BİR SAAT sonra açıklıktaydılar. Gece yıldızlarla doluydu. Çalılar seyrekti, sonra hepsi birden kayboldu ve rüzgarın yığdığı, tek farın ışığında dalgalanan kum tepeciklerinden başka, ortada bir şey kalmadı. Savunucu, sabırsızlanmış gibi, hızlı götürüyordu onları. Koltuklar sallanıyor, paletler ıslıklar çalıyordu. Kontrol panelindeki ışıklar pembe, turuncu, yeşil yanıyordu. Mühendis, yüzü ekrana dönük, gemiyi arıyordu.

Önceden hiç üstünde durmadan verdikleri, radyo bağlantısı olmaksızın yola çıkmak kararı, şimdi ona delilik gibi geliyordu, sanki vericide yapacakları değişikliğin harcatacağı bir iki saat çok büyük kayıpmış gibi. Karanlıkta gemiyi geçmiş olduğundan ve onun kuzeyinde kaldıklarından emin olmak üzereydi ki, onu gördü — gemi değildi bu; acayip, parlak bir balondu. Savunucu yavaşladı. Eğik duvarlar far ışığında gümüş-ateş karışımı parlıyordu. içerideki yanarsöner ışık yandığında ise görüntü olağanüstüydü; tepesi açık, yüksek bir kubbeden fışkıran karmakarışık gökkuşakları.

Ateş etmek istemeyen Mühendis aracın önceden kendisine açtığı yola yönelecek oldu, ama ayna duvar her iki anda da aralık bırakmıyordu; geçit olabilecek tek yer, bu cismin tabanında sıkışıp kalmış toprak parçasıydı.

On altı tonluk bütün’gücüyle, Savunucu, gövdesi sarsılana kadar duvara yüklendi. Duvar esnemedi.

Mühendis yavaşça ikiyüz metre geriledi, hedef artısını mümkün olduğunca aşağıda sabitledi ve pedala dokundu. Açtığı deliğin sıcak çerçevesinin soğumasını beklemeden, aracı ileriye sürdü. Taret sürtündü, ama, ısının gevşettiği madde esnedi ve sıyırıp geçti. Savunucu tek gözlü bir halde boş halkanın arasından parıldadı ve alçak bir mırıltıyla gemiye doğru ilerledi.

Onları karşılayan yalnızca Blackie oldu, sonra aceleyle arkasını döndü ve gitti. İç bölümü birbirine girmiş makinayı park etmeden önce radyasyon ölçümlerini yapmak ve gövdeyi temizlemek zorundaydılar. Bu yüzden içeri girmekte geciktiler.

Yanarsöner ışık yandı. Kaptan tünelden ilk görünendi, Savunucu’nun önündeki siyah yamalara, iki kırık fara ve geri dönen mürettebatın korkunç görünen yüzlerine baktı ve “Çarpıştınız,” dedi.

“Evet,” diye yanıtladı Doktor.

“Aşağı gelin. Burada röntgen hala dakikada 0,9. Blackie kalabilir.”

Başka bir şey konuşmadan indiler. Motor odasına giden geçitte Mühendis, kurşunları birleştiren daha küçük ikinci bir robotu farketti ama bir bakmak için bile durmadı. Kütüphanede ışıklar yanıyordu; küçük bir masaya alüminyum1 tabaklar, bardaklar ve ortasına da bir şişe şarap konulmuştu.

Kaptan konuştu: “Bunun bir… kutlama olacağı düşünülmüştü, gravimetrik distribütörün sağlam çıktığını ve reaktörün çalışıyor olduğunu gördükten sonra… Eğer gemiyi havaya dikebilirsek, kalkış yapabileceğiz. Şimdi… sıra sizde.”

Sessizlik oldu. “Şey, sen haklıydın,” dedi Doktor, Mühendis’e bakarak. “Batıya doğru çöl var. Aşağı yukarı yüz yirmi mil yaptık, sonra güneybatıya döndük.” Gölün kıyısındaki yerleşim bölgesinden, orayı nasıl filme aldıklarından ve dönüşte karşılaştıkları heykellerden söz etti. Tam burada duraksadı:

“Mezarlık gibiydi, ya da belki bir tapınak. Sonra ne olduğunu anlatmak zor, çünkü ne anlama geldiğinden emin değilim, — ama, tabii, bu yeni bir şey değil burası için. Bir İki-canlı sürüsü belirdi, panik içinde koşuyorlardı; saklanıyorlardı sanki veya birileri tarafından bir yere toplanmaları için güdülüyorlardı. Bu sadece benim izlenimim. Çeyrek mil kadar uzakta, aşağıda — bütün bunlar bir bayırda oldu-küçük bir orman ve oraya saklanan başka İkicanlılar vardı, bizim öldürdüğümüzün cinsinden, yani gümüş rengiydiler. Arkalarında, büyük olasılıkla gizlenmiş şu dönen makinalardan vardı, dev topağaçlardan. Ama biz bunu görmeden önce, bir boru ortaya çıktı, yer seviyesinde esnek bir boruydu ve sonradan zehirli bir süspansiyon ya da gaza dönüşen bir köpük fışkırtmaya başladı. Sanırım bunu inceleme olanağımız var; filtrelerde tortu bırakmış olmalı, sizce de öyle değil mi?” Mühendis’e döndü, o da başını salladı. “Nerede kalmıştım, evet, Kimyager ve ben heykellere bakmak için çıkmıştık, taret açıktı. Ve üstümüze gaz püskürtüldü. Ama en kötüsü Henry’nin başına geldi, çünkü ilk gaz dalgası doğrudan Savunucu’ya verildi. Biz içeri girip tarete oksijen pompaladığımızda, Henry boruya ateş etti — daha doğrusu, borunun olduğunu sandığı yere, çünkü sisten bir şey görünmüyordu.

“Antimadde kullandınız tabii?” diye sordu Kaptan sakin bir sesle.

“Evet,” dedi Mühendis.

“Küçük atıcıyı kullanamaz mıydınız?”

“Kullanabilirdim, ama kullanmadım.”

“Biz hepimiz…” Doktor doğru sözcüğü aradı, “…sarsılmıştık. Bu İkicanlılar çıplak değillerdi. Paçavralar vardı üzerlerinde; sanki bir kavgada giysileri parçalanmıştı. Ölenler oldu, gözlerimizin önünde ölüyorlardı. Ve söylediğim gibi, bundan önce az daha zehirleniyorduk. Durum buydu. Sonra Henry borunun devamını bulmaya çalıştı, yanlış hatırlamıyorsam. Öyle değil mi?”

Mühendis başını salladı.

“Bu yüzden ormana doğru indik ve şu gümüş yaratıkları gördük. Mask takmışlardı. Belki de gaz maskeleriydi onlar. Bizi vurdular — ne kullandıklarını bilmiyorum-ve bir farı kaybettik. Aynı anda dev topaç harekete geçti. Yandan, çalıların oradan saldırdı. Sonra da… Henry ateş etti.

“Ormana mı?”

“Evet.”

“Gümüş yaratıklara mı?”

“Evet.”

“Ve topaça da?”

“Hayır, topaç bize çarptı, ama, Savunucu’nun karşısında bir şey yapamadı. Bu arada, elbette, yangın çıktı. Koruluk kağıt gibi tutuştu.”

“İletişim kurmaya çalıştılar mı?”

“Hayır.”

“Peki, peşinize düştüler mi?”

“Bilmiyorum. Büyük olasılıkla, hayır. isteseler, diskler bize yetişirlerdi çünkü.”

Mühendis itiraz etti. “O arazide değil. Bir sürü koyak, aşınma çukuru var orada; biraz, Dünya’daki Jura çağını andırıyor.”

“Anlıyorum. Ve sonra doğru buraya geldiniz, öyle mi?”

“Geri döndük, doğuya saptık.”

Sessizce oturuyorlardı.

Kaptan başını kaldırdı. “Onlardan… çok mu öldürdünüz?”

Doktor Mühendis’e baktı, cevap vermeyeceğimi anlayınca konuştu:

“Karanlıktı. Ormanın içindeydiler. Herhalde, ben… yirmi civarında olduğunu söyleyebilirim. Ama çok daha geride bir şeyler parlıyordu. Orada bu rakamdan çok daha fazlası olabilir.”

“Sizi vuranların kesinlikle İkicanlı olduklarını söyleyebilir misiniz? Başka bir şey olamazlar mı?”

“Onlarda küçük gövde görmedim, sadece şu mask gibi miğferlerden giymişlerdi. Ama şekillerine, boyutlarına ve vücutlarının hareket edişine göre karar verilecek olursa, İkicanlıydılar.”

“Size ateş ederken ne kullandılar?”

Doktor şaşırmıştı.

“Fırlatıcı büyük olasılıkla metal değildi,” dedi Mühendis. “Bu yalnızca bir tahmin. Hasarı inceledim — bakmadan bile. Ama, fazla güçlü değillerdi, benim izlenimim bu.”

“Evet,” diye onayladı Fizikçi. “Şöyle bir baktım da, iki far çökmüştü, ama delik yoktu.”

“Birisi, topaçla çarpışırken ezildi,” dedi Kimyager.

“Ya şu heykeller neye benziyorlardı?” diye sordu Kaptan.

Doktor elinden geldiğince tarif etmeye çalıştı. Beyaz heykellere gelince durdu ve gülümsedi. “Yine, ne yazık ki, mecazi olarak konuşabiliriz…”

“Dört göz demiştiniz? Ve fırlak alınlar?” diye yardım etmek istedi Kaptan.

“Evet.”

“Taştan mı oyulmuşlardı? Yoksa. metal mi? Kalıplar halinde miydiler?”

“Bunu söyleyemem. Ama kesinlikle kalıp değildiler. Esaş olan bir şey var… Oranlarda bariz bir farklılık vardı. Bir tür…” Tereddüt ediyordu.

“Evet?”

“İdealleştirme,” dedi Doktor, sıkıntıyla. “Onları çok kısa bir an için görmemize ve arkasından bir dolu şey olmasına rağmen… Bir karşılaştırma yapmak çok basit olur. Bir mezarlık. Kaçan esirler. Bir polis operasyonu. Gaz kullanılarak yapılan katliam. Ama hiçbir şey bilmiyoruz. Evet, gezegenin bazı sakinleri diğerlerini gözlerimizin önünde öldürdüler, bunun doğruluğu tartışılmaz. Ama kim kimi öldürdü — ve acaba öldürenler ve öldürülenler aynı mıydılar…”

“Eğer aynı değillerse, bu bir şeyi açıklar mı?” diye sordu Sibernetikçi.

“Şey… Ben bir olasılık üstünde düşünüyorum. Dehşet verici olduğunu kabul ediyorum. İnsanoğlu için, bildiğimiz gibi, yamyamlık da budur. Ama ahlakçılar kızarmış maymun yemekte bir kötülük görmüyorlar. Ben bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Ya burada biyolojik evrim şöyle bir gelişme göstermişse: İnsan zekasını taşıyanlarla, hayvan düzeyinde kalanlar arasındaki dış, yani görünür farklar, insan ve maymun arasındaki farklardan çok daha az ise? Bu durumda, bizim tanık olduğumuz, bir avlanma olabilir.”

“Ya şu, şehrin yakınındaki hendek?” dedi Mühendis. “Onlar da av hatırası mıydı, Doktor?”

“Ama emin olamayız…”

“Her ne olursa olsun, elimizde film var,” diye konuşmalarını böldü Kimyager. “Neden bilmiyorum, ama şu ana kadar gerçekten, normal bir şey, yani, gezegendeki günlük ha, yata dair bir şey görmedik. Bu film normalleri gösteriyor — en azından benim edindiğim izlenim bu.”

“İzlenim mi?” dedi Fizikçi hayretle. “Ama görmedin: mi…

“Gün batımından önce çekimi yapabilmek için ışık der dine düşmüştük Ayrıca mesafe de hiç az değildi; yediyüzelli metreden fazla. Ama teleskopik mercekle çekilmiş iki makara filmimiz var. Saat kaç? Henüz on iki olmamış! Şimdi tab edebiliriz.”

“Onları Blackie’ye ver,” dedi Kaptan. “Beyler, sinirli olduğunuzu görüyorum. Evet, şu bir gerçek ki, burada kendimizi kahrolası bir kargaşanın içinde bulduk, ama…”

“Gelişmiş uygarlıklarda iletişimlerin bu noktaya gelmesi kaçınılmaz mıdır?”

Kaptan başını salladı, ayağa kalktı ve masadan şarap şişesini aldı. “Bunu bir tarafa koyalım,” dedi; “Daha uygun bir durum için.”

Mühendis ve Fizikçi Savunucu’yu incelemeye çıktıklarında ve Kimyager tab edilen filmi denetlemeye gittiğinde Kaptan, Doktor’u kolundan tutarak kütüphane raflarının yanına çekti ve alçak sesle sordu: “Dinle, İkicanlıların kaçışma sebebinin, sizin beklenmedik bir şekilde ortaya çıkışınız olması mümkün mü ve saldırı hedefinin İkicanlılar değil de, yalnız siz olmanız… Ne dersin?”

Doktor’un gözleri faltaşı gibi açıldı. “Biliyorsun, bu aklıma bile gelmedi,” diye kabul etti, sonra bir an düşünceye daldı.

“Bilmiyorum,” dedi en sonunda. “Öyle olmadığını söyleyebilirdim… tabii, bize yapılan başarısız bir saldırı yanlışlıkla onlardan bazılarının aleyhine dönmediyse. Ama bir açıklaması daha var,” diye ekledi, düzelterek, “Farzet ki biz yasak bölgeye girmiştik. Kaçanlar ise sınırı ihlal edenlerdi, örneğin, bir yolcu grubu, kim bilir? Burayı gözleyen nöbetçiler de silahlarını, şu boruyu yani, Savunucu’nun görünmesiyle aynı anda ortaya çıkardılar. Kötü bir rastlantı. Evet, böyle olabilir.”

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

“Şey, böyle bir açıklama da, ilk yaptığımız kadar geçerli.

Bizim varlığımız konusundaki haberler yayılınca oraya gardiyanlar veya nöbetçiler dikmiş olabilirler. Bundan önce, biz vadideyken, bizden haberleri yoktu ve bu yüzden hiçbir silahla karşılaşmadı…”

“Bilgi ağlarının henüz tek bir izine bile rastlamadık,” diye vurguladı Sibernetikçi, kendi kabininde bir yerlerden. “Yazı, radyo, bantlar… Her uygarlık kendi deneyimlerini biraraya getirmek ve korumak için, öyle veya böyle, bir teknoloji yaratır. Bu da onun gibi bir şey olmalı. Ah, bir şehirlerine gidebilseydik!”

“Savunucu’yla gidebilirdik,” dedi Kaptan, ona doğru dönerek. “Ama bu, sonuçlarını ve bedelini önceden bilemeyeceğimiz bir savaşı hızlandırırdı.”

“O zaman, keşke onların bilimadamlarından ya da Mühendislerinden biriyle oturup konuşabilseydik…”

“Nasıl yapacaksın bunu?” diye sordu Doktor. “Gazeteye ilan mı vereceksin?”

“Bir bilebileydim! O kadar zor olmazdı. Gezegene bir bilgisayar yazılımı ile geliyoruz, kuma iki Pythagoras üçgeni çiziyoruz, birbirimize hünerlerimizi gösteriyoruz…. düşünsenize…”

“Bırakın saçmalamayı.” Girişte dikilen Mühendis’ti bu. “Hadi gelin. Film banyo edildi.”

Görmek için laboratuvara girdiler, geminin en büyük odası oydu çünkü. Kaptan projektörün arkasına geçti. Herkes kendine bir yer bulduktan sonra robot ışığı söndürdü.

Filmin ilk bölümü tamamen yanmıştı. Göl birkaç kez parıldadı; sonra kıyı şeridi görüntüye geldi. Suyun üzerinde rampalar ve payandalarla, oymalarla birbirine bağlı kuleler vardı. Görüntü bulanıklaştı, tekrar odağa geldiğinde her kulenin tepesinde, zıt yöne dönen beş kanatlı pervanelerin olduğunu gördüler. Çok yavaş dönüyorlardı. Bir şeyler rampalardan aşağı kaydı ve göle daldı. Onlar da çok yavaş hareket ediyorlardı ama buna rağmen şekillerini ayırdetmek mümkün’ değildi. Kaptan bu bölümü ikinci kez ve daha hızlı geçti ama gördüklerine eklenen tek şey, bu cisimlerin su yüzeyinde oluşturduğu halkalardı. Bir İkicanlı, arkası onlara dönük, kıyıda dikiliyordu. Koca gövdesinin sadece üst bölümü görünüyordu, geri kalanı, rüzgarın etkisiyle meyilli büyümüş bir tutamla son bulan ince bir kamçının çıktığı fıçı biçimli bir makinanın içinde kalıyordu.

Sahilin yerini, pilonların üstüne oturtulmuş yassı, kutu gibi nesneler aldı. Ekranın diğer bölümünde ise cisimler, sahildeki İkicanlıyı içinde tutana benzer çeşitli fıçılar taşıyorlardı. Ama bunlar boştu.

Yer yer pırıltılar, lekeler, bulanıklıklar oluyordu. Film aşırı ışık almıştı. Lekelerin arasında, küçük, görüntünün kısalttığı figürler, İkicanlılar çiftler halinde farklı yönlere doğru hareket ediyorlardı ve küçük ek gövdeleri tüylerle kaplıydı, bu yüzden sadece küçük kafaları görünüyordu ama resim, adamların, yüzleri ayrı ayrı görebilecekleri kadar net değildi.

Şimdi, büyük bir kütle, ritmik olarak yükselip alçalarak ekranı dolduruyordu. Ekranın alt köşelerinden birine doğru koyu bir sıvı gibi yayıldı. Düzinelerce İkicanlı bunun üstünden karşı tarafa geçti ve sanki küçücük ellerinde bir şeyler tutuyorlardı da, dokunarak, hafif vuruşlarla veya süpürerek, o kütleden öbekler oluşturuyorlardı. Bunlar, arasıra, içinden gri bir kaliksin çıktığı sivri bir tepe halini alıyordu. Resim değişti, ama, hareket halindeki kütle, yenisini doldurmaya devam etti. Detay çok keskindi. Merkezde incecik kalikslerden bir demet duruyordu ve her kaliksin başında, sırayla yüzlerini ona doğru eğen iki veya üç İkicanlı vardı. Kaptan bu bölümü yavaş olarak tekrar geçti: Şimdi İkicanlılar kaliksleri öpüyor gibiydiler. Biri öperken, diğerleri, küçük gövdeleri yarı uzanmış halde, onu seyrediyorlardı.

Resim tekrar değişti. Şimdi adamlar kütlenin koyu bir çizgi ile belirlenmiş kenarını görebiliyorlardı, bu kenar çizgisinin yanında döner küreler hareket halindeydi, bunlar önceden gördükleri disklerden çok daha küçüktü. Helezonik hareket yavaş ve ritimsizdi; sallanan kolları görebilmek mümkündü. Ama bu, filmin bir etkisiydi ve karelerin hızından kaynaklanıyordu.

Ekran yavaş yavaş hareketlendi ama, ağır çekimde her şey, bir sıvının içindeymiş gibi görünüyordu. Adamların, “yerleşim bölgesinin merkezi,” olarak aldıkları, tek tarafı yuvarlatılmış, acayip yarım-fıçıların geçtiği oluklardan oluşan yoğun bir ağ örgüsüydü. Her birinin içinde iki ile beş arası, ama genellikle, üç İkicanlı oturuyordu. Küçük ek gövdelerini “fıçı"nm dışında birleşen bir kemer sarıyordu, ama bu sadece bir yansıma da olabilirdi. Batan Güneş’in oluşturduğu uzun gölgeler yer yer resmi karıştırıyordu.

Olukları üstünden kafes işlemeli, zarif köprüler geçiyordu. Köprülerin bazı yerlerinde dev topaçlar fırıldak gibi döndüler ve bu helezoni, yeniden, bir dizi karmaşık hareket olarak ortaya çıktı, sanki oynak uzuvlar, gökyüzünden, görünmeyen bir şeyler alıyorlardı. Topaçlardan biri durdu ve içinden, parlak bir maddeyle kaplı İkicanlılar indi. Tam, üçüncü İkicanlı belli belirsiz bir şeyi arkasından sürükleyerek çıkıyordu ki, görüntü değişti.

Merkezden kalın bir hat geçiyordu; merceğe, resmin geri kalanından daha yakındı. Bu çizgi — ya da boru-yavaşça sallandı; buna puro biçimli bir nesne birleşmişti ve bir yaprak bulutu gibi bir şeyler saçıyordu. Ama yapraktan ağırdı bunlar, çırpınarak değil, ağırlık gibi düşüyorlardı yere. Aşağıda içbükey bir yüzeyde, dizi dizi İkicanlılar duruyordu ve uzanmış ellerinden yere, kıvılcımlar akıyordu. Fakat nesne yağmuru onlara ulaşmadan yok oluyordu.

Resim değişti. En kenarda iki tane İkicanlı hareketsiz ya tıyordu. Bir üçüncü onlara doğru yaklaştığında yavaşça kalktılar. Birisi sallandı; gizlenmiş küçük gövdesiyle komik bir tepeye benziyordu. Kaptan bu parçayı tekrar aldı. Boylu boyunca uzanmış gövdeler göründüğünde filmi durdurdu, görüntüyü keskinleştirdi, sonra büyük bir büyüteçle ekrana gitti. Ama tek gördüğü beneklerdi.

Karardı. İlk makaranın sonuna gelmişlerdi. ikincinin başı da aynı resmi gösteriyordu ama açı biraz kaymıştı ve biraz daha karanlıktı. Güneş batıyordu. Ekranı çizgiler doldurdu; kamera çok hızlı hareket ediyordu. Beşgen delikleri olan büyük bir kesişen hatlar sistemine bakıyorlardı. Her delikte bir İkicanlı dikilmişti. O rayın altında daha bulanık bir tanesi titreşti. Sonra anladılar ki, alttaki ray yerde bir gölgeydi. Yer kaygan ve düzdü, ıslak betonu andırıyordu.

Ray deliklerindeki İkicanlılar koyu renkli, kocaman giysiler giymişlerdi. Hepsi aynı hareketi yapıyordu: Yarı şeffaf bir şeyle örtülmüş küçük gövdeleri bir o yana bir bu yana eğildi; sanki özellikle yavaş yapılan bir cimnastik hareketi gibiydi. Resim titredi ve yana yattı. Bir an görmek çok zorlaştı. Kararıyordu da. Ray çizgilerinin sonunu gördüler. Çizgilerden biri, belli bir açıda hareketsiz duran büyük bir diskte son buluyordu. Farklı yönlere giden, İkicanlılarla dolu şişkin cisimler trafiği artırıyordu.

Raylar tekrar, bu kez tam tepeden ekrana geldi. görüntünün, boyutlarını kısalttığı İkicanlılar çiftler halinde badi badi dolanıyorlardı. Bunların oluşturduğu bir sürü, yolun ikiye ayrılması gibi, ikiye bölündü. Görüntünün ortasından geçen ve ötesine uzanan bir kablo, keskin parıltılar veren elips kristali veya aynalarla kaplı bir bloku andıran bir şeyi, bulanık tekerleklerin üzerinde çekiyordu. Yanından geçtiği yayaların üstüne ışık plakaları atıyor, sağa sola sarsılıyordu. Birdenbire durdu, saydamlaştı ve içindeki uzanmış bir figürü ortaya çıkardı.

Kaptan makarayı çevirdi, geri sardı ve dikdörtgen cisim sarsılarak yeniden ortaya çıkıp içindekini gösterirken, filmi durdurdu. Herkes ekrana gitti. Orada, ikiye ayrılmış yolun, iki sıra İkicanlının arasında, bir insan yatıyordu.

“Sanırım aklımı kaçırıyorum,” dedi biri karanlıkta.

“Şunu sonuna kadar izleyelim,” dedi Kaptan.

Koltuklarına tekrar oturdular, makara döndü, resim titreşti ve netleşti. Uzun cisimler kalabalığın arasından birer birer geçiyordu ama şimdi, yerlere kadar uzanan ve arkalarından sürüklenen parlak bir kumaşla örtünmüşlerdi. Resim yeniden değişerek, bir yanı eğik bir duvarla sınırlanmış ıssız bir bölgeye geldi. Duvar boyunca çalı öbekleri vardı. Tek başına bir İkicanlı, ekranın tüm boyunu geçen bir olukta yürüyordu. Sonra, paniğe kapılmış gibi, oluktan dışarı zıpladı ve döner bir topaç geçti; parlak bir ışık çakımı ve ardından sis kapladı ortalığı. Sis dağıldığında, İkicanlı hareketsiz yatıyordu. Her şey koyulaştı, neredeyse siyah oldu. İkicanlı kıpırdıyor gibiydi ya da sürünerek uzaklaşacaktı ama ekran yeniden çubuklarla doldu ve beyaza döndü. Film bitmişti.

Işıkları açtıklarında Kimyager, bazı kareleri büyütmek üzere makaraları alıp karanlık odaya götürdü. Ötekiler la’ boratuvarda kaldılar.

“Evet, bütün bunlara ne anlam veriyoruz şimdi?” dedi Doktor. “Hiç düşünmeden ben, iki, hatta üç farklı açıklama yapabilirim.”

Bu Mühendis’i kızdırdı. “Eğer İkicanlının psikolojisi üstüne tam bir çalışma yapmış olsaydın, şimdi olduğundan çok daha fazla şey biliyor olurduk!”

“Bir dakika, benim bunu yapmam mı bekleniyordu?” diye sordu Doktor, herkese bakarak.

“Beyler!” diye bağırdı Kaptan. “Bu, bilimsel bir kongreye benzemeye başladı! Tamam, bu görüntü hepimizde şok ya rattı. Kuşkusuz, bir model maddesinden yapılmış, sahte bir şey bu. Bir ihtimal bilgi ağlarını kullanarak, gezegendeki tüm yerleşim bölgelerine bizim resimlerimizi gönderdiler ve resimlerden de bir insan kopyası oluşturdular.”

“Ama neden böyle mankenler yapma gereği duysunlar ki?” diye sordu Doktor.

“Bilimsel veya dinsel amaçlıdır belki, kimbilir? Ne kadar tartışırsak tartışalım, bunu çözecek değiliz. Kaldı ki, o kadar da tuhaf değil. Bizim gördüğümüz biraz küçük bir üretim merkeziydi. Biz onların… eğlencelerini izlemiş olabiliriz, belki de sanatlarını, bir sokak manzarasını — kıyıda yaptıkları şey; şu, nesneleri boşaltma işi yeteri kadar belirgin olmamasına rağmen.”

“Yeteri kadar belirgin olmamasına rağmen,” diye tekrarladı Doktor. “Doğru ifade.”

“Sonra ordu yaşamına benzer görüntüler de vardı — gümüş giysili olanların, daha önce gördüğümüz gibi, askeri işlevleri var. Son sahneye gelince… Yasalara uymayan bir tanesine verilen bir ceza olabilir, belki de topaçlar için yapılmış bir olukta yürüdüğü içindi.”

“Trafik kurallarına uymayan birine kısa yoldan idam… Biraz fazla vahşice olmuyor mu, ne dersiniz?” dedi Doktor.

“Başka söyleyecek şeyi olan var mı?” diye sordu Kaptan sinirli sinirli.

Fizikçi konuştu: “Görünüşe göre İkicanlılar yalnızca bazı özel durumlarda yaya yolculuk yapıyorlar. Bunun sebebi vücut ölçüleri ve ağırlıkları olabilir ya da uzuvlarındaki oransızlık, özellikle eller ve gövde arasındaki. Bu şekli verebilecek bir evrim ağacı çizmek ilginç olurdu herhalde. Hepimiz el hareketleri yaptıklarını gördünüz — ama hiçbiri ellerini, bir yükü kaldırmak, çekmek, ya da taşımak için kullanmıyor. Belki de ellerinin farklı bir işlevi vardır.”

“Ne gibi?” diye sordu Doktor. Bu, ilgisini çekmişti.

“Bilmiyorum, bu senin alanına giriyor. Ben sadece şunu düşünüyorum: Onlardaki toplumsal bünyeyi anlamaya kalkışmak yerine, önce bireyin, yani toplumun temel taşının üzerinde çalışsak daha iyi olur.”

“Haklısın,” dedi Doktor. “Eller, evet bu, açıklığa kavuşturamadığımız bir konu… Evrim ağacı. İkicanlıların memeli olup olmadıklarını bile bilmiyoruz. Bunun cevabını size birkaç günde verebilirim — ama bu filmde beni en çok etkileyen bu değil doğrusu.”

“Ya nedir?” diye sordu Mühendis.

“Yayaların arasında tek başına birini görmediğimiz gerçeği. Buna dikkat etmiş miydiniz?”

“En sondaki hariç,” dedi Fizikçi. “Kesinlikle.”

Bir süre hiçbiri konuşmadı.

“Filme tekrar bakmamız gerekiyor,” dedi Kaptan, sonunda. “Doktor haklı: Hiç yalnız İkicanlı yoktu. En az çift kişilik gruplar halindeydiler. Ama en başında kıyıda gördüğümüz — evet! — o hariç.”

“O da şu koni biçimli şeyin içinde oturuyordu,” dedi Doktor. “Disklere de tek başlarına biniyorlar. Ben sadece yayalardan söz ediyorum.”

“Onların sayısı fazla değildi.”

“Birkaç yüz kadar vardı. Dünya’da, bir şehrin caddelerine kuşbakışı baktığını düşün. Yalnız yürüyen yayaların yüzdesi oldukça yüksektir. Bazı saatlerde çoğunluğu bile oluşturacaklardır. Ama burada hiç yok.”

“Bu ne anlama geliyor?” diye sordu Mühendis.

Doktor başını salladı. “Hiçbir fikrim yok.”

“Ama bizimle gelen… Ö da tek başınaydı.”

“Ona bunu yaptıran koşulları bir düşün.”

Mühendis cevap vermedi.

“Bakın,” dedi Kaptan, “Bu bizi hiçbir yere götürmeyecek

Sistematik olarak bilgi toplamadık, çünkü biz bir araştırma ekibi değiliz. Bizim başka endişelerimiz var; hayatta kalmak için savaşmak gibi. Şimdi bir hareket rotası belirlemeliyiz. Yarın Kazıcı devreye girmiş olacak. Toplam olarak iki robotumuz, iki yarı-otomatiğimiz var diyebiliriz, Kazıcı ve Savunucu, ki bunlar geminin yüzeye çıkarılmasında yardımcı olabilir. Mühendis’le benim belirlediğimiz plandan haberiniz var mı, bilmiyorum. Ama özü şu: Gemiyi, önce alçaltarak yatay konuma getirmek, sonra da gövdenin altına yapılacak toprak tamponuyla dikey olarak ayağa kaldırmak. Bu, eski çağlarda piramit inşaatçılarının kullandıkları metod. ’Can duvar’ımızı da, kullanabileceğimiz büyüklükte parçalara ayırıp, bir yapı iskelesi o luşturacağız. Elimizde yeteri kadar araç gereç var ve bu maddenin yüksek ısıda eriyip kaynaşabileceğini biliyoruz. Aden sakinlerinin, incelikli davranışlarıyla bize sağladıkları duvarı kullanmamız, işimizi gözle görülür oranda kolaylaştıracak. Üç gün içinde kalkışa hazır olabiliriz.” Adamların kıpırdadıklarını görünce, bir an sustu. “Bu yüzden size sormak istiyorum: Bu kalkışı yapalım mı?”

“Evet,” dedi Fizikçi.

“Hayır,” dedi Kimyager, hemen hemen aynı anda. “Henüz değil,” dedi Sibernetikçi.

Sessizlik çöktü… Ne Mühendis, ne de Doktor henüz fikrini söylemişti.

“Sanırım gitsek iyi olur,” dedi Mühendis en sonunda. Hepsi şaşkınlıkla ona baktı. Devam etti:

“Önceden farklı hissediyordum. Ama bu bir bedel konusu. Sadece bedel. Kuşkusuz, çok şey öğrenebiliriz ama bu bilgileri edinmek… Bunun bedeli, ödeyemeyeceğimiz kadar büyük olabilir. Her iki açıdan da. Bütün bu olanlardan sonra, barışçı bir iletişim ve bir anlaşma noktası bulma olasılığı bana ç’ok uzak geliyor. Her birimizin, hoşumuza gitse de gitmese de, bu dünya ile ilgili kendi görüşü var. Benimki, burada kötü şeylerin olduğu ve bir şekilde buna müdahale etmemiz gerektiği yönündeydi. Ama biz Robinson Crusoe’lar olarak enkazımızla uğraşmaya ve bazı onarımlar yapmaya başladığımız için bir şey söylememiştim. Daha çok bilgi edinmeyi ve makinalarımızın kullanılabilir duruma gelmesini bekledim. Ama şimdi görüyorum ki, iyi ve doğru olduğuna inandığımız şeyler adına yapacağımız her müdahale, en son araştırmamızın vardığı noktaya varacak: Yokedicinin kullanılmasına. Kendimizi her zaman temize çıkarabiliriz, elbette, kendimizi savunduğumuzu söyleyebiliriz vesaire — ama yardım etmek yerine yakıp yıkıyoruz biz.”

“Keşke daha çok şey öğrenebileydik…” dedi Kimyager.

Mühendis başını iki yana salladı.

“Daha çok bilgiyle, her iki tarafın kendince haklı olduğunu görecektik…”

“Katiller haklı olsun ya da olmasın, birileri kurbanlara akıl vermeli,” diye itiraz etti Kimyager.

“Savunucu’nun yokedicisinden başka onlara ne sunabiliriz? Bu akıl almaz güdülmeyi ve katliamı durdurmak için gezegenin yansını yakıp kül ettiğimizi düşün. Ya sonrası?”

“Bu basit bir doğru-yanlış sorunu değil,” diye konuşmaya girdi Kaptan. “Burada olan her şey süregelen tarihsel ilerlemenin bir parçası. Sizi yardım etmeye iten dürtü, bu toplumun kahramanlar ve caniler olarak ikiye bölündüğü fikrine dayanıyor.”

“Baskı yapanlar ve baskı altında ezilenler,” dedi Kimyager. “Aynı şey değil.”

“Pekâlâ. Farzet ki, yüksek uygarlık düzeyindeki bir nesil, yüzlerce yıl önceki dinsel savaşlar sırasında Dünya’ya iniyor ve kavgaya karışıp, güçsüzün yanında yer almaya karar veriyor. Gücünü kullanarak, doktrinlere karşı gelenlerin yakılmasını, farklı görüşte olanların eziyet etmelerini yasaklı yor, vesaire. Bana dürüstçe, insancı rasyonalizmi bütün gezegende kabul ettirmenin mümkün olabileceğini söyleyebilir misin? Hatırla: İnsanlığın hemen hemen hepsi inananlardan oluşuyordu. Yabancılar en son insana kadar hepimizi ezmek zorunda kalacaklardı; böylece geriye onların idealizminden faydalanacak kimse kalmayacaktı!”

“Kısacası, yardım etmemizin mümkün olmadığını düşünüyorsun!” dedi Kimyager, hiddetle.

Kaptan cevap vermeden önce ona uzun süre baktı.

“Yardımmış, Tanrım. Yardımdan neyi kastediyorsun? Burada olup biten ve bizim tanık olduğumuz şeyler, belirli bir uygarlığın ürünü ve bizim bu uygarlığı yıkıp, yerine yenisini yaratmamız gerekiyor, öyle mi? Peki, bunu nasıl yapacağız, söyler misin? Bunlar bizden farklı fizyolojiye, farklı psikolojiye ve farklı tarihe sahip canlılar. Bizim uygarlığımızın bir modelini alıp buraya oturtamazsın. Ayrıca bunun, biz buradan ayrıldıktan sonra da işlevlerine devam etmesini sağlaman gerekecek… Birçok defa, senin düşüncelerinin Mühendis’inkilere benzediği konusunda şüpheye düştüm. Ve Dünya ile benzeştirme konusunda sürekli, cesaretimizi kıran Doktor’un benimle aynı fikirde olup olmadığı konusunda. Haklı mıyım?”

“Evet,” dedi Doktor. “İnsana yakışan asil birtakım görüşlerden yola çıkarak burada bir ’emir’ mekanizması oluşturmak istemenizden korkuyordum; bu, pratikte bir terör süreci anlamına geliyordu.”

“Belki ezilenler farklı bir hayat istiyorlar, ama çok güçsüzler,” dedi Kimyager. “Eğer dışlananlardan birkaçını kurtarabilseydik…”

“Birini kurtardık,” dedi Kaptan sert bir sesle. “Belki şimdi sen bize onunla ne yapacağımızı söyleyebilirsin.”

Kimyager’in cevabı yoktu.

“Doktor da ayrılmaktan yana mı?” dedi Kaptan. “Güzel.

Benim oyumla birlikte, böylece, çoğunluk oluşuyor.”

Birden durdu. Gözleri sonuna kadar açıldı. Yüzü kapıya dönük oturuyordu — yarı açık kapıya. Sessizlikte sadece hafif bir su şıpırtısı duyabiliyorlardı ve Kaptan’ın takılan bakışlarını takip ederek döndüler.

Girişte İkicanlı duruyordu.

“Nasıl dışarı çıktı?” Ama Fizikçi’nin sözleri dudaklarında azılı kaldı. Yanıldığını anlamıştı. Bu, onların İkicanlısı değildi. O, ilkyardım odasında kilitliydi çünkü.

Eşikte, küçük gövdesi iki büklüm olmuş, koyu renkli, koskoca bir İkicanlı duruyordu. Kafası hemen hemen üst eşiğe değiyordu. Yaratık, dümdüz inen ve küçük gövdeyi kuşak gibi saran kahverengi bir madde giymişti. Kuşağın etrafından yeşil telden oluşan karmakarışık, kalın bir tutam geçiyordu. Yan taraftaki bir yarığın arasından, enli, metalik bir kayış parlıyordu. İkicanlı kımıldamıyordu. Yassı kırışık suratı ve iki büyük mavi gözü saydam, huni biçimli bir koruyucuyla örtülüydü. Koruyucudan çıkan ince, gri lifler küçük gövdenin etrafından birkaç kez dolanıyor ve önde çaprazlaşarak, ellerini bandaj gibi içine alan bir tür küçük paket oluşturuyordu. Sadece parmaklarının yumru yumru uçları çıkıntı yapıyordu.

Hepsi görüntü karşısında apışıp kalmıştı. İkicanlı biraz daha eğildi ve bir öksürükle yavaşça öne doğru geldi.

“Nasıl girdi içeri?… Blackie tünelde…” diye fısıldadı Kimyager.

İkicanlı, yine yavaşça, geri çekildi. Dışarı çıktı, karanlık koridorda bir an durdu ve tekrar içeri girdi — daha doğrusu, kafasını üst eşiğe dayadı.

“İçeri girmek için izin istiyor,” dedi Mühendis fısıldayarak. Sonra bağırmaya başladı: “Gel! Gel!”

Kalkıp, tam karşı duvara geri gitti, diğerleri de aynı şeyi yaptılar. İkicanlı kabinin boş kalan merkezine anlamsızca baktı. Girdi ve yavaşça etrafına bakındı.

Kaptan ekranın yanına gitti, kuvvetle kenara çekerek kara tahtanın önünü açtı. Adamlara kenara çekilmelerini söyledikten sonra eline bir tebeşir aldı ve önce küçük bir daire, arkasından, dairenin etrafından geçen bir elips çizdi, bunu da içine alan biraz daha büyük bir elips ve bir tane daha, bir tane daha derken, iç içe dört tane elips ortaya çıktı. Her birinin üstüne küçük birer daire de kondurmuştu. Sonra odanın ortasında dikilen deve yaklaştı ve tebeşiri onun parmaklarına tutuşturdu.

İkicanlı acemice tebeşiri tuttu, bir tebeşire, bir tahtaya baktı ve yavaşça ona doğru gitti. Bandajlı eliyle tahtaya dokunabilmek için, kuşaktan dışarı çıkmış küçük gövdesini yatırmak zorunda kalmıştı. Adamlar nefeslerini tutarak izliyorlardı. Beceriksizce ve kuvvetli bir şekilde, üçüncü elipsin dairesine defalarca dokundu; dairenin içi, parçalanmış tebeşirle doldu.

Kaptan başını salladı. Herkes derin bir soluk almıştı. “Aden,” dedi daireyi göstererek “Aden,” diye tekrarladı.

İkicanlı ilgiyle onun ağzına bakıyordu. Öksürdü.

“Aden,” dedi Kaptan, yavaşça ve açık bir teleffuzla.

İkicanlı birkaç kez öksürdü.

“Konuşamıyor,” dedi Kaptan, meslekdaşlarına dönerek. “Bu kesin.”

Ne yapacaklarını bilmeksizin öylece dikiliyorlardı. İkicanlı kıpırdadı. Tebeşiri düşürdü. Bir kilidin açılmasına benzer bir ses duydular sonra; kahverengi madde, tepeden aşağıya kadar yarılmış gibi bölündü ve geniş bir altın kayış gördüler.

Kayış metal yaprağı gibi hışırdayarak çözüldü. İkicanlının küçük gövdesi olabildiğince öteye uzandı, sanki büyük gövdeden dışarı adım atacakmış gibiydi ve hemen hemen iki büklüm bir duruma gelerek parmaklarıyla metal yaprağı yakaladı. Kayış çözülüp açık bir levha halini alınca, adamlara, ikram ediyor gibi, uzattı. Kaptan ve Mühendis aynı anda yanına gittiler ve ikisi de geriye sıçradı. Mühendis ufak bir çığlık attı. İkicanlı şaşırmış görünüyordu, defalarca öksürdü ve saydam koruyucu yüzünde iki yana sallandı.

“Elektrik yüklü, ama çok güçlü değil,” diye açıkladı Kaptan diğerlerine, sonra ikinci kez yaklaştı. İkicanlı metal yaprağı bıraktı. Işıkta, altın yüzeyi incelediler: Tamamen düz ve pürüzsüzdü. Kaptan rastgele bir noktaya tekrar dokundu ve bir kez daha hafif bir elektrik şoku hissetti.

“Ne bu böyle?!” diye homurdandı Fizikçi ve elini yaprağın üstünde gezdirmeye başladı. Elektrik şokları parmaklarını titretiyordu. “Bana biraz toz grafit verin!” dedi, “Cam dolapta var!”

Yaprağı masaya yaydı, elinin titremesine aldırmadan, Sibernetikçi’nin verdiği grafiti yaprağın üstüne serpti ve fazlasını üfledi.

Altın yüzeyde rastgele dağılmış minik, siyah benekler vardı.

“Lacerta!” diye bağırdı Kaptan ansızın.

“Alpha Cygni!”

“Lyra!”

“Cepheus!”

Onları sakin bir şekilde izleyen İkicanlıya döndüler. Yaratığın gözlerinde zafer pırıltıları vardı.

“Bir yıldız haritası!” dedi Mühendis.

“Nihayet kendimizi evimizde hissediyoruz.” Kaptan’ın gülen dudaklarının arasından dişleri görünüyordu. İkicanlı öksürdü.

“Elektriksel yazı, öyle değil mi?”

“Öyle görünüyor.”

“Ya elektrik yükü nasıl besleniyor?”

“Belki de elektrik duyuları vardır!”

“Beyler, lütfen! Mantıklı ilerleyelim,” dedi Kaptan. “Şimdi ne yapıyoruz?”

“Ona nereden geldiğimizi gösterelim”

“Doğru.”

Kaptan hemen tahtayı sildi ve Centaur takımyıldızını çizdi. Bir an duraksadı, Galaksi’nin bu bölgesinin Aden’den nasıl göründüğünü kafasından hesaplamaya çalışıyordu. Sirius’u göstermek için büyükçe bir nokta yaptı, daha küçük, bir düzine daha yıldız ekledi ve Büyük Ayı’nın tepesine Güneş’i gösteren küçük bir çarpı çizdi. Ardından, eliyle kendi göğsüne dokundu ve sırayla bütün adamları gösterecek şekilde kolunu odanın çevresi boyunca döndürdükten sonra tebeşirle tekrar çarpıya dokundu. İkicanlı öksürdü, tebeşiri ondan aldı, küçük gövdesini tahtaya doğru itti ve Kaptan’ın taslağına üç nokta ekledi: Alpha Aquilae ve Procyon’un ikili sistemi.

“Bir astronom!” diye fısıldadı Fizikçi. “Meslekdaşımız…”

“Evet, buna çok yakın!” diye cevap verdi Kaptan. “Hadi, devam edelim!” Bir sürü çizim, öncekileri izledi. Aden gezegeni, geminin yolu, gazlı kuyruğa girişi ve kaza. Sonra gemi yerin altına gömüldü — geminin ve tepenin ara kesiti çizildi. İkicanlı tahtadaki çizimlere baktı ve öksürdü. Masaya gitti. Kuşağın yeşil kıvrımlarından ince, esnek bir tel çıkarcjı ve eğilerek, teli metal yaprağının üstünde umulmadık bir hızla gezdirmeye başladı. Bu bir süre devam etti. Sonra geri çekildi ve adamlar yaprağa yine grafit serptiler. Acayip bir şeyler belirdi. Tam, tozun fazlasını üflüyorlardı ki, beliren çizgiler kıpırdamaya başladı.

Önce, içinde eğik bir kolonu olan bir yarıküre gördüler. Sonra, küçük bir nokta belirdi ve yarıkürenin sınırlarının üstünde hafifçe kaydı. Giderek büyüdü. Çizim tam anlamıyla doğru olmamasına rağmen, Savunucu’nun dış hatla rını tanıdılar. Yarıkürenin kavisli bölümü kayboldu ve Savunucu bu yarıktan girdi. Bu noktada her şey yok oldu ve yaprağın üstündeki grafit eşit olarak dağıldı. Sonra birden, yıldız haritasını oluşturmak için toplandı. Haritanın arasından, uzunca işaretlerle çizilmiş bir İkicanlı figürü çıktı ortaya. Arkalarında dikilen İkicanlı öksürdü.

“Bu o,” dedi Kaptan.

Harita, kayboldu, geriye yalnızca İkicanlı kaldı. Sonra, İkicanlı da kayboldu ve yerini harita aldı. Bu, dört kez yinelendi. Görünmeyen bir nefesin üflediği grafit bir kez daha kendi kendine hareket ederek, yarıkürenin yok olan kavisini çizdi. İkicanlının silueti göründü, çok daha küçüktü, yarıktan sürünerek içeri girdi. Yarıküre kayboldu. Geminin eğik silindiri büyüdü. İçeride, gövdenin altında bir açıklık vardı. Buradan, İkicanlı gemiye girdi. Grafit düzensiz öbekler halinde dağıldı: Mesaj sona ermişti.

“Bu nasıl içeri girdiğini gösteriyor, yükleme kapısından!” dedi Mühendis. “O kahrolası şeyi açık bıraktık!”

“Baksana — aklıma ne geliyor, biliyor musun?” dedi Doktor. “Belki de, bu duvarla, çevremizi sarmaktan çok, bilimadamlarının bizimle iletişim kurmasına engel olmak istiyorlar!” İkicanlıya döndüler. Öksürdü.

“Evet, bu kadar yeter,” dedi Kaptan, “Çok hoş bir sosyal tanışma oldu, ama önümüzde daha önemli bir iş var! Gerilla savaşına gelince — bunu unutun. Biz, sistematik olarak ilerleyeceğiz. Sanırım matematikten başlamak iyi olacak. Bu işi Fizikçi ele alabilir. Matematik ve metamatematik, elbette. Madde teorisi, alan teorisi. Ve ardından bilgi teorisi, dil programları, semantik. Gramer, mantık, sözcük bilgisi. Bütün bunlar da sana ait,” dedi Sibernetikçi’ye. “Ve bir kez bu köprüyü kurduktan sonra, arkadan biyoloji, metabolizma, ekonomi, sosyal formlar, grup davranışı gelecek O kısma gelince bu kadar acele etmemiz gerekmeyecek Bu ara da”, — Sibernetikçi ve Fizikçi’ye döndü — “Siz ikiniz başlayın. Filmler, bilgisayar, kütüphane, hepsi elinizin altında., Neye ihtiyacınız varsa kullanın.”

“Başlangıç olarak, ona gemiyi gezdirebiliriz,” dedi Mühendis. “Ne dersin? Bu ona birçok şeyi anlatabilir. Ve ondan bir şey saklamadığımızı görebilir.”

“Evet, bu önemli,” diyerek kabul etti Kaptan. “Ama onunla tam bir bağlantı kurana kadar, onu ilkyardım odasına sokmayın.” Bu bir yanlış anlamaya neden olabilir. Şimdi gemide bir tur yapalım, hadi. Saat kaç?”

Sabahın üçüydü.

Загрузка...