“Geçmişte aramızda… bazı anlaşmazlıklar olduğunun farkındayım,” dedi Adelorna Bastine, Egwene’le birlikte kampın içinde at sürerken. Adelorna ince, azametli bir kadındı. Çekik gözleri ve siyah saçları Saldaealı soyuna işaret ediyordu. “Bizi düşman olarak düşünmeni istemem.”
“Hiç öyle düşünmedim,” dedi Egwene dikkatle, “ve düşünmüyorum da.” Adelorna’nın ‘biz’ derken kimi kastettiğini sormadı. Kadın bir Yeşil’di ve Egwene bir süredir onun Kumandan-General olduğunu tahmin ediyordu. Kumandan-General, Yeşillerin Ajah başına verdikleri isimdi.
“Bu iyi,” dedi Adelorna. “Ajah içinde bazıları aptalca davrandı. Onlara… hataları bildirildi. Seni en çok sevmeleri gerekenlerden daha fazla direniş görmeyeceksin Anne. Her ne olduysa, geçmişte kalsın.”
“Geçmişte kalsın,” diye yanıt verdi Egwene eğlentiyle. Şimdi, diye düşündü. Bunca şeyden sonra, şimdi Yeşiller beni sahiplenmeye çalışıyor, öyle mi?
Eh, onları kullanabilirdi. Onlarla ilişkilerinin düzeltilemez olduğundan korkmuştu. Vakanüvis’i olarak Silviana’yı seçmek pek çoğunun onu düşman olarak görmesine sebep olmuştu. Egwene pek çok kişinin, bir Muhafız edinmekle kalmayıp, bir de onunla evlenmiş olmasa, Kızıl Ajah’a katılacağını düşündüğünü duymuştu.
“Sormama izin verirsen,” dedi Egwene. “Bana… elinizi uzatmanıza… belli bir olay mı sebep oldu?”
“Bazıları Seanchan istilası sırasında yaptıklarını kabullenmeyi reddediyor Anne,” dedi Adelorna. “Bir savaşçının ruhuna sahip olduğunu kanıtladın. Bir generalin ruhuna. Bu, Yeşil Ajah’ın görmezden gelmemesi gereken bir şey. Tersine, seni örnek bir Yeşil olarak bağrımıza basmalıyız. Böyle yapılmasına karar verildi ve Ajah önderleri öyle emretti.” Adelorna Egwene’in gözlerine baktı, sonra başını eğdi.
İma açıktı. Adelorna Yeşil Ajah’ın başıydı. Bunu açık açık söylemek uygun olmazdı, ama Egwene’e bu bilgiyi vermek, ona güvendiğinin ve saygı duyduğunun işaretiydi.
Gerçekten aramızdan terfi etmiş olsaydın, diyordu jest, önderimizin kim olduğunu bilirdin. Sırlarımızı bilirdin. O sırları sana veriyorum. Jestte minnet de vardı. Seanchanlar Beyaz Kule’ye saldırdığında, Egwene Adelorna’nın hayatını kurtarmıştı.
Amyrlin Ajahsız olurdu – ve Egwene bu erdemi, ondan önce gelenlerden daha fazla ifade etmişti, çünkü gerçekten de o hiçbir Ajah’a ait olmamıştı. Yine de bu jest onu duygulandırmıştı. Elini minnetle Adelorna’nın koluna koydu, sonra gitmesine izin verdi.
Gawyn, Silviana ve Leilwin kenarda, Adelorna onunla özel olarak konuşmak istediği zaman onları gönderdiği yerde at sürüyordu. O Seanchan… Egwene ona göz kulak olmak için yakında tutmak ile onu çok çok uzaklara göndermek arasında kararsızdı.
Leilwin’in Seanchanlar hakkında verdiği bilgiler faydalı olmuştu. Egwene’in anladığı kadarıyla, Leilwin ona gerçekleri anlatmıştı. Egwene şimdilik onu yakınında tutuyordu – sırf sık sık aklına Seanchanlar hakkında sorular geldiği için. Leilwin bir tutsaktan ziyade kişisel koruma gibi davranıyordu. Egwene güvenliğini bir Seanchan’a emanet edermiş gibi. Başını iki yana salladı. Toplanmış çadırların ve kamp ateşlerinin arasından geçiyorlardı. Bryne adamları saflara dizdiğinden ortalık ıssızdı. Bryne, Trollocların bir saat içinde yaklaşmasını bekliyordu.
Egwene, Bryne’ı kampın ortasındaki çadırda, sakin sakin haritalarını ve kâğıtlarını düzenlerken buldu. Yukiri de kollarını kavuşturmuş dikiliyordu. Egwene atından indi ve içeri girdi.
Bryne başını kaldırıp baktı. “Anne!” diye nida etti. Egwene yerinde donakaldı.
Başını eğip baktı. Çadırın zemininde bir çukur vardı ve Egwene neredeyse çukura düşecekti.
Çukur bir kapıyoldu. Diğer taraf havaya açılıyor gibiydi ve tepeleri aşan Trolloc ordusuna bakıyordu. Son hafta içinde pek çok çatışma yaşanmıştı. Egwene’in okçuları ve süvarileri büyük bir ordu halinde tepelere ve Arafel sınırına yürüyen Trollocları katletmişti.
Egwene yerdeki kapıyola baktı. Yüksekteydi, yay menzilinin dışında, ama delikten Trolloclara bakmak başını döndürdü.
“Bunun olağanüstü bir fikir mi, yoksa inanılmaz ölçüde aptalca bir fikir mi olduğuna karar veremiyorum,” dedi Bryne’a.
Bryne gülümsedi ve haritalarına geri döndü. “Savaşlar bilgiyle kazanılır Anne. Tam olarak ne yaptıklarını –bizi nereden kuşatmaya çalıştıklarını ve yede kuvvetlerini nasıl getirdiklerini– görebilirsem, hazırlık yapabilirim. Bu bir savaş kulesinden daha iyi. Çok uzun zaman önce düşünmüş olmalıydım.”
“Gölge’nin yönlendirebilen Dehşetlordları var General,” dedi Egwene. “Bu kapıyoldan bakarken bir anda küle dönüşebilirsin. Drahgkarlardan bahsetmiyorum bile. Bir Draghkar sürüsü bu delikten geçmeye kalkarsa…” “Draghkarlar Gölgedölüdür,” dedi Bryne. “Kapıyollardan geçerken öldüklerini duymuştum.”
“Sanırım bu doğru,” dedi Egwene, “ama burada ölü bir Draghar sürüsü olur. Yine de, yönlendiriciler kapıyoldan saldırabilir.”
“Bu riski göze alıyorum. Bize inanılmaz bir avantaj sunuyor.”
“Yine de, kendi gözlerini kullanmak yerine kapıyolların ötesine bakmak için izciler kullanmanı tercih ederdim,” dedi Egwene. “Sen bizim için bir kaynaksın. En kıymetli kaynaklarımızdan biri. Risk almak kaçınılmaz, ama lütfen riskleri en aza indirmeye çalış.”
“Peki Anne,” dedi Bryne.
Egwene örgüleri inceledi, sonra Yukiri’yi süzdü.
“Gönüllü oldum Anne,” dedi Yukiri, Egwene bir Temsilci’nin nasıl olup da bu basit kapıyol görevini yaptığını soramadan önce. “General Bryne bize haber yolladı ve bu tür –dikey değil yatay– bir kapıyol açmanın mümkün olup olmadığını sordu. Ben de ilginç bir problem olduğunu düşündüm.” Egwene, Bryne’ın Grilere sormasına şaşırmamıştı. Griler arasında. Sarıların Şifa’da, Yeşillerin savaş konusunda uzmanlaşması gibi, Grilerin de özel Yolculuk örgülerinde uzmanlaşmaları gerektiği fikri hakim olmaya başlamıştı. Yolculuk etmeyi, arabulucu ve elçi olarak görevlerinin doğal bir parçası olarak görüyor gibiydiler.
“Bizim hatlarımızı gösterebilir misin bana?” diye sordu Egwene. “Elbette Anne,” dedi Yukiri, kapıyolu kapatarak. Bir başka kapıyol açtı ve Egwene’e, tepelerde savunma hatları oluşturmuş ordusunu gösterdi.
Bu haritalardan daha etkiliydi gerçekten. Hiçbir harita arazinin yapısını ve birliklerin nasıl hareket ettiğini tam olarak gösteremezdi. Egwene manzaranın minyatür kopyasına baktığını hissetti.
Aniden yükseklik korkusuna kapıldı. Onlarca metre yüksekte duruyordu. Başı dönünce derin bir nefes alarak geri çekildi.
“Bu şeyin çevresine halat germen lazım,” dedi Egwene. “Biri deliğe düşebilir.” Ya da aşağıya bakarken tepe üstü uçabilir…
Bryne homurdandı. “Öyle bir şey ayarlaması için Siuan’ı gönderdim.” Duraksadı. “Ama buradan gönderilmekten pek hoşlanmadı, bu yüzden işe yaramaz bir şeyle geri dönebilir.”
“Merak edip duruyorum,” dedi Yukiri. “Böyle bir kapıyolu içinden yalnızca ışık geçecek şekilde yaratmanın bir yolu var mıdır acaba? Pencere gibi. Üzerinde durup aşağı bakabilirsin, ama deliğe düşmekten korkmazsın. Doğru örgülerle, diğer yandan görülmemesini de sağlarsın…”
Üzerinde durmak mı? Işık, çıldırmış olman gerek.
“Lord Bryne,” dedi Egwene, “savaş hatların çok sağlam görünüyor.”
“Teşekkür ederim Anne.”
“Aynı zamanda noksanlar.”
Bryne başını kaldırdı. Başka adamlar hemen öfkelenirdi, ama Bryne öfkelenmemişti. Belki de Morgase’le başa çıkma deneyimi sayesinde. “Ne açıdan?”
“Birlikleri olağan şekilde dizmişsin,” dedi Egwene. “Düşmanın ilerlemesini engellemek için okçular önde ve tepelerin üzerinde. Aniden saldırmak, vurmak ve geri çekilmek için ağır süvari. Safları korumak için kargılar, kanatları korumak ve bizi kuşatmalarını engellemek için hafif süvariler.”
“En sağlam stratejiler genellikle zamanın sınadığı stratejilerdir,” dedi Bryne. “Onca Ejderyeminliyle birlikte büyük bir ordumuz olabilir, ama yine de sayıca azınlıktayız. Burada planladığımdan daha saldırgan davrananlayız.”
“Evet, davranabiliriz,” dedi Egwene sakin sakin. Bryne ile göz göze geldi. “Bu daha önce savaştığın savaşların hiçbirine benzemiyor ve ordun daha önce önderlik ettiğin hiçbir ordu gibi değil General. Hesaba katmadığın büyük bir avantajın var.”
“Aes Sedaileri mi kastediyorsun?”
Kahrolası evet, onları kastediyorum, diye düşündü Egwene. Işık, Elayne’in yanında çok fazla zaman geçirmişti.
“Sizleri de hesaba kattım Anne,” dedi Bryne. “Aes Sedaileri, birliklerin dinlenmiş olanlarla rotasyonunda, cepheden ayrılanlara yardım edecek yedek kuvvet olarak kullanmayı planlamıştım.”
“Affedersin Lord Bryne,” dedi Egwene. “Planların akıllıca ve Aes Sedailerin bir kısmı kesinlikle bu şekilde kullanılabilir. Bununla birlikte, Beyaz Kule binlerce sene boyunca, Son Savaş’ta yedek kuvvet olmak için hazırlanıp eğitim almadı.”
Bryne başını salladı ve belge yığınının altından yeni bir deste çıkardı. “Daha… dinamik olasılıkları düşünmüştüm, ama yetkemi aşmak istemedim.” Belgeleri Egwene’e uzattı.
Egwene tek kaşını kaldırarak belgeleri gözden geçirdi. Sonra gülümsedi.
Mat, Ebou Dar çevresinde bu kadar çok Tenekeci gördüğünü hatırlamıyordu. Sararmış çayırda parlak renklere boyanmış at arabaları mantar gibi bitmişti. Koskoca bir şehir oluşturacak kadar çok araba vardı. Bir Tenekeci şehri? Bu… bir Aiel şehri gibi olurdu. İnsana yanlış geliyordu.
Mat, Zar’ı yol boyunca tırıs koşturuyordu. Elbette bir Aiel şehri vardı. Belki bir gün bir Tenekeci şehri de olurdu. O şehir, dünyada üretilen tüm renkli boyaları satın alırdı ve dünyanın geri kalanının kahverengi giysiler giymesi gerekirdi. Şehirde kavga çıkmazdı, bu yüzden hayat çok sıkıcı olurdu, ama otuz fersah dahilinde dibi delik tek bir lanet tencere de olmazdı.
Mat, Zar’ı okşayarak gülümsedi. Ashandareisini elinden geldiğince örtmüş, atının sırtına bir yürüyüş asası bağlamış gibi görünmesini sağlamıştı. Şapkası heybeden sarkıttığı sırt çantasının içindeydi. Tüm iyi ceketleri de öyle. Üzerindeki ceketin dantellerini sökmüştü. Yazık olmuştu, ama tanınmak istemiyordu.
Başına kaba bir sargı dolayarak, eksik gözünü saklamıştı. Dal Eira kapısına yaklaşırken, içeri girme izni bekleyenlerin oluşturduğu sıranın arkasına geçti. Sığınak ya da belki iş arayarak şehre gelmiş yaralı bir paralı askere benzemeye çalışıyordu.
Eyerde kamburunu çıkararak oturmaya özen gösteriyordu. Başını eğ: hem savaş meydanında, hem de insanların sizi tanıdığı bir şehre girerken, iyi bir tavsiyeydi. Burada Matrim Cauthon olamazdı. Matrim Cauthon bu şehrin kraliçesini bağlayıp öldürülmek üzere bırakmıştı. Pek çok kişi cinayeti onun işlediğinden kuşkulanıyor olmalıydı. Işık, kendisi olsa o da kendinden şüphelenirdi. Beslan ondan nefret ediyor olmalıydı ve bu kadar zamanı ayrı geçirdikten sonra Tuon’un da onun hakkında neler hissettiğini bilmek imkansızdı.
Evet, başını kaldırmamak ve ses çıkarmamak en iyisiydi. Mekânı bir yoklayacaktı. Eğer şu lanet sıranın önüne geçebilirse. Şehre girmek için sıraya girildiği nerede görülmüştü?
Sonunda kapıya geldi. Kapıdaki sıkkın askerin yüzü, eskimiş küreğe benziyordu – kirle kaplıydı ve bir yerlerde bir barakaya kapatılsa daha iyi olurdu. Adam Mat’i tepeden tırnağa süzdü.
“Yeminlerini ettin mi yolcu?” diye sordu asker, tembel bir Seanchan aksanıyla. Kapının diğer yanında başka bir asker, sırada bekleyen bir sonraki adamı yanına çağırdı.
“Evet, ettim,” dedi Mat. “Büyük Seanchan İmparatorluğu’na ve İmparatoriçe’nin kendisine, sonsuza dek yaşasın. Ben yalnızca fakir, gezgin bir kiralık kılıcım. Eskiden, Murandyli asil bir aile olan Haak Evi’ne hizmet ediyordum. İki sene önce, ormanda bulduğum küçük bir çocuğu korurken Tween Ormanı’nda bazı haydutlarla kavgaya tutuştum ve gözümü kaybettim. Kızı kendi çocuğum gibi yetiştirdim, ama…”
Asker geçmesini işaret etti. Adam dinlememişti bile. Mat sırf ilke gereği yerinden ayrılmamayı düşündü. Askerler sizi dinlemeyeceklerse, neden bu kadar uzun bir sırada beklemeye zorluyor ve iyi bir hikâye uydurmaya yetecek kadar zaman veriyorlardı ki? Bu insanı gücendirebilirdi. Matrim Cauthon’u değil ama, o her zaman neşeliydi ve asla alınıp gücenmezdi. Ama başkası olsa mutlaka gücenirdi.
Sinirini bastırmaya çalışarak atını sürdü. Şimdi doğru meyhaneyi bulması gerekiyordu. Setalle’nin hanına gidemeyecek olması yazıktı. O han..
Mat eyerinde gerildi, ama Zar rahat adımlarla yürümeye devam etti. Mat kapıdaki diğer nöbetçiyi görmüştü. Petra’ydı, Valan Luca’nın sirkindeki güçlü adam!
Mat başını çevirdi ve yine eyerinde kamburunu çıkardı, sonra dönüp omzunun üzerinden tekrar baktı. Sahiden de Petra’ydı. O kütükten farksız kolları ve ağaç gövdesine benzeyen boynu tanımamak imkansızdı. Petra uzun boylu bir adam değildi, ama o kadar genişti ki, gölgesine koca bir ordu sığabilirdi. Ebou Dar’da ne işi vardı? Neden üzerinde Seanchan üniforması vardı? Mat neredeyse gidip onunla konuşacaktı, çünkü o her zaman cana yakın biri olmuştu, ama o Seanchan üniforması yüzünden fikrini değiştirdi.
Eh, en azından şansı yaver gidiyordu. Konuştuğu nöbetçi yerine Petra’ya gönderilseydi, Petra onu kesin tanırdı. Mat nefes verdi, sonra atından inerek Zar’ı yularından çekmeye başladı. Şehir kalabalıktı ve atının kimseyi devirmesini istemiyordu. Dahası –eğer bakan kişi attan anlamıyorsa– Zar yük atı gibi görünecek kadar yüklenmişti ve yürürse daha az insan onu hatırlardı.
Belki arayışına Rahad’da bir meyhanede başlamalıydı. Rahad’da söylenti bulmak, zar oyunu bulmak kadar kolaydı. Aynı zamanda, karnınıza saplanmış bir bıçağı en kolay bulabileceğiniz yer Rahad’dı; hem de Ebou Dar gibi bir şehirde. Rahad’da, insanlar sabahleyin günaydın dercesine rahatça, hançerlerini çıkarıp cinayet işlemeye başlayabilirdi.
Mat, Rahad’a gitmedi. Mekân artık farklı görünüyordu. Mahallenin dışında askerler kamp kurmuştu. Ebou Dar’da nesillerce hükümdar Rahad’ın kontrolsüzce irinlenmesine izin vermişti, ama Seanchanlar bunu yapmaya razı değillerdi.
Mat onlara şans diledi. Rahad şimdiye dek bütün istilaları püskürtmüştü. Rand gidip Son Savaş’ta savaşmak yerine orada saklanmalıydı. Trolloclar ve Karanlıkdostları onu yakalamak için gelirdi ve Rahad ceplerini tersyüz eder, ayakkabılarını çorba parası için satar, onları bir ara geçitte baygın bırakırdı. Mat’in gözlerinin önüne tıraş olan Rand’ın imgesi geldi, ama imgeyi bastırdı.
Kanalı aşan bir köprüde kalabalıkları omuzlayıp geçti. Heybelerine dikkat ediyordu, ama şimdiye kadar tek bir yankesici bile şansını denememişti. Her köşede bir Seanchan devriye kolu varken bunu anlayabiliyordu. Birkaç kuruşa söylentileri de aktaracağını ima ederek günün haberlerini haykıran bir adamın yanından geçerken gülümsedi. Bu şehrin ne kadar tanıdık geldiğine, burada ne kadar rahat hissettiğine şaşırmıştı. Burada olmaktan mutluluk duyuyordu. Buradan gitmeye can attığı hakkında homurdandığını belli belirsiz hatırlasa da –muhtemelen duvar üzerine yıkıldıktan hemen sonraydı; Matrim Cauthon çok şikayet eden biri değildi– Ebou Dar’da geçirdiği günlerin hayatının en güzel günleri olduğunu şimdi anlıyordu. Bu şehirde kart oyunları da zar oyunları da boldu.
Tylin. Kanlı küller, onunla oynadığı eğlenceli bir oyundu. Kadın çoğu zaman yenmişti onu. Işık ona bunu yapabilen pek çok kadın göndersindi, ama peş peşe değil ve yalnızca arka kapının yerini bildiği yerlerde. Tuon onlardan biriydi. Bir düşününce, muhtemelen bir daha asla başka kadına ihtiyaç duymazdı. Tuon herhangi bir erkeğe yeterdi de artardı bile. Mat, Zar’ın boynunu okşayarak gülümsedi. At da karşılık olarak Mat’in ensesine hıhladı.
Tuhaf bir şekilde, burada İki Nehir’dekinden daha fazla rahat ediyordu. Evet, Ebou Darlılar alıngan insanlardı, ama her halkın kendine has tuhaflıkları vardı. Aslında bir düşününce, o ya da bu sebepten dolayı alınganlaşmayan halk görmemişti. Sınırboylular hayret vericiydi. Aieller de öyle – söylemeye bile gerek yoktu. Cairhienliler ve tuhaf oyunları; Tearlılar ve saçma hiyerarşileri; Seanchanlar ve… Seanchanlıkları.
İşin doğrusu buydu. İki Nehirliler ve bir ölçüye kadar Andorlular dışında herkes deliydi. İnsanın buna hazırlıklı olması gerekirdi.
Karnında bir bıçak bulmamak için nezaketinden ödün vermemeye özen göstererek dikkatle yürüdü. Havada yüz ayrı tatlının kokusu vardı. Kalabalıkların gevezeliği kulaklarında ugulduyordu. Ebou Darlılar hâlâ rengarenk kıyafetler giyiyorlardı –belki Tenekeciler bu yüzden buraya gelmişlerdi, yemek kokusunun askerleri cezbetmesi gibi, parlak renkler de onları cezbetmişti– her neyse, Ebou Darlı kadınlar dekoltelerini açıkta bırakan dantelli dar bluzlar giyiyordu. Mat dekoltelerine baktığından değil. Eteklerinin altına renkli iç etekleri giyiyorlardı ve onları teşhir etmek için eteklerinin kenarını ya da ön kısmını kaldırıp yukarı iğneliyorlardı. Bu Mat’e hiç mantıklı gelmiyordu. Neden renkli kısımları içe giyiyorlardı ki? Ve illa giyeceklerse, neden onları örtmeye zahmet edip, sonra da eteklerini iğneleyerek teşhir ediyorlardı?
Adamların uzun yelekleri de aynı ölçüde renkliydi; belki de bıçaklandıklarında kan lekelerini saklamak için. Sırf giyen adam havanın nasıl olduğunu sorarken öldürüldü diye, pekala güzel bir yeleği atmanın alemi yoktu. Gerçi… Mat yürürken, beklediğinden çok daha az düelloya rast geldi. Şehrin bu kesiminde Rahad’daki kadar olağan değillerdi, ama bazı günlerde bıçaklarını çekmiş iki adama rastlamadan iki adım atamadığı olmuştu. Bugün tek bir çift bile yoktu.
Ebou Darlıların bazıları –zeytin renkli tenlerine bakarak seçebiliyordu onları– Seanchan giysileri içinde dolaşıyordu. Herkes çok nazikti. Mutfakta taze pişmiş elmalı turtanız olduğunu öğrenmiş altı yaşındaki oğlan çocuğu kadar nazik.
Şehir aynıydı, ama farklıydı. Rengi bir iki ton açılmış gibi. Ve sırf limanda artık Deniz Halkı gemileri olmadığı için değil. Sebebin Seanchanlar olduğu açıktı. Mat ayrıldığından beri şehri onlar yönetiyordu. Ne tür kurallarla?
Mat, Zar’ı düzgün görünen bir ahıra götürdü. Tek bir bakış bunu anlamasına yetmişti. Hayvanlara iyi bakıyorlardı ve hepsi iyi atlardı. Biraz daha pahalı olsa da, iyi atları olan bir ahıra güvenmek en iyisiydi.
Zar’ı bıraktı, bohçasını aldı ve beze sarılı ashandareiyi yürüyüş asası olarak kullandı. Doğru meyhaneyi seçmek, iyi bir şarap seçmek kadar zordu. Eski, ama bozulmamış bir tane isterdiniz. Temiz, ama fazla temiz de değil – lekesiz bir meyhane, hiç kullanılmamış bir meyhaneydi. Mat insanların sessizce oturup çay içtiği ve oraya sırf görülmek için geldiği türden yerlere tahammül edemiyordu.
Hayır, iyi bir meyhane, tıpkı iyi çizmeler gibi, kullanılmış ve yıpranmış bir yerdi. Aynı zamanda, yine iyi çizmeler gibi sağlam olmalıydı. Birası iyi çizmeler gibi kokmadığı sürece güzel bir meyhane olurdu orası. Bilgi alınacak en iyi yerler Rahad’daydı, ama giysileri Rahad ziyareti için fazla iyiydi ve Seanchanlar orada her ne yapıyorsa, ona rastlamak istemiyordu.
Kış Çiçeği adlı bir hana başını uzattı ve hemen dönüp uzaklaştı. Üniformalı Ölümnöbetçileri. Furyk Karede’e rastlama riskine girmek istemiyordu. Bir sonraki han fazla aydınlık, bir sonraki de fazla karanlıktı. Bir saat kadar aradıktan sonra –hâlâ tek bir düelloya rastlamamıştı– doğru yeri bulmaktan umudunu kesmeye başladı. Derken bir fincanda çalkalanan zarların sesini duydu.
Başta, kafasının içindeki o kahrolası zarlar olduğunu sanarak yerinde sıçradı. Neyse ki bunlar sıradan zarlardı. Kutsanası, harika zarlar. Bir sonraki anda sesler kaybolmuş, sokaklardaki insan kalabalıklarının arasında esen rüzgara kapılıp gitmişti. Eli para kesesinde, bohçası omzunda, özürler dileyerek kalabalığı itip geçti. Yakın bir ara geçitte, duvardan sarkan bir tabela gördü.
Tabelaya yaklaştı ve bakır harflerle yazılmış ‘Senelik Şamata’ sözcüklerini okudu. Tabelada alkış tutan insan resimleri vardı ve zar seslerine şarap ve bira kokuları karışmıştı. Mat içeri girdi. Kapının hemen içinde, yuvarlak yüzlü bir Seanchan sırtını duvara vermiş kayıtsızca dikiliyordu. Adamın kemerinden bir kılıç sarkıyordu. Mat’e güvensiz bir bakış fırlattı. Eh, Mat içeri giren her adama böyle bakmayan bir omuzatan görmemişti. Mat adama selam vermek için şapkasına uzandı, ama elbette şapkasını takmamıştı. Kanlı küller. Bazen şapkası olmadan çıplak hissediyordu.
“Jame!” diye seslendi bir kadın servis tezgahının yanından. “Yine müşterilere dik dik bakmıyorsun, değil mi?”
“Yalnızca hak edenlere Kathana,” diye seslendi adam, peltek Seanchan aksanıyla. “Bu adamın hak ettiğinden eminim.”
“Ben yalnızca mütevazı bir yolcuyum,” dedi Mat, “bir zar oyunu ve biraz şarap arıyorum. Başka bir şey değil. Hele sorun hiç aramıyorum.”
“Taşıdığın ne peki, baltalı kargı mı?” diye sordu Jame. “Bu şekilde sarmışsın?”
“Ah, kes şunu,” dedi Kathana. Salonu aştı ve Mat’i ceketinin kolundan tutarak servis tezgahına doğru sürükledi. Kısa boylu, siyah saçlı ve beyaz tenli bir kadındı. Mat’ten çok büyük değildi, ama tanınmaması imkansız anaç bir havası vardı. “Sen ona aldırma. Başını belaya sokma yeter. O zaman seni bıçaklaması, öldürmesi falan gerekmez.”
Mat’i bir taburenin üzerine oturttu ve tezgahın arkasında bir şeylerle meşgul olmaya koyuldu. Salon loştu, ama dost canlısı bir şekilde. Bir yanda insanlar zar atıyordu; iyi türden zar atma. İnsanların güldüğü ve kaybettikleri zaman iyi huylulukla arkadaşlarının sırtına şaplak attıkları türden bir zar oyunu. Son paralarını kumara yatırmış adamların ürkek gözleri yoktu.
“Yemeğe ihtiyacın var,” diye bildirdi Kathana. “Bir haftadır doğru düzgün yemek yememiş bir adama benziyorsun. Gözünü nasıl kaybettin?”
“Murandy’de bir lordun korumasıydım,” dedi Mat. “Bir pusuda kaybettim.”
“Kuyruklu yalan,” dedi Kathana, Mat’in önüne soslu domuz eti dilimleriyle dolu bir tabak bırakarak. “Ama çoğundan daha iyi. Gerçekten de iyi söyledin. Neredeyse inanacaktım. Jame, yemek istiyor musun?”
“Kapıyı korumam lazım!” diye seslendi adam.
“Işık, adam. Birinin kapıyı alıp götüreceğini mi sanıyorsun? Gel buraya.”
Jame homurdandı, ama gelip Mat’in yanında bir tabureye yerleşti. Kathana bir bira kupası bıraktı ve adam dümdüz önüne bakarak kupayı dudaklarına götürdü. “Gözüm sende,” diye mırıldandı Mat’e.
Mat bunun onun için doğru han olduğundan emin değildi, ama emredildiği gibi kadının yemeğini yemeden giderse kellesini kurtarabileceğinden de emin değildi. Yemeği tattı; epey güzeldi. Kadın uzaklaşmış, parmağını sallayarak masalardan birindeki adama haddini bildiriyordu. Yanlış yerde büyüdüğü için bir ağaca haddini bildirecek bir kadına benziyordu.
Bu kadın, diye düşündü Mat, Nynaeve’le aynı odaya girmemeli En azından ben seslerini duyabilecek kadar yakındayken değil.
Kathana telaşla geri döndü. Boynundan bir evlilik bıçağı sarkıyordu, ama evli bir adam olduğundan Mat birkaç saniyeden daha fazla bakmadı. Kadının eteği, Ebou Darlı sıradan insanların yaptığı gibi, kenardan iğnelenmişti. Kadın tezgaha dönüp Jame’in yemeğini hazırlarken, Mat adamın kadına sevgiyle baktığını fark etti ve bir tahmin yürüttü. “Siz ikiniz evleneli çok oldu mu?” diye sordu.
Jame onu süzdü. “Hayır,” dedi sonunda. “Okyanusun bu yanma geleli çok olmadı.”
“Bu mantıklı sanırım,” dedi Mat, Kathane’in önüne bıraktığı biradan bir yudum alarak. Bugünlerde her şeyin tadının ne kadar berbat olduğu hesaba katılırsa, bira fena değildi. Birazcık berbattı yalnızca.
Kathana zar atan adamların yanma gitti ve solgun göründüklerini, daha fazla yemek yemeleri gerektiğini bildirdi. Bu Jame denen adamın iki at cüssesinde olmaması şaşılacak şeydi. Ama kadın konuşkandı, bu yüzden belki ondan öğrenmek istediği şeyleri öğrenebilirdi.
“Eskiden olduğu kadar çok düello yapılmıyor gibi,” dedi Mat kadına, yanından geçerken.
“Seanchan kuralları yüzünden,” dedi Kathana. “Yeni İmparatoriçe’nin kuralları, sonsuza dek yaşasın. Düelloları tamamen yasaklamadı ve yasaklamaması da çok iyi bir şey. Ebou darlılar fethedilmek gibi önemsiz bir şey için isyan etmezler, ama düellolarımızı yasaklarsan… o zaman görürsün. Her neyse, artık bir hükümet görevlisi düellolara tanık olmak zorunda. Yüz ayrı soruyu yanıtlamadan ve ücretini ödemeden düello yapamıyorsun. Düellonun tüm eğlencesini kaçırdı.”
“Pek çok hayat kurtardı,” dedi Jame. “Eğer kararlıysalar, insanlar hâlâ birbirlerinin hançeriyle ölebiliyorlar. İlk önce biraz sakinleşmeleri ve düşünmeleri gerekiyor sadece.”
“Düellonun düşünmekle alakası yok,” dedi Kathana. “Ama senin güzel yüzünün sokakta doğranması hakkında endişelenmek zorunda kalmayacağım anlamına geliyor galiba.”
Jame hıhladı ve elini kılıcına götürdü. Mat ilk defa, kılıcın kabzasına balıkçıllar işlenmiş olduğunu fark etti – ama çeliğinde balıkçıl olup olmadığını göremiyordu. Mat başka soru soramadan Kathana uzaklaştı ve masalarına bira dökmüş birkaç adamı azarlamaya başladı. Uzun süre aynı yerde duramayan türden birine benziyordu.
“Kuzeyde hava nasıl?” diye sordu Jame, gözlerini önünden ayırmadan.
“Kasvetli,” diye yanıt verdi Mat dürüstlükle. “Her yerde olduğu gibi.”
“İnsanlar Son Savaş geldiği için diyor,” dedi Jame.
“Öyle.”
Jame homurdandı. “Eğer öyleyse, siyasete karışmak için kötü bir zaman demektir, sence de öyle değil mi?”
“Gerçekten öyle,” dedi Mat. “İnsanların oyunlar oynamayı bırakıp gökyüzüne bakması lazım.”
Jame onu süzdü. “Doğru. Kendi öğüdünü dinlemen lazım.”
Işık, diye düşündü Mat. Benim bir tür casus olduğumu düşünüyor olmalı. “Bu benim seçimim değil,” dedi Mat. “Bazen insanlar yalnızca duymak istedikleri şeyi duyarlar.” Etinden bir lokma daha aldı. Tadı beklediği kadar iyiydi. Bu günlerde yemek yemek, yalnızca çirkin kızların olduğu bir dansa gitmek gibiydi. Ama bu, son zamanlarda yeme talihsizliğine uğradığı yemekler arasında kötünün iyisiydi.
“Bilge bir adam gerçeği öğrenebilir,” dedi Jame.
“Ama ilk önce gerçeği bulman lazım,” dedi Mat. “Çoğu kişinin sandığından daha zordur.”
Arkalarından geçmekte olan Kathana hıhladı. “Gerçek dediğin, adını hatırlayamayacak kadar sarhoş adamların barlarda tartıştığı bir şeydir. Bu da gerçeğin iyi yoldaşlara sahip olmadığı anlamına geliyor. Ben olsam ona fazla güvenmezdim yolcu.”
“Adım Mandevwin,” dedi Mat.
“Eminim öyledir,” dedi Kathana. Mat’i süzdü. “Şapka takman gerektiğini söyleyen oldu mu hiç? Eksik göze çok yakışırdı.”
“Öyle mi?” dedi Mat kuru kuru. “İnsanları zorla beslemeye ek olarak moda danışmanlığı da mı yapıyorsun?”
Kadın temizlik beziyle Mat’in kafasının arkasına vurdu. “Yemeğini ye.”
“Bak dostum,” dedi Jame, Mat’e dönerek. “Ne olduğunu ve neden burada olduğunu biliyorum. Sahte göz sargın beni kandıramaz. Kol yenlerine fırlatma bıçakları tıkmışsın ve sayabildiğim kadarıyla kemerinde altı tane daha var. Düzgün atış yapabilen tek gözlü adama rastlamadım hiç. Siz yabancıların sandığı kadar kolay bir hedef değildir o. Değil kişisel korumalarını aşmak, saraya bile giremezsin. Git kendine dürüst bir iş bul, daha iyi.”
Mat ağzı bir karış açık, bakakaldı. Mat’in suikastçı olduğunu mu sanmıştı? Mat uzandı ve sargıyı çıkarıp eskiden gözünün olduğu çukuru gösterdi.
Jame göz boşluğuna bakakaldı.
“Tuon’un peşinde suikastçılar mı var?” dedi Mat sakin sakin.
“Adını öyle telaffuz etme,” dedi Kathana, temizlik bezini yine savurarak.
Mat bakmadan elini kafasının arkasına uzattı ve bezin ucunu yakaladı. Tek gözünü kırpmadan Jame’e bakmaya devam etti.
“Tuon’un peşinde suikastçılar mı var?” diye yineledi.
Jame başını salladı. “Çoğu işin doğrusunu bilmeyen yabancılar. Bu handan onun gibi çok adam geçti. Neden burada olduğunu yalnızca bir tanesi itiraf etti. Adamın kadının düello arazilerinin tozunu beslemesini sağladım.”
“O zaman seni dost sayıyorum,” dedi Mat, ayağa kalkarak. Bohçasına uzandı ve şapkasını çıkarıp başına taktı. “Arkasında kim var? Onları kim getirdi, kim Tuon’un başına ödül koydu?”
Yakında, Kathana şapkayı inceledi ve tatminle başını salladı. Sonra duraksadı ve gözlerini kısarak Mat’in yüzüne baktı.
“Bu iş sandığım gibi değil,” dedi Jame. “O adam en iyi suikastçıları tutmuyor. Adamlar yabancı, yani başarılı olmaları için tutulmuş değiller.”
“Şanslarının ne kadar olduğu umurumda bile değil,” dedi Mat. “Onları kim tutuyor?”
“Seni aşacak kadar önemli biri…”
“Kim?” dedi Mat usulca.
“General Lunal Galgan,” dedi Jame. “Seanchan ordularının başı. Seni çözemedim dostum. Suikastçı mısın, yoksa buraya suikastçı bulmak için gelmiş biri mi?”
“Ben lanet olası bir suikastçı değilim,” dedi Mat, şapkasının siperliğini aşağı çekip, bohçasını alarak. “Kendisi istemediği sürece kimseyi öldürmem – ama öyle çığlıklar ve kükremelerle ister ki, talebi kabul etmemenin nezaketsizlik olacağına karar veririm. Seni bıçaklayacak olursam, dostum, seni neyin beklediğini ve nedenini bilirsin. Buna yemin edebilirim.”
“Jame,” diye tısladı Kathana. “Bu o.”
“Şimdi ne var?” diye sordu Jame, Mat yanından geçer, ashandareisini omzuna atarken.
“Nöbetçilerin aradığı adam!” dedi Kathana. Mat’e baktı. “Işık! Ebou Dar’daki bütün askerlere seni bulmaları emredildi. Şehir kapılarından nasıl geçtin?”
“Şans eseri,” dedi Mat, sonra ara geçide çıktı.
“Ne bekliyorsun?” diye sordu Moiraine.
Rand ona döndü. Shienar’da, Lan’in kumanda çadırında ayakta duruyorlardı. Rand yanan çayırlardan gelen duman kokusunu alabiliyordu. Lan ve Lord Agelmar’ın birlikleri Geçit’ten çekilirken yakmışlardı onları.
Savunmayı tercih edecekleri çayırları yakıyorlardı. Çaresiz ama iyi bir taktikti. Lews Therin ve Efsaneler Çağı’ndaki askerlerinin, en azından ilk başta denemekte tereddüt ettikleri cinsten tehlikeli bir taktik. Onlar denediğinde bedeli ağır olmuştu.
Sınırboylularda onların çekingenliği yoktu.
“Neden buradayız?” diye ısrar etti Moiraine, Rand’a yaklaşarak. Rand’ın Mızrağın Kızları çadırı içeriden koruyordu; Rand’ın burada olduğunu düşmana belli etmemek en iyisiydi. “Şu anda Shayol Ghul’de olman gerekiyor. Kaderin bu Rand al’Thor. Bu küçük savaşlar değil.”
“Arkadaşlarım burada ölüyor.”
“Bu tür zayıflıkları aştığını sanıyordum.”
“Merhamet zayıflık değildir.”
“Değil mi?” dedi Moiraine. “Ya merhamet için düşmanını esirgerken onun seni öldürmesine izin verirsen? O zaman ne olacak Rand al’Thor?” Rand’ın buna verecek yanıtı yoktu.
“Kendini riske atamazsın,” dedi Moiraine. “Ve merhametin zayıflık olabileceğini kabul etsen de etmesen de, merhamet yüzünden aptalca davranmak kesinlikle bir zayıflık.”
Rand sık sık Moiraine’i kaybettiği an hakkında düşünmüştü. Onun ölümü Rand’ı perişan etmişti ve geri döndüğü için hâlâ mutluydu. Ama onun ne kadar… ısrarcı olabildiğini unuttuğu zamanlar olmuştu.
“Doğru zaman geldiğinde Karanlık Varlık’a karşı harekete geçeceğim,” dedi Rand, “ama daha önce değil. Orduların yanında olduğumu, ona saldırmadan önce daha fazla toprak ele geçirmeye çalıştığımı düşünmeli. Kumandanlarını, güçlerini güneye yollamaya zorlamalıyız. Aksi halde ben içeri girdikten sonra Shayol Ghul’de yeniliriz.”
“Fark etmez,” dedi Moiraine. “Sen onunla yüzleşeceksin ve karar anı o olacak. Her şey o anın çevresinde dönüyor Yenidendoğan Ejder. Desen’in tüm iplikleri sizin yüz yüze gelmeniz etrafında dokunuyor ve Çark’ın dönüşü seni oraya doğru çekiyor. Bunu hissettiğini inkar etme.” “Hissediyorum.”
“O zaman git.”
“Henüz değil.”
Moiraine derin bir nefes aldı. “Her zamanki kadar inatçısın.”
“Ve bu iyi bir şey,” dedi Rand. “Beni buraya kadar getiren inatçılığımdı.” Rand duraksadı, sonra elini cebine soktu. Parlak, gümüşi bir şey çıkardı – bir Tar Valon sikkesi. “Al,” dedi sikkeyi ona doğru uzatarak. “Bunu senin için sakladım.”
Moiraine dudaklarını büzdü. “Olamaz…”
“Aynısı mı? Hayır. Korkarım uzun zaman önce kayboldu. Ne yaptığımın farkında olmadan, andaç olarak yanımda taşıyordum bunu.”
Moiraine sikkeyi aldı ve parmaklarında çevirdi. O sikkeyi incelerken, Kızlar dikkat kesilerek çadır kapağına döndüler. Bir an sonra Lan kapağı kaldırdı ve yanında iki Malkierli adamla birlikte içeri girdi. O haşin ifadelere ve sert yüzlere bakılırsa üçü kardeş olablirdi.
Rand yaklaştı ve elini Lan’in omzuna koydu. Adam yorgun görünmüyordu –bir taş yorgun görünemezdi– ama yıpranmış görünüyordu. Rand o duyguyu biliyordu.
Lan ona başını salladı, sonra Moiraine’e baktı. “Siz ikiniz tartışıyor muydunuz?”
Moiraine sikkeyi kaldırdı ve yüzü ifadesizleşti. Rand, Moiraine döndüğünden beri ikisinin arasındaki ilişkiyi çözememişti. Uygar davranıyorlardı, ama aralarında hiç beklemediği bir mesafe vardı.
“Moiraine’i dinlemelisin,” dedi Lan, tekrar Rand’a dönerek. “Senin bütün hayatından daha uzun süredir bunun için hazırlanıyor. Bırak da o sana yol göstersin.”
“Bu savaş meydanından ayrılmamı istiyor,” dedi Rand. “Buradaki yönlendiricilerle savaşmaya çalışmak ve senin Geçit’i yeniden ele geçirmeye yardım etmek yerine, hemen Shayol Ghul’e saldırmamı istiyor.”
Lan duraksadı. “O zaman belki de onun dediği gibi…”
“Hayır,” dedi Rand. “Buradaki durumun tehlikeli eski dostum. Bir şeyler yapabilirim ve yapacağım da. Bu Dehşetlordlarını durduramazsak, ta Tar Valon’a kadar sürerler sizi.”
“Maradon’da yaptıklarını duydum,” dedi Lan. “Bir mucize bizi bulmakta ısrar ediyorsa, onu geri çevirmeyeceğim.”
“Maradon bir hataydı,” dedi Moiraine aksi aksi. “Kendini teşhir etme riskine giremezsin Rand.”
“Kendimi teşhir etmeme riskine de giremem. Arkama yaslanıp halkımın ölmesine seyirci kalamam! Ben onları koruyabilecekken değil.” “Sınırboyluların korunmaya ihtiyacı yoktur,” dedi Lan.
“Hayır,” diye yanıt verdi Rand, “ama ihtiyaç zamanında önerilen bir kılıcı reddeden Sınırboylu da tanımadım.”
Lan onunla göz göze geldi ve başını salladı. “Elinden geleni yap.”
Rand iki Kız’a başını salladı. Kızlar da başlarını sallayarak karşılık verdiler.
“Koyun çobanı,” dedi Lan.
Rand tek kaşını kaldırdı.
Lan, kolunu göğsüne yaslayarak ve başını eğerek onu selamladı.
Rand da başını sallayarak yanıt verdi. “Şurada, yerde senin için getirdiğim bir şey var Dai Shan.”
Lan kaşlarını çattı ve battaniye yığınına yürüdü. Bu çadırda masa yoktu. Lan çömeldi ve parlak, gümüşi bir tacı kaldırdı – ince ama sağlam bir taç. “Malkier tacı,” diye fısıldadı. “Bu kaybolmuştu!”
“Demircilerin eski çizimlere bakarak ellerinden geleni yaptılar,” dedi Rand. “Diğeri Nynaeve için. Ona yakışacağını düşünüyorum. Sen her zaman bir kraldın dostum. Elayne bana nasıl hükmedeceğimi öğretti, ama sen… sen nasıl dik duracağımı öğrettin. Teşekkür ederim.” Moiraine’e döndü. “Geri dönüşüm için açık bir alan bırakın.”
Rand, Tek Güç’ü kavradı ve bir kapıyol açtı. Lan’i, elinde taç, dizleri üzerinde bıraktı ve Kızların peşinden siyah bir çayıra çıktı. Yanık saplar çizmelerinin altında çıtırdadı. Dumanlar kıvrıla kıvrıla yükseliyordu.
Kızlar hemen çayırdaki küçük bir çukura sığındılar ve kararmış toprağa sokularak, fırtınaya hazırlandılar.
Çünkü bir fırtınanın yaklaştığı kesindi. Rand’ın önünde Trolloclar büyük bir kitle halinde çalkalanıyor, toprağı ve çiftlik evlerinin kalıntılarını araştırıyorlardı. Yakında Mora Nehri akıyordu. Bu, Tarwin Geçidi’nin güneyinde, işlenen ilk topraklardı. Lan’in güçleri Trollocların önünden ırmak aşağı çekilmeye hazırlanırken bu tarlaları yakmıştı.
Burada on binlerce canavar vardı. Belki daha fazla. Rand kollarını kaldırdı, tek yumruğunu sıktı ve derin bir nefes aldı. Kemerindeki kesede tanıdık bir nesne taşıyordu. Kılıcı olan küçük şişman adam; Dumai Kuyuları’nda bulduğu angreal. Son bir kez bakmak için oraya dönmüştü ve bibloyu çamura gömülmüş halde bulmuştu. Maradon’da işine yaramıştı. O angrealin onda olduğunu kimse bilmiyordu. Bu önemliydi.
Ama burada hilelerden daha fazlasını yapacaktı. Rüzgarlar Rand’ın çevresinde yükselirken Trolloclar bağrıştı. Bu yönlendirmenin sonucu değildi, henüz değil.
Rand’dı. Burada olması. Onun karşısında olması.
Farklı akıntılar çarpıştığı zaman deniz dalgalanırdı. Sıcak havayla soğuk hava karıştığı zaman rüzgarlar sertleşirdi. Ve Işık Gölge’yle yüzleştiğinde… fırtınalar yükselirdi. Rand bağırdı ve doğasının fırtınayı çalkalamasına izin verdi. Karanlık Varlık onu boğmaya çalışarak kendi varlığını dünyaya dayattı. Desen’in eşitliğe ihtiyacı vardı. Dengeye ihtiyacı vardı.
Ejder’e ihtiyacı vardı.
Rüzgarlar güçlendi, şimşekler havayı yardı, siyah tozlar ve yanık saplar döne döne fırtınanın içinde yükseldi. Myrddraaller Trollocları ona saldırmaya zorlarken, Rand sonunda saldırdı. Yaratıklar rüzgara karşı atıldılar ve Rand şimşeklerin yönünü değiştirdi.
Yönlendirmek kontrol etmekten çok daha kolaydı. Hazır esen bir fırtına varken zorla şimşek yaratması gerekmiyordu – onu teşvik etmesi yeterliydi.
Peş peşe yüz şimşek, Trollocların ön saflarını yok etti. Kısa süre sonra, yanık etin ekşi kokusu fırtınanın içindeki buğday saplarına karışmış, dönüyordu. Trolloclar gelmeye devam ederken Rand kükredi. Çevresinde Ölümkapıları açıldı, yerin yüzeyinde sudayürüyenler gibi kayan ve Trollocları ölüme düşüren kapıyollar. Gölgegölleri Yolculuk’tan canlı çıkamazdı.
Rand ona ulaşmaya çalışan Trolloclara saldırırken, çevresinde fırtınalar yükseldi. Karanlık Varlık buraya hükmetmeyi mi düşünmüştü? Bu toprakların zaten bir kralı olduğunu görecekti! Görecekti ki bu savaş…
Bir kalkan, Rand’ı Kaynak’tan kesmeye çalıştı. Rand kahkahalar atarak döndü ve kalkanın kaynağını kestirmeye çalıştı. “Taim!” diye bağırdı, ama fırtına sesini aldı ve boğdu. “Geleceğini umut ediyordum!”
Bu, Lews Therin’in durmaksızın ondan talep ettiği savaştı, Rand’ın başlamaya cesaret edemediği savaş. Şimdiye dek değil, kontrolün onda olduğunu hissedene kadar değil. Gücünü topladı, ama sonra bir kalkan daha çarptı, bir tane daha.
Rand daha fazla Tek Güç çekti; şişman adam angrealiyle çekebildiği kadar. Kalkanlar, sivrisinekler gibi gelmeye devam ettiler. Hiçbiri onu Kaynak’tan kesebilecek kadar güçlü değildi, ama onlardan düzinelercesi vardı.
Rand sakinleşti. Huzur aradı, yıkımın huzurunu. O hayattı, ama aynı zamanda ölümdü. O, bu dünyanın cisimleşmiş haliydi.
Saldırdı ve yakındaki moloz yığınında saklanan, göremediği bir Dehşetlordunu yok etti. Ateş çağırdı ve ikinci bir tanesine göndererek, onu da yakıp kavurdu.
Kadınların örgülerini göremiyordu – yalnızca kalkanlarını hissedebiliyordu.
Çok zayıf. Kalkanlar çok zayıftı, ama saldırıları Rand’ı endişelendiriyordu. Çok hızlı gelmişlerdi, en az üç düzine Dehşetlordu, ve her biri onu Kaynak’tan kesmeye çalışıyordu. Bu tehlikeliydi – onun gelişini bekliyor olmaları. Bu yüzden Lan’e yönlendiriciler kullanarak, şiddetle saldırmışlardı. Rand’ı açığa çekmek için.
Rand saldırıları savuşturdu, ama hiçbiri gerçekten ona kalkan koyabilecek kadar güçlü değildi. Tek bir kişi, onun tuttuğu kadar saidin tutan birini kesemezdi. Bunun yerine…
Olmadan hemen önce anladı. Diğer saldırılar yalnızca örtmeceydi. Şimdi erkekler ve kadınlardan oluşmuş bir halkanın saldırısı gelecekti. Ve buna bir erkek önderlik edecekti.
İşte! Bir kalkan çarptı, ama Rand hazırlanacak kadar zaman bulmuştu. Boranın içine Ruh yönlendirdi, Lews Therin’in anılarını kullanarak düşünmeden ördü ve kalkanı savuşturdu. Onu ittirdi, ama yok edemedi.
Işık! Tam bir halka olmalıydı bu. Kalkan yaklaşırken Rand homurdandı. Gökyüzünde canlı bir desen oluşturmuştu kalkan; boraya rağmen kıpırtısızdı. Rand bir Ruh ve Hava dalgasıyla ona direndi ve boğazına dayanan bir bıçağı ittirir gibi ittirdi.
Boranın kontrolünü kaybetti.
Çevresinde şimşekler çakıyordu. Diğer yönlendiriciler fırtınayı güçlendirmek için ördüler – onu kontrol etmeye çalışmadılar, çünkü buna gerek yoktu. Fırtınanın kontrolden çıkması onların işine geliyordu, çünkü her an Rand’a çarpabilirdi.
Rand daha da yüksek sesle, daha büyük kararlılıkla kükredi. Seni yeneceğim Taim! Aylar önce yapmış olmam gereken şeyi yapacağım sonunda!
Ama öfkenin, çılgınlığın onu çatışmaya çekmesine izin vermedi. Bunu göze alamazdı. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu öğrenmişti.
Burası yeri değildi. Burada savaşamazdı. Savaşırsa kaybederdi.
Rand bir güç dalgasıyla ittirdi ve Taim’in kalkanını geri fırlattı. Sonra bir anlık arayı kullanarak bir kapıyol ördü. Kızlar hemen kapıyoldan geçtiler ve Rand, rüzgara karşı başını eğerek, gönülsüzce takip etti.
Lan’in çadırına atladı. Moiraine, Rand’ın talep ettiği gibi, orada açık bir alan bırakmıştı. Kapıyolu kapattı ve rüzgarlar kesildi, gürüldü dindi.
Rand yumruğunu sıktı. Nefes nefese kalmıştı ve yüzünden ter akıyordu. Burada, Lan’in ordusunun olduğu yerde, fırtına uzakta kalıyordu, ama Rand gümbürtülerini duyabiliyordu ve hafif rüzgarlar çadırı sallıyordu.
Rand dizleri üzerine çökmemek için mücadele etmek zorunda kaldı. Derin derin nefes aldı. Zorlukla nabzını yavaşlattı ve yüzünü sakinleştirdi. Kaçmak değil savaşmak istiyordu! Taim’i yenebilirdi!
Ve bunu yaparken o kadar zayıflardı ki, Karanlık Varlık onu kolaylıkla ele geçirebilirdi. Yumruğunu zorla açtı ve duygularını kontrol altına almaya çalıştı.
Başını kaldırıp Moiraine’in sakin, bilgiç yüzüne baktı.
“Tuzak mıydı?” diye sordu Moiraine.
“Tuzaktan çok,” dedi Rand, “iyi hazırlanmış ve yakınına nöbetçiler konmuş bir savaş meydanı. Maradon’da yaptıklarımı biliyorlar. Benim görüldüğüm yere Yolculuk edecek ve bana saldıracak Dehşetlordu ekipleri olmalı.”
“Bu saldırı yöntemindeki hatayı gördün mü?” diye sordu Moiraine.
“Hata… hayır. Kaçınılmazlık, evet.”
Bu savaşı tek başına veremezdi. Bu sefer değil.
Halkını korumak için başka bir yol bulması gerekecekti.