YOL DOLAMBAÇLI bir hal alıyordu; ağaçlık Savunucu’nun tepesinden bastırıyor, bitki sapları rüzgarkırana çarpıyordu. Arada sırada bir tohum-yaprak Kimyager’in veya Doktor’un kucağına düşüyordu. Doktor birini alıp kokladı.

“Nefis bir koku,” dedi hayretle.

Kendilerini çok iyi hissediyorlardı. Kristal berraklığındaki gökyüzünde yılan gibi kıvrılan samanyolu elmas bir gerdanlık gibiydi. Hoş bir esinti iç çekerek ağaçlığı taradı. Savunucu, için için homurdanıyordu.

“Çok ilginç, ama, Aden’de şu ahtapot kollarından hiç yok,” dedi Doktor. “Okuduğum bütün bilimkurgularda gezegenler, adamı yakalayıp boğazlayan böyle şeylerle dolu.”

“Ve oralarda yaşayanların altı parmakları vardır,” diye ekledi Kimyager. “Nedense hepsinde altı olur.”

“Altı, gizemli bir rakam,” dedi Doktor. “Altının yarısı üç ve başarı ancak üçüncü denemeden sonra gelir.”

“Abuk sabuk konuşmaktan vazgeçmezseniz yolu şaşıracağım,” dedi Mühendis. O, daha yukarıda oturuyordu. Pek bir şey görmek mümkün olmadığı halde, hala farları açmamıştı; gece olağanüstü güzeldi, ışıkların bunu bozmasından korkuyordu. Ve radarla yolculuk etmek tareti kapatmak anlamına geliyordu. İçeride bütün görebildiği, kontrolların üstündeki kendi elleri, önündeki panelde açık yeşil yanarak inip çıkan kadranlar ve atomik göstergenin turuncu yıldızlar gibi pırıldayan oklarından ibaretti.

“Gemiyi arayabilir misin?” diye sordu Doktor.

“Hayır,” dedi Mühendis. “Burada iyonosfer yok. Aslında var ama delik deşik durumda. Kısa dalga için transmitörü ayarlayacak zaman da yoktu, biliyorsun.”

Paletler takırdamaya başladı; makina sallanıyordu. Mühendis ışıkları yakınca, yuvarlak, beyaz kayaların üzerinde gittiklerini gördü. Oldukça yüksekte tuhaf biçimli kireç kayaları vardı. Bir kanyondaydılar.

Bu canını sıkmıştı; çünkü, anayön hariç, yolun onları nereye götürdüğü konusunda bir fikri yoktu ve böyle duvarları Savunucu bile aşamazdı. Devam ettiler. Kayaların sayısı artmıştı ve ağaçlığın yerini farların ışığında siyah, parlayan, birbirlerinden uzak birtakım öbekler almıştı. Yol kıvrıldı, yukarı meyil yaptı ve yine düzleşti. Yandaki kayalıklar alçaldı, sonra hepsi kayboldu ve adamlar kendilerini, kireçten sırt gibi çıkıntıların çevrelediği, içlerini taş yığınlarının doldurduğu küçük dereler olan bir çayırda buldular. Yer seviyesinde ise yeşil-gri saplar kayaların arasında dikiliyordu.

Aşağı yukarı on beş dakikadır, kuzeydoğuya oldukça yaklaşık bir yönde gidiyorlardı ve tekrar kendi rotalarına geçmenin zamanı gelmişti ama sağ taraflarındaki kireç duvar buna izin vereceğe benzemiyordu.

“Hala şanslı olduğumuz söylenebilir,” dedi Kimyager, damdan düşer gibi. “Bu kayaları aşabildik…”

Yolları, kıl gibi, uzun saçaklardan örülü bir ağ ile kapanmıştı. Savunucu yavaşça bu bariyere yaklaştı ve ağ onu tut tu. Mühendis biraz hızlandı ve biçimsiz örgü yırtılarak kayboldu. Bir kısmı da paletlerin altında ezilip toprağa gömüldü. Işıklar karanlığın içinden uzun, siyah şekilleri ayıklıyordu; ne olduklar anlaşılmıyordu ama taşlaşmış bir ordu gibiydiler. Bu arada büyük orta projektör yukarı doğru incelen siyah cisme denk gelmeseydi, adamlar az daha bir kolonun kaidesine çarpıyorlardı.

Dev bir heykeldi bu ve bir İkicanlıya ait olduğunu sonradan farkettiler — sadece küçük gövdeydi ama yüz kat büyütülmüştü. Kollan çapraz olmuş, yukarı kalkmıştı ve üstünde simetrik, dört göz deliği bulunan yassı, hatta içbükey bir suratı vardı; bu yönüyle, önceden gördüklerinden farklıydı. Diğer gövde ise onları izliyormuş gibi yana eğilmişti.

Uzun süre hiçbiri tek kelime etmedi. Sonra projektör, heykeli bırakıp karanlığı taradı, başka kaidelere, başka kolonlara, başka gövdelere dokundu; koyu renkli ve lekeliydi bunlar, ama arada bir, kemikten oyulmuş gibi beyaz olanları da göze çarpıyordu. Her bir yüzde dört göz vardı ama bazıları, alındaki koca bir çıkıntıyla deforme olmuş, şişmişti. ikiyüz metre kadar uzakta, yukarı uzanmış, gökyüzündeki farklı takımyıldızları işaret eden dev ellerden bir duvar vardı.

“Mezarlık gibi,’; dedi Kimyager, alçak sesle.

Doktor aracın arka bölümüne tırmanmıştı bile. Kimyager onu izledi. Mühendis projektörü kireç duvara çevirdi. Eski, hemen hemen silinmiş oymalarla dolu bir duvar süsü gördü, ama gözlerinin takip edemeyeceği kadar karmaşık formlar ve figürlerdi bunlar. Bir ’ara tanıdık bir şeyler gördüğünü düşündü ama bu his çabuk yok oldu.

Mühendis taretten yollarını aydınlatırken Kimyager ve Doktor heykellerin arasında yürüyorlardı. Sonra, manzaranın alışılmamışlığı içinde kaybolduğu için önceden dikkat çekmeyen uzak, belli belirsiz mırıltı, bir anda, çok yakından gelen öldürücü bir tıslamaya dönüştü. Heykel dizile rinden gri bulutlar çıkıp sürüklenmeye başladı ve İkicanlılardan bir sürü zıplayarak, sızlanarak, öksürerek ve çığlıklar atarak üzerlerine gelmeye başladı. Körler gibi, çarpışarak kaçışıyorlardı.

Mühendis koltuğuna atladı ve manivela koluna yapıştı. tik düşüncesi Savunucu’yu adamların yanına sürmek oldu. Otuz metre ötede, büyük bir ara sokağın sonunda Doktor’la Kimyager’in beti benzi atmış, şaşkın yüzlerini görebiliyordu. Ama kımıldayamadı, çünkü, kaçan yaratıklar hiç aldırmadan makinanın üstüne üstüne koşuyorlardı. İri yarı gövdelerin birçoğu düşüyordu. Tıslama şimdi kulağının dibindeydi; yerden geliyor gibiydi. Gerçekten, Savunucu’nun farlarının aydınlattığı en yakın kaideden çıkmış, yere yakın, esnek bir borudan köpük boşalıyordu. Köpük toprağa değdiğinde şiddetli bir duman çıkıyor, gri bir sis yayılıyordu.

Sisin ilk dalgası taretin üstünü yaladığında Mühendis, ciğerlerinde yüzlerce iğne hissetti. Gözleri görmüyordu. Yanaklarından yaşlar boşanırken boğuk bir çığlık atarak gaza bastı. Savunucu siİkindi, heykellerden birini devirerek üstüne çıktı ve gıcırdayarak ezip geçti. Mühendis soluk alamıyordu, ağrı dayanılmazdı ama tareti kapatamazdı; önce diğerlerini almalıydı, bu yüzden, Savunucu’nun devirdiği heykelleri zar zor görerek ilerlemeye devam etti. Hava biraz temizlendi ve Kimyager’le Doktor — onların seslerini duyabiliyordu-ağaçlıktan fırlayıp araca tırmandılar. Onlara, “Içeri girin!” diye bağırmak istedi, ama kavrulmuş gırtlağından ses çıkmadı. Öbür ikisi burada içeri atladılar. Tıkanmış, öksürüyorlardı. Mühendis el yordamıyla manivelayı aradı ve kubbe üstlerine kapandı, ama, gırtlak yakıcı sis hala içerideydi. Son gücüyle, inleyerek, bir boru vanasını yakaladı ve içeri oksijen püskürdü; yüzüne çarpışını hissetti. Yüksek basınçlı gaz iki gözünün arasına yumruk gibi inmişti ama aldırmıyordu; hayat veren bu gaz kütlesine minnettardı. Di ğerleri onun omuzları üzerinde, iki büklüm olmuş, açgözlülükle nefes alıyorlardı.

Filtreler çalışıyordu, toksik sisin yerini oksijen aldı. Yeniden görebilmeye başladılar. Soluk alıp verirlerken göğüslerinde şiddetli bir ağrı duydular; her soluk, yeni açılmış bir yaradan çıkıyor gibiydi, ama bu his geçti. Görme yeteneğini yeniden ve tamamen kazanan Mühendis ekranı açtı.

Birkaç vücut, girmediği bir ara sokaktaki kolonların arasında hala titreşiyordu, çoğunluk ise hiç kıpırdamıyordu. Küçük ellerden, gövdelerden ve başlardan bir yığışma gri sisin içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Mühendis ses monitörünü açtı ve zayıf öksürükler, iniltiler duydu; arkada bir şeyler pıtırdadı ve bozuk, kulak tırmalayıcı seslerden bir koro duvar süsleri yönünden yeniden yükseldi. Ama orada, dağılan sisin dışında görülecek hiçbir şey yoktu. Mühendis taretin hava geçirmeyecek şekilde kapandığından emin olduktan sonra, dişlerini sıkıp, Savunucu’yu çevirmeye başladı. Paletler taş parçalarının üstünde takırdıyor, üç farın ışığı pusu delmeye çalışıyordu. Devrik heykelleri geçerken, gözleri, tıslayan boruyu arıyordu: Dokuz, on metre kadar ötede, heykelin havadaki kollarını kaplayan bulutun olduğu yerde, fışkıran köpüğün içinde kaldığını tahmin etti.

“Hayır!” diye bağırdı Doktor. “Ateş etme!. Bazıları yaşıyor olabilir!”

Ama çok geçti. Ekran çok kısa bir an için karardı; Savunucu korkunç bir sürtünmeyle geri tepti ve burunda gizli jeneratörün ucundan çıkan antiproton ışını, köpüğün kaynağına giden onbeş metrelik mesafede ne var ne yoksa talan etti.

Ekran netleştiğinde, etrafı, dağılmış kırık heykellerle çevrili kızgın bir krateri gösterdi.

Mühendis borunun kaynağını bulmak için gözlerini zorladı. Savunucu’yu doksan derece döndürdü ve devrik hey kel sırası boyunca yavaşça ilerledi. Sis burada daha inceydi. Paçavraların örttüğü üç dört vücudu geçtiler. Mühendis fren yaptı ve en yakındakileri çiğnememek için dümeni kırdı. Tam karşıdaki ağaçlıktan, büyük bir şekil hayal gibi göründü. Uzun bir açıklık ortaya çıktı ve öteki ucunda gümüşi şekiller kaçışıp gizlendiler. Göğüslerindeki küçük gövdeler yerine, yanları yassı, tepeleri çıkıntılı miğferleri vardı.

Bir şey Savunucu’nun gövdesine tosladı; ekran karardı, sonra yeniden aydınlandı. Sol far söndü.

Mühendis orta farı koruluğun sınırında gezdirdi, dalların arasında sayısız gümüş pırıltıları belirdi. Gümüşün arkasında bir şey fırıldak gibi dönmeye başladı. Giderek hızlanırken dallar ve bütün çalılar uçuşuyordu ve bu koca döner kütle farların ışığı altında havayı çalkalayarak yan tarafa hareket etti. Mühendis burnu hareketin en yoğun olduğu noktaya çevirdi ve pedala bastı. Boğuk bir gümbürtü tareti sarstı.

Güneş doğmuş gibi aydınlandı ortalık. Şimdi açıklığın tam ortasındaydılar ve koruluğun olduğu yerde ufkun beşte biri, bir akkor denizi olmuştu. Bu alev ve duman duvarının karşısından, parlak bir küre onlara doğru yuvarlanıyordu.

Mühendis alevlerin gümbürtüsünden başka şey duyamıyordu. Savunucu, artık çok daha hızlı dönerek dağ yüksekliğinde bir kasırgaya dönüşen ve ortasından siyah bir zig-zagla bölünmüş anormal büyüklükteki bu şeyle kıyaslandığında böcek gibi kalıyordu. Hedef artısını onda ortaladı ve sonra, kırk, elli metre ötede kaçışan silik siluetleri gördü.

“Sıkı tutunun!” diye bağırdı. Gırtlağında çiviler varmış gibi hissediyordu.

Cehennem gibi bir kazıntı, sarsıntı ve kulakları sağır edici bir gacırtı çıktı; bir an, taretin, kafasına düşeceğini sandı. Savunucu gürledi, damperleri ezildi; gövde çan gibi çınladı; ateş ettiğinde ekran kararıp yeniden aydınlandı ve yüzlerce çekiç gövdeye vurmaya başladı sanki. Gümbürtü biraz ha fifledi; darbeler yavaşladı ve seyrekleşti; uzun bir kol, dövmeye devam etti; sonra zırhın dışından gelen bir başka takırtıyla birçok örümcek kol ekranın önünde hızla açılıp kapanmaya başladı. Bir tanesi ritmik olarak gövdeye dokunuyordu, sanki hareket işareti veriyordu ve sonunda durdu. Mühendis gitmek istedi ama paletler sıkışmıştı, dönmüyordu. Anahtarı geri vitese aldı ve yavaşça, birbirine dolanmış metal parçalarının arasından, Savunucu yengeç gibi süründü. Engeller çınlayarak yol verdi ve serbest kalan araç geriye fırladı.

Alevli koruluğun karşısında, enkaz, doksan bacaklı ezilmiş bir örümceğe benziyordu. Hala kamçı gibi hareket eden bir tanesi yeri kazıyordu. Bacaklarn arasında, boynuzlu bir topun içinde gümüşi figürler atlıyordu.

Hiç düşünmeden pedala bastı.

Bir gümbürtü daha koptu, yeni bir Güneş, açıklığı yırttı. Enkaz parçalan her yöne uçuştu. Fokurdayan çamur, kum ve is, bir ıslıkla merkezden yükseldi. Mühendis aniden gücünü kaybetti, kusacağın hissediyordu. Soğuk ter damlaları sırtından ve yüzünden boşanıyordu. Doktor’un “Hayır, geri dön!. Duyuyor musun? Geri dön!” diye bağıran sesini duyduğunda eli, bir manivela kolunun üstündeydi.

Kırmızımsı duman kraterden taştı; bir volkandı sanki ve bayır aşağı, mahvolmuş bitkilerden geri kalanını da tutuşturan lav inmeye başladı.

“Ama ben, dönüyorum,” dedi Mühendis. “Geri dönüyorum…”

Ama kımıldamadı. Ter, yüzünden akmaya devam ediyordu.

“İyi misin?” Doktor’un sesi çok uzaklardan geliyordu.

Mühendis, üzerinde Doktor’un yüzünü gördü; başını salladı ve gözlerini açıp kapadı. “İyiyim,” diye mırıldandı. Doktor yerine döndü.

Savunucu kendi çevresinde sarsılarak döndü, ama, gürültüsü bir okyanusunkini andıran yangının sesinden başka bir şey duymadılar. Geldikleri yöne doğru geri gittiler.

Sağlam kalan tek far — bu kargaşada orta farı da kaybetmişlerdi-şimdi üzerleri metalik gri bir tortuyla örtülü devrilmiş heykellerin ve ölü vücutların üstünde gezindi. Kuzeye dönük iki beyaz heykelin parçalarının arasından geçtiler. Savunucu, dalgaları yaran bir gemi gibi, çalıların arasından ilerliyordu. Bir sürü silik şekil, ışıktan paniğe kapılmış halde sağa sola fırlıyordu.

Hızlandılar, yolculuk inişli çıkışlı olmaya başladı. Mühendis halsizliğiyle mücadele ederek derin nefesler almaya çalışıyordu. Atlayan gümüşi şekillerden geriye kalan küllerin havada dönerek uçuşmasını hala görüyordu. Savunucu, yay gibi dallar gövdesini döverken yokuş yukarı çıkıyordu. Paletler adamların göremediği bir şeyden dolayı gıcırdadı. Artık daha hızlı gidiyorlardı, yukarı, aşağı, küçük derelerin üstünden, kıvrılan çayların arasından geçiyorlar, birbirine karışmış ağaçsı çalıları deviriyorlardı. Makina örümcek konumda sıkıntısız ilerlerken bunların dikenli karınları güçsüz, yumuşak vuruşlarla gövdeye dokunuyor, ezik saplar kırılıp tıslıyordu. Yangının kızıllığı geri ekranlarda hala görünüyordu. Rengi giderek soldu; sonra karanlık her şeyin üstüne çöktü.

Загрузка...