On beşinci Bölüm

BÖYLECE Yedi Güneşler birbirlerinden her saat başında biraz daha uzaklaşıp, uzay gemisinin içinden geçtiği garip karanlık tünelini tümüyle dolduruncaya kadar yeniden düşlere dalıp, yeniden düşler içinde kayboldular. Sonra altı dış güneş karanlığın eşiğinde birer birer yitip, sonunda geriye sadece Merkez Güneş kaldı. Artık tümüyle görüş açılarında bulunmaması gerektiği halde, hâlâ kendisini diğer güneşlerin tümünden ayıran inci gibi ışıkla parıldamaya devam eden Merkez Güneş. Parlaklığı her saniye biraz daha artan Merkez Güneş sonunda bir nokta olmaktan çıkıp, küçük bir diske dönüştü ve bu diskte önlerinde gitgide açılmaya, gitgide genişlemeye başladı.

Birden uyarıların en kısasıyla karşı karşıya kaldılar. Kabinin içi kısa bir süre için çan sesini andıran derin, boğuk bir sesin çıkardığı titreşimlerle doldu ve Alvin bunun yararsız bir hareket olduğunu bildiği halde, koltuğunun kenarlarını sımsıkı kavramaktan yine de kendini alamadı.

Büyük jeneratörler bir kere daha canlanıp kükredi; Yıldızlar bir kere daha birdenbire belirip, kör olmalarına bir kere daha ramak kaldı. Uzay gemisi tekrar uzaya düşmüştü. Güneşler ve gezegenler evrenine, hiçbir şeyin ışıktan daha süratle hareket edemeyeceği doğal uzaya düşmüştü.

Yedi Güneşler sistemine girmişlerdi bile. Çünkü şimdi gökyüzüne egemen olan renkli kürelerin oluşturduğu büyük halkaydı ve gökyüzü de başka, bambaşka bir gökyüzüydü. Bildikleri tüm yıldızlar, tanıdıkları tüm burçlar yok olmuştu. Samanyolu artık göğün çok, çok uzak bir kısmındaki hafif, ancak belirgin bir sis kuşağından başka bir şey değildi. Şimdi yaradılışın tam kalbindeydiler ve yaradılışın büyük ekseni evreni tam ortasından ikiye bölmekteydi.

Uzay gemisi hâlâ büyük bir hızla Merkez Güneşe doğru yol almaktaydı. Sistemin gökyüzüne çepeçevre sıralanmış diğer altı güneşi renkli işaret kuleleriydi. Bu güneşlerden en yakın olanının biraz uzağında, çevresinde dönen uydu gezegenlerin çizdiği ışıklı daireler görülmekteydi ve bu kadar uzaktan bile görülebildiklerine bakılırsa bunlar muazzam, akıl almaz boyutlarda gezegenler olmalıydı. Doğanın şimdiye dek yaratmış olduğu her şeyin üstündeki bu görünüm karşısında soluğu kesilen Alvin, Theon’un haklı olduğunu anladı. Bu muhteşem simetri çevresindeki amaçsız, gelişigüzel yayılmış yıldızlara kasıtlı bir meydan okuyuştu.

Merkez Güneşin yaydığı sedefimsi ışığın nedeni artık açıkça anlaşılmaktaydı. Evrendekilerin en parlaklarından biri olduğuna hiç kuşku olmayan Merkez Güneş bir gaz bulutuyla çevriliydi ve bu gaz bulutu hem radyasyonunu yumuşatmakta, hem de ona kendine özgü rengini vermekteydi. Bu yüzden çevresindeki nebulada (küçük yıldızlar kümesi) ancak dolaylı bir tarzda görülebilmekte ve gözü yanıltan garip şekillere girmekteydi. Ama nebula yine de Oradaydı ve insan ne kadar uzun süre bakarsa, o ölçüde genişmiş gibi görünmekteydi.

Hedeflerini bulmayı tümüyle robota bırakmış olan Alvin robotun onları nereye götürdüğünü merak etmekteydi. Ezberden mi gidiyordu? Yoksa çevrelerinde işaretler, yol gösteren işaretler vardı da onlara mı uyuyor, onları mı izliyordu? Aklından bunları geçirirken üzerine doğru gitmekte oldukları soluk ışık kıvılcımını fark etti. Merkez Güneşin göz kamaştıran ışığından ötürü hemen hemen geçilememekte olan bu soluk ışık kıvılcımını fark etti. Merkez Güneşin göz kamaştıran ışığından ötürü hemen hemen seçilememekte olan bu soluk ışık kıvılcımının çevresinde de diğer yıldızların daha da solgun, daha da ölgün ışıklarını gördü. Artık akıl almaz yolculuklarının sonuna yaklaşmaktaydılar.

Bir renk cümbüşü olan gezegen artık sadece birkaç milyon mil uzaktaydı. Diğer yıldızlar Merkez Güneşin altında dönerken bir bir Merkez Güneşin göklerinden geçeceğinden, yüzeyinin hiçbir yeri karanlık olamazdı. Alvin Üstadın son sözlerinin anlamını şimdi açıkça anlamaktaydı.

«Ebedi ışık gezegenlerindeki rengârenk gölgelerin seyrine doyum olmaz.»

Artık atmosferin oluşturduğu hafif pusu, okyanusları, kıtaları görebilecek kadar yaklaşmışlardı ama bu görünümde yine de garip, anlaşılmaz bir taraf vardı. Bunun nerden ileri geldiğini anlamaya çalışırlarken kıtalarla okyanuslar arasındaki bölgelerin garip bir tarzda, adeta cetvelle çizilmiş gibi düzgün olduğunu fark ettiler. Bu gezegenin kıtaları doğanın bırakmış olduğu gibi değildi ama bu gezegenin güneşlerini yaratmış olanlar için, kıtalarını şekillendirmek çocuk oyuncağıydı.

Theon birdenbire haykırdı:

— Bunlar okyanus filan değil. Dikkatle bakarsan üzerlerinde izler görebilirsin.

Arkadaşının bu sözlerle ne demek istemiş olduğunu ancak gezegene iyice yaklaşınca anladı. Kıtaların kenarlarındaki silik kuşaklarla, hatları gördü. Okyanusların sınırları sanmış olduğu çizgilerin çok daha iç taraflarında, başka kuşaklarla hatlar, izler gördü ve bu izlerin ne anlama geldiğini çok iyi bildiğinden, bu manzara karşısında ani bir kuşkuya kapıldı. Bu izleri daha önce de, Diaspar’ın ötesindeki çölde de görmüştü ve bu izler ona şimdi bu yolculuğu boşuna yapmış olduğunu söylemekteydiler.

Hüzünle konuştu:

— Bu gezegenin tüm suyu çekilmiş. Bu gezegen de Yer Yuvarlağı kadar kuru. Bu benekler de okyanusların buharlaşması sonucunda oluşmuş tuz yataklarından başka bir şey değil.

Theon, Alvin’inkinden aşağı kalmayan bir üzüntüyle ekledi:

— Böyle bir şeyin olmasına hiçbir zaman müsaade etmemeliydiler. Sanırım geç, çok geç kaldık.

Theon’un duyduğu sonsuz düş kırıldığını artık hiç, ama hiçbir şey gideremeyeceğinden, Alvin hiçbir şey söylemeyip sessizce önündeki büyük gezegene bakmayı yeğledi. Gezegen geminin altında etkileyici bir yavaşlıkla dönüp, yüzeyi görkemli bir tarzda onlara doğru yükseldiğinden, artık yapıları, okyanusların kurumuş yatakları hariç, diğer her tarafında yükselen yapıları görebilmekteydiler. Bembeyaz kabukları, minimini deniz kabuklarını andıran yapıları.

Bu gezegen bir zamanlar Evren’in merkezi olmuştu. Şimdiyse hareketsiz, dupdurgundu. Atmosferi boş, bomboştu ve yüzeyinde yaşam olduğunu belirten hareketli noktalardan bir tane, tek bir tane bile görülmemekte, ne bir ses, ne de bir nefes duyulmaktaydı. Yine de gemi bu donmuş taş denizinin üzerinden belli bir hedefe doğru yol alıyormuşçasına ilerlemekteydi. Göğe doğru atılmak için yer yer bir araya gelip, güç toplamak için gerilemiş, hız alıp muazzam yüksekliklere sıçramış, göklere meydan okurken donup kalmış devasa dalgaların oluşturduğu bu donmuş taş denizinin üzerinden, belli bir hedefe doğru yol alıyormuşçasına hızla ilerlemekteydi.

Sanki robot en sonunda anılarının kaynağına inmiş, asıl hedefine varmışçasına, gemi birdenbire durdu. Şimdi tam altlarında, mermer, muazzam bir amfiteatrın tam ortasında bulunan, kar beyazlığında taştan bir sütun yükselmekteydi. Alvin kısa bir süre bekledi. Sonra da araç hareketsiz kalmaya devam ettiğinden, gemiyi yere, sütunun ayağına doğru yöneltti.

O ana kadar bile, bu gezegende yaşamla karşılaşacağına dair minicik bir umut kırıntısı beslemişti ama bu umudunu daha hava süzgecinden çıktığı anda yitirdi. Yaşamı boyunca hiç, ama hiçbir zaman, hatta Shalmirane’in perişan ıssızlığının kalbinde bile böylesine mutlak bir sessizlikle karşılaşmamıştı. Yeryüzünde mırıltılar, canlıların sesleri, ya da rüzgârın soluğu hiç kesilmezdi. Buradaysa bunların hiç, ama hiçbiri duyulmamaktaydı ve bir daha da asla duyulmayacaktı.

Robotun onları niçin buraya getirmiş olduğunu bilmenin imkânı yoktu ama Alvin artık bunun pek önemi olmadığını da bilmekteydi. Beyaz mermerden büyük sütun belki de elli ayak boyundaydı ve ovanın yüzeyinden biraz daha yüksek, maden bir dairenin üzerinde durmaktaydı. Bu girintisiz çıkıntısız, dümdüz sütunun üzerinde neye yaradığını gösteren en ufak bir şey bile yoktu. Bu sütunun eskiden tüm astronomik ölçülerin sıfır noktasını gösterdiğini belki tahmin edebilecekler, ama bundan hiçbir zaman kesinkes emin olamayacaklardı.

Alvin hüzünle bunun tüm araştırmalarının sonu olduğunu düşündü. Yedi Güneşlerin diğer gezegenlerini ziyaret etmenin faydasız olacağım biliyordu. Eğer evren’de hâlâ bir akıl varsa bile bu aklı şimdi daha nerede aramalıydı? Daha nerede arayabilirdi? Göklerle gökler, bu göklere kum tanecikleri gibi saçılmış yıldızlarla yıldızlar, güneşlerle güneşler, milyarlarca güneşle milyonarca yıldız görmüştü ve zamandan geriye kalanın hepsini araştırmak için yeterli olmadığını çok iyi biliyordu.

Birdenbire üzerine daha önce hiç görmemiş olduğu şiddette bir kasvet çöküyor; onu gitgide kahrediyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Diaspar’ın Evren’in sonsuz uzaklıklarından duyduğu korkuyu, ulusunu, kentlerinin minik dünyasına hapsedip oradan dışarı salıvermeyen dehşeti ancak şimdi anlayabilmekte ve sonuçta Diaspar’lıların haklı olduğunu kabul etmek ona güç, içimi zehir zıkkım acı bir ilaç gibi güç gelmekteydi.

Yardım görmek için arkadaşına döndü ama kelin merhemi olsa ilkönce kendi başına sürerdi. Üstelik Theon yumruklarını sımsıkı sıkıp kaşlarını çatmış, cam gibi donuk donuk parlayan gözlerle hiç kımıldamadan boşluğa bakmaktaydı.

Bu görünüm karşısında içi ürperen Alvin endişeyle sordu:

— Theon. Neyin var?

Theon yanıtlarken bile hâlâ boşluğa bakmaktaydı.

— Bir şey geliyor!

— Bir şey mi? Nasıl bir şey?

— Bilmiyorum. Henüz bilmiyorum. Gemiye dönsek daha iyi olacak…

* * *

Vanamonde’nin bilincine ilk erişinden beri Galaksi sayısız kez dönmüştü ekseni üzerinde. Bu ilk evreler, evrenlerle, kendisine o zamanlar bir çocuk gibi bakıp hizmet etmiş olan varlıklar hakkında şimdi çok az şey anımsamaktaydı ama, en sonunda gidip de onu yıldızların arasında yapayalnız bırakmış oldukları zaman duyduğu üzüntüyle yalnızlığı, o korkunç yalnızlığı hâlâ hatırlayabiliyordu. Ta o zamandan beri de, asırlar, ışık asırları boyunca, amaçsız, başıboş, güneşlerden güneşlere gitmişti. Ağır ağır gelişerek, gücüyle becerilerini yavaş yavaş arttırarak, güneşlerden güneşlere gitmişti. Bir zamanlar doğumunda yanında bulunup da kendisiyle meşgul olanlara tekrar kavuşmanın hasretiyle yanarak, sonsuz bir düş peşinde güneşlerden güneşlere gitmişti. Gerçi bu düş zamanla gücünü yitirip zayıf düşmüştü ama o bu düşü izlemekten hiçbir zaman tam anlamıyla vazgeçmemiş, ilk bakıcılarına, o çok çok sevdiklerine kavuşmak umudunu hiçbir zaman tam anlamıyla yitirmemişti.

Sayılamayacak kadar çok dünyada yaşamın enkazıyla yaşamdan artakalan enkazla karşılaşmış olmasına karşın, akılla sadece bir, tek bir kere yüzyüze gelip, Kara Güneş’ten dehşet içinde kaçmıştı. Bununla beraber umudunu yine de yitirmemişti. Çünkü evren sonsuzdu ve araştırmasına da henüz yeni başlamış sayılırdı.

Galaksi zamanla mekanın çok, çok uzaklarında bulunmasına rağmen, Galaksinin kalbinden yayılan büyük güç patlaması Vanamonde’yi, ışık yıllarının ötesindeki Vanamonde’yi göstermekteydi. Yıldızların yaydığı radyasyonla hiçbir ortak tarafı olmayan bu işaretin ışığı bilincinin derinliklerinden, kuyruklu bir yıldızın bulutsuz bir gökten birdenbire akıp akışı gibi geçmiş, geçerken de bilincinin derinliklerini birdenbire aydınlatmıştı. O geçmişin ölü, hiç değişmeyen örneğinde olduğu gibi hep bu ışığa, kendi kendini ölü dokular gibi atıp kabuk değiştiren bu ışığa doğru, yaşamının en son anına doğru ilerlemişti hep. Bir kere daha kabuk değiştireceği, bir kere daha doğacağı anına doğru ilerlemişti hep.

Burayı biliyordu. Bu gezegen ona yabancı değildi. Çünkü daha önce de bulunmuştu burada. O zaman cansızdı. Şimdiyse aklı vardı. Kendisine hemen hemen madde dünyasındaki diğer herşey kadar yabancı olduğu için anlayamadığı şekil. Ovanın üzerinde duran, uzun, maden şekil. Gerçi bu şeklin çevresinde bu şekili Evren’in sonuna götürmüş olan güç halesi hâlâ ışıldamaktaydı ama bunun kendisi için artık önemi kalmamıştı. Kaslarını birdenbire atlamak için yay gibi germiş vahşi bir hayvanın hassas sinirliliğiyle, özenle, büyük bir özenle, sonunda bulmuş olduğu iki akla, iki cana doğru uzandı ve araştırmasının, uzun araştırmasının artık bitmiş olduğunu, sonunda, en sonunda aradığını bulmuş olduğunu, nihayet bulmuş olduğunu anladı.

* * *

Rorden bu toplantının daha sadece birkaç gün önce ne kadar imkânsız bir şeymiş gibi geleceğini düşündü. Teknik bakımdan hâlâ gözden düşmüştü. Hâlâ zan altındaydı. Bununla beraber bu toplantıda bulunmasının gerekliliği öylesine açıktı ki kimse toplantının dışında tutulmasını önermemişti. Kendisi gibi seçimle gelmiş üyelerin her İlci yanlarında yer aldığı altı konuk Konseyin karşısında oturmaktaydı. Gerçi bu oturuş şekli konukların yüzlerini görmesine engel olmaktaydı ama Konsey üyelerinin yüzlerindeki ifade yeterince eğitici olduğundan, bunun pek bir önemi yoktu.

Alvin’in haklı olduğuna ve Konseyin de bu demir leblebiyi yavaş yavaş hazmetmeye başladığına artık kuşku yoklu. Lys’li delegeler Diaspar’ın en üstün beyinlerinden bile hemen hemen iki misli daha süratle düşünebilmekteydiler. Üstüne üstlük Diasparlılara tek üstünlükleri de bu değildi. Çünkü bu becerilerinin yanı sıra olağanüstü bir ortak karar alma, ortak hareket etme, düzenleme yeteneği de göstermekteydiler ve Rorden bunun telepatik güçlerinden ileri geldiğini tahmin etmekteydi. Tüm bunların yanı sıra Lys’lilerin Konseydekilerin akıllarından geçenleri okuyup okumadığını da merak etmekteydi. Bununla beraber bu konu üzerinde iyice düşündükten sonra Lys’lilerin böyle bir şey yapıp da verdikleri ve bu toplantıyı mümkün kılmış olan sağlam güvenceyi ortadan kaldırmayacaklarına, görüşmelerin daha başlamadan kesilmesine yol açmayacaklarına karar verdi.

Rorden toplantıda fazla bir ilerleme sağlandığını sanmamaktaydı. Ayrıca bir ilerlemenin nasıl olup da sağlanacağını da kestirememekteydi. Alvin uzaya gitmişti. Bu gerçeği hiçbir şey değiştiremezdi. Lys’i henüz tam manasıyla benimsememiş olan Konsey neler olup bittiğini anlamaya hâlâ muktedir değilmiş gibi bir hava içinde görünmekte, havanda su döğmeye devam etmekteydi. Ama korktuğu açıktı. Konseydekiler gibi, konukların çoğunun da korktuğu aşikârdı. Rorden’e gelince, beklediği kadar büyük bir dehşete kapılmamıştı. Sanki Alvin’in pervasızlığından bir şeyler ona da geçip hiç olmazsa gerçeğin yüzüne doğrudan doğruya bakabilmesini mümkün kılmış, önünde yeni ufuklar açmıştı.

Başkanın sorusunu hiç beklemediği bir anda sormasına rağmen kendini süratle toparlayıp yanıtladı.

— Böyle bir durumun şimdiye dek ortaya çıkmamasının tek nedeni, bahtımızın şimdiye dek hep yaver gitmiş olmasından başka bir şey değil. Böyle bir durumla daha önce karşılaşmış olsaydık, olaylar daima bizden önde olduğundan, gelişmelerini durdurabilmek için yine de hiçbir şey yapamayacak, oldubittiyi kabullenmek zorunda kalacaktık.

Olaylar sözcüğünden kastının Alvin olduğunu hepsi de bilmekteydi ama hiçbiri bir yorumda bulunmadı.

— Geçmişte olup bitenler üzerinde çekişmeye devam etmek abes. Geçmişte Lys de Diaspar da büyük hatalar yaptıkları için en iyisi geçmişin üzerine bir sünger çekmek. Geleceğe gelince, bunu çok, gerçekten de çok istiyorsanız, Alvin döndüğünde Yer Yuvarlağını yeniden terketmesini önleyebilirsiniz. Tabii eğer buna gücünüz yeterse. Bana gelince, Alvin o zamana kadar çok fazla şey öğrenmiş olacağından, gücüne güç katmış olacağından, ben bunu başarabileceğinizi, Alvin’i önleyebileceğinizi sanmıyorum.

— Daha önce de dediğim gibi, eğer korktuğunuz şey olduysa, bu konuda hiçbirinizin yapabileceği bir şey yok. Korkunun ecele nasıl faydası yoksa.

Susup bakışlarını masanın çevresinde dolaştırdı. Beklediği gibi sözleri hiçbirinin hoşuna gitmemişti.

— Yer Yuvarlağı yeni, her zaman içinde bulunduğundan daha büyük bir tehlike karşısında değil. Hem iki, sadece iki genç, istilacıların gazabını niçin bir kere daha üstümüze çeksin. Kendimizin aldatmaktan, başımızı kuma gömmekten artık vazgeçelim. İstilacılar bunu gerçekten isteselerdi, beklemezler, dünyamızı asırlar önce yok ederlerdi.

Bu sözleri derin bir sessizlik izledi. Bu sözler diğerleri için küfürdü, hezeyandı. Bununla beraber Lys’li delegelerden ikisi söylediklerini onaylıyormuş gibi görünmekteydiler. Bunu fark edince hafifçe heyecanlandı.

Daha fazla dayanamayan başkan kaşlarını çatarak müdahale etti.

— İstilacıların Yer Yuvarlağını sadece bir tek şartla, İnsanoğlunun bir daha hiçbir zaman uzaya gitmemesi şartıyla esirgediklerine ilişkin bir efsane yok mu? Biz şimdi bu şartı çiğnemiş olmadık mı?

Rorden tekrar söz aldı:

— Bir zamanlar bu efsaneye ben de inanıyordum. Ama bu da sorgusuz sualsiz, üzerinde hiçbir inceleme yapmadan kabullendiğimiz öykülerden biri. Benim makinelerim bu efsane hakkında hiçbir şey bilmediği gibi, bu efsanede sözü edilen anlaşma hakkında hiçbir tarihi belge, kayıt filan da yok. Çok daha az önemli konular belgelendiği halde bu hususta hiçbir kayıt yok. Bence eğer aslı olsaydı, bu kadar önemli bir anlaşma da belgelenir, hem de günümüze kadar gelecek şekilde belgelenirdi.

Alvin şimdi burada bulunmuş olsaydı, kendisiyle gurur duyacağını düşündü. Ama eğer Alvin bu toplantıda bizzat bulunmuş olsaydı da bu fikirleri, bu aynı iddiaları ileri sürse, Alvin’e büyük bir olasılıkla kendi, herkesten önce kendi karşı çıkar, iddialarım herkesten önce kendi çürütmeye çalışırdı. Oysa şimdi bunun tam tersini yapmaktaydı ve bu ona bile garip gelmekteydi. Bununla beraber Alvin’in düşlerinden hiç olmazsa biri gerçekleşmişti. Gerçi Lys’le Diaspar arasındaki bağ henüz sağlam değildi ama hiç olmazsa ilk adım atılmıştı. Alvin’in şimdi nerede olduğunu, neler yaptığını sordu kendi kendine.

* * *

Alvin ne bir şey görmüş, ne de bir şey sormuştu ama o anda ne karşı çıkmak, ne de tartışmakla vakit kaybetmeyip hemen ilerledi ve ancak hava kilidi arkalarından sürmelendiğinde arkadaşına dönüp biraz soluk soluğa sordu:

— Theon. Gelen neydi?

— Bilmiyorum. Tek bildiğim dehşet verici bir şey olduğuydu. İnsanın kanını donduran bir şey olduğuydu.

— Gitmeli miyiz? Buradan hemen gitmeli miyiz?

— Hayır. Önceleri çok korktum ama artık bize bir kötülük yapacağını sanmıyorum. Nasıl söylemeli… Bizi hâlâ gözetliyor ama şimdi sadece ilgilenmiş, daha doğrusu sadece ilgi duyuyor, sınırsız bir ilgi duyuyor gibi bir hali var.

Alvin sorularına devam etmek üzereyken, birdenbire daha önce hiç duymamış olduğu bir duygu duyup, bu duygunun pençesinde yavaş yavaş kendini kaybetmeye başladı. Sanki karmaşık bir alev dalgası her tarafına yayılıp, tüm vücudunu yavaş yavaş ateşe vermekteydi. Bu duygu sadece birkaç dakika sürdü ama sona erdiğinde o da artık eski Alvin Loronei değildi. Bir şey beynini paylaşmakta, bir dalganın bir başka dalgayı kısmen örtüp kaplaması gibi, dalga dalga üstüne bindirip yayılmakta, yükselmekte, yükselmekte, beynini istila etmekteydi. Hemen yanı başındaki Theon’un beyni de, bu güç her neyse onun tarafından tıpkı kendi beyni gibi dalga dalga kaplandığını, paylaşıldığını hissediyordu. Bu nahoş olmaktan ziyade garip duygu, Alvin’e gerçek telepati konusundaki ilk dersini de veriyor, ırkında artık başka bir şeye yaramayacak kadar soysuzlaşıp sadece makinelere kumanda etmekte kullanılan gerçek telepatinin ne olduğunu öğretiyordu.

Seranis bir zamanlar beynine egemen olmaya çalıştığında buna isyan etmişti ama şimdi bu saldırıya karşı mücadele etmiyordu. Mücadele faydasız olacaktı. Ayrıca bu zekâ her ne ise, bunun düşman bir zekâ olmadığını da biliyordu.

Bu nedenlerden ötürü, üstelik de beynini inceleyen zeka, kendisininkinden kıyas bile kabul etmez derecede üstün olduğu için, daha fazla karşı koymayıp kendini tamamen bıraktı. Bununla beraber karşılıklı zekâları hakkındaki düşüncesi tümüyle doğru değildi…

Vanamonde daha ilk andan itibaren bu iki beyinden birinin diğerinden daha dost, daha açık, daha kolay ulaşılır olduğunu anladı. Varlığı karşısında her iki beynin de sonsuz bir hayranlık duyduğunu ve bunun kendisini çok şaşırttığını da söyleyebilirdi. Yine bunun gibi, bu iki beynin her şeyi unutmuş olabileceklerine inanmak da güçtü. Ölümlülük gibi unutkanlık da Vanamondeye çok yabancı bir kavram olduğundan, güçten de öte, inanılmazdı.

Bu iki beyinle ilişki kurmak çok güçtü. Bu beyinlerdeki klişe düşünce görüntülerden bazıları artık tanımlayamayacağı kadar garip bir hal almıştı. İstilacıların bu beyinlere iyice yerleşmiş, durmadan nükseden korku örneği de onu düşündürmüş ve bu ona Kara Güneş’i ilk gördüğü zamanki kendi duygularını anımsattığı için, biraz da ürkütmüştü.

Ama onlar Kara Güneş hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı ve şimdi beyninde onların kendi soruları şekillenmeye başlıyordu.

— Siz kimsiniz?

Verebileceği tek yanıtı verdi:

— Ben Vanamonde’um

Bir duraklama oldu. Bu beyinlerin düşünceleri oluşmak için ne kadar, ne kadar da uzun bir yol izlemekteydiler. Sonra soru tekrarlandı. Anlamamışlardı. Hiçbir şey anlamamışlardı ve bu garip, çok garipti. Çünkü hem doğumunun anıları içinde yer alması, hem de ileride hatırlanması için ona adını muhakkak onlar gibi olanlar, mutlak ve muhakkak onlarla aynı soydan olanlar vermişlerdi. Gerçi, bu anılar hem çok azdı, hem de garip bir tarzda zamanın tek, belirli bir anında başlıyorlardı ama yine de net, son derece nettiler ve yanılmasına olanak yoktu.

İki beynin dar kapsamlı soruları uzun uzun çabalayıp uğraşarak, zorlukla, bir kere daha bilincine ulaştılar.

— Büyükler kimlerdi? Siz de onlardan birisi misiniz?

Bunu bilmiyordu. Onlar da bilmediğine güçlükle inanmakta, daha doğrusu inanamamaktaydılar ve duydukları acı, sonsuz hayal kırıklığı, beyinlerini beyninden ayıran uçurumun üzerinden atlayıp ona kadar ulaşıyordu. Ama sabırlıydılar ve Vanamonde da onlara yardım ettiğinden ötürü hoşnuttu. Çünkü hem araştırmalarının amacı aynıydı, hem de bunlar doğduğundan beri aradığı canlardı ve bu canların yanında ilk defa için dostluğu tatmaktaydı.

Alvin bu konuşma, bu sessiz konuşma gibi garip bir durumu yaşamakta olduğuna bir türlü inanamamaktaydı. Bunun yanı sıra Theon’un beyninin kendisininkinden çok daha güçlü olduğunu, kendisinin bir seyirciden başka bir şey olmadığını, daha öte bir rol oynamadığını kabullenmek, kendi kendine bile itiraf etmek de ona çok güç gelmekteydi. Bununla beraber bu sessiz konuşma karşısında, anlayış sınırlarını tümüyle aşan bu düşünce seli karşısında iyice sersemlemiş olduğundan, artık beklemekten, hayranlıkla beklemekten başka yapabileceği bir şey de yoktu.

Theon teması kesip arkadaşına döndü. Yüzü çabadan bembeyazdı. Sesi de çok yorgundu:

— Garip bir şey bu. Ne olduğunu katiyen anlamadığım bir şey.

Bu itiraf Alvin’in kendi kendisine karşı duyduğu saygıyı biraz olsun yerine getirdi. Bunu yüzü de açığa vurmuş olmalıydı ki Theon’un yüzü birdenbire gevşeyip, sıcak, dost bir gülümseyişle aydınlandı:

— Vanamonde’un ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Vanamonde akıl almaz derecede bilgi sahibi bir yaratık ama zeka düzeyi çok düşük gibi görünüyor. Bittabi beyni ne yapsak anlayamayacağımız kadar değişik yapıda bir beyin de olabilir ama bu bana her nedense doğru açıklama gibi gelmiyor.

Alvin daha fazla sabredemeyip patladı:

— Neler öğrendin? Burası hakkında bir şeyler biliyor mu?

Aklı hâlâ çok uzaklarda, başka yerlerdeymiş gibi görünen Theon dalgın bir tavırla yanıtladı:

— Bu kent, bizimkiler de dahil, birçok ırk tarafından ortaklaşa inşa edilmiş. Bana bunun gibi bilgiler verebiliyor ama bu bilgilerin anlamını anlıyora benzemiyor. Geçmişi bildiğine inanıyorum. Bununla beraber, şimdiye kadar olmuş bitmiş herşey beyninde karman çorman olmuş gibi göründüğünden, geçmişi açıklamaya muktedir olduğunu sanmıyorum.

Derin düşüncelere daldıktan sonra yüzü yeniden aydınlandı:

— Önümüzde sadece tek bir yol var. Vanamonde’yi zorla veya güzellikle Yer Yuvarlağına götürüp filozoflarımıza incelettirmeliyiz.

— Bu tehlikeli olmaz mı?

Theon bir yandan arkadaşının sorusunun ne denli şahsiyetsiz, ne kadar genele özgü olduğunu düşünürken, bir yandan da yanıtladı.

— Olmaz. Çünkü Vanamonde hem sıcakkanlı, hem de dost canlısı. Gerçeği söylemek gerekirse, hatta bunlardan da öte bir şey. Sevgiye, şefkate bir çocuk, öksüz bir çocuk gibi susamış ve ölesiye sevgi, ölesiye şefkat dolu. Bize de kalpten bağlı.

Theon birdenbire tüm bu süre boyunca Alvin’in bilincinin sınırları üzerinde uçup uçup durmaktan başka bir şey yapmamış olduğunu, çok açık, çok kesin bir şekilde anladı. Kriftle öbür hayvanları, Seranis’in canını sıkmak için bile bile böyle yapıyorlarmış gibi, ortalığı durmadan karıştırıp, didik didik edip, durmadan kaçan öbür hayvanları, «Anne, söz veriyorum, bir daha böyle bir şey olmayacak» deyişini hatırladı. Bunun yanı sıra — bu şimdi o kadar, o kadar uzun zaman önce olup bitmiş gibi gelmekteydi ki — Shalmirane’a gidişlerinin ardında yatan asıl amacı, Zoolojik amacı anımsadı.

Theon artık yeni bir gözde, yeni bir cici bulmuştu kendine.

Загрузка...