin sertçe başını kaldırdı.

Yakaladım seni, diye düşündü Min, sonra General Yulan’ı işaret etti. “Abaldar Yulan, seni ifşa ediyorum! İmparatorluğun çıkarına hareket etmediğini kanıtlayan alametler gördüm! ”

Gerçek casus gevşedi. Min kadının dudaklarında hafif bir gülümseme yakaladı. Bu yeterliydi. Yulan suçlamaya yüksek sesle itiraz ederken, Min eline bir bıçak düşürdü ve kadına fırlattı.

Bıçak döne döne gitti – ama kadına saplanmadan hemen önce durdu ve havada asılı kaldı.

Yakındaki damane ve sul’damlar inlediler. Casus Min’e nefret dolu bir bakış fırlattı, sonra bir kapıyol açtı ve kendini öte yana attı. Arkasından örgüler fırlatıldı, ama çoğu kişi neler olduğunu fark edemeden yok olmuştu bile.

“Özür dilerim General Yulan,” dedi Min, “ama İçtepi altındasın. Fortuona, Gölge’nin bizi bu savaştan uzak tutmak için elinden geleni yaptığı açık. Bunu düşünerek, bu kararsızlığı sürdürecek misin?”

Min, Tuon’la göz göze geldi.

“Bu oyunları iyi oynuyorsun,” diye fısıldadı Tuon, soğuk bir sesle. “Ben de seni sarayıma getirerek tehlikeye attığımı düşünmüştüm. Anlaşılan, esas kendim için endişelenmeliymişim.” Tuon çok hafif bir sesle içini çekti. “Sanırım, akıllıca olsa da olmasa da, bana yüreğimin söylediğini yapmak için bir fırsat veriyorsun – belki zorunlu kılıyorsun.” Ayağa kalktı. “General Galgan, birliklerini topla. Merrilor Meydanı’na dönüyoruz.”


Egwene Toprak ördü ve Sharalıların arkasına saklandığı kayaları yok etti. Diğer Aes Sedailer hemen saldırdılar ve çıtırdayan havaya örgüler fırlattılar. Sharalılar ateş, şimşek ve patlamalarla öldüler.

Yayla’nın bu tarafı molozlarla öyle kaplanmıştı, çukurlarla öyle delik deşik olmuştu ki, korkunç bir depremin ardından bir şehrin harabeleri gibi görünüyordu. Hâlâ geceydi ve savaşmaya başlayalı… Işık, Gawyn öldükten sonra ne kadar zaman geçmişti? Saatler.

Egwene çabalarını arttırdı ve Gawyn’e dair düşüncelerin onu yıkmasına izin vermedi. Saatler içinde, Aes Sedailer ve Sharalılar Yayla’nın batı tarafında durmaksızın çekişmişlerdi. Egwene onları yavaş yavaş doğuya sürüyordu.

Zaman zaman Egwene’in tarafı kazanıyormuş gibi görünüyordu, ama son zamanlarda gittikçe daha fazla Aes Sedai bitkinlik ya da Tek Güç yüzünden yere yıkılıyordu.

Dumanların içinden bir başka yönlendirici grubu, Tek Güç çekerek yaklaştı. Egwene onları göremiyor ama sezebiliyordu.

“Örgülerini savuşturun!” diye bağırdı Egwene, en önde durarak. “Siz savunun, ben saldıracağım!”

Diğer kadınlar çağrısını tekrarlayarak savaş hattı boyunca mesajı yaydı. Artık yalıtılmış gruplar halinde savaşmıyorlardı. Tüm Ajahlardan kadınlar Egwene’in iki yanında, yüzlerinde konsantrasyonla dizilmişlerdi. Muhafızlar önlerinde duruyorlardı. Sağlayabildikleri tek koruma, bedenleriyle örgüleri durdurmaktı.

Egwene, Leilwin’in arkasından yaklaştığını hissetti. Yeni Muhafız görevlerini ciddiye alıyordu. Bir Seanchan, Son Savaş’ta Muhafızı olarak savaşıyordu. Neden olmasın? Dünyanın kendisi darmadağın oluyordu. Egwene’in ayaklarının çevresindeki çatlaklar bunu kanıtlıyordu. O çatlaklar, öncekiler gibi yok olmamıştı – karanlık kalmıştı. Bu bölgede şerateş çok fazla kullanılmıştı.

Egwene, hareketli bir duvara benzeyen bir ateş dalgası daha salıverdi. Duvar geçerken cesetler tutuştu ve geride yalnızca dumanları tüten kemik yığınları kaldı. Saldırı yeri kavurdu, kararttı ve Sharalılar örgüyle mücadele etmek için bir oldular. Egwene, onlar örgüsünü dağıtmadan, birkaç tanesini öldürdü.

Diğer Aes Sedailer onların örgülerini savuşturdular ya da yok ettiler. Egwene tekrar denemek için gücünü topladı, Öyle yorgunum ki… diye fısıldadı bir parçası. Egwene, çok yorgunsun. Bu iş tehlikeli olmaya başladı.

Leilwin kırık bir kayaya takılıp sendeleyerek yaklaştı ve önde ona katıldı. “Haber getirdim Anne,” dedi Seanchanların peltek aksanıyla. “Asha’manlar mühürleri geri aldı. Mühürler önderlerinde.”

Egwene rahat bir nefes aldı. Ateş ördü ve bu sefer sütunlar halinde yolladı. Alevler çevrelerindeki harap olmuş zemini aydınlattı. M’Hael’in sebep olduğu çatlaklar onu çok endişelendiriyordu. Yeni bir örgüye başladı, ama sonra durdu. Yanlış bir şey vardı.

Egwene döndüğünde, erkek kolu genişliğinde bir şerateş sütunu Aes Sedailerin arasına dalarak yanın düzine kadını buharlaştırdı. Çevrelerinde, hiç yoktan patlamalar belirdi ve savaşan diğer kadınlar bir anda öldüler.

Şerateş bizi ölümden koruyan kadınları kavurdu… ama o kadınlar o örgüleri örmeden önce Desen’den silinmiş oldular ve Shara saldırılarını yok edemediler. Şerateş Desen’den bir ipliği geriye doğru silerdi.

Olay zinciri felaketti. Ölmüş olması gereken Sharalılar artık yaşıyorlardı ve öne atıldılar – erkekleri köpek gibi yeri pençeliyordu. Kadınları ise, bağ kurmuş dörderli beşerli gruplar halinde yürüyordu. Egwene şerateşin kaynağını aradı. Hiç bu kadar büyük bir şerateş çubuğu görmemişti; o kadar güçlüydü ki, iplikleri birkaç saat öncesine kadar yakmış olmalıydı.

M’Hael’i Yayla’nın üzerinde dururken buldu. Etrafındaki hava, bir kabarcık oluşturacak şekilde çarpılmıştı. Çevresinde, kayadaki çatlaklardan yosun ya da likene benzeyen siyah kollar yayılıyordu. Yayılan bir hastalık. Karanlık. Hiçlik. Herkesi yok edecekti.

Bir başka şerateş çubuğu yeri delerek geldi ve kadınlara dokundu, bedenlerinin parlayıp yok olmasına sebep oldu. Havanın kendisi, M’Hael’den kaynaklanan bir patlamayla kırıldı adeta. Önceki fırtına, daha da güçlü geri döndü.

“Sana kaçmayı öğrettiğimi sanıyordum,” diye hırladı Egwene, ayağa kalkıp gücünü toparlayarak. Ayaklarının dibinde yer çatladı ve hiçliğe açıldı.

Işık! Egwene o delikteki boşluğu hissedebiliyordu. Örmeye başladı, ama yeni bir şerateş saldırısı savaş meydanına uçarak sevdiği kadınlar öldürdü. Yer sarsılınca Egwene yere düştü. Sharalılar saldırarak Egwene’in takipçilerini katletmeye başlayınca çığlıklar yükseldi. Aes Sedailer güvenlik arayarak dağıldılar.

Yerdeki çatlaklar, Yayla’ya çekiçle vurulmuş gibi, yayıldılar.

Şerateş. Egwene’in de şerateşe ihtiyacı vardı. Onunla savaşmanın tek yolu buydu! Dizleri üzerinde doğruldu ve yüreğinin burkulmasına aldırmadan yasak örgüyü örmeye başladı.

HAYIR. Şerateş kullanmak dünyayı yıkıma doğru itmekten başka işe yaramazdı.

O zaman ne?

Bu yalnızca bir örgü Egwene. Perrin’in sözleri. Düşler Dünyası’nda Egwene’i gördüğünde ve şerateşin kendisine çarpmasını engellediğinde söylediği sözler. Ama bu, sıradan bir örgü değildi. Buna benzeyen başka örgü yoktu.

Çok bitkindi. Bir anlığına durunca, uyuşturucu bitkinliği hissedebilir olmuştu. O bitkinliğin derinliklerinde, Egwene Gawyn’in ölümünün getirdiği acı kayıp duygusunu hissedebiliyordu.

“Anne!” dedi Leilwin, onu omzundan çekerek. Kadın yanında kalmıştı. “Anne, gitmek zorundayız! Aes Sedailer bozuldu! Sharalılar bizi alt etti.”

İleride, M’Hael onu gördü. Gülümseyerek ona doğru yürüdü. Bir elinde asayı taşıyordu ve diğerini, avcu yukarı bakacak şekilde, Egwene’e doğru uzatmıştı. M’Hael şerateşle Egwene’i kavurursa ne olurdu? Son iki saat yok olurdu. Egwene’in Aes Sedaileri toparlaması. Öldürdüğü düzinelerce Sharalı…

Yalnızca bir örgü…

Onun gibi başkası yok.

Öyle olmuyor ama, diye düşündü Egwene. Madalyonun iki yüzü var. Güç’ün iki yarısı. Sıcak ve soğuk, ışık ve karanlık, kadın ve erkek.

Bir örgü varsa karşıtı da olmalı.

M’Hael şerateş salıverdi ve Egwene… bir şey yaptı. Daha önce, çatlaklar üzerinde denediği örgü, ama çok daha güçlü ve kapsamlı: görkemli, harika bir örgü, tüm Beş Güç’ün birleşimi. Önüne yerleşti. Egwene bağırdı ve örgüyü sanki ruhundan yolladı. Saf beyaz sütun M’Hael’in örgüsünün ortasına çarptı.

İkisi birbirlerini yok ettiler. Tıpkı kızgın su ve buz gibi suyun karışması gibi. Güçlü bir ışık çakması her şeyi etkisi altına aldı, Egwene’i kör etti, ama yaptığı şeyin bir şey yarattığını hissedebiliyordu. Desen’i güçlendiren bir şey. Çatlaklar yayılmayı bıraktı ve içlerine bir şey, istikrar sağlayan bir güç doldu. Yara kabuğu gibi. Kusursuz bir onanın değildi, ama en azından bir yamaydı.

Egwene bağırarak, kendini ayağa kalkmaya zorladı. M’Hael’le dizleri üzerinde yüzleşemezdi! Tutabildigince Güç çekti ve Amyrlin’in gazabıyla Terkedilmişe fırlattı.

İki güç akışı çarpışırken çevreye ışık fışkırttı. Egwene’in çevresinde çatlaklar iyileşirken, M’Hael’in çevresinde yer yarıldı. Egwene ne ördüğünü hâlâ bilmiyordu. Şerateşin tersi. Ona ait bir ateş: bir ışık ve onarım örgüsü.

Tar Valon Alevi.

Sonsuzluk gibi gelen bir an boyunca, iki güç denklik içinde çatıştı. O anda Egwene üzerine bir huzur çöktüğünü hissetti. Gawyn’in ölümünün acısı soldu. O yeniden doğacaktı. Desen sürecekti. Kullandığı örgü öfkesini yatıştırdı ve yerine huzur getirdi. Egwene saidarın, bunca zamandır ona rehberlik eden o parlak huzurun daha da derinlerine uzandı.

Ve daha fazla Güç çekti.

Ürettiği enerji akıntısı M’Hael’in şerateşini bir kılıç gibi yardı, Güç’ü dağıtarak akıntının içinden ta M’Hael’in uzattığı ele kadar ilerledi. Eli deldi ve adamın göğsüne aktı.

Şerateş yok oldu. M’Hael, ağzı bir karış açık, sallandı. İri iri açılmış gözlerle bakarken, içten dışa kristalleşti ve buz gibi dondu. Adamdan rengarenk, güzel bir kristal büyüdü. Yontulmamış ve kabaydı, toprağın çekirdeğinden çıkmış gibi görünüyordu. Bir şekilde, Egwene Alev’in kendini Gölge’ye adamamış biri üzerinde daha az etkili olacağını biliyordu.

Elindeki Güç’e tutundu. Çok fazla Güç çekmişti. Onu bırakırsa kavrulacağım, bir daha tek damla yönlendiremeyeceğini biliyordu. Bu son anda, Güç içinden kabarıp akıyordu.

Uzakta, kuzeyde bir şey titredi. Rand’ın savaşı sürüyordu. Arazideki çatlaklar yayıldı. M’Hael ile Demandred’in şerateşi işini görmüştü Burada, dünya dağılıyordu. Yayla’da siyah çizgiler genişledi ve Egwene zihin gözüyle onların açıldığını, toprağın parçalandığını ve buradaki tüm yaşamı içine çeken bir boşluk belirdiğini gördü.

“Işığa dikkat et,” diye fısıldadı Egwene.

“Anne?” Leilwin hâlâ yanında, diz çökmüştü. Çevrelerinde yüzlerce Sharalı yerden kalkıyordu.

“Işığa dikkat et Leilwin,” dedi Egwene. “Amyrlin Makamı olarak sana emrediyorum – Karanlık Varlık’ın zindanının mühürlerini bul ve onları kır. Işık parladığı anda yap bunu. Ancak o zaman ışık bizi kurtarabilir.”

“Ama…”

Egwene bir kapıyol ördü ve Leilwin’i Hava’yla bağlayarak kapıyoldan güvenliğe itti. O giderken, Egwene kadının bağını salıverdi ve kısa bağlantılarını kesti.

“Hayır!” diye haykırdı Leilwin.

Kapıyol kapandı. Hiçliğe açılan siyah çatlaklar, yüzlerce Sharalıyla karşı karşıya kalan Egwene’in çevresinde yayıldı. Aes Sedaileri güç ve yiğitlikle savaşmıştı, ama o Sharalı yönlendiriciler hâlâ yaşıyordu. Bazdan çekingenlikle, bazıları zaferle gülümseyerek çevresini sardılar.

Egwene gözlerini kapattı ve daha fazla güç çekti. Bir kadının çekebilmesi gerekenden, çekilmesi doğru olandan çok daha fazlasını. Güvenli olandan, akıllıca olandan daha fazlasını. Bu sa’angrealde bunu önleyecek sınır yoktu.

Bedeni tükenmişti. Egwene onu yukarı uzattı ve bir ışık sütunu oldu, Tar Valon Alevi’ni altındaki toprağa ve gökyüzüne, yükseklere gönderdi. Güç onu sessiz, güzel bir patlamanın ortasında bıraktı, Sharalıları kapladı ve M’Hael’le savaşında ortaya çıkan çatlakları kapattı.

Egwene’in ruhu, yere yıkılan bedeninden ayrıldı ve o dalgaya binerek Işık’a gitti.


Egwene öldü.

Rand inkar, öfke ve üzüntü içinde haykırdı.

“O olmaz! O OLMAZ!”

ÖLÜLER BENİM.

“Shai’tan!” diye bağırdı Rand. “O olmaz!”

HEPSİNİ ÖLDÜRECEĞİM DÜŞMAN.

Rand eğildi ve gözlerini sıkıca yumdu. Seni koruyacağım, diye düşündü. Ne olursa olsun seni güvende tutacağım, yemin ederim. Yemin ederim…

Ah, Işık. Egwene’in adı ölüler listesine eklenmişti. Gittikçe uzayan o liste zihninde gürleyip duruyordu. Başarısızlıkları. Onca başarısızlık.

Onları kurtarabilmiş olmalıydı.

Karanlık Varlık saldırmaya, Rand’ı parçalayıp ezmeye çalışmaya devam ediyordu.

Ah, Işık. Egwene olmaz.

Rand gözlerini yumdu ve bir sonraki saldırıyı engellemeyi zar zor başararak yere yıkıldı.

Karanlık üzerine çöktü.


Leane kolunu kaldırdı ve muhteşem ışık patlamasına karşı gözlerini perdeledi. Patlama karanlıktaki yamacı aydınlattı ve bir anlığına yalnızca ışık kaldı. Sharalılar yerlerinde dondular ve kristalleşirken geriye gölgeler düşürdüler.

Güç sütunu, bir işaret ateşi gibi havaya yükseldi ve sonra soldu.

Leane dizlerinin üzerine çöktü ve düşmemek için bir elini yere dayadı. Yer kristalden bir örtüyle kaplanmıştı. Parçalanmış kayaların üzerinde kristaller büyüyor, yaralı araziyi kaplıyordu. Çatlakların açıldığı yerler, minik ırmaklara benzeyen kristallerle dolmuştu şimdi.

Leane ayağa kalktı ve kristale dönmüş, zamanın içinde ölmüş Sharalıların yanından geçerek ilerledi.

Patlamanın ortasında, kocamış bir meşinyaprak ağacı kadar geniş, on beş metre yüksekliğinde bir kristal sütunu buldu. Ortasında yivli bir çubuk vardı, Vora’nın sa’angreali. Amyrlin’den iz yoktu, ama Leane anladı.

“Amyrlin Makamı düştü,” diye bağırdı yakındaki bir Aes Sedai, kristalleşmiş Sharalıların arasından. “Amyrlin Makamı düştü!”


Gök gürledi. Berelain yatağın kenarından başını kaldırdı, sonra ayaklandı. Galad’ın elini bırakarak taş duvara oturtulmuş pencereye yürüdü.

Deniz çalkalanıyor, dışarıdaki kayalara vurarak kırılıyor ve öfkelenmiş gibi kükrüyordu. Belki de acı çekiyormuş gibi. Beyaz köpükler şiddetle, kırık ışıklar saçan şimşeklerle yarılan bulutlara doğru fışkırıyordu. Berelain izlerken gecenin içinde bulutlar, bu mümkünmüş gibi, daha da karardılar.

Henüz şafağa bir saat vardı. Ama bulutlar o kadar yoğundu ki, Berelain doğan güneşi göremeyeceğini biliyordu. Galad’ın yanına döndü, oturdu ve adamın elini tuttu. Ne zaman bir Aes Sedai gelip ona Şifa verecekti? Galad, kâbus fısıltıları dışında, hâlâ baygındı. Kıvranıyordu ve boynunda bir şey parlıyordu.

Berelain gömleğinin altına uzandı ve bir madalyon çıkardı. Tilki başı biçimindeydi. Onu ovaladı.

“…Cauthon’a götür…” diye fısıldadı Galad, gözlerini açmadan. “… Umut…”

Berelain bir an için, dışarıda yeryüzünü boğan, pencerelerden ve kapı altlarından sürünen karanlık bizzat Karanlık Varlık’a aitmiş gibi hissetti. Ayağa kalktı, Galad’ı bıraktı ve madalyonu taşıyarak hızla yürüdü.


“Amyrlin Makamı öldü,” diye rapor verdi Arganda.

Kan ve lanet küller, diye düşündü Mat. Egwene. Egwene de mi? Yüzüne yumruk yemiş gibi hissediyordu.

“Dahası,” diye devam etti Arganda, “Aes Sedailer, kadınlarının yarısını kaybettiklerini raporladılar. Kalanlar… ki bu bire bir alıntı … bir tüyü kaldırabilecek kadar Tek Güç yönlendiremiyorlar. Aes Sedailer savaş dışında kaldı.”

Mat homurdandı. “Kaç Sharalı yönlendirici öldürdüler?” diye sordu, kendini hazırlayarak.

“Tamamını.”

Mat, Arganda’ya baktı ve kaşlarını çattı. “Ne?”

“Tüm yönlendiricileri,” dedi Arganda. “Aes Sedailerle savaşan tüm Sharalı yönlendiricileri.”

“Etkileyici,” dedi Mat. Ama Egwene…

Hayır. Şu anda onu düşünemezdi. O ve halkı Sharalı yönlendiricileri durdurmuştu.

Sharalılar ve Trolloclar toparlanmak üzere geri çekilmişti. Mat fırsattan faydalanarak aynısını yapıyordu.

Güçleri –ya da güçlerinden kalanlar– Yayla’ya yayılmıştı. Kalanları bir araya getirmişti. Sınırboylular, Ejderyeminliler, Loial ve Ogierler, Tam’in birlikleri, Beyazcüppeler, Kızıl El Birliği’nin askerleri. Sıkı savaşıyorlardı, ama düşmanları sayıca çok üstündü. Sırf Sharalılarla uğraşırken de yeterince kötüydü, ama Trolloclar Yayla’nın doğu tarafından tırmanmayı başardıktan sonra, kendilerini iki cephede savunmaları gerekmişti. Son bir saat içinde, kuzeye doğru bin adımdan daha fazla çekilmişlerdi ve arka saflar neredeyse platonun kenarına ulaşmıştı.

Bu son saldırı olacaktı. Savaşın sonu. Sharalı yönlendiriciler yok olduğuna göre, Mat tamamen ezilmeyecekti, ama Işık… lanet Trolloclardan o kadar çok vardı ki hâlâ. Mat bu dansta iyi dans etmişti. Ettiğini biliyordu. Ama yapabildikleri kısıtlıydı. Tuon’un geri dönüşü bile yeterli olmayabilirdi, tabii dönerse.

Arganda savaş meydanının diğer bölgelerinden gelen raporları idare ediyordu – adam savaşamayacak kadar kötü yaralanmıştı ve kimsede ona Şifa verecek kadar Güç kalmamıştı. İşini iyi yapıyordu. İyi bir adam. Mat onu Birlik’te kullanabilirdi.

Trolloclar saldırmak için toparlandılar, cesetleri yoldan çektiler ve başlarında Myrddraallerle, yumruklar oluşturdular. Mat’e hazırlanmak için beş-on dakika verecekti bu. Sonra başlayacaktı.

Lan haşin bir ifadeyle yaklaştı. “Adamlarımın ne yapmasını istersin Cauthon?”

“Şu Trolloclarla savaşmaya hazırlanın,” dedi mat. “Son zamanlarda Mayene’i kontrol eden oldu mu? Şifa verilmiş birkaç birlik adam gelmesi için harika bir zaman.”

“Senin için kontrol ederim,” dedi Lan. “Sonra adamlarımı hazırlarım.”

Lan çekilirken Mat heybelerini karıştırdı. Rand’ın bayrağını, kadim Aes Sedai bayrağını çıkardı. Onu daha önce, bir işe yarayabileceğini düşünerek almıştı. “Biri bunu göndere çeksin. Rand’ın kahrolası adına savaşıyoruz. Gölge’ye bununla gurur duyduğumuzu gösterelim.”

Dannil bayrağı aldı ve direk olarak kullanabileceği bir mızrak buldu. Mat derin bir nefes aldı. Nasıl konuştuklarına bakılırsa, Sınırboylular bunun görkemli, kahramanca ve intihara varan bir saldırı olacağını düşünüyorlardı. Thom’un şarkıları hep böyle biterdi… Mat’in kendini asla içinde bulmayacağını umduğu türden şarkılar. Pek minik bir umuttu şimdi.

Düşün, düşün. Uzakta, Trolloc boruları çalınmaya başladı. Tuon gecikmişti. Gelecek miydi? İçten içe, gelmeyeceğini umuyordu. Savaş bu kadar kötüye giderken, Seanchanlar bile yeterli olmayabilirdi.

Bir açıklığa ihtiyacı vardı. Hadi gel şans! Bir başka kapıyol açıldı ve Arganda gidip habercinin raporunu aldı. Ne tür bir haber olduğunu bilmek için Mat’in işitmesine gerek yoktu, çünkü Arganda geri döndüğünde kaşları çatıktı.

“Tamam,” dedi Mat, içini çekerek. “Neymiş haber?”

“Andor Kraliçesi ölmüş,” dedi Arganda.

Kanlı küller! Elayne olmaz! Mat’in içi burkuldu. Rand… Çok üzgünüm. “Orada komuta kimde? Bashere’de mi?”

“Ölmüş,” dedi Arganda. “Karısı da. Andor kargılılarına düzenlenen bir saldırı sırasında ölmüşler. Altı da Aiel klan şefi kaybetmişiz. Irmak yatağındaki Andorlularla Aiellere önderlik eden kimse yok. Hızla dağılıyorlar.”

“Sonunuz geldi!” Demandred’in değişmiş sesi, platonun diğer ucundan Mat’e kadar geldi. “Lews Therin sizi terk etti! Ölürken ona haykırın. Acınızı hissetsin.”

Oyunun son hamlelerine gelmişlerdi ve Demandred elini iyi oynamıştı. Mat bitkin birliklerine baktı. Çoğu yaralıydı. İnkar etmek imkansızdı, çaresiz durumdaydılar.

“Aes Sedaileri çağırt,” dedi Mat. “Tüy bile kaldıramayacaklarını söylemeleri umurumda değil. Belki iş canlarını kurtarmaya gelince, orada burada birkaç ateş topu için bir parça güç bulabilirler. Dahası Muhafızları hâlâ savaşabiliyor.”

Arganda başını salladı. Yakında bir kapıyol açıldı ve iki perişan görünüşlü Asha’man sallanarak geçti. Naeff ve Neald yanık izleri taşıyordu ve Naeff’in Aes Sedai’si yanında değildi.

“Ee?” diye sordu Mat üçüne.

“Oldu,” dedi Neald hırlayarak.

“Tuon?”

“Casusu bulmuşlar anlaşılan,” dedi Naeff. “İmparatoriçe işaretin üzerine dönmek için bekliyor.”

Mat nefes alarak savaş meydanının havasını tattı, kurduğu savaşın ritmini hissetti. Tuon’la bile, kazanabileceğinden emin değildi. Elayne’in ordusu dağılmışken, Aes Sedailer yönlendiremeyecek kadar zayıflamışken değil. Egwene, onun İki Nehirli inadı, demirden yüreği olmadan değil. Bir mucize olmadan değil.

“Onu çağır Naeff,” dedi Mat. Kâğıt ve kalem istedi ve bir not yazıp Asha’man’a uzattı. Tuon’un güvenli bir yere uçmasına dair bencilce arzuyu bastırdı. Kanlı küller, hiçbir yer güvenli değildi. “Bunu İmparatoriçe’ye ver Naeff. Bu talimatlara harfiyen uyması gerektiğini söyle.”

Sonra Neald’a döndü. “Senin Talmanes’e gitmeni istiyorum,” dedi. “Plana göre harekete geçsin.”

İki yönlendirici, mesajlan iletmek üzere yanından ayrıldı.

“Yeterli olacak mı?” diye sordu Arganda.

“Hayır,” dedi Mat.

“O zaman neden?”

“Çünkü elimden gelen her şeyi denemeden bu savaşın avuçlarımdan kayıp gitmesine izin vermektense Karanlıkdostu olmayı tercih ederim Arganda.”

“Lews Therin!” diye bağırdı Demandred. “Gel de benimle yüzleş! Bu savaşı izlediğini biliyorum! Ona katıl! Savaş!”

“Bu adamdan bıkmaya başladım,” dedi Mat.

“Cauthon, bak, şu Trolloclar yeniden toparlandı,” dedi Arganda. “Sanırım saldırmak üzereler.”

“Zamanı geldi. Saf tutalım,” dedi Mat. “Lan nerede? Geri dönmedi mi daha? Bu işi o olmadan yapmayı hiç istemem.”

Mat döndü ve Arganda emirler bağırırken saflara göz gezdirdi. Arganda kolunu yakalayıp Trollocları gösterdiğinde o tarafa dikkat kesildi. Mat ateşlerin ışığında, siyah bir aygırın sırtında Yayla’nın doğu yamacındaki Trolloc sürüsünün sağ kanadına doğru atılan yalnız bir atlı gördüğünde içi ürperdi. Demandred’e doğru gidiyordu.

Lan kendi savaşına gitmişti.


Trolloclar gecenin içinde yarığa uzanıyor, Olver’in kolunu tırmalıyor, onu oradan çıkarmaya çalışıyorlardı. Diğerleri yanları kazıyordu ve Olver’in üzerine toprak yağıyor, yanaklarındaki gözyaşlarına ve çiziklerden akan kana yapışıyordu.

Kendini titremekten alamıyordu. Yerinden de kıpırdayamıyordu. Yaratıklar pis parmaklarla onu çekiştirir, toprağı kazarak gittikçe yaklaşırken dehşet içinde titriyordu.


Loial bir kütüğün üzerine oturmuş, savaş hızlanmadan önce biraz dinleniyordu.

Bir saldırı. Evet, bu işin bitmesi için iyi bir yol olurdu. Loial’ın her yeri ağrıyordu. Savaş hakkında çok kitap okumuştu ve daha önce de savaşlara katılmıştı, bu yüzden ne beklemek gerektiğini biliyordu. Ama bir şeyi bilmekle yaşamak birbirinden tamamen farklıydı; zaten bu yüzden yurttan ayrılmıştı.

Bir gün boyunca hiç durmadan savaştıktan sonra, kolları ve bacakları derin bir yorgunlukla içten içe yanıyordu. Baltasını kaldırdığı zaman o kadar ağır geliyordu ki, neden sapının kırılmadığını merak ediyordu.

Savaş. Onu tecrübe etmeden yaşayabilirdi. İki Nehir’deki çılgın çatışmadan çok daha fazlasıydı. Orada ölüleri taşımak ve yaralılarla ilgilenmek için zamanlan vardı en azından. Orada mesele, kararlılıkla direnmek ve saldırı dalgalarına karşı koymaktı.

Burada, beklemek için, düşünmek için zaman yoktu. Erith kütüğün yanında yere oturmuştu ve Loial elini onun omzuna koymuştu. Erith gözlerini kapatıp ona yaslanmıştı. Kusursuz kulakları ve harika kaşlarıyla amma güzeldi. Loial giysilerinin üzerindeki kan lekelerine bakmadı; bir kısmının kendine ait olmasından korkuyordu. Yorgunluktan hissedemediği parmaklarla Erith’in omzunu ovalıyordu.

Loial savaş meydanında kendisi ve diğerleri için bazı notlar almıştı. Böylece savaşın şimdiye kadar nasıl gittiğini kaydetmişti. Evet, son bir saldırı. Bu, yazdığı zaman, hikâye için iyi bir son olacaktı.

Hikâyeyi yazacakmış gibi davranıyordu. Küçücük bir yalanın zararı olmazdı.

Askerlerin arasından bir atlı fırladı ve atını dörtnala Trollocların sağ kanadına sürdü. Mat bundan memnun kalmayacaktı. Tek bir adam, tek başına ölecekti. Loial, gördüğü onca ölümden sonra, bu adamın ölümü karşısında üzülebildigini fark ederek şaşırdı.

O adam tanıdık geliyor, diye düşündü. Evet, at yüzünden. O atı daha önce defalarca görmüştü. Lan, diye düşündü uyuşuk uyuşuk. Tek başına saldırıya geçen Lan.

Loial ayağa kalktı.

Baltasını omuzlarken Erith ona döndü.

“Bekle,” dedi Loial ona. “Sen diğerleriyle savaş. Benim gitmem lazım.”

“Gitmek mi?”

“Buna tanık olmam lazım,” dedi Loial. Malkierlilerin son kralının düşüşü. Bunu kitabına dahil etmesi lazımdı.


“Saldırmaya hazırlanın!” diye bağırdı Arganda. “Askerler, saf tutun! Okçular öne, sonra süvariler, piyadeler arkadan gelmeye hazırlansın! ”

Bir saldırı, diye düşündü Tam. Evet, tek umudumuz bu. İttirmeye devam etmeleri lazımdı, ama salları o kadar seyrekti ki. Mat’in ne yapmaya çalıştığını görebiliyordu, ama işe yaramayacaktı.

Yine de savaşmaları gerekiyordu.

“Eh, o öldü,” dedi bir paralı asker Tam’in yakınından, başını Trolloc kanadına doğru ilerleyen Lan Mandragoran’a doğru sallayarak. “Lanet Sınırboylular.”

“Tam…” dedi Abell yanından.

Yukarıda, gökyüzü karardı. Geceleyin bu mümkün müydü? O korkunç, kaynayan bulutlar gittikçe alçalıyor gibiydi. Yayla’da yanan ateşlere rağmen, Tam gece siyahı aygırın sırtındaki Lan’i neredeyse göremez olmuştu. Ateşlerin ışığı çok zayıftı.

Demandred’e sürüyor atını, diye düşündü Tam. Ama arada bir Trolloc duvarı var. Tam ok başının arkasına reçineye batırılmış paçavra bağlanmış bir ok çekti ve yayına taktı. “İki Nehirliler, ok atmaya hazırlanın! ”

Yakındaki paralı asker güldü. “En az yüz adım var! Adamı iğne yastığına çevireceksiniz.”

Tam adama baktı, sonra oku aldı ve bir meşalenin alevine tuttu. Paçavra tutuştu. “İlk saf, işaretimle!” diye bağırdı Tam, saf boyunca iletilen diğer emirleri duymazdan gelerek. “Lord Mandragoran’a yolunu aydınlatacak küçük bir şeyler verelim!”

Tam akıcı bir hareketle ok çekti ve paçavra parmaklarını ısıtırken salıverdi.

Lan atını Trolloclara doğru sürüyordu. Mızrağı ve üç yedeği saatler önce kırılmıştı. Boynunda, Berelain’in basit bir not eşliğinde kapıyol aracılığıyla ilettiği soğuk madalyonu taşıyordu.

Galad’ın bunu nasıl edindiğini bilmiyorum, ama Cauthon’a göndermek istediğini düşünüyorum.

Lan yapmakta olduğu şeyi enine boyuna değerlendirmemişti. Boşluk bu tür şeylere izin vermezdi. Bazıları bunu pervasızca, düşüncesizce, intihara varan bir saldırı olarak görecekti. Bu üçünden en az biri olmayan insanlar dünyayı nadiren değiştirmişti. Bağ aracılığıyla Nynaeve’e gönderebildiği kadar teselli gönderdi ve sonra savaşmaya hazırlandı.

Lan Trolloclara yaklaştığında, yaratıklar onu durdurmak için bir mızrak duvarı oluşturdular. O duvarı aşmaya çalışan bir at şişlenirdi. Lan, boşluğun içinde sakin, ilk mızrağın başını biçip hattı yarmayı planlayarak derin bir nefes aldı.

İmkansız bir hamleydi bu. Trollocların yapması gereken tek şey omuz omuza verip onu yavaşlatmaktı. Ardından Mandarb’ı ele geçirip Lan’i eyerden çekebilirlerdi.

Ama birinin Demandred’i yok etmesi gerekiyordu. Lan, madalyon boynunda, kılıcını kaldırdı.

Yanan bir ok gökyüzünde akarak geldi ve tam önündek Trollocun boğazına saplandı. Lan hiç duraksamadan, düşen Trollocu mızrak hattındaki boşluk olarak kullandı. Onu ezerek, Gölgedöllerini itip geçti. Şimdi yapması gereken…

Bir ok daha geldi ve bir Trollocu düşürdü. Sonra peş peşe bir tane daha, bir tane daha. Mandarb şaşkına dönmüş, yanan, ölen Trollocların arasından geçerken koca bir yanan ok yağmuru önüne düştü.

“Malkier!” diye bağırdı Lan, Mandarb’ı mahmuzlayıp leşleri ezerek, ama yol açıldıkça hızını koruyarak. Önüne bir ışık yağmuru yağıyordu, her ok hedefi tam on ikiden vuruyor, önüne çıkmaya çalışan bir Trollocu öldürüyordu.

Gürleyen nal sesleri eşliğinde, ölen Trollocları iterek geçerken, yanan oklar karanlıkta ona yol gösteriyordu. İki yanında yoğun bir Trolloc kalabalığı vardı, ama önündekiler düşüyor ve düşüyordu, öyle ki sonunda hiç kalmadı.

Teşekkür ederim Tam.

Lan atını yavaşlatarak, Yayla’nın doğu yamacı boyunca eşkin sürdü. Askerleri ve Gölgedöllerini geride bırakmıştı ve artık yalnızdı. Saçlarının arasında esen rüzgarla birdi, altında onu taşıyan kaslı hayvanla birdi, hedefi ve kaderi olan avıyla birdi.

Demandred nal seslerini duyunca ayağa kalktı. Sharalı eşlikçileri önünde doğruldular.

Lan kükreyerek Mandarb’ı mahmuzladı ve yoluna çıkan Sharalıların üzerine sürdü. Aygır sıçradı, ön ayakları önündeki korumaları yere indirdi. Mandarb döndü ve sağrısıyla daha fazla Sharalı devirirken ön ayakları başkalarını ezdi.

Lan kendini eyerden yere attı – Mandarb’ın yönlendirmeye karşı koruması yoktu ve bu yüzden at sırtından savaşmak, Demandred’i atını öldürmeye davet etmek olurdu. Yere koşarak, kılıcı elinde indi.

“Bir tane daha mı?” diye kükredi Demandred. “Lews Therin, beni…”

Lan yanına yaklaşıp, Diken Çiçeği Borada Süzülüyor duruşunu, fırtına gibi bir saldırı duruşunu takınınca sustu. Demandred kılıcını kaldırdı ve darbeyi karşıladı, ama hamlenin gücüyle bir adım geriye kaydı. Şimşek kadar hızlı üç darbe değiş tokuşu yaptılar. Lan hareketlerine hiç ara vermeden, son hamlesiyle Demandred’i yanağından yakaladı. Lan hafif bir çekiştirme hissetti ve havaya kan fışkırdı.

Demandred yanağındaki yarayı yokladı ve gözleri irileşti. “Sen kimsin?” diye sordu.

“Seni öldürecek olan adam.”


Min koşarak kapıyoldan geçen ve Merrilor’daki savaş meydanına yönelen torm’un sırtından baktı. Oraya vardıklarında, yaratığın savaşın çılgınlığına dayanabileceğini umuyordu. Uzakta ateşler ve meşaleler, bir yiğitlik ve kararlılık sahnesini aydınlatan ateşböcekleri gibi parlıyordu. Işıkların titreşmesini, yakında sönecek bir ateşin son közlerini izledi.

Rand, uzakta, kuzeyde titriyordu.


Desen Rand’ın çevresinde dönerek onu izlemeye zorladı. Rand, sel gibi akan gözyaşlarıyla izledi. İnsanların mücadelesini gördü. Düşüşlerini izledi. Elayne’in yapayalnız, tutsak olmasını, bir Dehşetlordunun çocuklarını onun rahminden koparıp almaya hazırlanmasını izledi. Zihni ele geçirilmiş, Terkedilmişlerden birinin piyonu olmuş Rhuarc’ı izledi.

Mat’in, çaresizlik içinde, korkunç bir savaşla yüzleşmesini izledi.

Lan’in ölümüne gitmesini izledi.

Demandred’in sözleri içini yiyordu. Karanlık Varlık’ın baskısı onu pençelemeye devam ediyordu.

Rand başarısız olmuştu.

Ama zihninin bir köşesinde bir ses vardı. Kırılgan, neredeyse unutulmuş bir ses.

Bırak.


Lan kendini tutmadı.

Rand’a öğrettiği gibi savaşmıyordu. Dikkatli sınamalar, araziyi tartmalar, dikkatli değerlendirmeler yoktu. Demandred yönlendirebiliyordu ve madalyona rağmen, Lan düşmanına düşünecek zaman, ona kayalar fırlatacak ya da altındaki yeri yaracak zaman veremezdi.

Lan boşluğun daha da derinlerine daldı ve ona içgüdülerinin rehberlik etmesine izin verdi. Duygu eksikliğinin ötesine gitti, her şeyi yaktı. Araziyi tartmasına gerek yoktu, çünkü arazinin bir parçası olduğunu hissediyordu. Demandred’in gücünü sınamasına gerek yoktu. Onyıllarca deneyimi olan bir Terkedilmiş, Lan’in karşısına çıkan en yetenekli kılıç ustalarından biri olmalıydı.

Lan savaşan iki düşmanın çevresine yayılarak geniş bir halka olan Sharalıların belli belirsiz farkındaydı. Görünüşe göre Demandred yeteneklerine, başkalarının işine karışmasına izin vermeyecek kadar güveniyordu.

Lan bir dizi hamleyle döndü. Su Yamaç Aşağı Akıyor, Dağdaki Fırtına oldu, ardından Şahin Çalılara Dalıyor’a geçti. Duruşları, birbirine karışarak gittikçe büyüyen bir nehirdi. Demandred, Lan’in korktuğu kadar iyi dövüşüyordu. Adamın duruşları Lan’in bildiğinden biraz farklı olsa da, seneler kılıç dövüşünün doğasını değiştirmemişti.

“Sen… iyisin…” dedi Demandred homurdanarak. Rüzgar ve Yağmur’un önünde gerilerken, çenesinden kan damlıyordu. Lan’in kılıcı havada çaktı ve yakındaki ateşin kırmızı ışığını yansıttı.

Demandred Kıvılcım Çakmak ile karşılık verdi, ama Lan bunu bekliyordu, karşılamayı başardı. Böğrü çizildi, ama bunu görmezden geldi. Çarpışırken bir adım geriledi ve Demandred’e Tek Güç’le bir taşı alıp ona fırlatma fırsatı verdi.

Boşluğun içinde, taşın geldiğini hissetti. Dövüşe dair bir kavrayıştı bu – içinde, derinliklerde, ruhunun özüne işleyen bir kavrayış. Demandred’in adım atma tarzı, gözlerinin kaydığı yön, Lan’e tam olarak neyin geldiğini anlatıyordu.

Bir sonraki kılıç duruşuna akarken, Lan silahını göğsüne çaprazladı ve bir adım geriledi. İnsan başı büyüklüğünde bir taş tam önünden geçti. Lan öne aktı, kolu bir sonraki duruşu alırken kolunun altından bir başka taş uçtu ve onun rüzgarını hissetti. Lan kılıcını kaldırdı ve üçüncü taşın yolundan çekildi. Taş onu bir parmakla ıskaladı, ama giysilerini savurdu.

Demandred, Lan’in hamlesini bloke etti, ama boğuk bir sesle nefes verdi. “Sen kimsin?” diye fısıldadı yine. “Bu Çag’da hiç kimse bu kadar yetenekli değil. Asmodean? Hayır, olamaz. O böyle dövüşemez. Lews Therin? O yüzün ardındaki sensin, değil mi?”

“Ben sıradan bir adamım,” diye fısıldadı Lan. “Hep öyle oldum.”

Demandred hırladı, ama saldırıya geçti. Lan Dağdan Düşen Taşlarla karşılık verdi, ama Demandred’in gazabı karşısında birkaç adım geriledi.

Lan’in ilk saldırına rağmen Demandred kılıçta daha ustaydı. Lan bunu, ona ne zaman saldıracağını, ne zaman savuşturacağını, ne zaman adım atıp ne zaman geri çekileceğini söyleyen aynı sezgi sayesinde biliyordu. Belki denk güçlerle gelseler farklı olurdu. Ama gelmemişlerdi. Lan bütün gün savaşmışa ve en kötü yaralarına Şifa verilmiş olsa da, küçük yaralar hâlâ acıyordu. Bunun ötesinde, Şifa da güç tüketen bir şeydi.

Demandred ise dinlenmişti. Terkedilmiş konuşmayı bıraktı ve kendini düelloya verdi. Tek Güç kullanmayı da bıraktı ve kılıç oyununa odaklandı. Avantajlı duruma geçtiğinde sırıtmıyordu. Çok sırıtan bir adama benzemiyordu.

Lan, Demandred’den uzağa süzüldü, ama Terkedilmiş Dağdan Aşağı Koşan Yabandomuzu ile hamle yaptı ve Lan’i bir kez daha halkanın çeperine doğru sürdü, savunmasını aştı, onu kolundan, omzundan ve son olarak uyluğundan yaraladı.

Yalnızca son bir derse yetecek kadar zamanım var…

“Yakaladım seni,” diye hırladı Demandred sonunda, derin derin nefes alarak. “Her kimsen, seni yakaladım. Kazanamazsın.”

“Beni dinlememişsin,” diye fısıldadı Lan.

Son bir ders. En zor olanı…

Demandred saldırdı ve Lan açıklığı gördü. Öne atıldı, Demandred’in kılıcının ucunu kendi böğrüne aldı ve kendini kılıca sapladı.

“Ben buraya kazanmak için gelmedim,” diye fısıldadı Lan gülümseyerek. “Ben buraya seni öldürmek için geldim. Ölüm tüyden hafiftir.”

Demandred’in gözleri irileşti ve geri çekilmeye çalıştı. Çok geçti. Lan’in kılıcı boğazına saplandı.

Lan kılıçtan kayarak geri düşerken dünya karardı. Nynaeve’in korkusunu ve acısını hissetti ve ona aşkını gönderdi.

Загрузка...