ÖGLE vakti yüzleri ve boyunları Güneşten yanmış, beş yarı çıplak adam, geminin yanında uzanıyorlardı. Etraflarında kapkacak, alet parçaları ve üstüne bir. dolu giysi, bot ve havlu yığılmış kare bir bez vardı. Açık bir termostan yeni yapılmış kahve kokusu yayılıyordu. Bulutların gölgeleri açıklık boyunca sessizce kayıyordu. Birkaç metre ötelerinde, gemi gövdesinin altında hareketsiz duran yaratık olmasaydı bu manzara pekâlâ Dünya’da bir pikniğe benzetilebilirdi.

“Mühendis nerede?” diye sordu Fizikçi. Tembel tembel dirseklerine dayandı. “Kitabını yazıyor.”

“Uzay gemisinin nasıl onarılacağı hakkında mı?”

“Evet, okuması ilginç olacak. Kalın bir cilt!”

Fizikçi konuşana baktı. “Moralin düzgün. Bu önemli işte. Yaran da neredeyse tamamen kapandı. Dünya’da olsan bu kadar hızlı iyileşemezdi sanırım.”

Kaptan alnındaki yaranın kabuğuna dokundu ve kaşlarını kaldırdı. “Bu mümkün. Gemi sterildi ve buradaki bakte riler bize zararsız. Ayrıca hiç böcek de yok gibi görünüyor. Ben hiç görmedim, ya siz?”

“Doktor’un beyaz kelebekleri var ya,” dedi Fizikçi, yavaş yavaş. Sıcaktan, konuşmaya isteksizdi.

“Evet, ama bu yalnızca bir hipotez.”

“Burada hipotez olmayan nedir, söyler misin?” diye sordu Doktor.

“Bizim varlığımız,” dedi Kimyager, sırtüstü dönerek. “Biliyor musun, manzara değişikliği hiç fena olmazdı…”

“Bence de,” dedi Doktor.

“Dikkat ettiniz mi, İkicanlının teni Güneşte sadece birkaç dakikadan sonra nasıl da kızardı?” dedi Kaptan.

Doktor başını salladı. “Evet. Bu, ya daha önce Güneşe hiç çıkmadığı, ya da normalde bir tür giysi giydiği anlamına geliyor.” Ta ki…”

“Ta ki, ne?”

“Bilmiyorum…”

“Her şey o kadar da kötü değil,” dedi Sibernetikçi, yazıyla doldurduğu bir kâğıt parçasının üstünden bakarak. “Henry bana diyodları Savunucu’dan alabileceğini söylüyor. Eğer yarın her şey umduğumuz gibi giderse, akşamüstü ilk robotu çalıştırmış olacağız. Geri kalanların işini de ona yükleyeceğim ve. üç üniteyi birleştirebilirse, sorunlarımız bitti demektir. Yük asansörlerini ve kazıcıyı çalıştıracağız ve bir haftada gemi doğrulacak ve…”

“Ve ne?” diye sordu Kimyager. “Havalanıp gidecek miyiz yani?”

Doktor sırıttı. “Uzay yolculuğu insanoğlunun merakının en özlü ifadesidir,” dedi. “Duydunuz’ değil mi? Kimyager şimdi gitmek istemiyor!”

“Hayır, şimdi şakayı bir yana bırak Doktor, İkicanlı ne durumda? Bütün gün onunla beraberdin!”

“Evet, bu doğru.”

“Eee? Gizemli konuşma! Burada yeteri kadar sır var zaten!”

“Gizemli davranmaya yetecek kadar bir şeyler bilmeyi isterdim! Şey gibi davranıyor… çocuk gibi. Zekası yavaş gelişen bir çocuk. Beni tanıyor. Onu çağırdığımda geliyor. İttiğimde oturuyor.”

“Onu motor odasına götürdün. Tepkisi nasıldı?”

“Bebek gibiydi. Hiç ilgisini çekmedi. Jeneratörün arkasına saklandığımda, beni göremeyince korkuyla terlemeye başladı. Eğer o ter ise ve ter de korku anlamına geliyorsa…”

“Konuşabiliyor mu? Onun sana bazı sesler çıkardığını duydum.”

“Kolay anlaşılır, açık sesler çıkarmıyor. Teybe kayıt yaptım ve frekansları inceledim… Bununla birlikte, konuşmaları duyabiliyor… Ürkek, hattâ korkak, bir sığır kadar uysal, ama bütün topluluk böyle görünüyor…”

“Belki de bu henüz gençtir, belki genç olanları böyle büyük oluyor.”

“Hayır, genç değil. Cildinden anlayabilirsin, kırışıklıklarından ve boğumlarından. Ayak tabanları da nasırlaşmış, boynuz gibi sert. Her nasıl olursa olsun, bizim bildiğimiz anlamda çocuk değil. Gece, biz geri dönerken bazı şeylere bizden önce dikkat etti ve ilginç tepkiler verdi, örneğin, havadaki seraba, daha önce de söylemiştim. Korkmuştu. Şu yerleşim merkezinden de. Yoksa neden oradan ayrılsın ki?”

“Ama fabrikalar kurmuşlar, sonra diskler var — zeki olmalılar,” dedi Fizikçi.

“Ama bu değil.”

“Durun bir dakika,” dedi Kimyager, oturup dirseklerindeki kumları temizledi. “Farzedin ki… sakatlanmıştı veya…”

“Orasının delilere ait bir barınak olduğunu mu söylüyorsun?” diye sordu Doktor. “Ya da hastalan diğerlerinden ayırıp yerleştirdikleri özel bir yer?”

“Ve üzerlerinde deney yaptıkları,” diye ileri sürdü Kimyager.

“Deney olduğunu söyleyebileceğin ne gördün?” diye sordu, o ana kadar sessizce duran Kaptan.

“Ahlâkî yönden yargılamıyorum. Bunu nasıl yapabilirim ki? Gerçekten, hiçbir şey anlamıyoruz,” diye cevap verdi 4 Kimyager. Doktor, onlardan birinde bir tüp buldu, parçalara ayırdığımızın içinden çıkana benzemiyor değildi…”

“Ya. Diğer bir deyişle, gece gemiye giren İkicanlı da oradan gelmişti, yani kaçmıştı.”

“Neden olmasın? Bu mümkün değil mi?”

“Ya iskeletler?” dedi Fizikçi. Kimyager’in düşünceleriyle ikna olmadığı açıkça görülüyordu.

“Şey, bilmiyorum, belki onları teşhir etmek için koymuşlardır. Veya belki de, bir tür… bir tür şok tedavisi için diğerlerine gönderiyorlar.”

“Ah, tabiî. Eminim biraz sonra onların da bir Freud’u olduğunu söyleyeceksin,” dedi Doktor. ’’Hayır, şu tımarhane teorini çürütsen iyi olur dostum. Ve bize bu iskeletlerin bir lunaparktaki korku evine ait olduğunu da söyleme. Karşımızdaki dev bir tesis ve iskeletleri şu cam hücrelere yerleştirmek bile çok ileri bir teknoloji ister. Bir fabrika olabilir mi dersiniz? Ama ne üretiyor?”

“İkicanlıdan bilgi alamıyor olman hiçbir şeyi kanıtlamaz. Benim üniversiterndeki bir kapıcıdan Dünya uygarlığı hakkında bilgi edinmeye çalışıyor olabilirdin meselâ…”

Hepsi güldü. Ve yine, birden sustular. İkicanlı yanlarına gelmiş, düğümlü, küçük parmaklarını havada oynatarak ve sarkan ufak, yassı yüzünü hafif hafif kımıldatarak başlarında dikiliyordu.

“Ne yapıyor bu böyle?!” telaşla karışık, bağırdı Kimyager.

“Gülüyor,” dedi Kaptan.

Gerçekten de gövdesi hıçkırık tutmuş gibi sarsılıyor ve büyük hantal ayaklarını yere vuruyordu. Ama beş çift gözün kendisine baktığını görünce donup kaldı, geriledi ve kas yığınlarını aralayıp çıkmış olan küçük elleri ve başı da tekrar geri çekti. Aksayarak yerine döndü ve hafif bir hırıltıyla yere çöktü.

“Eğer bu gülmeyse,” diye fısıldadı Fizikçi.’

“Gülmek de hiçbir şeyi kanıtlamaz. Maymunlar da güler.”

“Durun,” dedi Kaptan. Güneş’ten yanmış, zayıf yüzünde gözleri parladı. “Varsayalım ki bizimkinden çok daha geniş bir genetik yetenek yayılırnma sahipler. Böylece sınıflar, yani kastlar oluşuyor; bir yanda yaratıcı işçiler ve inşaatçılar, diğer yanda ise esas olarak hiçbir işe uygun olmayan geniş bir kitle yeralıyor. Ve bu, işe yaramayanlar…”

“Öldürülüyorlar. Ya da deneye tabi tutuluyorlar. Ya da gıda maddesi oluyorlar. Hadi, korkmayın, aklınıza ne geliyorsa söyleyin,” dedi Doktor. “Kimse size gülmez, çünkü her şey mümkün. Ne yazık ki mümkün olan her şeyin bizim için anlamı olmak zorunda değil.”

“İskeletlere ne demeli?” diye sordu Kimyager.

“Öğrenmeye yardımcı gereçler.”

“Eğer size dünden bu yana aklıma gelen teorileri söylemeye kalksaydım,” dedi Doktor, “Henry’nin yazdığı kitap kadar öğretici olmasa da, onun beş katı olurdu herhalde. Çocukken yaşlı bir astronot tanımıştım. Başındaki saçlardan daha çok gezegen görmüştü ve hala saçları dökülmemişti… Bana bir uydunun görünüşünü anlatmaya çalışmıştı — hangisi olduğunu hatırlamıyorum. ’Orada böyle… büyük… bilirsin işte’ dedi kollarını açarak. ’Ve böyle şeyleri var… Şeye oldukça benziyor… Ama gökyüzü farklıdır… böyle olmaT sına rağmen…’ Sonunda güldü ve vazgeçti. Uzaya hiç gitmemiş birine, ayaklarının altında yıldızlarla boşlukta asılı kalmanın neye benzediğini anlatamazsın. Ve biz sadece fi ziksel çevre farklarını tartışıyoruz! Önümüzde en az beş bin yıllık bir uygarlık var. En az! Ve biz birkaç günde çözmeye çalışıyoruz!”

“Ama denemeliyiz, çünkü başaramazsak ödememiz gereken bedel çok yüksek olabilir,” dedi Kaptan. Bir sessizlikten sonra ekledi, “Ya sen ne yapmamızı öneriyorsun?”

“Şu ana kadar ne yaptıysak onu,” dedi Doktor, “Başarma şansımızın beş binde bir, yani Aden’in uygarlık yaşı kadarda bir olduğunu düşünmeme rağmen…”

Mühendis tünelden çıktı ve kumsaldalarmış gibi gölgede yatan arkadaşlarını görerek, tulumunu çıkarıp onlara katıldı. Kimyager başıyla onu selamladı.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu Kaptan.

“Şey, dörtte üçü bitti sayılır… Ama sadece bununla uğraşmıyordum, çünkü şu ilk fabrikayı düşünüyordum, kuzeyde gördüğümüzü; terkedildiğine ve kullanılmadığına karar vermiştik… Komik olan nedir? Neden gülüyorsunuz?”

“Sana bir şey söyleyeceğim,” dedi Doktor, içlerinde ciddiyetini koruyan tek oydu. “Gemi havalanmaya hazır olduğunda isyan çıkacak. Hiç kimsenin bu işi çözmeden gitmeye niyeti yok… Sen bile, şimdi, makinaların başında ter dökmek yerine…”

“Ah, siz de mi varsayımlarda bulunuyordunuz?” dedi Mühendis. “Ne sonuca vardınız?”

“Hiç. Ya sen?”

“Ben de öyle, ama… ortak öğeler bulmaya çalışıyordum, orada karşılaştığımız şey için daha genel bir model demek istiyorum. Ve şu otomatik fabrikayla ilgili kafama takılan bir şey var, devirler halinde çalışmasına ve işlemi tekrar ediyor gibi görünmesine rağmen, ’son ürünler’ özdeş değildi… Hatırladınız mı?”

Diğerleri evet anlamında mırıldandılar.

“Ve dün Doktor, İkicanlıların birbirlerinden farklı olduklarına dikkat çekmişti — bir kısmının gözleri, bir kısmının burunları yok, ya da parmaklarının sayısı ve derilerinin rengi farklı. Buradaki her şey, belirli sınırların dışına çıkmamak üzere değişiyor, bu yüzden varyasyon, yapılan işlemdeki hem biyolojik, hem teknolojik aksaklıklardan kaynaklanıyor gibi görünüyor…”

“Evet, işte bu ilginç!” dedi, artan bir dikkatle onu dinleyen Fizikçi:

“Kafanda bir şeyler var senin. Devam et,” dedi Doktor, ona dönerek. Mühendis ise belli belirsiz başını sallıyordu.

“Hayır, aslında, aptalca bir düşünceydi. İnsan oturduğu yerde sürekli kendi kendine düşünürse, aklına olmadık…”

“Nedir şu düşüncen, söylesene!” diye bağırdı Kimyager, neredeyse hiddetle.

“Anlatmaya başlamıştın nasılsa,” dedi Sibernetikçi.

“Ben… şöyle düşündüm: Fabrikada devirli bir üretim ve yıkım işlemi gözledik ve sonra dün siz fabrikaya benzer bir mekanizma keşfettiniz. Eğer o fabrika ise, bir şeyler üretmiş olması gerek.”

“Ama orada hiçbir şey yoktu,” dedi Kimyager, “iskeletlerden başka. Elbette her yere bakmadık…” diye de tereddütle ekledi.

“Ve eğer bu fabrika İkicanlı üretiyorsa ne olacak?” diye sordu Mühendis, yumuşak bir sesle. Sessizlikte devam etti:

“Kitle üretimi ve bir montaj hattı var. Varyasyonun denetim eksikliğinden çok, işlemlerin kendi karmaşık bünyesinden kaynaklanıyor olması dışında, sistem paralel. İskeletler çeşitleniyor.”

“Ve sen… ’denetimden geçemeyenleri’ öldürdüklerini söylüyorsun?” dedi Kimyager. Sesi değişmişti.

“Kesinlikle hayır! Benim düşündüğüm, sizin bulduğunuz şu vücutların… aslında hiç yaşamamış oldukları! Yani sistem, organizmaları, her türlü kas ve iç organlarıyla donatıp yaratıyor, ama normdan sapmanın, fonksiyon göremeyecek kadar büyük olduğu vücutlara… hiç hayat verilmiyor, onlar üretim serisinden uzaklaştırılıyorlar…”

“Ya vücutlarındaki yarık, o neydi? ’Daha defolu olan mal’ mı?” diye sordu Sibernetikçi.

“Bilmiyorum, ama varolan bir olasılığı yok sayamayız.”

“Doğru, sayamayız,” dedi Doktor. Ufuktaki mavimsi pusa bakıyordu. “Senin söylediğine göre… şu kırık tüp…”

“Belki sentez sırasında yapılan, besin enjeksiyonu gibi bir şeydi.”

“Bu, buraya getirdiğin İkicanlının neden geri zekalı gibi göründüğünü de açıklıyor,” dedi Sibernetikçi. “Eğer tam gelişmiş olarak üretildiyse, hiç tecrübesi yok…”

“Hayır,” diye reddetti Kimyager. “Bizimki bir şeyleri biliyor. Taş tımarhaneye dönmekten korkuyordu — ki bunun için iyi bir gerekçesi olabilir-ayrıca şu ayna şeritten de ürkmüştü. Ve geçtiğimiz acayip, görüntülü sınır hakkında da bir şeyler biliyordu…”

“Bilemiyorum. Henry’nin hipotezi pek anlamlı gelmiyor,” dedi Kaptan, ayaklarındaki kumu seyrederken. “İlk fabrika, kullanılmayan parçalar üretiyor. İkinci de yaşayan varlıklar mı? Peki, neden? Ve sen bunların da hoplatıcıya geri atıldığım mı ileri sürüyorsun?”

“Ne korkunç bir düşünce?” dedi Sibernetikçi, ürpererek.

“Ama eğer yaşayan varlıklar hoplatıcıya geri atılıyor olsaydı,” dedi Kimyager, “Hayat verilemeyecek kadar defolu olanların düzenlenmesine gerek kalmazdı. Üstelik böyle bir ’yeniden işleme’ olayına kanıt olabilecek hiçbir şey görmedik biz…”

Sürüp giden bir sessizlikten sonra Doktor ayağa kalktı ve oturanlara şöyle bir baktı.

“Mühendis’in düşüncesini aldık,” dedi, “Ve şimdi gerçek; leri buna uydurmaya çalışıyoruz; bu ’biyolojik fabrika’ hipotezine. Bu, bir tek şeyi kanıtlıyor: Biz çok asil ve ahlâklı düşünüyoruz, ayrıca, fazlasıyla da bönüz…”

Diğerleri şaşkınlıkla ona bakarken, devam etti: “Bir dakika önce en kötü olasılığı tahmin etmeye uğraşıyordunuz, şimdi ise ancak bir çocuğun çizebileceği bir görüntü çıkardınız ortaya: Ürettiği canlıları tekrar öğütmek için üretim yapan bir fabrika… Dostlarım, gerçek çok daha kötü olabilir.”

“Gerçekten!” diye atıldı Sibernetikçi.

“Durun, bırakın konuşsun,” dedi Mühendis.

“Şu yerleşim bölgesinde neler olduğunu düşündükçe, gördüğümüzü sandığımız şeylerden bütünüyle farklı şeyler gördüğümüze inanıyorum.”

“O halde, sana göre ne oluyordu?” diye sordu Fizikçi.

“Ne olduğunu bilmiyorum, ama ne olmadığını biliyorum.”

“Açık konuş! Bilmece gibi değil!”

“Taş labirentte dolaşırken birdenbire bir kalabalığın hücumuna uğradık, sonra da dağılıp kaçtılar. Yerleşim bölgesine yaklaşırken ışıkların söndüğünü gördüğümüzden, oradakilerin bizden saklandıklarını düşünmüştük ve saklanacak yer arayan bir kalabalığın bizi ezdiğini de… Şimdi tüm olayları sırasıyla yeniden gözümde canlandırmaya çalıştım ve size şunu söyleyeceğim: Deliliğe karşı verilen savaş gibi gerçeğe de direnilir.

“Sonuca gel!”

Sonuç şu: Durumumuza bir göz atalım; bazı yabancılar uzaydan gelip, üstün zekâlı varlıkların yaşadığı bir gezegene iniş yapıyor. Gezegen sakinlerinin tepkisi ne olabilir?”

Kimse cevap vermeyince Doktor devam etti: “Bu gezegenin varlıkları test tüplerinde veya daha garip başka yöntemlerle yaratılmış olsalar bile ben, mümkün olan sadece üç davranış biçimi görüyorum: Bu yabancılarla iletişim kurmaya çalışmak, onlara saldırmak, ya da kaçmak. Ancak du rum, bir dördüncü olasılığı ortaya çıkarmışa benziyor: Toplu ilgisizlik!”

" ’Neredeyse kaburga kemiklerimi kıracaklardı’ diyen sendin. Bu mu ilgisizlik?!” diye dudak büktü Sibernetikçi. Ama Kimyager, başını salladı; gözleri parlıyordu.

Doktor cevap verdi: “Eğer sen de kendini yangından kaçan bir sığır sürüsünün yolu üstünde bulsaydın, durumun bizden daha kötü olabilirdi. Ama bu, sürünün seni farkettiği anlamına gelmezdi. Size İkicanlı sürüsünün bizi kesinlikle görmediğini söylüyorum. Bizimle ilgilenmediler. Evet, orada korku vardı, ama nedeni biz değildik. Biz yalnızca yollarının üstündeydik.”

Kimyager konuşmaya başladı. “Evet,” dedi yavaşça. “Bütün bu geçen sürede beni rahatsız eden bir şey var; kendimi, yanlış cümlelerin olduğu bir metni okumaya çalışır gibi hissediyorum. Bazı şeyler şimdi anlam kazanıyor. Evet, Doktor haklı. Beni görmediler. En yakınımda olanlar hariç, ama onlar paniğe kapılmayan birkaçıydı; beni görmek, üzerlerinde neredeyse sakinleştirici bir etki yapmıştı sanki. Bana bakarlarken, sadece, yabancı bir yaratık görüp şaşırmış gezegen sakinleri gibiydiler. Bana zarar vermek gibi bir niyetleri yoktu. Hattâ, yeniden gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum da, sürüden kendimi kurtarmam için bana yardım bile ettiler…”

“Ya sürüyü üstünüze salıp çıkışı bulmanızı sağlayan bir başkası ise?”

Kimyager, ’Hayır’ anlamında başını salladı. “Orada böyle birileri yoktu. Ne uçan diskler, ne nöbetçiler, ne de bir organizasyon — yalnızca kaostu oradaki; kargaşa… Evet, tam anlamıyla buydu.” Sonra ekledi, “Çok garip, ama bunu ancak şimdi farkedebiliyorum! Benimle ilgilenenler sanki kendilerini toparlamaya çalışıyor gibi görünüyorlardı, diğerleri ise korkudan çılgına dönmüştü!”

“Ama, o halde,” dedi Kaptan, “Neden ışıklar tam oraya vardığımız anda söndürüldü?”,

“Benim kafaını karıştıran, paniğin kendisi,” dedi Doktor. “Evet… Sebebi ne olabilir?”

“Belki gezegenin uygarlığı sona yaklaşıyor,” dedi Sibernetikçi, bir anlık sessizlikten sonra. “Bir gerileme, çözülme dönemi ya da toplumu saran bir tür kanser olabilir.”

“Bu, tatmin edici değil,” dedi Kaptan. “Bizim Dünya’mızda — ki ortalama olarak alınabilecek bir gezegen-gerileme süreçleri olmuştur ve birçok uygarlık yükselip çökmüştür; ama tarihimizi bütün olarak ele alırsan, durmaksızın artan bir karışıklığın ve hayatın büyüyen değerinin resmi çıkar karşına. Biz buna ’ilerleme’ diyoruz. İlerleme normal bir fenomendir. Ama büyük rakamlar söz konusu olunca, kural olarak, normdan istatistik bir sapma olacaktır; hem pozitif, hem negatif yönde. Biz bu dağılım eğrisinin negatif ucunda bir dünyaya iniş yapmış olabiliriz.”

“Matematiksel mistisizm,” diye homurdandı Mühendis.

“Ama şu fabrikanın varlığı bir gerçek,” dedi Fizikçi.

“İlk fabrika, evet. İkincinin varlığı ise bir hipotez, yalnızca.”

“Diğer bir deyişle, bir araştırma gezisi daha yapmamız gerekecek,” dedi Kimyager.

Mühendis çevreye baktı. Güneş batıda alçalmıştı; kumdaki gölgeler uzuyordu. Hafif bir rüzgar esti.

’’Bugün mü?” diye sordu Kaptan’a bakarak.

“Bugün sadece su için gideceğiz, başka bir şey için değil,” Kaptan ayağa kalktı. “İlginç bir tartışma oldu,” dedi ama, aklının başka yerde olduğu belliydi. Tulumunu aldı.

“Bu akşam,” diye devam etti, “Su için kaynağa gideceğiz. Hiçbir şekilde bunun dışına çıkmak yok, tabiî, doğrudan bir saldırıyla karşılaşmadığımız sürece.” Kurnda oturan adamlara döndü, bir süre düşündü, sonra, “Bu hoşuma gitmedi,” dedi.

“Nedir hoşuna gitmeyen?”

“İki gün önceki ziyaretlerinden sonra bizi rahat bırakmaları. Hiçbir toplum, gökten düşen yabancı bir uzay gemisi karşıs’ında böyle davranmaz.”

“Böyle bir aldırmazlık benim söylediğimi destekliyor,” dedi Sibernetikçi.

“Aden’i etkileyen bir ’kanser’ konusu mu? Bizim görüş açımıza göre, olabilecek en kötp. şey bu değil. Ancak…”

“Ancak ne?”

“Hiç. Hey, beyler, şu Savunucu’yu kazıp çıkaralım; Diyodları sağlam olsa gerek.”

Загрузка...