YANLIŞ bir hesaplama yüzünden gemi dikeye çok yakın bir açıyla daldı ve kulakları sağır edici bir çığlıkla atmosfere çarptı. Adamlar kuşetlerinde yattıkları yerden damperlerin ezildiğini duydular. Ön ekranlar alevleri gösterdikten sonra karardı. Baş taraftaki akkor gaz yastığı dış kameralar için çok fazlaydı. Kontrol odası sıcak kauçuğun pis kokusuyla doldu. Hızdaki azalmanın etkisiyle adamlar geçici olarak görme ve duyma yeteneklerini yitirdiler. Son gelmişti.

Hiç kimse düşünemiyordu. Hiç kimsenin nefes almaya bile gücü yoktu. Solunumlarını, balon şişirir gibi, oksipulsatörler sağlıyordu. Az sonra gümbürtü kesildi. Her iki tarafta altı tehlike lambası yanmaya devam etti. Mürettebat kımıldadı. Çatlak kontrol tablosunun üstündeki uyarı sinyali kırmızıyı gösterdi. İzolasyon ve plexiglas parçaları yerde süründü. Artık gürültü yoktu, cılız bir ıslık dışında.

“Ne?!” diyebildi boğuk bir sesle Doktor, lastik ağızlığını tükürdükten sonra.

Kaptan, “Yerlerinizde kalın!” diye uyardı, zarar görmemiş tek ekrana bakıyordu. Gemi aniden bir takla attı; adeta dev bir kütükle üzerine vurulmuştu. Adamları saran naylon ağ bir müzik aletinin teli gibi tıngırdadı. Bir an için her şey havada tepetaklak asılı kaldı, ardından motor gürüldemeye başladı.

Son darbeyi beklerken gerilen kaslar rahatlamıştı. Gemi egzoz alevinin dikey kolonu üzerinde yavaşça alçaldı. Yardımcı güç devresi yeniden umut verici bir şekilde titreşmeye başladı. Bu, birkaç dakika sürdü. Ardından duvarlar sarsıldı. Titreşim giderek artıyordu; türbin yataklarında boşluk meydana gelmiş olmalıydı. Adamlar birbirlerine baktılar. Hepsi farkındaydı; artık her şey kontrol kanatlarının tutup tutmamasına bağlıydı.

Kontrol odası aniden çalkalandı; sanki çelik bir çekiç öfkeyle dışarıdan vuruyordu. Son ekran giderek bir halkalar kümesiyle kaplandı; konveks fosforışıl koruma karardı. Tehlike lambalarının parlak ışığında meyilli duvarlara adamların dev gölgeleri vuruyordu. Motor şimdi vınlıyordu. Altlarında bir gıcırtı, bir parçalanma duydular, ardından tiz bir sesle bir şey koptu. Gövde sürekli sarsılmaktan duyarsızlaşmıştı. Karanlıkta nefeslerini tuttular. Birden vücutları naylon bağları zorlayarak savruldu, ama ağların yırtılmasına neden olabilecek parçalanmış yüzeylere çarpmadı. Adamlar sarkaç gibi sallandılar…

Gemi çığ etkisinde kalmış gibiydi. Uzakta cansız yankılanmalar vardı. Fırlayan toprak parçaları dış çanak boyunca zayıf bir sesle kayıyordu.

Bütün hareket durdu. Altlarında bir şeyler damlıyordu. Damlama arttı, hızlandı; su sızıntısına benziyordu ve kızgın metalin üstüne damlaların birer birer düşmesi gibi, delip geçici, sürekli bir tıslama oluştu.

“Hayattayız,” dedi Kimyager. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Dört yanından kayışlarla bağlı, naylon çantada sallanıyordu. Gemi, yatakla aynı doğrultuda duruyor olmalıydı: tersi söz konusu olsaydı yatak yatay olurdu. Bir şey tıkırdadı, Doktor’un eski çakmağının soluk ışığı göründü.

“Yoklama,” dedi Kaptan. Bu arada çantasının bir kayışı koptu ve bu, yavaşça, çaresizce havada döndürdü onu. Naylon korumanın içinden uzandı ve duvarda bir tutamak yakalamaya çalıştı.

“Burada,” dedi Mühendis.

“Burada,” dedi Fizikçi.

“Burada,” dedi Kimyager.

“Buradayım,” dedi Sibernetikçi başını tutarak.

“Benimle birlikte altı,” dedi Doktor.

“Herkes burada. Tebrikler.” Kaptan’ın sesi sakindi. “Ya robotlar?” Yanıt yoktu.

“Robotlar!!”

Sessizlik. Doktor’un parmakları yandı; çakmağı söndürdü. “Her zaman söylemişimdir, bizim hamurumuz daha sağlamdır diye.”

“Bıçağı olan var mı?”

“Bende var. Kayışları keseyim mi?”

“Birileri kayışları kesmeden çıkabilirse daha iyi olur. Ben yapamıyorum.”

’’Ben deneyeceğim.” ’

Güçlükle nefes alarak harcanan çabalardan sonra bir darbe duyuldu ve camlar ezildi.

“Yerdeyim. Yani duvarın üstünde,” dedi Kimyager. “Doktor, buraya biraz ışık ver, size yardım edebileyim.”

“Acele et. Bu şeyin sıvısı bitmek üzere.” Çakmak yeniden parladı. Kimyager, Kaptan’ın kozasına gitti ama bacaklarından ötesine yetişemedi. En sonunda yan fermuarlardan birini açmayı başardı ve Kaptan güm diye ayaklarının önüne düştü. İkisi birlikte daha hızlı çalışabildiler; az sonra hepsi kontrol odasının meyilli, yarı esnek duvarının üstünde ayakta duruyordu.

“Nereden başlayacağız?” diye sordu Doktor, Sibernetikçi’nin alnındaki kesiğe yara bandı yapıştırırken. Doktor, ceplerinde her zaman ufak tefek şeyler bulundururdu.

“Çıkıp çıkamayacağımızı göreceğiz,” diye yanıtladı Kaptan. “Öncelikle ışığa ihtiyacımız var. Doktor, burayı biraz aydınlat, kontrol tablosunda ya da en azından alarm sisteminde hâlâ akım olabilir.”

Bu kez çakmaktan yalnızca bir kıvılcım çıktı. Doktor, çakmağı, dizlerinin üstünde yerde kırık metal parçaları arasından bir şeyler çıkarmaya çalışan Kaptan ve Mühendis. üzerine doğru arka arkaya çaktı.

“Bir şey bulamadınız mı?” diye sordu arkalarında duran Kimyager.

“Henüz hayır. Bir kibriti olan var mı?”

“En son üç yıl önce kibrit görmüştüm. Bir müzede,” diye belli belirsiz mırıldandı Mühendis. Dişleriyle bir kablonun dışını sıyırmaya çalışıyordu. Birden küçük, mavi bir ateş Kaptan’ın açık avuçlarını doldurdu.

“İşte akım,” dedi. “İş, bir ampule kaldı.”

Yan panelin üzerindeki acil kutusunda sağlam bir ampul buldular. Keskin bir ışık kontrol odasını aydınlattı: ortalık, kavisli duvarları olan bir tünel gibi görünüyordu. Kapı, üzerlerinde ve oldukça yüksekteydi.

“Altı metreden fazla,” dedi Kimyager umutsuzca. “Oraya nasıl ulaşacağız?”

“Bir zamanlar bir sirkte görmüştüm, beş adam birbirlerinin üstünde ayakta duruyorlardı,” dedi Doktor.

“Biz akrobat değiliz. Ama tabandan tırmanabiliriz,” dedi Kaptan. Kimyager’in bıçağını aldı ve süngersi yer kaplamasında kesikler oluşturmaya başladı.

“Basamak mı?”

“Evet.”

“Neden Sibernetikçi’den ses çıkmıyor?” diye sordu Mühendis. Parçalanmış kontrol tablosunun üstüne oturmuş, voltmetreyle açıktaki kabloları deniyordu.

“Adam kendini kimsesiz hissediyor,” diye yanıtladı Doktor, gülümseyerek. “Bir Sibernetikçi robotları olmadan ne yapar?”

“Onları tamir edeceğim,” dedi Sibernetikçi. Ekranlara bakıyordu; sarı ışıkları giderek sönükleşti.

“Akümülatörü de,” diye mırıldandı Fizikçi. Mühendis ayağa kalktı.

“O zaman görüntü geri gelir.”

On beş dakika sonra altı adamlı ekip geminin ön tarafına doğru çalışmaya başlamıştı bile. Önce koridora girdiler, oradan kendi özel bölmelerine geçtiler. Doktor’un kabininde eski bir el feneri buldular. (Doktor bir şeyler biriktirmeyi severdi.) Bunu yanlarına aldılar. Her taraf berbat olmuştu. Yerlere saçılan mobilya iyi durumdaydı ama aletler, takımlar ve bazı araç gereç, içinde güçlükle yürüyebildikleri bir hurda denizi oluşturmuştu.

“Şimdi dışarı çıkmayı deneyelim,” dedi Kaptan, koridora geri döndüklerinde.

“Uzay giysileri ne durumda?”

“Hava uyum bölümünde. Zarar görmemişlerdir. Ama onlara ihtiyacımız yok. Aden’in, solunuma uygun bir atmosferi var.”

“Daha önce burada bulunmuş olan var mı?”

“Bundan on iki yıl önce gemisiyle birlikte kaybolduğunda, Altain kozmik bir araştırma gerçekleştirmişti. Hatırladınız mı?”

“Ama hiç kimse iniş yapmamıştı, öyle değil mi?”

“Evet. Hiç kimse.”

İç kapak tepedeydi, eğimli duruyordu. Ortama yabancılıkları — duvarlar yer olmuştu, tavan da duvar-yavaş yavaş geçti.

“Bunun için canlı bir merdiven gerekecek,” dedi Kaptan. Doktor’un el feneriyle iç kapağı dikkatle incelemeye başladı. Hava geçirmez mühür sağlamdı.

“İyi görünüyor,” dedi Sibernetikçi, boynunu uzatarak.

“Evet,” diye onayladı Mühendis. Direkleri büken ve aralarındaki ana kontrol tablosunu ezen korkunç gücün iç kapağı da sıkıştırmış olmasından korkuyordu. Ama düşüncesini kendine sakladı. Kaptan, Kimyager’e duvarın yanında durup eğilmesini söyledi.

“Bacaklar açık, eller dizlerde; böylesi senin için daha rahat olacak.”

“Her zaman bir sirkte çalışmayı istemişimdir,” dedi Kimyager, yere çömelirken. Kaptan bir ayağını omuzuna koyarak yükseldi ve duvara yaslanarak nikel kaplı manivela kolunu parmaklarıyla yakaladı.

Önce sıkıca tuttu, ardından kendini koyvererek sallandı. Ezik cam parçalarının kilit mekanizmasına dolduğunu düşündüren bir gıcırtı çıktı ve kol, bir çeyrek dönüş yaptıktan sonra durdu.

“Doğru yöne mi çeviriyorsun?” diye sordu el fenerini tutan Doktor. “Gemi onunla aynı yönde.”

“Bunu hesaba katmıştım.”

“Biraz daha güçlü çekemez misin?” Kaptan yanıt vermedi. Diğer elini de manivela koluna getirmeye çalışıyordu. Tek eliyle sallanırken, bu oldukça zordu, ama sonunda başardı, altında duran Kimyager’e çarpmamak için bacaklarını topladı ve kendini iyice yukarı çekip vücudunun bütün ağırlığıyla aşağıya bırakarak kolu birkaç kez çekti. Bu arada vücudu duvara çarpınca, homurdandı.

Üçüncü ya da dördüncü defada manivela biraz daha kıpırdadı. Hala iki inç kadar dönmesi gerekiyordu. Kaptan, bütün gücünü toplayarak kendini bir kez daha saldı. Manivela korkunç bir gıcırtıyla kilit diline geçti; sürgü çekilmişti.

“Mükemmel, mükemmel,” dedi Fizikçi keyifle.

Mühendis hiçbir şey söylemedi, aklı başka yerdeydi.

Sıra iç kapağın açılmasına gelmişti; bu, daha da zor bir işti. Mühendis bölme kapısının kolunu denedi, ama hiç umut yoktu; borular çeşitli yerlerinden yarılmış ve bütün sıvı dışarı akmıştı. Doktor’un fenerinin aydınlığında, çark, üzerlerinde bir ışık halkası gibi parıldadı. Jimnastik yetenekleri için fazla yüksekteydi: üç buçuk metreden fazla. Kırık eşyaları, minderleri, kitapları biraraya getirdiler. Kütüphane, kalın gökyüzü atlaslarına kadar, sarsıntıdan tamamıyla sağlam çıkmıştı. Mühendis’in komutasında, birkaç yanlış girişimden sonra, adamlar bunlardan tuğla gibi yararlanarak bir piramit inşa ettiler. Altı ayak yüksekliğindeki bu yığını oluşturmaları yaklaşık bir saatlerini aldı.

“Bedensel işlerden nefret ederim,” diye soludu Doktor. Havalandırma birimindeki bir boşluğa sıkıştırdıkları fener, kütüphaneye gidip kolları kitaplarla dolu dönerlerken yollarını aydınlatıyordu. “Daha önce, sınırlı olanaklarla böyle icatların ortaya çıkarılabileceğine inanmazdım. Hele yıldız yolculuklarında…” Şimdi tek konuşan oydu. En sonunda Kaptan, arkadaşlarının yardımıyla, piramite dikkatle tırmandı ve çarka parmaklarıyla dokundu.

“Henüz yeterli değil,” dedi. “İki inç kısa. Eğer zıplarsam hepsi devrilecek”

“Bende şans eseri Tachyon Teorisi var,” dedi Doktor, elinde bir kütleyi kaldırarak “Bu, işimizi görür.”

Kaptan çarka sıkıca tutundu. El feneri kıpırdayınca, gölgesi, şimdi tavan olan beyaz plastik kaplamanın öbür tarafına atladı. Kitapların birkaçı aniden yer değiştirince Fizikçi, “Dikkat et,” diye bağırdı.

“Elimizde itebilecek bir şey yok,” diye yakındı Kaptan hırıltılı bir sesle. “Kahretsin!” Çark ellerinden kaydı. Bir an dengesini kaybetti ama toparlandı. Diğerleri de artık yukarıya bakmaktan vazgeçip, kollarını birleştirerek, devrilmesini önlemek için dengesiz yükseltiyi bütün yönlerden sardılar. Kaptan çarkın kolunu yeniden tuttu. Bir kazınma sesinin ardından birdenbire kitaplar devrildi. Kaptan havada asılı kaldı ama çark bir tam dönüş yapmıştı.

“On bir kez daha,” dedi kitap yığınının üstüne atlarken.

İki saat sonra iç kapak sorunu çözülmüştü. Açılmaya başladığında bütün mürettebat alkış tuttu.

Koridorun ortasında yukarıdan sarkan açık kapak, bölmeye girmeyi kolaylaştıracak bir platform oluşturuyordu. Giysiler sağlam çıkmıştı; içlerinde durdukları kilitli dolaplar şimdi yataydı. Adamlar bunların arasından geçtiler.

“Hepimiz çıkacak mıyız?” diye sordu Kimyager.

“Önce dış kapağı açıp açamayacağımızı görelim…”

Ama dış kapak, manivela ana gövdeyle kaynaşmış gibi, kımıldamadı bile. Altısı birden omuzlarıyla yüklenip ittiler, ardından vidalan değişik yönlere çevirmeye çalıştılar, ama vidalar da dönmedi.

“Ulaşmak kolay, zor olan, karaya çıkmak,” diye bir sonuç ortaya attı Doktor.

“Çok zekice,” dedi Mühendis. Ter gözlerini yakıyordu. Kilitli dolapların üzerlerine oturdular.

“Açlıktan ölmek üzereyim,” dedi Sibernetikçi sessizlikte.

Fizikçi, “Bir şeyler yesek iyi olacak,” dedikten sonra ambara girmeyi önerdi.

“Mutfağı denesek daha iyi olur. Dondurucuda yiyecek var…”

“Ben yalnız beceremem. Yolda bir ton hurda var. Başka gönüllü yok mu?”

Doktor gitmeyi kabul etti. Kimyager de istemeyerek kalktı. Yarı açık iç kapağın çıkıntısında kafaları kaybolduğunda ve yanlarına aldıkları fenerin son ışığı da yok olduğunda Kaptan fısıltıyla konuştu:

“Hiçbir şey söylemek istemedim. Durumun farkındasınız, değil mi?”

“Evet,” dedi Mühendis. Karanlıkta Kaptan’ın ayakkabısına dokundu ve elini üstüne koydu. Bir desteğe ihtiyacı vardı. “Dış kapağı kesebileceğimizi düşünüyor musun?”

“Ne ile?” diye sordu Mühendis. “Bir lehim bekimiz var.”

“Sen hiçbir lehim bekinin bir buçuk ayaklık bir seramiti kestiğini duydun mu?”

Sessiz kaldılar. Geminin derinliklerinden yankılı bir ses duyuldu; bir mahzenden geliyormuş gibiydi.

“Bu ne?” dedi Sibernetikçi. Sesi sinirliydi, ayağa kalktı.

“Otur,” dedi Kaptan, nazik ama kesin bir sesle.

“Sence kapı… gövdeyle kaynaşmış mıdır?”

“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Mühendis.

“Peki, neler olduğu hakkında bir fikrin var mı?”

“Atmosfere yaklaştığımızı düşünmediğimiz bir anda kozmik hızla atmosfere daldık. Ama otopilot hata yapmış olamaz.”

“Hatayı biz yaptık, otopilot değil,” dedi Kaptan. “Kuyruğu hesaba katınayı unuttuk.”

“Ne kuyruğu?”

“Atmosferi olan her gezegenden hareket yönünün tersine doğru kuyruk şeklinde bir gaz tabakası uzanır. Bunu bilmiyor muydun?”

“Evet, tabii biliyordum. Demek böyle bir kuyruğun’içine düştük? Ama yoğunluğu oldukça azalmış olmalı.”

“On üzeri eksi altı,” dedi Kaptan. “Ya da o civarda. Ama biz saniyede kırkbeş milin üzerinde gidiyorduk dostum. Bizi bir duvar gibi durdurdu. İlk darbe buydu, hatırlıyor musun?”

“Evet,” dedi Mühendis. “Ve stratosfere girdiğimizde hâlâ altı ya da yedi mil yapıyorduk Gerçekten de parçalara bölünmeliydik. Geminin buna dayanmış olması çok garip.”

“Garip mi?”

“Bu gemi, yirmilik bir akım yükleme oranına göre tasarlandı. Ve ben ekran patlamadan önce okun göstergede nasıl fırladığını kendi gözlerimle gördüm. İbre otuza çıktı.”

“Bizim için ne düşünüyorsun?”

“Neyi kastediyorsun?”

“30 g’lik sabit bir hız düşüşüne biz nasıl dayanabildik?”

“Sabit değil. Ama, maksimumda, evet. Buna rağmen yavaşlatıcılar son kapasitede çalıştı. Nabzı başlatan da buydu zaten.”

“Ama otopilot eşitliği sağlamıştı. Hava kompresörleri yüzünden oldu…” dedi Sibernetikçi, rahatsız bir ses tonuyla. Geminin derinliklerinde bir şeyler yuvarlanmaya başladı. Metal levhanın üstünde demir tekerlekler dönüyordu sanki. Az sonra durdu.

“Hava kompresörlerine kusur bulma,” dedi Mühendis. Motor odasına gitseydik sana gösterebilirdim; onlardan beklenenin beş katını gerçekleştirdiler. Unutma, onlar yalnızca yardımcı üniteler. Her şeyden önce yatakları gevşemişti ve nabız başladığında da…”

“Yankılanma olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Yankılanma farklı bir konu. Gerçek şu ki, uzayda birkaç mil süründük. Neptün’deki şu taşıyıcı gibi, hatırladın mı? Motor odasını gördüğünde bana inanacaksın. Sana şu anda orada neler olduğunu söyleyebilirim.”

“Motor odasını görmek için acelem yok. Bu adamları bu kadar geciktiren nedir? Hiçbir şey göremiyorum.”

“Bir ışığımız olacak, endişelenme,” dedi Mühendis. Parinaklarının hâlâ sessiz duran ve kıpırdamayan Kaptan’ın ayakkabısının üstünde olduğunun farkında değildi.

“Motor odasına daha sonra gideriz. Şu anda bu yalnızca zaman öldürmek olur. Başka ne yapabiliriz?”

“Gerçekten buradan çıkamayacağımızı mı düşünüyorsun?”

“Sadece şaka yapıyordum. Her zaman yaparım.”

“Bu kadar yeter,” dedi Kaptan kendine gelerek. “Hangi şartlarda olursa olsun, gerektiğinde, bir acil çıkışı da var.”

“Şu anda da tesadüfen altımızda bulunuyor. Gemi adeta bir hendek kazımış olmalı. Ben dış çıkışın toprağın üzerinde kaldığından bile emin değilim.”

“Aletlerimiz var. Tünel kazabiliriz.”

“Yükleme bölümü ne durumda?”

“Gömülmüş,” dedi Mühendis. “Şaftın içine baktım. Ama tankerlerden biri yarılmış olmalı. En az iki metre yüksekliğinde su var orada. Büyük olasılıkla da radyoaktif.”

“Nereden biliyorsun?”

“Her zaman önce reaktör soğutma sistemi devreden çıkar, bunu bilmiyor musun? Yükleme bölümünü unut. Bu yolu kullanmak zorundayız, tabiî eğer…”

“Eğer bir tünel kazmazsak,” dedi Kaptan yumuşak bir sesle.

“Evet, tabii, bu da mümkün,” diye kabul etti Mühendis ve sustu. Ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Altlarındaki koridordan gelen ani ışık gözlerini kamaştırdı.

’Jambon, kraker, dil, ne isterseniz… Hepsi teneke kutularda! Çikolata bile var ve termoslarımız da burada,” diye seslendi ilk önce tırmanan Doktor. Feneri, kutularla alüminyum tabakları yukarı aktarıp odaya çıkan diğerlerine tuttu.

“Termoslar zarar görmemiş,” dedi Sibernetikçi bardağına kahve doldururken.

“Evet, tenekeler de iyi görünüyor. Ama dondurucu birimler, fırınlar, küçük moleküler synthesizer, su filtreleri… hepsi parçalanmış.”

“Ya arıtma cihazı?”

“O da aynı durumda. Aletlerimiz olsaydı onarabilirdik Ama bu bir kısır döngü: bir onarım robotu için akıma ihtiyacımız var, ama jeneratörü onarmadığımız sürece akım elde edemeyiz ve jeneratörü onarmak için de bir onarım robotu gerek.”

“Evet, kafa yoruyorsunuz bilimci arkadaşlarım. Peki, bize sunacak bir umut ışığınız yok mu?” diye sordu Doktor, krakerlere yağ sürüp, üzerlerine jambon dilimleri dizerken. Yanıt beklemeden devam etti:

“Çocukluğumda okuduğum bilimkurgu kitaplarındaki hikâyeler bizim şu sefil yıkıntıya beş basardı. Ama yine de bize olanlara benzer bir şeyle karşılaşmadım.”

“Çünkü çok bayağı,” dedi Sibernetikçi suratını buruşturarak.

“Evet bu orijinal bir durum — bir tür gezegenlerarası Robinson Crusoe,” dedi Doktor. Termosu kapattı. “Döndüğümde bütün yeteneklerimi kullanıp bunu yazmalıyım.”

Tenekeleri toplamaya başladılar. Fizikçi bunları giysilerin bulunduğu dolaplara atmayı önerdi. Adamlar, kapılar kapanabilsin diye duvara yaslanmak zorunda kaldılar.

“Biliyorsunuz, ambardayken garip bir gürültü duyduk,” dedi Kimyager.

“Nasıl bir gürültü?”

“Bir şeyler gemiyi eziyormuş gibiydi.”

“Bir kaya mı?” diye sordu Sibernetikçi.

“Çok farklı bir şey,” dedi Mühendis. “Atmosfere çarptığımızda dış muhafaza çok yüksek bir ısıya ulaştı. Baş taraf erimeye başlamış olabilir. İşte şimdi de gövdenin bazı bölümleri soğuyor ve değişiyor. Ayrıca iç basınç da artacak. Bundan dolayı gürültü oluyor. Şu an bile duyabilirsiniz. Dinleyin…”

Geminin iç kısmında bir ses daha duydular. Ardından, kısa ve gitgide azalan bir dizi çatlamadan sonra ortalık yine sessizliğe gömüldü.

“Robotlardan biri olabilir mi?” dedi Sibernetikçi umutla.

“Robotların ne durumda olduğunu gördün.”

“Ama rezerv bölümüne bakmadık” Sibernetikçi, platformun çıkıntısına yaslandı ve karanlık koridora bağırdı, “Rezerv robotları!”

Sesi yankılandı. Yanıt ise sessizlikti.

“Gel, şu kapağa iyice bir bakalım,” dedi Mühendis. Bu biraz içbükey tepsinin yanına diz çöktü; ışığı, kenarı boyunca her inçin üstünde gezdirdi. Üzeri küçük çatlaklarla kaplı mühürleri de aynı şekilde inceledi.

“İçerde erime yok. Bu da hiç şaşırtıcı değil, çünkü seramitin ısı iletkenlik oranı çok zayıf.”

“Belki bir kez daha denemeliyiz,” diye önerdi Doktor, dış kapak tekerleğine dokunarak.

“Hiçbir anlamı yok,” dedi Kimyager.

Mühendis elini kapağa koydu ve aniden fırladı.

“Suya ihtiyacımız var! Bol miktarda soğuk suya!”

“Neden?”

“Kapağa dokunun!”

Hepsi aynı anda dokundular.

“Çok sıcak,” dedi biri.

“Şansımız varmış!”

“Bu neye yarayacak peki?”

“Gövde ısınıp genleşti. Ve tabii kapak da. Eğer kapağı soğutursak, büzülecek ve biz de bu durumda açabiliriz belki.”

“Bunu suyla yapamayız. Dondurucu birimlerde hâlâ bir miktar buz olmalı,” dedi Kaptan.

Teker teker, adımlarının yankılandığı koridora adadılar. Kaptan, Mühendis ile birlikte odada kalmıştı.

“Açılacak,” dedi yavaşça, kendi kendine konuşur gibi.

“Eğer eriyip kaynaşmadıysa,” diye mırıldandı Mühendis.

Isıyı tahmin edebilmek için parmağını kenar boyunca gezdirdi. “Seramit 3700 derecenin üstünde erimeye başlar. Koruyucunun en son ne kaydettiğine dikkat etmedin mi?”

“Sonlarda, kadranlar kullanılmaz durumdaydı. Yanılmıyorsam, frenlere asıldığımızda iki bin beş yüzün üzerindeydi.”

“İki bin beş yüz derece çok fazla değil.”

“Evet, ama ya sonra!”

Kimyager’in kızarmış yüzü platform çıkıntısının üzerinden göründü. El fenerini boynuna bağlamıştı. Sallanan ışıkla, elini tuttuğu kovadaki buzlar parladı. Kovayı Kaplan’a verdi.

“Bir dakika. Nasıl yapmamız gerekiyor…” diyen Mühendis birden durdu ve “Hemen dönerim,” dedikten sonra karanlıkta kayboldu.

Koridorda yine ayak sesleri duyuldu. Doktor, üstünde buzlar yüzen iki kova suyla geldi. Fizikçi ile birlikte kapağa su dökerlerken kimyacı onlara ışığı tuttu. Su, yerden koridora aktı. On defa kadar ıslattıktan sonra kapaktan tiz bir gıcırtı çıktı. Buna çok sevindiler. Mühendis geri geldi; göğsüne, giysilerin birinden aldığı bir reflektörü bağlamıştı. Bu ışıkta her şey daha parlak görünüyordu. Kontrol odasından aldığı bir kucak dolusu plastik parçasını yere döktü. Buzları, Fizikçi’nin getirmeye devam ettiği plastik parçaları, hava yastıkları ve kitaplarla korumaya çalışarak, kapağın üstüne doldurmaya başladılar. Nihayet, sırtları ağrımaya başladığında ve sıcak metalin çok çabuk erittiği buzlardan yalnızca bir miktar kaldığında, Sibernetikçi her iki eliyle de tekerleği tuttu.

“Henüz değil!” diye bağırdı Mühendis. Ama tekerlek şaşılacak bir kolaylıkla dönüverdi. Herkes havalara zıpladı. Tekerlek giderek artan bir hızla dönüyordu. Mühendis, kapağı emniyete alan üçlü sürgünün ana kolunu yakaladı ve çekti. Kalın camın ezilmesine benzer bir ses duyuldu. Ve kapak, önce kademeli hareket edip, sonra aniden en yakında durana çarparak içeriye düştü. Siyah bir çığ içeriyi diz boyu doldurdu. Fırlatılan, Kimyager’di; kapak onu yan duvara yapıştırmış, ama hırpalamamıştı. Kaptan son anda güç bela fırlamayı başararak Doktor’u neredeyse devirmişti. Birden hepsi dondular. Doktor’un darbe yiyen el feneri sönmüştü; tek ışık Mühendis’in göğsündeki reflektörden geliyordu.

“Bu da ne?” diye sordu Sibernetikçi titrek bir sesle. Diğerlerinin arkasında, platform çıkıntısının yanında duruyordu.

“Aden gezegeninden bir parça,” diye yanıtladı Kaptan. Açık kalan kapağın arkasından Kimyager’i kurtarmaya çalışıyordu.

“Evet,” dedi Mühendis. “Çıkış yolunun tamamı toprağın altında.”

“Bizimki de, bilinmeyen bir gezegene gerçekleştirilen ilk toprakaltı iniş olmalı,” diye düşüncesini belirtti Kaptan.

Herkes gülmeye başladı. Özellikle Sibernetikçi, gözlerinden yaşlar gelene kadar güldü.

“Bu kadar yeter,” dedi Kaptan. “Sabaha dek böyle devam edemeyiz. Aletlerinizi alın baylar. Kazmamız gereken koca bir delik var.”

Kimyager eğilerek yerdeki yığından ağır, yoğun bir parça aldı. Toprak oval açıklıktan çıkıntı yapıyordu. Ara sıra tepenin üzerinden siyahımsı parçacıklar koridora kadar dökülüyordu. Adamlar koridora doğru geri çekildiler; platform üzerinde yeteri kadar uzun bir oda yoktu. Kaptan ve Mühendis aşağıya en son atladılar.

“Ne kadar derindeyiz dersin?” diye Mühendis’e fısıldadı Kaptan. Koridorun ilerisinde bir parça ışık kımıldadı. Mühendis, reflektörü Kimyager’e vermişti.

“Birçok şeye bağlı olarak değişir. Tagerssen 75 metrelik mesafeyi delmişti.”

“Evet, ama ondan ve gemisinden geriye hiçbir şey kalmadı.”

“Ya da Ay araştırmasını düşün. Çıkabilmek için kayalarda tünel açmak zorunda kalmışlardı. Bir düşünsene! Kayalar!”

“Ama Ay’da süngertaşı var…”

“Burada ne olduğunu kim bilebilir ki?”

“Marn gibi görünüyor.”

“Kapak tarafında öyle, ama ya ötesinde?”

Aletler başlı başına bir sorundu. Bütün uzun menzilli araçlar gibi, gemide de, kopyalı bir robot seti ve çeşitli gezegen koşullarındaki yeraltı işlerini de kapsayan her türlü çalışma için uzaktan kumandalı bir yarı-otomat vardı. Ama makinalar ölüydü ve akım olmadığı sürece de onarma şansı yoktu. Ellerindeki tek büyük çaplı ünite, bir mikro reaktörün güçlendirdiği ve yine, elektrik olmadan çalıştıramayacakları bir kazma makinasıydı. Kısacası bu işi ilkel aletler kullanarak yapmak zorundaydılar: Kazma kürekle. Bu da, başka sorunların ortaya çıkması demekti. Birkaç saat uğraştıktan sonra mürettebat geri döndü ve tünelin duvarlarını takviye için, uca doğru yassılaşıp meyillenen üç çapa, iki çelik sırık ve geniş metal levhalar getirdi. Toprağı, kovalarda ve kısa alüminyum borularla desteklenmiş, çöp kutusu benzeri büyük plastik kutularda taşıdılar.

Kazadan bu yana yaklaşık olarak on sekiz saat geçmişti ve adamlar yorgunluktan tükenmek üzereydiler. Doktor, en azından birkaç saatlik bir uykuya ihtiyaçları olduğunu seziyordu. Uyuma bölmelerindeki kuşetleri yerlerinden fırlayıp şu anda dikey durduğundan, önce ellerindeki ıvır zıvırdan yatak icat etmeleri gerekiyordu. Kuşetleri çözmek için çaba harcamaktansa hava şiltelerini, hemen hemen yarısı boş olan kütüphaneye sürüklemeyi ve yerde yan yana., yatmayı tercih ettiler.

Ama Kimyager ve Mühendis dışında hiçbirini uyku tutmadı. Böylece Doktor tekrar kalktı ve feneri alarak uyku hapı aramaya gitti. Aşağı yukarı bir saat, ilkyardım odasına giden koridor boyunca duvar kompartımanlarından dökülen kırık alet ve aracın kapattığı yolu açmakla geçti. Sonunda, gemi saatine göre sabahın dördü olduğunda haplar işe yaramıştı. Işık söndü ve düzensiz nefes alıp vermeler az sonra karanlık odayı doldurdu.

Birdenbire uyandılar. Çok yüksek doz alan ve sarhoş gibi Sibernetikçi dışında hepsi kalktı. Mühendis, ensesindeki keskin ağrıdan yakınıyordu. Doktor burada bir şişkinlik gördü; boynunu büyük olasılıkla kapak tekerleğiyle boğuşurlarken incitmişti.

Canlılıkları azalmıştı. Doktor bile pek konuşmuyordu. Hava uyum odasındaki yiyecek stoku yanına yanaşılmaz durumdaydı; bir pislik tepesinin altında kalmıştı. Bu yüzden Fizikçi ve Kimyager bir kez daha, yorgunluktan adeta sürünerek, teneke kutulardaki yiyecekleri getirmek üzere ambara gittiler. Tünel işine, kaldıkları yerden başladıklarında ise saat dokuzdu.

Salyangoz hızıyla ilerliyorlardı. Oval delikte, yalnızca kıpırdayabilecekleri bir küçük oda oluşmuştu. Öndekiler çapalarıyla toprak kütlesini kırıyor, arkadakiler de koridora götürüyorlardı. Daha sonra toprağı en kısa mesafede olan ve içinde, yakın zamanda ihtiyaç duyabilecekleri bir şey bulunmayan kumanda odasına yığmaya karar verdiler.

Dört saat sonra kabindeki toprak diz yüksekliğine gelmişti ama tünel henüz yalnızca iki metre uzunluğundaydı. Marn yoğun ama o kadar da sert olmamasına rağmen, sırık ve çapaların keskin yüzleri saplanmaya devam etti ve adamların deli gibi çalışmaları yüzünden saplan eğrildi. Kaptan’ın kullandığı çelik çapa en sağlam olanıydı. Bu arada çökme olasılığından korkan Mühendis, sürekli olarak tavanın iyi desteklenmesine dikkat etti. Akşam olduğunda, baştan aşağı balçığa bulanmış bir durumda yemeğe oturdular. Kapaktan hemen hemen yetmiş derecelik bir açıyla dikine uzanan tünel ise altı metreden ileri gidememişti.

Mühendis alt kata uzanan şaftın içine baktı. Ama, ana kolun otuz metre kadar gerisindeki yükleme platformunun çelik açma mekanizmasının olması gereken yerde yalnızca siyah bir su vardı. Seviye önceki güne oranla daha yüksekti; tankerlerden biri hâlâ sızıntı yapıyor olmalıydı. Suya radyasyon bulaşmıştı. Bunu küçük radyoaktivite ölçüm aracıyla da doğruladıktan sonra şaftı kapattı ve arkadaşlarının yanına döndüğünde onlara bundan söz etmedi.

“Her şey yolunda giderse yarın dışarıda olacağız. Bir terslik çıkarsa iki günümüzü daha alır,” diye düşüncesini açıkladı Sibernetikçi, termostan üçüncü kahvesini içerken. Herkes kahve içiyordu.

“Nereden biliyorsun?” diye şaşkınlıkla sordu Mühendis.

“Yalnızca bir önsezi.”

“Robotlarında olmayan şeye o sahip,” dedi Doktor gülerek

Gün ilerledikçe Doktor’un keyfi yerine gelmişti. Kazma işini bıraktığında işe yarar bir şeyler aramak üzere geminin çeşitli bölümlerine gitti. Döndüğünde, ellerindeki malzemeye iki manyetolu fener, portatif bir tıraş makinası, vitamin katkılı çikolata ve bir dizi havlu ekledi. Adamlar oldukça kirlenmişlerdi, giysileri leke içindeydi ve elektrik yokluğundan ötürü, elbette tıraşsızdılar.

Ertesi günün tamamı tüneli kazmakla geçti. Kumanda odası artık çok doluydu, kapıdan toprağı atmak güçleşmişti. Ardından kütüphaneyi kullandılar. Doktor’un bu konuda kuşkuları vardı ama, icat ettikleri el arabasını birlikte taşıdıkları Kimyager, koca bir toprak yığınını kitapların üstüne tereddütsüz boşaltıverdi.

Tünel, beklenmeyen bir şekilde açılmaya başladı. Toprak şimdi, giderek daha kuru çıkıyordu ve yoğunluk bir süredir azalmıştı. Fizikçi bunu söylemesine rağmen diğerleri kabul etmediler; gemiye sürekli aktardıkları toprak onlara farklı görünmüyordu. Koca bir parça aniden düşüp delikten içeri hava girdiğinde Mühendis ve Kaptan, öncekilerin elleriyle ısınan aletleri kapıp eğri duvarı yontma işini henüz devralmışlardı. Hava akımını hissedebiliyorlardı: dışarıdaki atmosfer basıncı, tüneldekinden ve rokettekinden biraz daha yüksekti. Çapalar ve çelik sırıklar artık çok daha hızlı çalışıyordu. Toprağı içeriye daha fazla aktarmadılar. Mürettebatın kalan kısmı öndekilere yardım edemiyordu, çünkü geriye bağlantıyı sağlayan bir bölme yoktu. Son birkaç vuruştan sonra Mühendis dışarı süzülmek üzereydi ki Kaptan durdurdu. Önce çıkışı genişletmek istiyordu. Son toprak parçalarının da gemiye aktarılması için emirler verdi; böylece tünelin tıkanma olasılığı ortadan kalkacaktı. Bu yüzden altı adamın gezegenin yüzeyine çıkmasından önce, bir on ya da yirmi dakika daha geçti.

Загрузка...