İKİ SAAT boyunca alt bölmeyi, robot parçalarından ve Savunucu’nun kaplamasını saran birbirini geçip sıkışmış kısımlardan kurtarmakla uğraştılar. Daha ağır cisimleri kaldırırken küçük bir yük asansörü kullandılar. Mühendis ile Kaptan kapıdan sığmayacak ne varsa ayırıp kopardı. Savunucu’nun tareti ile bir kurşun ağırlık kutusunun arasına sıkışmış iki metal plakayı bir elektrik yayıyla kesmek zorunda kaldılar; bunun için gerekli kabloları motor odasındaki kontrol panelinden indirdiler. Sibernetikçi ve Fizikçi hurda yığınındaki parçaları ayıkladılar. Onarılamayacak şeyler ufalandı. Kimyager kırıntıları metal ve plastik diye ikiye ayırdı. Arada bir, ağır bir kütle kaldırılırken ellerindeki işi bırakıp birbirlerine yardım etmek zorunda kaldılar. Saat altı civarında Savunucu’nun yassı kafasına ulaşabilecekleri ve üst kapağını açabilecekleri bir geçit oluşturmayı başarmışlardı.
Karanlık girişten içeri ilk adayan Sibernetikçi oldu. Ona, tele bağladıkları bir lambayı ulaştırdılar. Yukarıya çıkan sesi bir kuyudan gelir gibi boğuktu.
“Hepsi burada!” diye bağırdı zaferle. “Her şey çalışıyor! İçeri girer girmez kullanabilirsiniz!”
“Savunucu bütün bunlara dayanabilecek şekilde inşa edildi,” dedi Mühendis, parlayan gözlerle. Kollarında bir iki sıyrık vardı.
“Beyler, saat altı. Eğer su alacaksak şimdi tam zamanıdır,” dedi Kaptan. “Sibernetikçi ve Mühendis’in işleri var; bu yüzden, dünkü takım gidecek.”
“Ben kabul etmiyorum!”
“Bak…” diye başlamıştı Kaptan, ama Mühendis sözünü kesti:
“Benim burada yapacağım şeyi siz de yapabilirsiniz. Bu kez ben gidiyorum.”
Bir süre tartıştılar ve sonunda Kaptan pes etti. Gidecek grup Mühendis, Fizikçi ve Doktor’dan oluşacaktı. Doktor tekrar gitmek konusunda ısrar etmişti.
“Tenekeler hazır,” dedi Kaptan. “Irmak buradan iki mil kadar ötede.”
“Eğer yapabilirsek, iki sefer yaparız,” dedi Mühendis. “Yüz galon kadar getirebiliriz bu şekilde.”
“Bakarız.”
Kimyager ve Sibernetikçi bir süre için onlara eşlik etmek istediler ama Mühendis reddetti. “Refakatçiye ihtiyacımız yok. Aptalca bu.”
“Ben ne olursa olsun dışarıda olmam gerektiğini düşünüyorum,” dedi Kimyager.
Çelik merdivenden çıktılar.
Güneş alçalmıştı. Süspansiyonu, dümeni ve benzin deposunu kontrol ettikten sonra Mühendis direksiyona geçti. Ama Doktor bindiği anda, geminin gölgesinde uzanmış yatıyor olan İkicanlı ayağa kalktı ve ona doğru yürümeye başladı. Cip hareket ettiğinde ise, dev yaratık mızmızlanarak arkalarına takıldı. Hızı Kimyager’i hayrete düşürmüştü.
Doktor Mühendis’e seslendi ve cip durdu.
“Yine ne var?” diye söylendi Mühendis. “Onu yanımıza alacak değiliz!”
Doktor sıkıntıyla, ne yapacağını bilemeden, tepesinde yükselen koca omuzlara ve başa baktı. İkicanlı da ağırlığını bir sağ, bir sol ayağının üstüne vererek ve hırıltılı sesler çıkararak Doktor’a dik dik bakıyordu.
“Onu gemiye kilitle. Yoksa peşinden gelecek,” dedi Mühendis.
“Ya da uyut,” dedi Kimyager. “Eğer bizimle uğraşırsa dikkati başka yöne çekilebilir.”
Bu kadarı Doktor’u razı etmeye yetmişti. Cip gemiye geri döndü ve İkicanlı da kendine özgü adımlarıyla onların arkasından geldi. Doktor onu tatlı sözlerle tünele soktu, ama hiç de kolay olmadı bu. Bir çeyrek saat sonra tepesi atmış bir halde geri dönmüştü.
“Onu ilkyardım odasına koydum,” dedi, “Orada cam veya ona benzer kesici bir nesne yok. Ama ürkebilir.”
“Anaç tavuk gibi davranıyorsun,” dedi Mühendis.
Doktor dudağını ısırdı ama cevap vermedi.
Geniş bir yay çizerek yeniden yola koyuldular. Kimyager, görünürde yalnızca göğe yükselen ve giderek incelen bir toz bulutu kalıncaya kadar el salladı. Sonra atıcının yerleştirildiği sığ siperin yanında bir ileri bir geri adımlamaya başladı.
İki saat sonra ince kalikslerin ve onların uzun gölgelerinin arasından yeni bir toz bulutu belirdiğinde hâlâ aynı işi yapıyordu. Kırmızı, şişkin, yumurta biçimli Güneş küresi ufka henüz değmişti, şimdi kuzeyde mavimsi bulutlardan bir küme oluşmuştu. Ama genellikle günün bu saatinde kendini gösteren serinlik giderek yok oluyordu; hava hâlâ boğucuydu.
Cip, disk’ oluklarının üstünde zıplayarak yaklaştı. Yere yakınlaşmıştı ve tekerlekleri daha yassıydı. Kimyager bütün tenekelerdeki suyun şapırtısını duyabiliyordu. Boş koltukta bile dolu bir teneke vardı. “Nasıl geçti?” diye sordu.
Mühendis koyu camlı gözlüğünü çıkararak, yüzündeki ter ve toz karışımını bir mendille sildi.
“Gayet hoşnut ediciydi.”
“Kimseyle karşılaşmadınız mı?”
“Her zamanki gibi diskler vardı, ama onlara yaklaşmadık. Şu yankılı koruluğun öbür tarafına çıktık. Tek sorun, tenekeleri doldurmaktı. El altında bir pompa olsa hiç fena olmazdı.”
“Geri dönüyoruz,” dedi Fizikçi. “Ama önce suyu aktarmanız…”
“Yo, bence hiç gerek yok,” dedi Fizikçi. “Daha bir sürü boş tenekemiz var, bir kısmını alacağız. Döner dönmez hepsini birden taşırız.”
O ve Mühendis bakıştılar; sanki gizli bir düşünceyi paylaşıyorlardı. Ama Kimyager onların, dolu tenekeleri indirip yerlerine boşları yüklemekteki acelelerine şaşırmasına rağmen, bu bakışmayı kaçırdı. Bir dakika sonra, batan Güneş’in ışığıyla, açık alan boyunca uzun, koyu kırmızı bir duvar oluşturan bir toz bulutunun içinde yeniden kaybolmuşlardı.
Kaptan tünelden çıktı. “Hâlâ gelmediler,” dedi.
“Buradaydılar. Tenekeleri boşlarıyla değiştirdiler ve tekrar gittiler.”
Kaptan kızmaktan çok, afallamıştı. “Bu kadar çabuk mu?” Kimyager’e bir dakika sonra nöbeti devralacağını söyledikten sonra, aşağıda ana robotun üstünde çalışan Sibernetikçi’ye haber vermeye gitti.
Sibernetikçi dalgın dalgın başını salladı. Ağzındaki yirmi tane transistörü eline tükürdü. Boynuna doladığı, robotun iç bölümlerine ait rengârenk yüzlerce tel, oradan göğsüne sarkıyordu. Bunları birbirine öyle hızlı birleştiriyordu ki parmakları adeta uçuyordu. Ara sıra birden duruyor ve bir dakika veya daha uzun süre, önündeki diyagrama şaşkınlıkla bakıyordu.
Kaptan yukarı çıktı ve mürettebata akşam yemeği hazırlayacak olan Kimyager’le nöbet değiştirdi. Atıcının yanına oturdu. Zaman öldürmek için, Mühendis’in hazırladığı karar defterinin sayfa kenarlarına notlar almaya başladı.
İki gündür, yükleme bölümündeki yirmi beş bin galon radyasyonlu suyu ne yapacakları konusunda kafa patlatıyordu hepsi. Suyu arıtabilmek için filtreleri çalıştırmak gerekiyordu, ama önce filtrelere güç taşıyan kablqyu onarmak durumundaydılar, üstelik kablo suyun taştığı bölümde uzanıyordu. Gemide dalına donanıını vardı, ancak, radyasyon koruyuculu değildi. Ve bunların zırhlarını kurşunla kaplamaktansa, robotların onarımını beklemek ve bu işi onlara yaptırmak daha mantıklıydı.
Kaptan geminin kıç tarafının altında, gecenin içinde yanıp sönen ışıkta oturuyordu. Notlarını mümkün olduğunca çabuk almaya çalışıyordu, çünkü ışık üç saniyeden fazla yanık kalmıyordu. Sonra bu şekilde yazdığı el yazısının kargacık burgacık halini görüp güldü. Saatine baktı: Ona geliyordu.
Ayağa kalkıp birkaç adım attı, cipin farlarını görmeyi bekledi ama göremedi. Cipin yönünde yürümeye başladı.
Yalnız olduğunda genellikle yaptığı gibi, yıldızlara baktı. Samanyolu simsiyah zeminde dik bir açıyla tırmanıyordu. Gözlerini Akrep takımyıldızından biraz sola kaydırdı ve birden nefesini tu ttu. Oğlak yıldızlarının en parlakları güç bela görülebiliyorlardı; hafif bir kızartının içinde kaybolmuştu hepsi. Sanki Samanyolu genişleyip hepsini yutmuştu. Sonra anladı: Doğu ufkunun tam üzerinde, gökyüzündeki bir yansımaydı bu. Kalbi çarpmaya başladı, gırtlağında bir basınç hissetti. Dişlerini sıktı. Yansıma beyazımsı ve soluktu ama ardarda birkaç kez alevlenerek parladı. Kaptan gözlerini kapattı, bütün dikkatini toplayarak dinlemeye çalıştı, ama bütün duyduğu, kendi nabız atışlarıydı. Şimdi takımyıldızlar hemen hemen bütünüyle görünmez olmuştu. Puslu bir ışıkla dolan ufka hiç kımıldamadan baktı. ilk aklına gelen, gemiye geri dönüp bunu diğerlerine anlatmaktı. Atıcıyı savaş alanına getirebilirlerdi. Ama “bu, yürüyerek en az üç saat sürerdi. Cipin yanısıra bir de küçük helikopterleri vardı, ama kutuların arasına sıkışmış bir şekilde radyasyonlu suyun içinde yatıyordu. Üstelik kırık pervane kanadının dışında, durumunu tamamen görebilmiş değillerdi. Belki pilot kabini daha da kötü durumdaydı. Geriye bir tek Savunucu kalıyordu. Uzaktan yükleme kapağını açıp Savunucu’nun içine tırmanabilirlerdi — motor odasında bir transmitör vardı-ve kapağın açılmasıyla birlikte boşalacak olan suyun içinden gidebilirlerdi. Savunucu’nun içinde emniyette olurlardı. Ama kapağı açmayı başarabilecekler miydi? Sonra, geminin çevresindeki radyoaktif toprağı ne yapacaklardı? Çok geniş bir alana yayılacağı kesindi…
On dakika beklemeye karar verdi. O zamana kadar cipin farlarını görmezse, gideceklerdi. Saatine baktı: On’u on üç dakika geçiyordu. Yansıma — evet, yanılmıyordu-tepede pembe ve altta donuk beyaz bir şerit biçiminde ufuk boyunca yavaş yavaş yayılıyor, Alpha Phoenix’e yaklaşıyordu. Tekrar saate baktı. Gitmesine dört dakika kalmıştı. Farları gördü.
Önce, parıldayan bir yıldız gibiydi; sonra ışık ikiye bölündü ve aşağı yukarı hoplayarak, göz kamaştırıcı bir hal aldı. Kaptan artık tekerleklerin sesini duyabiliyordu. Hızlı geliyorlardı ama tehlikeli bir hız değildi yaptıkları; çok telaşlı olmamaları, huzursuzluğunu alıp götürmüştü ve böyle durumlarda her zaman olduğu gibi, bunun yerini kızgınlık aldı.
Farkında olmadan gemiden yüz metre kadar uzaklaşmış tı. Cip sert bir frenle durdu ve Doktor bağırdı: “Atla!”
Kaptan boş bulduğu bir tenekeyi yana iterek koltuğa oturdu. Adamlara baktı — zarar görmüşe benzemiyorlardı-ve eğilip atıcının namlusuna dokundu. Soğuktu.
Soran gözlerle Fizikçi’ye baktı ama bakışına cevap alamayınca hiçbir şey söylemeden, bekledi. Gemiye vardıklarında Mühendis tekrar keskin bir frenle dönüş yaptı ve bu, boş tenekeleri takırdattığı gibi, Kaptan’ı da sert bir şekilde ’ koltuğuna oturttu. Cip, tünel girişinin önünde durdu.
“Suyun hepsi buhar mı oldu?” diye sordu Kaptan, alaycı bir sesle.
“Su alamadık,” dedi Mühendis. Döner koltuğunu Kaptan’a çevirdi. “İrmağa gidemedik.”
Kimse cipten inmedi. Kaptan Mühendis’in yüzüne baktı, sonra da Fizikçi’nin.
“İlk gidişimizde ilginç bir şeyler görmüştük,” dedi Fizikçi, “Ama anlam veremedik. Tekrar incelemek istedik.”
“Eğer dönmeseydiniz, tedbirli davranmanız bizim ne işimize yarayacaktı, söyler misiniz?” diye sordu Kaptan. Öfkesini daha fazla gizleyememişti. “Her şeyi duymak istiyorum! Hem de şimdi!”
“Orada bir şeyler yapıyorlar; ırmağın hem bu, hem öteki tarafında, tepelerde, oyuklarda, oluklar boyunca. Birkaç mil yarıçapında,” dedi Doktor. Mühendis de başını sallayarak onayladı.
“İlk seferde, hava henüz kararmamışken, şu koca topaçlardan bir grup gördük. V şeklini almışlardı, bir tür kazı yapıyor gibi toprağı püskürtüyorlardı. Dönüşümüzde dikkatimizi çekti; tepenin üstündeyken. Ama gördüğüm, hiç hoşuma gitmedi.”
“Ne hoşuna gitmedi?” diye sordu Kaptan.
“Üçgenin tepe noktası bizi gösteriyordu.”
“Ve siz tek kelime bile söylemeden oraya geri gittiniz?”
“Kabul ediyorum, çılgınlıktı,” dedi Mühendis. “Ama düşündük ki, kimin gideceği konusunda bir dolu tartışacaktık; kim hayatını tehlikeye atacaktı vesaire… Biz de en basit ve çabuk, bizim gidebileceğimize karar verdik. Ben topaçların, hava karardığında, çalıştıkları yeri aydınlatacağını düşünmüştüm.
“Sizi görmediler mi?”
“Hayır. En azından, gördüklerine dair bir işaret almadık. Bizi vurmadılar.”
“Nasıl gittiniz?”
“Tepelerin sırtlarından, daha doğrusu, sırtların biraz aşağısından; bu şekilde, görülmeyeceğimizi düşündük. Farlar sönüktü, elbette. Zaten bu yüzden bu kadar uzadı.”
“Kısacası su almak gibi bir niyetiniz yoktu? Tenekeleri de Kimyager’i kandırmak için aldınız, öyle mi?”
“Hayır, öyle değildi,” dedi Doktor. Cipin içinde bir yanıp, bir sönen ışıkta oturuyorlardı. “Irmağa yukarıdan yaklaşmak istedik, yani öteki taraftan. Ama yapamadık”
“Neden?”
“Orada da aynı şeyi yapıyorlardı. Ve şimdi, karanlık çöktüğünden beri hendeklere bir tür parlak sıvı döküyorlar. Bunun yaydığı ışıkla tam olarak görebildik”
“Neydi o?” diye sordu Kaptan, Mühendis’e.
Mühendis omuz silkti. “Belki de hendekler kalıptır. Gerçi, sıvı, metalik olamayacak kadar inceydi.”
“Nasıl taşıyorlar?”
“Taşımıyorlar, Oluklar boyunca bir şeyler uzatmışlar, bir boru hattı belki de, ama kesin olarak söyleyemem.”
“Ergimiş metali borulardan mı geçiriyorlar?!”
“Ben sana, karanlıkta ve dürbünle gördüklerimi söylüyorum. Işık çok zayıftı — her kazının ortası cıva lambası gibi kor ışığı yayıyordu, parıltı çok fazlaydı-ve biz de en az yarım mil uzaktaydık”
Işık yine sönmüştü, bir an için birbirlerini göremeden oturdular, sonra yeniden yandı. “Şu kahrolası şeyi çıkarmak gerekiyor,” dedi Kaptan.
Tünelden çıkan Kimyager’i gördüler. Kimyager cipin yanına geldi ve bir soru-cevap alışverişi başladı. Bu arada Mühendis, inip, yanar-söner lambaya giden akımın anahtarını kapattı. Sürüp giden karanlıkta, ufuktaki kızartı çok daha parlaktı. Daha çok, güneye doğru gidiyordu.
“Orada yüzlercesi vardı,” dedi Mühendis. Yukarı çıkmış, geminin yanında dikiliyor ve kızartıya bakıyordu. Işıkta yüzü gri olmuştu.
“Topaçlardan mı?”
“Hayır, İkicanlılardan. Siluetleri, döktükleri sıvıya yansıyordu. Çok hızlı çalışıyorlardı; maddenin yükselmesi açıkça görülebiliyordu ve bir tür kafesle yanlardan, arkadan destek yapıyorlardı. Ama ön, yani bize bakan taraf açık bırakılmıştı.”
“Ne yapacağız? Burada böyle oturup parmaklarımızı mı sayacağız?” diye sordu Kimyager. Sesi tiz ve kızgındı.
“Hayır,” dedi Kaptan. “Hadi, Savunucu’nun sistemlerine bir bakalım.”
Bir an, sessizlikte kızartıya baktılar. Ara sıra artıyor gibiydi.
“Suyu boşaltmak mı istiyorsun?” diye sordu Mühendis, endişeyle.
“Şimdilik, hayır. Üzerinde düşünüyorum. Kapağı deneyeceğiz. Eğer kilit mekanizması çalışıyorsa ve kapak açılırsa, hızla kapatacağız. En kötü olasılıkla, birkaç galon su dökülecektir, zaten bu sorun olmaz; bu kadarını temizleyebiliriz. Acil durumda da Savunucu’yu kullanıp kullanamayacağımızı göreceğiz.”
“Eğer nükleer saldırı olursa Savunucu ne işe yarayacak?” diye sordu Kimyager.
“Seramit, patlama noktasından itibaren üçyüz metre kadar dayanabilir.”
“Ya yüz metre de dayanabilir mi?”
“Evet, Savunucu yüz metrede bir patlamaya dayanabilir.”
“Yalnızca toprak siper olduğunda,’’ diye düzeltti Fizikçi.
“Eğer gerekirse, toprağı kazıp aşağı ineceğiz.”
“Ama beşyüz metreden bile, kapak ergiyip kaynaşacak ve biz de içerde kalıp, ıstakoz gibi kızaracağız!”
“Aptallık bu: Şu anda tepemize bomba yağmıyor. Ayrıca, şunu kabul et, gemiyi terkedemeyiz. Eğer gemi zarar görürse yenisini neyle yapacağız?” Mühendis’in sorusu sessizlikle karşılandı.
Fizikçi’nin aklına bir şey gelmişti. “Durun bir dakika, Savunucu eksik. Sibernetikçi diyodlarını çıkardı.”
“Yalnızca gözlem sistemindekileri. Onlar olmadan da nişan alabiliriz. Zaten antriprotonlar kullanılırsa direkt isabete gerek yok…”
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Doktor. Herkes ona döndü. “Aslında… pek önemli değil. Sadece şeyi öğrenmek istiyorum… İkicanlı ben yokken…”
Önce sessizlik oldu, sonra da kahkahalar yükseldi; sanki bütün tehlike yok olmuştu.
“Uyuyor,” dedi Kaptan. “Ya da en azından, saat sekizde baktığımda uyuyordu. Bütün yaptığı uyumak galiba. Hiç yemek yiyor mu?” diye Doktor’a sordu.
“Burada yemiyor. Verdiklerimin hiçbirine dokunmadı.”
“Ah, evet, hepimizin bazı sorunları vardır,” diye alayla karanlıkta sırıttı Mühendis.
“Merhaba!” Ses aşağıdan geliyordu. “Lütfen dikkat!”
Arkalarını dönmeleriyle birlikte büyük, koyu bir şekil tünelden çıktı ve hafif bir gıcırtıyla dimdik durdu. Arkasında, boynuna feneri asmış, Sibernetikçi belirdi.
“İlk ’evrensel’!” dedi gururla. Sonra arkadaşlarının yüzle ri dikkatini çekti. “Bir şey mi oldu?”
“Henüz değil,” dedi Kimyager. “Ama düşündüğümüzden fazlası olabilir.”
“Şey… İşte bu robotumuz tamam,” dedi Sibernetikçi, biraz yarım ağızla.
“Harika. Ona derhal işe başlamasını söyleyebilirsin.”
“Ne yapacak?”
“Mezarlarımızı kazacak!” Ve Kimyager, arkadaşlarını bırakıp yürüdü gitti. Kaptan onun arkasından bakarak bir süre durdu, sonra gittiği yöne yürüdü.
“Nesi var bunun?” diye sordu Sibernetikçi. Sersemlemişti.
Mühendis açıkladı: “Buraya göre doğuya düşen vadilerde bize karşı hazırlık yapıyorlar. Irmağa gittiğimizde farkettik Belki de saldıracaklar ama nasıl olacağını tahmin edemiyoruz.”
“Saldıracaklar mı?”
Sibernetikçi’nin kafası, saatlerce uğraştığı işiyle hâlâ öylesine doluydu ki, Mühendis’in söylediklerini pek anlamışa benzemiyordu. Adamlara baktı, sonra düzlüğe döndü. Kızıllıkta iki figür yavaş yavaş yaklaşıyordu. Sibernetikçi, taştan yontulmuş gibi hareketsiz duran robotuna baktı.
“Bir şeyler yapmalıyız…” diye fısıldadı.
“Savunucu’yu harekete geçiriyoruz,” dedi Fizikçi. “lşe yarasın veya yaramasın; en azından, yapacak bir şeyimiz olur. Kaptan’a Kimyager’i aşağıya göndermesini söylersiniz. Biz filtreleri. onarıyor.olacağız. Elektrik işini robot yapabilir. Hadi gidelim, baylar.”
Fizikçi ve Sibernetikçi tünele girdiler, evrensel robot da döndü ve onları izledi.
Mühendis hayranlıkla bu üstün makinaya baktı ve Doktor’a döndü, “Biliyorsun, Blackie işe yarayacak; su altında çalışabilir.”
“Ama nasıl komut vereceksin? Ses ulaşmayacaktır,” dedi
Doktor dalgın dalgın, sadece konuşmayı sürdürmek için. Karanlıkta iki adama bakıyordu. Yine uzaklaşıyorlardı. Yıldızların altında hoş bir yürüyüşe çıkmış gibiydiler.
“Mikrotransmitörle, bunu biliyorsun,” dedi Mühendis, Doktor’un bakışını izleyerek. Sonra farklı bir tonla devam etti: “Başaracağımızı bildiği için…”
“Evet,” dedi Doktor, başını sallayarak. “Bu yüzden Aden’i hemen terketmek istemedi…”
“Önemli değil.” Mühendis çoktan tünele yürümeye başlamıştı. “Onu tanırım. Hareket başladığında geçecektir.”
“Evet,” dedi Doktor, onun arkasından giderken.
On beş dakika kadar sonra Kaptan ve Kimyager gemiye dönmüşlerdi. İş başlamadan önce Blackie tünel girişinin çevresinde iki metrelik bir toprak set yapmaya gönderilmişti, bunu yaptıktan sonra da, sipere yerleştirilmiş atıcı ve cipin dışında her şeyi aşağı getirecekti. Cipi parçalara ayırmak çok zaman alacaktı; her durumda robota ihtiyaçları vardı.
Geceyarısı olduğunda harıl harıl çalışmaya başladılar. Sibernetikçi Savunucu’nun bütün devrelerini kontrol etti, Fizikçi ve Mühendis radyasyon filtrelerini onarıp ayarladılar ve Kaptan, koruyucu giysilerle, motor odasının alt kısmındaki kuyuyu gözledi. Robot ise tabanda, suyun iki metre altında, kabloların üstünde çalışıyordu.
Ancak filtreler, onarıldıktan sonra bile tam kapasitede çalışmadılar, çünkü birçok ünite işlev görmüyordu; adamlar bu sorunu, pompaları hızlandırarak çözdüler. Arıtma gerçekten ilkel koşullarda ilerliyordu: Her on dakikada bir, Kimyager, analiz için tanktan örnek alıyordu, çünkü otomatik radyasyon ölçüm aleti kırıktı ve onarımı da onlarda olmayan bir şey — zaman-gerektiriyordu.
Sabah üçte suyun hemen hemen tamamı temizlenmişti. Tankı, ön plakanın ana çubuklardan birine çarpıp yardığı yerden kaynak yapmak eziyetine kalkışmadılar. Bunun yerine, boş duran fazladan bir tanka su pompaladılar. Normal şartlar altında böyle dengesiz bir yük düşünülemezdi bile, ama şu anda gemi hareket halinde değildi. Suyu dışa pompaladıktan sonra alt bölmeden sıkıştırılmış hava üflediler. Duvarlarda biraz radyasyon kaldı ama şimdilik kimsenin oraya girmesi için sebep yoktu. Sonra kapak üstünde çalıştılar. Göstergelere göre mekanizma kusursuz durumdaydı ama ilk denemede açılmadı. Hidrolikleri kullanıp kullanmama konusunda biraz tartıştıktan sonra, Mühendis, kapağı dışarıdan kontrol etmenin daha güvenli olacağına karar verdi ve dışarı çıktılar.
Kapağa ulaşmak hiç de kolay değildi; gövde dibinin hemen yanındaydı ve beş, altı metreden fazla yukarıda kalıyordu. Aceleyle, artık metallerden bir yapı iskelesi kurdular — robot kaynak işini hallettiği için bu sorunsuz tamamlandı-ve ışıklarla, çalışacakları bölümü aydınlattılar.
Gökyüzü doğuda gri olmuştu; kızartı artık görünmüyordu. Yukarıda yıldızlar yavaş yavaş yok oluyordu. İri çiğ damlaları gövdenin seramit plakalarına düşüyordu.
“Çok garip,’’ dedi Fizikçi. “Mekanizma çalışıyor. Kapakta hiçbir arıza yok, açılmaması dışında…”
“Garip şeyleri sevmem,” dedi Sibernetikçi, üstüne basa basa.
“Pekala,” dedi Kaptan. “Eski yöntemi denemeye ne dersiniz?” Bunu söyledikten sonra yirmi librelik bir çekici kaldırdı.
“Kenarına vurabilirsin, ama çok sert olmamak şartıyla,” dedi Mühendis, İsteksizce. Bu “yöntem,” hiç hoşuna gitmemişti.
Kaptan iskelenin kolonunu göğsünde sabitlemiş, gri şafakta kare bir heykel gibi duran siyah robota bir göz attı ve çekici iki eliyle kavrayıp, biraz salladıktan sonta vurdu.
Tekrar tekrar, düzenli olarak ve her seferinde birkaç inç daha yukarıdan vuruyordu. Durduğu açıdan hareketlerini kontrol etmesi güçtü, ama yine de iyi gidiyordu. Vuruşların ritmi farklı bir sesle bozuldu; çok aşağıdan geliyor gibi bir iniltiydi bu. Hemen ardından, kulak tırmalayıcı ve giderek yükselen bir ıslıkla, yapı iskelesi sarsılmaya başladı.
“Aşaği!” diye bağırdı Fizikçi. Birer birer platformdan aşağı adadılar; sadece robot kıpırdamadı. Şafak sökmeye başlamıştı, hem düzlük, hem de gökyüzü kül rengindeydi, artık. İnilti ve sonra da ıslık dayanılmayacak kadar arttı ve adamlar geminin altına sığınıp içgüdüsel olarak çökerek, başlarını kollarıyla gizlediler. Çeyrek mil uzakta toprak bir kaynak gibi yukarı püskürüyordu. Çıkan sesler ise beklenmedik bir şekilde boğuktu.
Tünele koştular, robot da onları izledi. Kaptan ve Mühendis toprak setin arkasına geçip doğuya, gürlemenin geldiği yöne baktılar. Bütün düzlük sarsıldı. Islık artıyordu, gökyüzü bir kilise orgunun sesini andırır uğuldamalarla doldu; sanki görünmeyen hava taşıtlarından bir filo onlara hücum etmek üzereydi. Ön planda, kum ve toprak fıskiyeleri, kurşun gökyüzüne yükseliyordu.
“Normal bir uygarlık diyordun, değil mi?” dedi Fizikçi aşağıda tünelden.
“Tepemizde uçuyorlar ama onları görmüyorum,” diye mırıldandı Mühendis. Kaptan onu duymadı. Ciyaklama ve uğultu sürüyordu, geminin yakınında olmamasına rağmen, toprağın fışkırması da hissediliyordu. İki adam izliyorlardı: Hiçbir şey değişmiyordu. Ufuktaki gümbürtü, yerini, tek, uzun değişmeyen, bas bir gürlemeye bıraktı. Artık atışlar, patlama olmaksızın, hatta neredeyse sessizce düşüyordu’. Sarsıntılarla yerinden oynamış toprak, köstebek yolları gibi, darbelerin olduğu yerlerde küçük tepecikler yapmıştı.
“Dürbün!” diye seslendi Kaptan, tünele doğru.
Bir dakika sonra dürbün elindeydi. Baktığında şaşkınlığı daha da arttı. Önce, bu ağır saldırının menzilini bulduğunu düşündü — ama, hayır-görünmeyen atışlar aynı noktaya düşmeye devam ediyordu. Dürbünüyle bütün manzarayı taradığında her yönden saldırı olduğunu gördü. Bazısı biraz ileride, bazısı oldukça uzaktaydı, ama hiçbiri, gemiye ikiyüz metreden yakın değildi.
“Ne onlar?! Atomik değiller, öyle değil mi!” Tünelden boğuk bağırmalar yükseliyordu.
“Hayır, değiller!” diye bağırdı Kaptan, sesini zorlayarak. Mühendis ağzını Kaptan’ın kulağına yapıştırdı.
“Gördün mü? Hala isabet ettiremiyorlar!”
“Görebiliyorum!”
“Her yandan sarıldık!”
Evet anlamında başını salladı. Mühendis dürbünü alıp baktı.
Her an Güneş doğabilirdi. Solgun gökyüzü uçuk maviydi; yıkanmış gibi görünüyordu. Geminin gömüldüğü küçük/ tepeyi çevreleyen ve biçimsiz, titrek bir engel gibi, bir yok olup bir yeniden yükselen toprak fıskiyeleri dışında, düzlükte hiçbir şey kıpırdamıyordu.
Kaptan aniden bir karar verdi. Setin arkasından çıkıp üç adımda tepeye ulaştı. Yere yattı ve tünel girişinde yapamadığını yapıp, karşı yöne baktı. Manzara aynıydı: Vuruşlardan oluşan geniş bir yarımay ve patlamaların titreşen, duman seti.
Birisi, yanında kuru toprağa abandı: Mühendis’ti bu. Omuz omuza yatıp izlemeye başladılar. Ufuktan dalga dalga gelen ve arada bir uzaklaşan gürlerneyi de artık önemsemiyorlardı. Sesin azalmasının nedeni sabah rüzgârıydı, hava Güneş’in ilk ışıklarıyla birlikte ısınıyordu.
“Onlar karavana değil!” diye bağırdı Mühendis.
“O halde ne?”
“Bilmiyorum. Bekleyelim…”
“Hayır, gidelim!”
Bayır aşağı koştular — gerçi atışlar yakında bir yerlere isabet etmiyordu ama uğultu ve ıslık hiç boş değildi-arka arkaya tünele adadılar. Robotu geçitte bırakıp, diğerleriyle birlikte, oldukça sessiz olan kütüphaneye gittiler. Burada yerin sarsıntısı bile hissedilmiyordu.
“Ne olacak şimdi? Bizi burada tutmak mı istiyorlar? Ve açlıktan öldürmek mi?” diye sordu Fizikçi, ötekiler gördüklerini anlattıktan sonra.
“Kim bilir? Şu atışlardan birini yakından görmek isterdim,” dedi Mühendis. “Aslında, saldırı barajı biraz gevşerse dışarı çıkıp bakmak iyi ola…”
“Robot gidebilir,” dedi Kaptan.
“Robot mu?” diye sordu Sibernetikçi, neredeyse inleyerek. “Hiçbir şey olmaz, endişelenme.”
Küt diye bir ses hissettiler, hafif, ama kesindi. Birbirlerine baktılar.
“Vurulduk!” diye bağırdı Kimyager. Yerinden sıçramıştı.
Kaptan tünele koştu. Yukarıda, yüzeyde hiçbir değişiklik yok gibi görünüyordu. Gök hâlâ gürlüyordu ama, geminin kıç tarafının altında, Güneş’in vurduğu kumların üstünde, patlatılmış bir torbayı andıran siyah, benekli bir şey vardı. Bu garip atışın gövdeyi vurduğu yeri bulmaya çalıştı, ama seramikte iz yoktu. Diğerleri, arkasından yetişip onu içeri sokmadan önce, Kaptan, parçaları toplayıp boş dürbün kutusuna doldurdu. Hâlâ sıcaktılar.
Kimyager bağırdı: “Sen deli misin! Radyoaktif olabilir onlar!”
İçeri koştular. Parçalar radyoaktif değildi; yanlarında getirdikleri sayaç ses çıkarmıyordu. İlginçti, ama, parçalar metal bir muhafazayla kaplı değildi. Üstelik elde, parlak parçacıklara bölünüyorlardı.
Fizikçi parçaları bir büyüteçle inceledikten sonra mikroskoba soktu. Baktığında ise bir ıslık çaldı.
“İlginç?! Çok ilginç?!” Onu apar topar mikroskoptan uzaklaştırdılar.
“Bunlar bize saat parçaları mı gönderiyorlar?” dedi Kimyager mikroskoba baktıktan sonra.
Görüntüde yüzlerce minik dişli, çark, yay ve iğnecikler vardı. Merceğin altına başka bir örnek koydular, ama yine aynı şeyi gördüler.
“Bu neyin nesi böyle?” dedi Mühendis.
Hepsi kütüphanedeydi. Fizikçi darmadağın olmuş saçlarıyla bir o duvara, bir bu duvara adımlıyordu. Bir ara durdu, diğerlerine hırçın bir bakış attıktan sonra yürümeye devam etti.
“Çok karmaşık bir mekanizma,” dedi Mühendis, dalgın dalgın. Avucunda parçacıklardan bir yığın duruyordu. “Milyonlarca olmalı bu küçük dişlilerden burada, tabiî, milyarlarca değilse! Yukarı çıkalım ve neler oluyor, bir bakalım.”
Saldırı sürüyordu. Tünelde nöbet bekleyen robot 1109 atış saymıştı.
“Kapağı şimdi deneyelim,” dedi Kimyager, gemiye döndüklerinde.
Sibernetikçi mikroskoba abanmış, parçacıklara bakıyordu. Ona bir şeyler söylediler ama karşılık alamadılar.
Motor odasındaki kilit gösterge lambası hâlâ yanıyordu. Mühendis şaltere hafifçe dokunduğunda ışık yanıp sönmeye başladı: Kapak açılıyordu. Hemen kapattı ve diğerlerine haberi verdi: “Savunucu’yu her an kullanabiliriz!”
“Yerden beş, altı metre ötede bir kapakla mı?”
“Savunucu için bu sorun değil.”
Ancak şu anda, gitmeyi gerektirecek acil bir ihtiyaç yoktu, bu yüzden kütüphaneye döndüler. Sibernetikçi hâlâ mikroskobun üstündeydi.
“Bırakın kalsın. Belki bir şeyler çıkarabilir,” dedi Doktor. “Bize gelince… Burada böyle oturmayalım. Gemiyi onarmaya devam edelim.”
Toplu bir sızlanmayla yerlerinden kalktılar. Gerçekten de, yapılacak başka ne vardı ki? Beşi birden, hasarın en fazla olduğu motor odasına indi. Distribütör saatlerce sürecek ince iş istiyordu: Her devrenin, önce akım kapalıyken, sonra açıkken olmak üzere iki kez kontrol edilmesi gerekiyordu. Arada bir Kaptan yukarı çıkıp dönüyor ve hiçbir şey söylemiyordu. Yerin onbeş metre altındaki kontrol odasında çok hafif bir sarsıntı hissediliyordu. Öğle vakti geçti. Aslında robotla işler çok daha çabuk ilerlerdi ama ona tünelde ihtiyaçları vardı. Saat birde, robot, sekiz binden fazla vuruş saymıştı.
Hiç kimse aç olmadığı halde, Doktor’un öğütleri üzerine, herkes gücünü toplamak için öğle yemeği yedi. Saat ikiyi on iki geçerken sarsıntı kesildi. Hepsi apar topar tünele koştu. Yüzeyde küçük bir bulut Güneş’i örtmüştü ve bütün düzlük sıcakta titrek bir görüntüyle uzanıyordu. Havada hala, patlamaların bıraktığı toz vardı ama sessizlik hüküm sürüyordu.
“Bitti mi?” diye sordu Fizikçi, tuhaf kaçacak kadar yüksek bir sesle; son birkaç saatin gümbürtüsüne iyice alışmışlardı.
Robota göre toplam vuruş sayısı l0604’tü.
Gemi merkez olmak üzere, ikiyüzelli metre yarıçapında bir alanı, un ufak olmuş bir çember çevreliyordu. Yanyana meydana gelmiş kraterlerin ortaya çıkardığı bir hendekti bu.
Doktor tünelin ağzındaki toprak sete tırmanmaya başladı ama Mühendis, “Henüz değil” deyip onu geri çekti. “Bekleyelim.”
“Ne kadar?”
“Yarım saat… Yok, bir saat daha iyi.”
“Ne diye harekete geçmeyi geciktiriyoruz ki? Patlama falan kalmadı artık!”
“Bunu bilmiyoruz.’’
Bulut Güneş’in önünden çekildi. Her yer ışıl ışıl oldu.
Hışırtıyı ilk duyan Kaptan’dı. “Bu da ne?!” diye fısıldadı.
Ötekiler de duymuşlardı. Ses, rüzgarın yaprakları veya çalıları kıpırdatmasına benziyordu. Ama görünürde ne yaprak, ne çalı çırpı vardı; yalnızca, karılmış kumdan oluşan bir halkaydı çevrelerindeki. Hava sakindi. Ama hışırtı sürüyordu.
“Nereden geliyor?”
“Oradan mı?”
Fısıldayarak konuşuyorlardı. Şimdi ses her yönden geliyor gibiydi. Toprak kayması gibi bir şey olabileceği ihtimalini düşündüler.
“Ama rüzgar yok…” dedi Kimyager.
“Atışların vurduğu yerlerden geliyor…”
“Ben bir bakacağım.”
“Sen delirdin mi? Ya tuzaksa?!”
Kimyager bembeyaz oldu. Geri çekildi. Bu arada dışarıda gün pırıl pırıldı ve her şey çok sessizdi… Yumruklarını sıktı. Böylesi direkt saldırıdan yüz kat daha beterdi!
Güneş zirvedeydi. Kümülüs bulutlarının gölgeleri düzlüğü yavaş yavaş süpürüyordu. Tabakalaşmış bulutlar yassı tabanlarıyla, beyaz adalara benziyorlardı. Ufukta hiçbir kıpırtı yoktu, alan her yönde bomboştu. Önceden, belli belirsiz siluetleri uzak tepelerin üzerinde yükselen gri kaliksler bile yok olmuştu. Adamlar bunu ancak şimdi farkettiler.
“Bakın!” diye bağırdı Fizikçi, eliyle işaret ederek. Ama hangi yöne baktıkları önemli değildi, çünkü aynı şey her yerde oluyordu.
Kraterli yer sallanmaya başladı. Parlak bir şeyler ortaya çıkıyordu. Her atışın düştüğü yerde filizler beliriyordu. Bir tarağın dişleri gibi, neredeyse diziler halinde yükseliyorlardı.
Biri tünelden fırladı ve ışıltılı filizlerin kavisli çizgisine doğru koşmaya başladı. Sibernetikçi’ydi bu. Hepsi birden bağırarak peşine düştüler.
“Onların ne olduğunu biliyorum!” diye haykırdı. Filizlerin cama benzeyen dizilerinin önünde yere çöktü.
Şimdi parmak uzunluğundaydılar, tabanları ise bir yumruk kadar kalındı. Her birinin etrafındaki kum, hafifçe bir burgaç hareketi yaptı; aşağıda bir şeyler çalışıyordu, besbelli.
“Mekanik tohumlar!” dedi Sibernetikçi. Elleriyle en yakınındaki filizin toprağını eşelemeyi denedi, ama kum çok sıcaktı.
Birileri koşup kürek getirdi. Kum ve toprak kenara atıldıkça parlak bir maddenin uzun, birbirine karışmış lifli bölümleri ortayâ çıkıyordu. Madde çok sertti, kürekler değdikçe metal sesi duyuluyordu. Çukur bir metre kadar derinleştiğinde adamlar bu ilginç oluşumu yerinden sökmeye çalıştılar, ama beceremediler; yanındakilere çok sıkı tutunmuştu.
“Blackie!” diye koro halinde bağırdılar. “Çıkar şunu!”
Robot geldi. Çelik kıskaçlar, bir insan kolu kalınlığındaki sürgünü kavradı. Ama robotun gövdesi kasıldı, adamlar onun ayaklarının yavaş yavaş kuma gömüldüğünü görüyorlardı. Bir enstrüman telinin limitine kadar gerilmesine benzer, yüksek bir tını çıktı.
“Bırak!” diye komut verdi Mühendis. Blackie beceriksizce, ayaklarını kumdan çıkarıp, hareketsiz, durdu.
Filizler şimdi hemen hemen yarım metre boyuna ulaşmışlar, bir engel oluşturmuşlardı. Köke yakın yerleri renk değiştirmeye, daha koyu bir maviye boyanmaya başladı.
“Evet,” dedi Kaptan, sakin bir sesle. “Anlaşılan, bizi içeri kıstırmak niyetindeler.”
Bir süre hiçbiri konuşmadı.
“Ama bu çok ilkel değil mi? Yani hala gidebiliriz buradan,” dedi Kimyager.
“Şu keşif kolları işlerini iyi yapmış olmalı. Baksana, çevremizi saran engel neredeyse kusursuz,” dedi Kaptan.
“Mekanik tohumlar,” dedi Sibernetikçi, ellerindeki kumu temizlerken. Biraz sakinleşmişti. “Topçu sınıfının ektiği inorganik sporlar.”
“Ama madde metal değil,” dedi Kimyager. “Öyle olsaydı Blackie en azından bükebilirdi. Supranite gibi bir şey olmalı.”
“Hayır, kum bu, sadece kum!” dedi Sibernetikçi. “Görmüyor musun? Bu, inorganik bir metabolizmanın ürünü. Kum katalitik olarak, silikona dayanan bir makromoleküle dönüşüyor. Bu sürgünler bundan oluşuyor — tıpkı bitkilerin topraktan tuz özümlemesi gibi.”
Kimyager çöküp parlak cisme dokundu. Diğerlerine baktı. “Peki ya farklı bir tür toprakta olsalardı?” diye sordu.
“Uyum sağlarlardı. Bundan kesinlikle eminim! Bu kadar karmaşık olmalarının nedeni de bu: Kendi düzenleri içinde ellerinde olanlarla en dayanıklı maddeyi üretmek üzere planlanmış ve programlanmış.”
“Eğer bu sadece silikon ise, Savunucu’nun bunu yarması hiç sorun olmaz,” dedi Mühendis, gülümseyerek:
“Acaba bu gerçekten bir saldırı mıydı?” dedi Doktor, düşünceli bir yüzle. Diğerleri hayretle ona baktılar.
“Sen nasıl tanımlıyorsun peki?”
“Belki… bir savunma girişimiydi. Bizi izole etmek için.”
“Ya sonrası? Burada böyle, kavanozdaki solucanlar gibi oturup durmamız mı beklenecek?”
“Neden Savunucu’ya ihtiyaç duyuyorsunuz?”
Bu soru üzerine duraksadılar. Doktor konuşmasını sürdürdü: “Artık su eksiğimiz yok. Geminin işi, nereden baksanız bir hafta, on günde biter. Birkaç saat içinde nükleer birleştiriciler faaliyete geçecek. Ben bunu bir kavanoz olarak görmüyorum. Daha çok, yüksek bir duvar. Onlar için aşılamayacak bir bariyer bu ve bu yüzden, bizim için de öyle olduğunu sanıyorlar. Birleştiriciler sayesinde yiyeceğimiz her zaman olacak. Onlara ihtiyacımız yok, ayrıca bizi istemediklerini bundan daha açık anlatamazlardı, herhalde…”
Hepsi, çatık kaşlarla dinledi. Mühendis, dönüp baktığında, filizlerin diz boyuna yaklaştığını ve birleşerek kaynaştığını gördü. Hışırtı artık çok yüksekti; yüz tane arı kovanının çıkarabileceği bir ses olabilirdi bu ancak. Duvarın tabanındaki mavimtrak kökler ağaç gövdeleri kadar şişmişti.
“İkicanlıyı buraya getirebilir misin?” diye sordu Kaptan birdenbire, damdan düşer gibi.
Doktor ona tuhaf tuhaf baktı. “Şimdi? Buraya mı? Ne için?”
“Bilmiyorum. Sen getir… Lütfen.”
Doktor başını salladı ve gitti. Ötekiler o dönene kadar Güneş’in altında dikildiler. Çıplak dev güçlükle tünelden dışarı sürünüp arkasına takılmıştı. Çıkardığı hafif ciyaklamalarla Doktor’u takip ederken, eğleniyor gibi, hatta mutlu görünüyordu. Sonra, yassı küçük suratı gerildi, mavi gözü büyüdü ve hırıltıyla solumaya başladı. Arkasını döndü, sanki feryat ediyordu. Büyük sıçrayışlarla parlak duvara koştu, kendisini fırlatacak gibiydi, ama bunun yerine, ağlayıp sızlayarak ve öksürerek daire boyunca garip bir şekilde hoplamaya başladı. Sonra Doktor’a koştu, bir yandan küt parmaklarıyla onu tulumunun göğsünden çekiştiriyor, bir yandan gözlerinin içine bakıyordu. Vücudundan ter boşanmıştı. Doktor’u iteledi, geriye zıpladı, tekrar etrafına bakındı ve küçük gövdesini pek kötü bir sesle büyüğünün içine çektiğinden sonra karanlık tünele daldı. O emeklerken adamlar, yassı tabanlarının hızla uzaklaşmasına bakakaldılar…
“Bunu bekliyor muydun?” diye sordu Doktor, Kaptan’a.
“Hayır… Doğrusu beklemiyordum. Yalnızca, duvarın ona çok yabancı olmayacağını düşünmüştüm. Bir tepki umuyordum, tanıdığını gösteren bir işaret. Ama böyle bir şey değil…”
“Bunun ’tanıma’ olduğu kesin, evet,”. diye mırıldandı Fizikçi.
“Evet,” dedi Doktor. “Bunu daha önce görmüştü. En azından buna benzer bir şeyi. Aklı başından gitti.”
“Aden usulü infaz mı?” dedi Kimyager, yavaşça.
“Bilmiyorum. Her ne olursa olsun, bu ’canlı duvar’ı sadece, uzaydan gelip gezegeni istila eden yabancılara karşı kullanmadıklarını gösteriyor.”
“Belki de parlak şeylerden korkuyordur yalnızca,” diye bir fikir attı ortaya Fizikçi. “Ayna şeritten korkması da buna bağlı olabilir, pekala.”
“Hayır. Gemide ona bir ayna gösterdim ve ilgisini çekmedi,” dedi Doktor.
“Demek o kadar aptal değilmiş,” dedi Fizikçi. Artık beline ulaşan cam engelin yanında duruyordu.
“Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer.”
“Dinleyin,” dedi Kaptan. “Bu bizi hiçbir yere götürmeyecek. Şu anda ne yapıyoruz? Onarım mı? Evet, tamam, ama ben düşünüyordum ki…”
“Bir başka keşif gezisi mi?” dedi Doktor.
Mühendis pişmanlıkla gülümsedi. “Ben her zaman cesurum. Nereye? Şehre mi?”
“Bu savaş demek olur,” dedi Doktor. “Çünkü oraya gitmenin tek yolu Savunucu’yu kullanmak. Ve onun antiproton fırlatıcısıyla, biliyorsunuz ki, bilgi toplamak yerine ortalığı yakıp yıkıyor olacaksınız.
“Ben karşı karşıya gelmeyi düşünmüyordum,” diye cevap verdi Kaptan. “Gördüğümüz her şey Aden’in nüfusunun kesin bir şekilde sınıflandırıldığını kanıtlıyor. Şimdiye kadar, zeka ürünü aktivitelerin yaratıcısı olan sınıfla iletişim kurma olanağı bulamadık. Evet, onların, şehre gitmemizi bir saldırı olarak değerlendireceklerini görüyorum. Ancak, batıyı hâlâ araştırmadık Savunucu olduğu sürece iki mürettebat yeterli olur. Kalanı gemide çalışmaya devam edebilir.”
“Sen ve Mühendis mi?”
“Hayır, şart değil.”
“Üç kişi daha iyi olur,” dedi Mühendis. “Kim gitmek istiyor?” Hepsi gönüllüydü.
Kaptan gülümsedi. “Toplar susunca merakınız canlandı ha?”
“Kimyager ve ben gidelim,” dedi Mühendis, Kaptan’a. “Doktor da bize aklın ve erdemin temsilcisi olarak arkadaşlık edebilir. Sen kal. Prosedürleri biliyorsun. Blackie’yi asansörlerin bakımına hemen gönder, ama biz dönene kadar geminin altını kazmaya başlamasın. Önçe statikleri kontrol etmem gerekiyor, çünkü.”
“Aklın ve erdemin temsilcisi olarak, bu araştırmanın amacını bilmek istiyorum,” dedi Doktor. “Kapağı açtığımız andan itibaren hoşumuza gitse de gitmese de sahneye çıkmış olacağız.”
“Karşı öneride bulun, o halde,” dedi Mühendis.
Arkalarındaki bariyer melodik seslerle başlarının üstünde yükseliyordu. Günışığı camsı çizgi lifleri halinde gökkuşağına bölünmüştü.
“Bir karşı fikrim yok,” diyerek yenilgiyi kabul etti Doktor. “Olaylar çok hızlı gelişiyor ve şimdiye kadar bütün planlarımız sürprizlerle sonuçlandı. En rasyonel olan, bana göre, başka araştırma yapmamak. Bir ya da iki hafta içinde gemi uçuşa hazır olacak. Gezegenin üstünde alçaktan dolaşabiliriz ve belki de şimdi yapabileceğimizden daha çok şey öğreniriz. Tabiî, daha kolay da olur.”
“Buna inanıyor olamazsın,” dedi Mühendis. “Eğer burada çok yakından bile bir şey öğrenemiyorsak, atmosferin üstünden yapılan bir uçuş bize ne öğretebilir? Şu ’rasyonel’e gelince…Eğer insanlar rasyonel olsalardı, burada olmazdık bir kere. Yıldızlara uçmanın rasyonellik neresinde, söyler misin?”
“Sizi ikna edeceğimi düşünmemiştim zaten,” diye mırıldandı Doktor. Dönüp cam duvarın yanından yürümeye başladı.
Diğerleri gemiye döndü.
Kaptan Mühendis’e, “Gürültü koparacak bir keşif yapacağını düşünme sakın,” dedi. “Batıya giden arazi de, büyük olasılıkla, buradakinden farklı değil.”
“Sana bunu düşündüren nedir?”
“Küçük, çorak bir arazinin merkezine inmiş olmamız umulmadık bir şeydi. Kuzeyde bir fabrika var, doğuda bir şehir, güneyde ise bir yerleşim alanı. Büyük olasılıkla biz, batıya uzanan bir çölün kenarındayız.”
“Göreceğiz.”