BİR SAAT sonra Savunucu alçaltılmış yükleme kapısından aşağı iniyordu. Mühendis onu, bitmemiş, kemerli bir yapı gibi yukarıda içe doğru kavislenen cam duvara doğru ikiyüz metre kadar sürdükten sonra, işe koyuldu. Güneşten daha parlak ışın çubukları gürleyerek duvarı keserken, karanlık, dev adımlarla çölün derinliklerine doğru geri çekilmişti. Yarı ergimiş koca dilimler yere devriliyor ve pırıltılı, beyaz bir duman yükseliyordu. Mühendis, parçaları soğumaya bırakarak yokediciyle kesmeye devam etti. Duvarı yontarak açtığı pencerelerden kızgın saçaklar damlıyordu. Dikdörtgen delikler bir sıra oluşturduğunda, yıldızlı gökyüzü ortaya çıktı. Duman kurnun üstünde kıvnlırken, kızarmış camsı kütle gıcırtıyla karışık bir ses çıkarıyordu.
Sonunda Savunucu gemiye döndü. Mühendis, güvenli bir uzaklıktan yığınlardaki radyasyon düzeyini kontrol etti. Sayaç takırdadı.
“En uygunu, en azından dört gün beklememiz olacak,” dedi Kaptan. “Ama Blackie’yi ve temizleme robotlarını dışarı gönderdim.”
“Evet yalnızca yüzey gerçekten sıcak. Bir kum fıskiyesi bunu halleder. Zaten, küçük parçalar gömülebilir.”
“Onları kıç taraftaki boş tanka koyarız.” Kaptan düşünce li düşünceli kırmızı moloz yığınına bakıyordu.
“Neden?” dedi Mühendis. “işimize yaramayacak ki; yalnızca gereksiz taş kırıkları.”
“Giderken arkamızda radyoaktif artık bırakmamızı istemiyorum… Atom enerjisi hakkında hiçbir şey bilmiyorlar ve bu, bilmelerinden iyidir.”
“Belki de haklısın,” diye mırıldandı Mühendis. “Aden… Biliyorsun, astronom İkicanlının söylediklerinden sonra benim kafamda canlanan… çok korkunç.”
Kaptan yavaşça başını salladı. “Bilgi teorisinin — hayranlık uyandıracak derecede kusursuz ve tam-bir kötüye kullanımı. Bu, istedikten sonra, fiziksel herhangi bir şeyden çok daha berbat bir işkence aracı olabilir. İzole etmek, baskı altında tutmak ve zor kullanmadan zorlamak. Bunun iğrenç bir bilimini bile oluşturmuşlar — bilgisayarın deyimiyle, şu ’prokrustik’ler.”
“Sence anlıyorlar mıdır… ya da anlıyor mudur?”
“Böyle bir durumu normal görüp görmediğini mi kastediyorsun? Şey, bence, normal olduğunu düşünüyordur. Farklı bir şey görmemiş ki. Eski tarihlerinden söz etti — normal diktatörlerden ve o, kimliği belirsiz olanlardan. Sonuçta, bazı karşılaştırmalar yapabiliyor.”
“Eğer bir zalim dikta süreci onun için eski güzel günler anlamına geliyorsa, başka türlü bir şeyi düşünmek bile istemiyorum…”
“Ama işin bu yönü bile mantıklı. Bir grup acımasız, anonim olmanın daha avantajlı olabileceğini keşfediyor. Ve kızgınlığı tek bir kişi üstünde toplamaktan aciz olan toplum, sanki silahı elinden alınmış bir hale geliyor…”
“Diğer bir deyişle, yüzü olmayan bir zalim!”
“Ve belli bir süre sonra, bu prokrustiklerin kuramsal dayanağı oluşturulduğunda, bir varis bir adım öne çıkıyor ve gizli kimliğini bile açıklayarak hem kendisini, hem bütün hükümet sistemini iptal ediyor — sadece sözde, elbette, halk içi bilgilenmede.”
“Ama neden burada hiç özgürlük hareketi yok? Bunu anlamıyorum işte! Eğer suçlularını izole edilmiş gruplara koyarak cezalandırıyorlarsa ve eğer ortada ne gardiyan ve gözetim, ne de bir dış güç varsa, o zaman, örgütlenmiş bir dirence rağmen, bireyin kaçması mümkün olmalı.”
“Örgütlenmenin oluşabilmesi için önce bir haberleşme aracı gerekir.”
Kaptan sayacı taret kapağının dışına tuttu: Takırtı yavaşlamıştı.
“Bazı şeylerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin isimleri yok değil, ama bu isimler gerçekte yanlış, hepsi maske. Aralarındaki canavarca mutasyona hastalık, bela diyorlar. Bu, her şeyde böyle olsa gerek. Eğer dünyayı kontrol etmek istiyorsam, ona bir isim koymam gerekir. Bilgi, silah ve örgütlenme olmadan, izole edilmiş grupların yapabileceği şey sınırlıdır.
“Evet,” dedi Mühendis. “Ama, şu mezarlıktaki manzara… ve şehir yönündeki hendek, sistemin, bizim şu görünmeyen kanun koyucunun istediği gibi kusursuz işlemediğini ortaya koyuyor. Ve bir de, İkicanlının cam duvarı gördüğü andaki korkusu — hatırlıyorsun, değil mi?”
Bu arada tekrar dışarı koydukları sayaç ağır ağır tıkırdadı. Duvarın yanındaki moloz artık parlamıyordu ama, geminin etrafındaki alan hâlâ dumanlıydı ve havanın titreşmesiyle gökyüzü, yıldızlarla örülüyor gibi görünüyordu.
“Gidiyoruz,” diye devam etti Mühendis. “Keşke dillerini biraz daha iyi öğrenebilseydik. Ve yokmuş gibi görünen şu kahrolası hükümetlerinin nasıl işlediğini ortaya çıkarabil seydik. Onlara silah verebilseydik…”
“Bizimki gibi zavallı İkicanlılara mı vereceksin silahı? Ellerine antimadde mi yerleştireceksin?”
“Böyle bir durumda biz…”
“Hükümeti mi devirirdik?” dedi Kaptan, sakin sakin. “Halkı zorla özgür mü kılardık?”
“Eğer başka seçenek yoksa.”
“Bir kere, bunlar insan değiller. Unutma, sen yalnızca bir bilgisayarla konuştun ve bu yüzden ikicanlıyı da, yine, bilgisayarın anlattığı kadar anladın, daha fazla değil. İkincisi, hiç kimse bütün bunları onlara zorla kabul ettirmiyor. Hiç kimse. En azından, uzayda. Onlar kendileri…”
“Eğer sen bu şekilde düşünürsen, elbette hiçbir şey yapılamaz!” diye bağırdı.
“Başka türlü nasıl olabilir? Bu gezegenin sakinleri, kör bir patikada kalakalmış ve elinden tutup kurtarabileceğin bir çocuğa benziyor mu? Keşke her şey bu kadar basit olaydı! Onları özgür bırakmak, Henry, öldürmekle işe başlamak demek ve çarpışma ne kadar şiddetli olursa, öldürmek de amaçtan o kadar uzaklaşır! Sonunda, sadece geri çekilmek için, karşı saldırı için öldürüyor oluruz; sonra da, Savunucu’nun yolüna çıkan ne varsa talan ederiz. İşin bu noktaya ne kadar kolay gelebileceğini biliyorsun!”
Mühendis başını salladı. “Zaten,” dedi, “Hiç kuşku yok ki şu anda bizi gözetliyorlar ve duvarlarında açtığımız deliklerden memnun olduklarından da şüphe ediyorum. Bir başka çarpışma olabilir.”
“Evet,” diye kabul etti Kaptan. “Birkaç uzaktan kumandalı nöbetçi göndermek yerinde olabilir. Elektronik gözler ve kulaklar.”
“Bu zaman alır, ayrıca, gerekli parçaları şu an bulamayabiliriz.”
“Doğru…”
“Saniyede iki röntgen. Robotları şimdi çıkarabiliriz.”
“Pekâlâ. Savunucu’yu her ihtimale karşı, geminin yanına park et.”
O öğleden sonra gökyüzü bulutlandı ve gezegene ayak bastıklarından bu yana ilk kez, hafif, ılık bir yağmur inmeye başladı. Cam duvar karardı, yağmur suyunun ince, soluk çizgileri, üzerinden süzülüyordu. Robotlar yorulmaksızın çalışıyordu. Pulsomotorların yığın halindeki dilimlerin üstüne attığı kum tıslarken, cam zerreleri gökyüzüne fırlıyordu. Kum ve yağmur, sulu bir balçık oluşturmuştu.
Blackie, öteki robotun sayaçla mühürlerini kontrol ettiği, radyoaktif parçalarla dolu konteynerleri gemiye taşıdı. Arkasından, iki robot, temizlenmiş dilimleri sürükleyerek, Mühendis’in gösterdiği şekilde yerleştirdiler. Sonra da, kaynak makinaları kıvılcımlar saçarak işe koyuldu ve dilimler, oluşturmak istedikleri platform için eritilip kaynaştırıldı.
Bütün gün süren bir çalışmadan sonra, dilimlerin yetmeyeceği anlaşılınca Savunucu, alacakaranlıkta, yine duvarın yolunu tuttu. Şiddetli yağmurun altındaki görüntü gerçekten ilginçti; dikdörtgen Güneşler ışık saçarak büyüyor ve kızarmış cam yığınları toprağa saplanıyordu. Kalın duman bulutları dalgalar halinde yükselirken yağmur suyunun doldurduğu çukurlar kulak tırmalayıcı bir tıslamayla fokurduyordu. Havadaki yağmur bile kaynıyordu. Çok yukarıda, hareketsiz, pembe, yeşil ve san gökkuşakları ışık çubuklarını aşağı yansıtıyordu. Kömürden yapılmış gibi kapkara görünen Savunucu şimşeğin ortasına doğru döndü, burnunu ayarladı ve o da şimşek saçmaya başladı. Meydan büyük bir gökgürültüsüyle yeniden sarsıldı.
“Bu, iyi olabilir!” diye bağırdı Mühendis, Kaptan’ın kulağına. “Bu fişekler sayesinde belki bizi kendi halimize bırakırlar! En azından iki güne ihtiyacımız var!” Fırın kadar sıcak taretin içinde tere batmış yüzü, cıva bir maskeyi andırıyordu.
Adamlar yatmak için odalarına çekildiklerinde, robotlar yeniden ortaya çıkıp, arkalarından sürükledikleri kum pompa hortumlarıyla, cam dilimlerini oradan oraya taşıyarak sabaha kadar çalıştılar. Kaynak makinalarını çevreleyen yağmur göz kamaştırıcı mavilikte ışıltılar saçıyordu; yükleme kapağından bir sürü konteyner daha geçti. Geminin kıç tarafının arkasından parabolik bir yapı yavaşça yükseliyor ve bu arada kazıcı robotlar geminin belinin altındaki tepeyi didikleyerek harıl harıl kazıyorlardı.
Şafak sökerken adamlar uyandığında, cam dilimlerin bir bölümü, payanda olarak tünele yerleştirilmişti bile…
“Bu, iyi bir fikirdi,” dedi Kaptan. Kumanda odasındaki masada, önlerinde bir sürü proje rulosuyla oturuyorlardı. “Kirişleri çıkarma işini onlara vermeyip kendimiz yapmaya kalksaydık, büyük olasılıkla tavan çökerdi ve kazıcıları ya ezerdi, yada kıstırırdı.”
“Kalkış için yeterli gücümüz var mı?” diye sordu Sibernetikçi. Kapıda dikiliyordu.
“Hem de on kalkışa yetecek kadar. Eğer mecbur kalırsak — ki kalmayacağız-kıç tanka doldurduğumuz radyoaktif döküntüyü her zaman boşaltabiliriz. Isı damarlarını tünelin içine doğru uzatacağız ve dereceyi camın erime noktasına yükselteceğiz. Payandalar yavaş yavaş batacak. Eğer çok hızlı batarlarsa damarlara sıvı nitrojen pompalarız. Akşama doğru gemiyi kurtarmış oluruz. Geriye, havaya dikme işi kalıyor…”
“Bu, ikinci bölüm,” dedi Mühendis.
Saat sekizde bulutlar dağılmış, Güneş parlamaya başlamıştı. Geminin, o ana kadar, yamaca sımsıkı gömülmüş duran koca silindir gövdesi kıpırdıyordu artık. Mühendis, bir transit kullanarak, kıç tarafın yavaşça küçülen açısını gözledi. Uzakta, duvarın yanında bir yerde duruyordu; üstündeki kare deliklerle, eski çağlardan kalma cam bir antiteatr harabesini andırıyordu bu haliyle, duvar.
Adamlar ve iki İkicanlı gemiyi boşaltmışlardı. Mühendis, Doktor’un ufak karaltısını gördü; gövdenin etrafında geniş bir yay çizerek yaklaşıyordu; ama ilgilenmedi, çünkü aletlerine gömülmüştü. Şimdi geminin ağırlığını yalnızca ince bir toprak tabakası ve bunun altındaki, erimekte olan payandalar kaldırıyordu. Borulardan on sekiz kablo çıkıyor ve bunlar, camdan kesilmiş ağır yığınlara tutturulmuş lengerlere ulaşıyordu. Mühendis duvar için şükrediyordu; o olmasaydı, gemiyi dikmek, dört misli uzun sürecekti.
Kurnun üstünde kıvrılmış başka kablolar tünelin içindeki damarlara akım iletiyordu. Tünelin, gövdenin bağrına girdiği bölümünün tam altında kalan ağzından duman çıkıyordu. Sarı-gri bulutlar, hâlâ ıslak olan meydanı yavaş yavaş geçiyordu. Gemi milim milim toprağa gömülüyordu; daha hızlı inmeye başladığında, Mühendis, elinin altındaki bir şalteri itti, valfler açıldı ve sıvı nitrojen, tüneldeki damarlara doğru yürüdü. Bir gümbürtü kopmuştu, kirli beyaz bulutlar havaya püskürüyordu.
Birdenbire gövde sarsıldı ve Mühendis valfleri açmadan önce, yüz metreden daha uzun olan gemi, bir feryat koyuverdi ve kıç taraf beş, altı metre kadar. düştü. Aynı anda burun,havaya kum ve marn fırlatarak toprağa doğru ileri atıldı. Bundan sonra seramit dev durdu. Kablolarla damarlar, altında kalmıştı; yırtılmış bir tanesi, yoğunlaşmış havayı gürültüyle dışarı fışkırtıyordu.
“Başardık! Başardık!” diye bağırdı Mühendis. Sonra, önünde Doktör’u gördü. Doktor bir şeyler söylüyordu ama ne dediğini anlamadı.
“Sanki… eve gidiyormuşuz gibi,” dedi Doktor. “O yaşayacak.”
“Ne? Ne dedin?”
“Paçayı kurtardı.”
Mühendis bu kez anladı. Geminin serbest olduğundan emin olmak için yeniden baktı. “Bizimle mi geliyor?” diye sordu uzaklaşırken. Kafası gövdedeki hasarla doluydu.
“Hayır,” diye cevap verdi Doktor, onun arkasından giderken. Ama birkaç adım sonra durdu.
Ortalık serinlemişti, çünkü, yoğunlaşmış gaz, parçalanmış borudan fışkırmaya devam ediyordu. Küçük figürler gövdeye tırmandı, biri kayboldu ve birkaç dakika sonra, kızgın kolon düştü; bir an, havayı dolduran köpüğü dışarı atmaya devam ettikten sonra o da durdu ve her şey, tuhaf bir sessizliğe gömüldü. Doktor etrafına bakındı; sanki oraya nasıl geldiğini anlamaya çalışıyordu ve yavaşça yürüdü.
Gemi, sonunda dimdik kalkabilmişti, bulutlardan daha beyazdı ve onların arasına yükselen sivri ucu çoktan yola çıkmış gibi görünüyordu. Üç günlük, yorucu bir çalışma olmuştu. Yükleme tamamlanmıştı. Önceleri onların tutsaklığı anlamına gelen duvarın parçalarından oluşturdukları koca parabolik rampa, yamaçta yatıyordu. Yerden yetmiş metre yükseklikteki açık kapak girişinden, dört adam, aşağı bakıyorlardı. Yassı, koyu sarı yüzeyde, biri diğerinden daha açık renkli iki minik figürü görebiliyorlardı. Adamlar izlemeye devam ettiler. Henüz hafifçe yanan egzoz borularından sadece kırkbeş, elli metre ötede duran İkicanhlar, hareket etmiyorlardı.
“Neden gitmiyorlar?” diye sordu Fizikçi, sabırsızca. ’ “Bu şekilde kalkamayız.”
“Gitmeyecekler,” dedi Doktor.
“Bu da ne demek oluyor? Gitmemizi istemiyor mu?” Doktor hiçbir şey söylemedi.
Güneş tepedeydi. Batıdan bulut kümeleri sürükleniyordu. Gökyüzüne yükselmiş sivri bir kulenin penceresini andıran açık kapaktan, güneydeki tepeleri, bulutlara karışmış mavi dorukları Güneşe katılmış kum tepeciklerinin oluş turduğu sıralar halinde yüzlerce mil öteye uzanan büyük batı çölünü ve doğu platosundaki orınanın mor örtüsünü görebiliyorlardı. Altlarındaki duvarın çizdiği çember, dantel bir kafese benziyordu. Geminin gölgesi koca bir kum saati gibi, bunun üstünden ilerledi; şimdi, iki küçük figüre doğru yaklaşıyordu.
Doğuda bir gökgürültüsü duyuldu, bunu, uzun bir ıslık izledi ve alev, patlamanın siyah küresi içinde parladı.
“Yeni bir şey,” dedi Mühendis.
Bir başka gökgürültüsü koptu. Daha yakında, görünmeyen bir gülle patladı; sanki dünyaya ait olmayan, korkunç bir ıslık gemiye doğru geliyordu. Yer sarsıldı, kırk, elli metre ileride çamur fışkırdı. Geminin sallandığını hissettiler.
“Mürettebat,” dedi Kaptan. “Yerlerinize!”
“Onları ne yapacağız?” diye sordu, aşağı bakan Kimyager.
Kapak kapandı.
“Kemerlerinizi bağlayın!” dedi Kaptan. “Hazır mı?”
“Hazır,” diyen mırıltılı bir cevap geldi.
“On iki sıfır yedi saat. Kalkış için hazır. Bütün sistemler!”
“Reaktör açık,” dedi Mühendis.
“Kritik hacim,” dedi Fizikçi.
“Dolaşım normal,” dedi Kimyager.
“Yerçekimi ekseni tamam,” dedi Sibernetikçi.
Konkav tavanla, köpükle şişirilmiş tavan arasında duran Doktor, ekrana bakıyordu.
“Hâlâ oradalar mı?” diye sordu Kaptan ve hepsi ona baktılar: Soru, rutin kalkış sorularından değildi.
“Hâlâ oradalar,” dedi Doktor. Öncekilerden daha yakındaki bir patlama gemiyi salladı.
“Kalkış!” diye bağırdı Kaptan. Mühendis, katı bir yüz ifadesiyle kumandaya geçti. Küçük, boğuk bir ses çıktı; sanki bir başka dünyadan geliyordu. Sonra, derece derece arttı ve her şeyi yuttu… Sallanarak ve yavaşça, karşı konulmaz bir gücün içinde buldular kendilerini. Gemi kalkmıştı. “Normaldeyiz,” dedi Kaptan.
“Kalkış tamam,” dedi Sibernetikçi. Naylon şeritler gerildi. Amortisörler homurdanmaya başladı.
“Oksijen maskeleri,” dedi Doktor, uykudan uyanır gibi ve kendi plastik ağızlığını ısırdı.
On iki dakika sonra atmosferden çıktılar. Hızı sabitleyerek, yıldızlı boşlukta uzayıp giden spiralde yerlerini aldılar. Panellerdeki yedi yüz kırk lamba ve kadran sessizce yanıp sönüyordu. Kemerlerini çözdüler ve kontrolların yanına gittiler. Kurşunların aşırı ısınmadığından emin olmak ya da, varsa, bir kısa devrenin zayıf çıkırtısını duymak için düğmeleri, şalterleri yokladılar. Yanık kokusu olup olmadığını hissetmek için havayı koklayarak astrodesik bilgisayarların kadranlarına dokundular. Ama her şey olması gerektiği gibiydi: Hava temizdi, derece doğruydu; distribütör sanki hiç, kırık parçalar yığını olmamıştı.
Kumanda odasında Mühendis ve Kaptan, haritaların üstüne eğilmişlerdi. Masadan daha büyük, kenarları yırtılmış yıldız şemaları aşağı sarkıyordu. Uzun zaman önce kumanda odası için daha büyük bir masa gerektiğini söylemişlerdi; çünkü haritalara basmak zorunda kalıyorlardı. Ama masa değiştirilmemişti.
“Aden’i gördün mü?” diye sordu Mühendis.
Kaptan ona baktı, anlamamıştı. “Ne demek istiyorsun?”
“Yani, şimdi gördün mü?”
Kaptan arkasını döndü. Ekrandaki pırıltılı opal kürenin yanında, komşu yıldızlar sönük kalıyordu.
“Güzel,” dedi Mühendis. “Dikkatimizi çekti, çünkü çok güzeldi. Yalnızca yanından geçmek istemiştik.”
“Evet,” dedi Kaptan, “…yalnızca yanından geçmek…”
“Bütün bu renkler… Öteki gezegenlerin hiçbiri böyle değil. Sadece Dünya, mavi bir bilye gibi.” Birlikte ekranı izlediler.
“Demek İkicanlı kaldı ha?” dedi Kaptan, yavaşça.
“İstediği buydu.”
“Sence.”
“Eminim. Yalnızca, derdini bize anlatmak istedi, onlara değil. Onun için yapabildiğimiz tek şey buydu.”
Bir süre hiçbiri konuşmadı. Aden giderek küçüldü.
“Çok güzel,” dedi Kaptan. “Ama, biliyorsun, olasılık eğrisinin üstünde, çok daha güzel olan başkaları da olmalı.”